bannerbanner
Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları
Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları

Полная версия

Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
6 из 11

Bunun üzerine Profesör Summerlee’nin yüzüne tekrar o inatçı gülümseyiş yerleşiyor; adam, başını oturduğu yerden, piposunun dumanı ardından, alaycı ve onaylamayan bir sessizlikle sallamaya koyuluyordu.

Bu iki beyaz yol arkadaşım hakkında şimdilik bu kadar bilgi yeter. Şüphesiz bu hikâye devam ettikçe, karakterleri veya yetersizlikleri, ki elbette bu kendim için de geçerli, gün ışığına çıkacaktır. Daha şimdiden, gelecekteki maceralarımızda belki de hiç küçümsenmeyecek derecede etkili olabilecek birkaç yardımcı edindik kendimize. Bunlardan ilki Zambo adındaki dev bir zenci. Âdeta siyah bir Herkül bu; bir at gibi kuvvetli ve zekâsı da ancak o kadar. Onu Para’da, çalışırken tutuk bir İngilizce öğrendiği buharlı gemi şirketinin tavsiyesi üzerine aramıza katmıştık.

Aynı şekilde, iki melez olan Gomez ve Manuel’i de nehrin üst kesiminden kızılağaç yükleriyle henüz geldiklerinde Para’da işe almıştık. Birer panter gibi çevik, hareketli ve vahşi görünümlü, sakallı, karayağız iki adamdı bunlar. Her ikisi de hayatlarını, keşfetmek üzere yola çıktığımız nehrin üst kesimlerinde geçirmişti ve Lord John da bu özelliklerinden dolayı onları işe almıştı. Bunlardan Gomez’in bir diğer avantajı da mükemmel derecede İngilizce bilmesiydi. Bu adamlar, ayda on beş dolara şahsi hizmetçilerimiz olarak çalışmaya, yemek pişirmeye, kürek çekmeye veya işe yarayabilecekleri her konuda bize yardım etmeye razıydılar. Bunların yanı sıra, balık avında ve kayık işlerinde Bolivya’daki tüm kıyı kabilelerinin en beceriklisi olan Mojo kızılderililerinden üçünü işe almıştık. Reislerini, aramızda, kabilesine atfen Mojo diye adlandırmıştık, diğer ikisini ise Jose ve Fernando olarak biliyorduk. Eşine rastlanmadık yolculuğa başlamak üzere Manaos’da direktiflerin açıklanmasını bekleyen bu ufak kafile, işte böylece üç beyaz, iki melez, bir zenci ve üç yerliden oluşmaktaydı.

Nihayet, bıkkınlık verici bir haftadan sonra, beklenen gün ve saat gelip çatmıştı. Sizden, Manaos’a iki saat uzaklıktaki çiftliğin gölgelendirilmiş oturma odasını göz önüne getirmenizi istiyorum şimdi. Dışarıda, neredeyse palmiye ağaçlarının kendisi kadar gerçek gibi gözüken siyah ve belirgin gölgelerin arasında, etrafa yayılmış yakıcı, pirinç sarısı bir güneş. Sakin bir hava. Arıların derinlemesine, pesten uğultusundan sivrisineklerin tiz, hevesli vızıltısına kadar değişik oktavlardan devamlı sürüp giden bir çınlama. Verandanın ötesinde, kaktüslerin oluşturduğu çitle çevrilmiş ve çiçek açan fundalık kümeleriyle süslenmiş, küçük bir bahçe. Bahçenin etrafında, pırıl pırıl ışığın aydınlattığı alanda, kâh o yana kâh bu yana uçuşup duran şahane, mavi kelebekler ve ufacık, cıvıldaşan kuşlar. Bu bahçede, üzerinde mühürlü bir mektubun durduğu yuvarlak, hasırdan bir masanın etrafında oturan bizler. Mektubun üzerinde Profesör Challenger’ın köşeli, hırçın yazısıyla karalamış olduğu kelimeler şöyleydi:

Lord John Roxton’a ve beraberindeki gruba talimatlar. Tam olarak 15 Temmuz günü saat 12.00’de açılacak.

Lord John, saatini yanındaki masanın üzerine yerleştirmişti.

“Yedi dakikamız daha var.” dedi. Sevgili ahbabımız son derece kesin belirtmişti.

Profesör Summerlee sıska eliyle zarfı kavrarken yüzünde zehirli bir gülümseme belirmişti.

“Zarfı şimdi veya yedi dakika sonra açmanın ne farkı olabilir ki?” dedi, “Bunların hepsi, maalesef, adı malum yazarın ortaya koyduğu sahtekârlık ve saçmalık sisteminin bir parçası.”

“Haydi, bırakın, oyunu kurallarına göre oynamalıyız.” dedi Lord John. “Bu, yaşlı kurt Challenger’ın şovu ve biz de onun iyi niyeti sayesinde buradayız, o hâlde mektup için verdiği talimata uymazsak haksızlık olur.”

“Şu hâle bak!” diye bağırdı profesör acı acı, “Londra’da gülünç gelmişti zaten, ancak işin içine girdikçe daha da saçma geliyor. Bu zarfın içinde ne olduğunu bilmiyorum ama eğer gerçekten sağlam bir şey değilse ilk gemiyle Peru’ya, oradan da Bolivya’ya geçmek niyetindeyim ben. Ne de olsa bir zırdelinin iddialarını çürütmekten daha önemli işlerim var şu dünyada. Haydi Roxton, zamanı geldi artık!”

“Tam zamanı.” dedi Lord John. “Düdüğü çalabilirsin.”

Zarfı alarak çakısıyla kestikten sonra içinden katlanmış bir kâğıdı çekip çıkardı. Bunu dikkatle açarak masanın üzerinde düzeltti. Boş bir sayfaydı bu. Kâğıdın arka yüzünü çevirdi. Burası da yazısızdı. Şaşkın bir sessizlik içinde birbirimize bakakalmışken Profesör Summerlee’nin attığı alaycı kahkahanın ahenksiz gürültüsü sessizliği bozdu.

“İşte açık itirafı!” diye bağırdı. “Daha ne istiyorsunuz ki adamın kendisi de bir şarlatan olduğunu itiraf etmiş oluyor. Şimdi yapmamız gereken şey, eve geri dönmek ve bu adamın nasıl utanmaz bir sahtekâr olduğunu rapor etmek!”

“Görünmez mürekkep!” diye öneride bulundum.

“Zannetmem.” dedi Lord Roxton, kâğıdı ışığa tutarak. “Hayır, delikanlı-adamım, kendini kandırmanın gereği yok. Bu kâğıdın üzerine hiçbir şey yazılmadığına dair kefