bannerbanner
Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları
Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları

Полная версия

Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
7 из 11

Büyük yola çıkışı gerçekleştirdiğimiz an ise ertesi gün öğlenin erken saatleri olmuştu. Şafak söktüğünden beri devamlı bir huzursuzluk içinde kıyı bölgesini baştan başa tarayan Profesör Challenger, sonunda bir zafer çığlığı atarak tek bir ağacı işaret etmişti. Ağaç, nehrin kıyısının üzerinde garip bir açı oluşturmuştu.

“Neye benzetiyorsunuz bunu?” diye sordu.

“Muhakkak bir Assai palmiyesi.” dedi Summerlee.

“Aynen! İşaret olarak bir Assai palmiyesini almıştım. Gizli delik, nehrin diğer tarafında, yarım mil ötede. Ağaçlar arasında bir açıklık yok. İşin olağanüstü ve esrarengiz yanı da bu. Orada koyu yeşil çalılıklar yerine açık yeşil sazlıklar göreceksiniz; orada, koca kavak ağaçlarının arasında, bilinmeze açılan özel kapım işte orada! İlerleyelim, o zaman anlayacaksınız.”

Gerçekten de harikulade bir yerdi. Açık yeşil sazlıklarla çevrili alanı bulduktan sonra kanolarla kendimize yol açarak birkaç yüz metre ilerledik ve sonunda kumluk bir zeminde berrak ve serbestçe akan, sakin, sığ bir dereyle karşılaştık. Sanırım yirmi metre genişliğindeydi; her iki kıyısı da son derece bol bir bitki örtüsüyle bezenmişti. Çalılıkların kısa bir uzaklık boyunca yerini sazlıklara bıraktığını fark etmeyen hiç kimse, ileride böyle bir derenin veya bir masal diyarının var olabileceğini aklına getiremezdi.

Zira bir masal diyarıydı burası, insan aklının hayal edebileceği en muhteşem masal diyarı. Yukarıda birleşen yoğun bitki örtüsü çaprazlamasına uzanarak doğal bir çardak yaratıyor ve bu yeşillik tüneli içerisinde yeşil, berrak bir nehir, altın gibi pırıldayan bir renk cümbüşünde akıp gidiyordu. Kendi güzelliğinin yanı sıra, yukarıdan filtre edilip gelen yumuşak, canlı ışığın garip tonlarıyla daha da olağanüstü bir görünüme kavuşuyordu. Kristal kadar duru, bir cam tabakası kadar hareketsiz, bir buz dağının köşesi gibi yeşil nehir, yapraktan kemer altında önümüzde uzanırken, her kürek darbemiz parlak yüzeyine binlerce küçük dalgacık gönderiyordu. Harikalar diyarı için çok uygun bir yoldu bu. Yerlilerin bütün vahşi emareleri kaybolmuştu, ancak hayvan varlığı şimdi daha bolcaydı ve hayvancıkların sokulganlığından avcılar hakkında hiçbir şey bilmedikleri anlaşılıyordu. Parlak, muzip gözleri ve kar gibi beyaz dişleriyle kıvır kıvır, küçük kara-kadife maymunları yanımızdan geçerken birbirleriyle çene çalmaktaydı. Ara sıra kasvetli bir gürültüyle kıyıdaki büyük timsahlar suya dalıyorlardı. Hantal bir tapir, çalılıklardaki aralıktan bizi şöyle bir gözetledikten sonra, ağır ağır, ormana doğru geri çekilmişti. Bir kez de yılan gibi kavisli gövdesiyle seri bir şekilde çalılıkların arasından fırlayan şahane bir puma, sarımtırak kahverengi omuzlarının üzerindeki ateş saçan yeşil gözleriyle bizlere nefret saçan bakışlar fırlatmıştı. Çevreye zengin bir kuş populasyonu hâkimdi. Özellikle yağmurkuşugillerden leylek, balıkçıl ve ibisler, kıyıda savrulmuş her türlü kütüğün üzerinde mavi, kızıl ve beyaz renkli küçük gruplar hâlinde toplanmışlardı. Altımızdaki kristal sularda ise her renk ve biçimden balıklar kaynaşıyordu.

Üç gün boyunca bu buğulu, yeşil güneş ışığından oluşan tünelde ilerledik. Yolumuz açılıp da ileriye baktığımız zaman, uzaktaki yeşil suların nerede bitip, yeşilimsi kemerden tünelin nerede başladığını ayırt edebilmek çok zordu. Bu olağanüstü su yolunun derin sessizliği, daha önce hiçbir insan tarafından bozulmamıştı.

“Burada yerli yok. Çok korkuyorlar. Curupuri.” dedi Gomez.

“Curupuri, ormanın ruhudur.” diye açıkladı Lord John, “Her türden şeytana takılan bir ad bu. Zavallıcıklar bu bölgede korkunç bir şeyler olduğunu zannediyorlar, o yüzden de buralara sokulmuyorlar.”

Üçüncü gün, kanolarla daha fazla ilerleyemeyeceğimiz belli olmuştu, çünkü dere gittikçe sığlaşıyordu. Son birkaç saat içerisinde iki kez dibe oturmuştuk. Sonunda kanoları çalılıklara çekerek geceyi derenin kıyısında geçirdik. Sabahleyin Lord John’la ben, dereyi paralelimizde koruyarak birkaç mil kadar ormanın içine daldık, ancak dere daha da sığlaştığı için geri dönerek Profesör Challenger’ın bir süredir şüphe ettiği bir gerçeği rapor ettik. Yani kanoları götürebileceğimiz en uç sınıra ulaşmıştık artık. Bu yüzden onları yukarı çekip çalılıkların arasına sakladıktan sonra, tekrar bulabilmek için baltayla bir ağaca işaret kazıdık. Bundan sonra çeşit oluşturan yükümüzü aramızda paylaştırdık: silahlar, cephaneler, yiyecekler, bir çadır, battaniyeler ve geri kalan ıvır zıvır. Yüklerimizi omuzladıktan sonra yolumuzun daha zahmetli bölümüne başladık.

İki barut fıçımız arasındaki talihsiz bir dalaşma, yeni bir dönemin başlangıcına işaret etmişti. Summerlee’nin hiç hoşuna gitmemesine rağmen, bize katıldığı andan beri tüm yön direktiflerini gruba Challenger vermekteydi. Şimdi diğer profesöre bir görev tayin ettiği için de (Bu sadece körüklü bir barometre taşıma işiydi.) olay aniden su yüzüne çıkmıştı.

Sesinde sinirli bir sakinlikle: “Acaba hangi yetkiye dayanarak emir verme işini üstlendiğinizi sorabilir miyim, efendim?” dedi Summerlee.

Challenger gözlerinde öfkeyle kabararak: “Bunu yolculuğun lideri olduğum için üstleniyorum, Profesör Summerlee.” dedi.

“O hâlde ben, sizi bu yetkiyi üstlenecek kapasitede görmediğimi söylemek zorundayım, efendim.”

“Bak sen!” Challenger alayla başını eğdi. “Belki de siz benim tüm konumumu açıklayabilirsiniz o hâlde.”

“Hay hay, efendim. Sözlerinin doğruluğu araştırılan birisiniz ve bu komite de burada bunu ispatlamak için bulunuyor. Siz burada yargıçlarınızla beraber yürüyorsunuz bayım.”

“Deme yahu!” dedi Challenger, kanolardan birinin ucuna otururken. “Şu hâlde tabii ki siz kendi yolunuza gideceksiniz, ben de kendi keyfime göre gideceğim. Eğer lider değilsem benim yol göstermemi bekleyemezsiniz.”

Tanrı’ya çok şükür, bilgili profesörlerimizin eften püften tartışmalarını ve saçmalıklarını yatıştırarak Londra’ya elimiz boş dönmemizi engelleyecek iki aklı başında adam vardı: Lord Roxton ve ben. Onları yatıştırana kadar ne tartışmalar, ne yalvarmalar, ne açıklamalar olmuştu, Tanrı’m! Nihayet Summerlee, ağzında piposu ve hırlamasıyla öne adım atmış, Challenger da homurdana homurdana onu takip etmişti. Bu sırada şans eseri her iki bilginimizin de Edinburgh’lı Doktor Illingworth’ten hiç hazzetmediklerini keşfetmiştik. Bundan sonra da bunu bir emniyet supabı olarak kullandık. Gerilimin her yükselişinde İskoç zooloğun adını ortaya atıveriyorduk, bu da iki profesörün geçici olarak müttefik kuvvetler hâlinde ortak düşmanlarına nefret ve hakaret salvolarına başlamasına yetiyordu.

Tek bir çizgi hâlinde dere boyunca ilerleyerek, az sonra darala darala derenin cılız bir çaya dönüştüğünü ve sonunda tamamen ortadan kaybolarak yerini, dizlerimize kadar içine battığımız süngerimsi yosunlardan meydana gelmiş, büyük, yeşil bir bataklığa bıraktığını gördük. Bölge feci bir şekilde sivrisinek bulutlarıyla ve her türden uçan haşereyle kaplıydı. Bu yüzden ağaçların arasından dolanıp yeniden sert zemine ulaşarak, uzaktan canlı bir uzuvmuş gibi uğuldayan vıcır vıcır böcek kuşatmasından kurtulduğumuz için sevinçliydik.

Kanolarımızı bıraktığımızın ikinci günü bölgedeki yapının tümüyle değiştiğini fark etmiştik. Yolumuz devamlı yokuştu ve yukarı doğru tırmandıkça ağaçlar seyrelerek tropikal çeşitliliklerini kaybetmeye başladılar. Amazon’un taşan sularının bıraktığı topraklarda, dev ağaçlar şimdi yerlerini, aralarında sık çalılıkların da olduğu dağınık hurma ve Hindistan cevizi kümelerine bırakmışlardı. Daha nemli ve kuytu alanlardaki Mauritia palmiyeleri, aşağı doğru sarkmış yapraklarını zarafetle sergilemekteydiler. Tamamen pusulaya dayalı olarak yol alıyorduk ve bir iki kere iki yerliyle Challenger arasında görüş ayrılığı baş gösterince, bütün grup profesörün haklı bir öfkeyle söylediği, “Modern Avrupa kültürünün en gelişmiş ürününe inanmaktansa az gelişmiş vahşilerin batıl inançları doğrultusunda hareket edemem!” lafına katılmıştı. Böyle yapmakta da haklı olduğumuz, üç gün sonra Profesör Challenger’ın daha önceki yolculuğundan hatırladığı birkaç işaretin kendini göstermesiyle ortaya çıktı. Hatta bir yerde bir kamp yerinden kaldığı belli olan ateş isiyle kararmış dört taş gördük.

Yolumuz hâlâ yokuştu ve etrafı kayalarla çevrelenmiş bir bayırı aşmamız iki günümüzü almıştı. Bitki örtüsü tekrar değişmişti; geriye, sadece muhteşem bir orkide bolluğuyla Fildişi palmiyeleri kalmıştı. Bu arada ben de bu orkidelerden nadir nuttonia vexillaria’yı ve muhteşem pembeli kızıllı rengiyle cattleya ve odontoglossum’u tanımayı öğrenmiştim. Çakıl taşı zemini ve eğrelti otlarıyla çevrili kıyılarıyla ara sıra rastladığımız derecikler, tepelerdeki sığ geçitlerden çağlayıp gidiyordu. Kamp için çok elverişli bu sahada her akşam, etrafı kayalıklarla çevrili göletlerin çevresinde mola veriyorduk. Göldeki, İngiliz alabalığı büyüklüğünde ve biçimindeki mavi sırtlı balık sürücükleri, muhteşem lezzette bir akşam yemeği oluşturuyordu bizim için.

Kanoları bıraktığımızın dokuzuncu günü ve tahminimce yüz yirmi mil kadar ilerledikten sonra, artık iyice küçülerek fundalıklara dönüşmeye başlayan ağaçlardan sıyrılmaya başladık. Onların yerini şimdi muazzam bir bambu manzarası almıştı. Bambular öylesine kesifti ki aralarından ancak palalarla ve yerlilerin küçük oraklarıyla dalları kesip yol açarak ilerleyebiliyorduk. Bu engeli ancak sabah saat yediden gece saat sekize kadar, sadece birer saatlik iki mola vererek ve uzun bir gün boyunca yürüyerek aşabildik. Bundan daha monoton ve sinir bozucu bir şey düşünülemezdi zira en açık alanlarda bile on on iki metreden ötesini göremiyordum, ki zaten görüş alanım, önümdeki Lord John’un sarı ceketinin sırtıyla, her iki yanımdan yükselen kırk-elli santim açıklıktaki sarı bitki duvarlarıyla kısıtlıydı. Üstümüzden aşağıya incecik bir güneş ışığı hüzmesi ulaşabiliyor, beş metre tepemizde koyu mavi göğe doğru sallanıp duran kamışların tepeleri seçilebiliyordu. Bu sazlıklarda ne çeşit hayvanlar yaşardı bilemiyordum. Ancak birkaç kez irice ve ağır bazı hayvanların çok yakınımızda hareket ettiklerini duymuştuk. Lord John, çıkardıkları sese dayanarak bunların yaban sığırı olabileceğine hükmetti. Tam gece üzerimize çökerken bu bambu barikatını aşarak hemen kampımızı kurduk. Bitmeyecek gibi gelen bu uzun gün bizi iyice tüketmişti.

Ertesi sabah erkenden yine ayaktaydık, bir kez daha bitki örtüsünün değişmiş olduğunu gözlemledik. Arkamızda sanki nehrin akış rotasını çizermiş gibi belirgin bir bambu duvarı vardı. Önümüzde ise hafifçe yukarı doğru kıvrılmış ve eğrelti otu kümeleriyle nokta nokta işaretlenmiş düz bir ova alabildiğince uzanarak sonunda balina sırtı benzeri, uzunca resiflerle son buluyordu. Buraya öğle ortalarında vararak ardında hafifçe basık, yuvarlak, ufka doğru yükselen alçak bir vadi olduğunu gördük. İşte tam burada, bu tepeciklerin ilkini aştığımız sırada bir olay meydana geldi ki ne derece önemli bilemiyorum.

İki yerliyle beraber grubun öncülüğünü yapmakta olan Profesör Challenger, aniden durarak heyecanla sağını işaret etti. Bunun üzerine gözlerimizi o yöne çevirerek, yaklaşık bir mil kadar ötede kocaman, gri, kuşa benzeyen bir yaratığın yavaşça kanat çırpıp yerden havalandığını, alçak ve düz bir uçuşla eğrelti kümelerinin arasında yitip gittiğini gördük.

“Gördün mü onu?” diye haykırdı Challenger büyük bir sevinçle. “Summerlee, gördün mü onu?”

Meslektaşı, gözlerini kuşun kaybolduğu noktaya dikmişti.

“Ne olduğunu iddia ediyorsun onun?” diye sordu.

“Benim bildiğime göre bir pterodactyl.

Summerlee alaycı kahkahalar atarak yanıtladı:

“Bir ptero-zırvalık! Olsa olsa bir leylekti bu!”

Challenger o kadar öfkeliydi ki konuşamadı bile. Bunun yerine sadece yükü tekrar sırtına alarak adımlarına devam etti. Bununla beraber Lord John, şimdi yanıma gelmişti ve yüzü her zamankinden daha ciddiydi. Elinde Zeiss marka dürbününü tutuyordu.

“Ağaçlara dalmadan odakladım.” dedi. “Ne olduğunu bildiğimi iddia etmeyeceğim ama bir avcı olarak unvanımı ortaya koymaya hazırım ki hayatımda hiç böyle bir kuş görmedim ben.”

Ve olay böylece kaldı. Gerçekten de bilinmezin eşiğinde miyiz, liderimizin bize söylediği bu kayıp dünyanın uç sınırlarına mı şahit oluyoruz? Size olup biteni olduğu gibi anlatıyorum, siz de ancak benim kadar bilebiliyorsunuz. Bu tek bir rastlantıydı. Çünkü olağanüstü diyebileceğimiz başka hiçbir şey görmedik.

Ve şimdi sevgili okurlarım -tabii, gerçekten herhangi bir okurum varsa- sizi geniş nehirden geçirerek sazlıkların olduğu alana, oradan yeşil tünele ve sonra palmiye ağaçlarının olduğu yokuşa, oradan bambu molasına ve eğrelti ağaçlarının ovasına getirdim. Sonunda varış noktamız tamamıyla önümüzde. İkinci resifi geçtiğimizde önümüzde palmiye ağaçlarıyla dolu düzensiz bir ara ve daha sonra da resimde gördüğüm yüksek, kırmızı kayalıkları görmüştük. İşte, bunu yazarken orada, önümüzde duruyor ve hiç şüphesiz resimdekiyle aynı. En yakın noktası kamp yerimize yaklaşık yedi mil uzaklıkta ve dolanarak göz alabildiğine devam ediyor. Challenger ödül almış bir tavuskuşu gibi kurumlu kurumlu yürümekte; Summerlee ise suskun fakat hâlâ şüpheli. Geçecek bir gün, şüphelerimizin bir kısmını daha yok edecektir mutlaka. Bu arada, kırık bir bambu tarafından kolu delinen Jose dönmekte ısrar ettiği için, bu mektubu ona emanet ediyorum ve umuyorum ki sonunda emin ellere ulaşacaktır. Fırsat buldukça tekrar yazacağım. Buraya yolculuğumuzun kaba bir haritasını iliştiriyorum, belki de hikâyenin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olur.

9. BÖLÜM

“Kim Tahmin Edebilirdi ki Bunu?”

Başımıza korkunç bir iş geldi! Kim tahmin edebilirdi ki bunu? Problemlerimize dair bir çözüm göremiyorum. Belki de hayatımız boyunca bu tuhaf, erişilmez bölgede kalmaya mahkûmuz artık. Hâlâ öylesine kafam karışık ki karşımdaki gerçekleri veya önümüzdeki olasılıkları bile düşünmekten âcizim. Allak bullak olmuş zihnim için birisi son derece korkunç, diğeri ise bir gece gibi karanlık gözüküyor. Hiçbir insan kendini bundan daha kötü bir durumda bulmamıştır. Hatta size tam coğrafik konumumuzu açık edip arkadaşlarla bir kurtarma ekibi göndermenizi istemenin bile bir faydası yok. Gönderilseler bile, büyük olasılıkla onlar buraya ulaşamadan kaderimiz çizilmiş olacak.

Gerçek şu ki şu anda herhangi bir insani yardımdan, sanki Ay’daymışçasına uzağız. Eğer bu işten sıyrılabilirsek bunu sadece sahip olduğumuz yeteneklerle yapacağız. Yol arkadaşı olarak üç müstesna adama sahibim; muhteşem zekâya ve sarsılmaz bir cesarete sahip üç insan. Bütün umudumuz burada yatıyor. Bu karanlıkta bir ışık görebiliyorsam eğer, bunu sadece üç yol arkadaşımın metanetli yüzlerine baktığımda görebiliyorum. Ümit ediyorum ki ben de dışarıdan onlar kadar etkilenmemiş gözükebileyim. İç dünyam ise karmakarışık.

Şimdi size elimden geldiğince ve detaylarıyla, bizi bu felakete sürükleyen olaylar zincirini anlatacağım.

Son mektubumu bitirdiğim zaman, Challenger’ın anlattığı o plato olduğu şüphe götürmeyen bölgeyi çevreleyen, dev gibi sarp kayalıklar zincirinden ve bu kayalıktan yedi mil kadar uzakta olduğumuzdan bahsetmiştim. Bunlara yaklaştıkça, bazı yerlerde kayalıkların, profesörün ifade ettiğinden çok daha yüksek olduğunu gözlemlemiştik -bazı bölgelerde en az üç yüz elli metreye ulaşıyordu- ve acayip bir şekilde oyuk oyuk bir görünümdeydiler. Tahminimce bu da bazaltın oluşmasına has bir özellikti. Buna benzer oluşumlar Edinburgh’da Salisbury Kayalıkları’nda da görülebilir. Zirvede müthiş bir bitki örtüsü zenginliği göze çarpıyordu; yamaçlarda çalılıklar ve daha gerilerde birçok yüksek ağaçlık alan uzanıyordu. Görebildiğimiz kadarıyla bir yaşam belirtisi yoktu.

O gece kampımızı hemen kayalıkların dibine kurduk; son derece ıssız ve vahşi bir yerdi. Tepemizdeki yalçın kayalıklar sadece dikey olmakla kalmayıp, daha yukarılarda öne doğru bir eğim almışlardı; bu da tırmanmayı olanak dışı bırakıyordu. Yakınımızda, hikâyenin bir bölümünde daha önce de bahsetmiş olduğum yüksek ve ince kayalığın tepesi gözüküyordu. Daha çok bir çan kulesinin tepesine benziyordu bu; zirvesi, platoyla aynı seviyede olmakla beraber, aralarında büyük bir uçurum bulunmaktaydı. Üzerinde yüksek bir ağaç yetişmişti. Tepe ve zirve oldukça alçak sayılırdı -herhâlde 200 metre kadardı. Profesör Challenger bu ağacı işaret ederek:

Pterodactyl, işte tam bunun üzerinde tünemişti.” dedi. “Onu vurmadan önce kayanın yarısına kadar tırmanmıştım. Benim gibi iyi bir dağcı, kanımca kayanın tepesine kadar çıkabilir, ancak tabii ki yine de bunu başarmakla platoya daha yaklaşmış olamaz.”

Challenger, pterodactyl’inden konuşurken ben de Summerlee’yi süzmekteydim; diyebilirim ki yüzünde ilk defa inanç belirtileri ve yumuşama okudum. Artık ince dudaklarındaki alaycı gülümseme yok olmuş, tam tersine yüzüne heyecanlı ve şaşkın bir ifade yerleşmişti. Challenger da bunu görmüştü ve zaferinin ilk belirtilerinin zevkini çıkarıyordu.

Can sıkıcı alaycı tavrıyla:

“Tabii, Profesör Summerlee, benim ‘pterodactyl’ derken aslında bir leylekten bahsettiğimi anlıyordur; yalnız tüyleri olmayan, vücudu deriyle kaplı, zarlı kanatlı ve çenelerinde dişleri olan cinsten bir leylek.” dedi.

Sırıttı, göz kırptı, meslektaşı yüzünü çevirip uzaklaşıncaya kadar eğilip baktı.

Sabahleyin kahve ve manyoktan oluşan tutumlu bir kahvaltıdan sonra -azığımızı idareli kullanmak zorundaydık- tepemizdeki platoya en uygun çıkış usulünü belirlemek için bir oturum yaptık.

Challenger, âdeta kürsüdeki bir yüksek yargıç edasıyla başkanlık yaptı. Şimdi onu bir kayanın üzerine oturmuş olarak gözünüzün önüne getirin. Gülünç çocuk şapkası kafasının arkasına kaykılmış, küstah gözleri yarı açık yarı kapalı, göz kapakları ardından bizi hâkimiyeti altına almış ve ağır ağır şu anki durumumuzu belirledikten sonra nasıl hareket edeceğimizi anlatırken, kocaman sakalı bir aşağı bir yukarı oynayıp duruyor.

Hemen altında da üçlü bir grup olan bizi görebilirsiniz. Güneşten yanmış, genç ve açık havada kamp yapmanın etkisiyle enerji dolu ben; ağzından düşmeyen piposuyla vakur ve eleştirici Summerlee; dikkatli gözlerini hevesle konuşmacıya dikmiş, tetikteki esnek vücudunu tüfeğine yaslamış, çakı gibi sağlam Lord John. Arkamızda iki siyahi melezle küçük bir yerli grubu duruyor, önümüzde ve tepemizde ise bizi hedefimize ulaşmaktan alıkoyan o koskoca, sarp kayalıklar grubu göğe yükseliyordu.

“Son gelişimde tepeye tırmanmak için her çareyi denediğimi söylememe gerek yok; biraz dağcılık yönüm olduğundan, benim üstesinden gelemediğim bir yerde başka kimsenin şansı olduğunu zannetmiyorum.” dedi liderimiz. “O zaman dağcılık araç gereçlerinin hiçbirine sahip değildim, ancak şimdi onları getirme tedbirini aldım. Bunların yardımıyla ayrık tepenin zirvesine ulaşacağıma eminim ama ana kayalık dışa eğim yaptığından buraya tırmanmaya çalışmak nafile. Geçen gelişimde yağmur mevsimi yaklaştığı ve yiyecek stoğum tükendiği için acele etmek zorunda kalmıştım. Şartlar zamanımı kısıtlamıştı, ancak bulunduğumuz yerin doğusuna doğru altı millik bir alanı tarayabildiğimi söyleyebilirim. Tabii, çıkış için elverişli bir yol bulamadan. O hâlde şimdi ne yapalım?”

“Yapacak bir tek şey var gibi gözüküyor.” dedi Profesör Summerlee. “Doğu tarafını araştırdığına göre, kayalığın etrafını batıya doğru dolanarak tırmanmaya elverişli bir nokta bulmalıyız.”

“Evet, öyle.” dedi Lord John. “Büyük bir olasılıkla bu platonun o kadar büyük olmadığını göreceğiz; kolay bir çıkış yolu bulana dek bunun etrafını döneriz veya başladığımız yere geri dönmüş oluruz.”

“Daha önce de genç arkadaşımıza anlattığım gibi…” dedi Challenger (Beni sanki on yaşında bir çocukmuşum gibi gösterme alışkanlığı vardı.), “Buraya çıkmak için kolay bir yol olması neredeyse imkânsız, çünkü o takdirde zirve tecrit edilmemiş olacak ve dolayısıyla yaşam mücadelesinin genel kanunlarına böylesine garip bir müdahaleyi ortaya çıkaran şartlar oluşmayacaktı. Bununla beraber, hantal ve ağır bir hayvanın aşağıya inemeyeceği bir bölgeden profesyonel bir kaya tırmanıcısının çıkabileceğini ve böyle bir nokta olabileceğini kabul ediyorum. Çıkış için uygun bir noktanın olduğu kesin.”

“Nereden biliyorsunuz bunu, efendim?” dedi Summerlee çabucak.

“Çünkü benden önce gelen Amerikalı Maple böyle bir çıkışı gerçekleştirdi. Yoksa defterine çizdiği canavarı nasıl görmüş olabilirdi?”

“İşin burasında, biraz, kanıtlanmış gerçeklerin dışına çıkıyorsunuz.” dedi inatçı Summerlee. “Platonu kabul ediyorum çünkü gördüm fakat üzerinde herhangi bir yaşam biçimi olduğu konusunda tatmin olmuş değilim.”

“Sizin neyi kabul edip neyi etmediğiniz gerçekten hiç önemli değil, bayım. Platonun varlığının kafanıza işlemiş olduğuna memnun oldum.”

Sonra platoya döndü ve aniden hepimizi şaşkına çevirerek kayadan sıçrayıp, Summerlee’yi boynundan yakaladığı gibi yüzünü yukarı kaldırdı.

“İşte, efendim!” diye bağırdı heyecandan kabalaşarak. “Platoda hayat olduğunu anlamanıza yardımcı olabildim mi?”

Kayanın köşesinden kalın, yeşil bir çalılığın çıkıntı yaptığını söylemiştim. Buradan parlak siyah bir nesne uzanarak ortaya çıkmıştı. Yavaşça öne ilerleyerek uçurumdan aşağı sarkınca, bunun garip, kürek biçiminde kafası olan, kocaman, siyah bir yılan olduğunu gördük. Sabah güneşi, hayvanın kavisli, parlak kıvrımlarında ışıldarken, üzerimizde birkaç dakika kıvrılıp büküldü. Sonra da tekrar içeri dalarak gözden kayboldu.

Hayvan, Summerlee’nin öyle ilgisini çekmişti ki bu birkaç dakika boyunca kafasını yukarı ittirmiş olan Challenger’a hiç itiraz etmeden, öylece bakakalmıştı. Şimdi silkinip, kendisini Challenger’dan kurtararak pozisyonunu düzeltti.

“Eğer dikkatinizi çeken olayları çeneme yapışmadan anlatmanın bir yolunu bulabilirseniz çok memnun olacağım Profesör Challenger.” dedi. “Hatta çok basit bir kaya pitonunun görüntüsü bile böyle bir serbestliği mazur göstermez.”

“Fakat ne derseniz deyin platoda yaşam var.” diye zafer edasıyla cevapladı meslektaşı. “Şimdi bu önemli sonuca ulaştığımıza ve ne kadar ön yargılı veya kalın kafalı olursa olsun herkes bu açık gerçeği anladığına göre, ben kampı hemen toplayıp bir çıkış yolu bulana dek batıya ilerlemekten daha iyi bir seçeneğimiz olmadığını düşünüyorum.”

Tepelerin altındaki zemin kayalık ve kırık olduğu için ilerleme yavaş ve zordu, ancak aniden bize moral kazandıran bir şeye rastladık. Eski bir kamp yerinin kalıntılarıydı bu. Etrafında boş Chicago et konservesi kutuları, “Brandy” yazılı boş bir şişe, kırık bir konserve açacağı ve daha başka çerçöp vardı. Buruşuk ve yırtık kâğıtların “Chicago Democrat” gazetesinden parçalar olduğunu fark ettik ancak üzerindeki tarih aşınmış gitmişti.

“Benim değil.” dedi Challenger. “Maple White’ın olmalı.”

Lord John, merakla, kamp yerini gölgeleyen eğrelti ağacını süzüyordu.

“Bakın hele şuna!” dedi. “Herhâlde bir işaret olarak bırakılmış bu.”

Sert bir tahta kama, batı yönünü gösterecek şekilde ağaca saplanmıştı.

“Mutlaka bir işaret.” dedi Challenger. “Başka ne olabilir? Tehlikeli bir yolda olduğunu anlayan öncümüz, arkasından bu işareti bırakmış ki sonradan gelenler hangi yönü takip ettiğini çıkarabilsin. Belki de yolumuzun üstünde başka işaretlere de rastlayacağız.”

Gerçekten de öyle oldu ama bunlar hiç de beklenmedik cinsten, dehşet verici işaretlerdi. Kayalığın hemen altında, kayda değer bir alana yayılmış ve daha önce yolculuğumuzda aşmış olduğumuz uzun, bambu sırıklardan yetişmişti. Bu sapların çoğu altı metreye kadar ulaşıyor ve keskin, kuvvetli uçlarıyla durdukları yerde bile müthiş mızraklara benziyorlardı. Bu mızraklarla çevrili alanı geçerken gözüme, içeride, beyaz bir şey ilişmişti. Kafamı sapların arasına ittirerek soktuğumda, kendimi kuru bir kafatasına bakarken buldum. Bütün iskelet de oradaydı, ancak kafatası ayrılarak açıklık alanın birkaç metre ilerisine düşmüştü.

Yerlilerimizin palalarını kullanarak birkaç darbeyle sahayı temizledikten sonra, bu geçmiş trajedinin detaylarını inceleyebildik. Sadece birkaç elbise parçası ayırt edilebiliyordu, ama kemikli ayağın etrafındaki çizme kalıntıları belirgindi ve adamın beyaz olduğu kesindi. Kemiklerin arasında Hudson, New York’tan bir altın saat ve ucunda sivri uçlu bir dolma kalem bulunan bir zincir duruyordu. Bunların arasında bir de kapağının üzerine “A. E. S.den J. C.ye” ibaresi işlenmiş gümüş bir sigara tabakası vardı. Metalin durumu, felaketin çok da uzunca bir zaman önce meydana gelmediğine işaret etmekteydi.

“Kim olabilir acaba bu?” diye sordu Lord John. “Zavallıcık, vücudundaki bütün kemikler kırılmış gibi.”

“Kırık kaburga kemikleri arasından da bambu büyümüş.” dedi Summerlee. “Çabuk büyüyen bir bitki ama kamışlar altı metre yüksekliğe ulaşırken bu adamın burada bulunması akıl alır şey değil.”

“Adamın kimliğine gelince…” dedi profesör Challenger, “Bundan zerre kadar kuşkum yok. Nehri aşıp çiftlikte size ulaşmadan önce Maple White hakkında çok kapsamlı bir soruşturma yürüttüm. Para’da hiç kimse bir şey bilmiyordu. Şansıma, elimde kesin bir ipucu vardı çünkü defterinde Rosario’dan bir din adamıyla birlikte yemek yerken çizilmiş bir resmi vardı. Bu papazı bulmayı başardım ve adamın çok kavgacı birisi olmasına ve modern bilimin, inançlarını çürütücü etkisi hakkında söylediğim sözleri gülünç derecede kötüye yormasına rağmen, bana bazı yararlı bilgiler verdi. Maple White, Rosario’dan, dört sene önce veya ben ölü bedenini görmeden iki sene önce geçmişti. O sıralar yalnız olmayıp yanında bir de arkadaşı vardı: James Colver adında bir Amerikalı. Bu adam kayıkta kalmış ve papazla tanışmamıştı. Bu yüzden şimdi James Colver’dan geri kalanlara baktığımızdan hiç şüphem yok.”

На страницу:
7 из 11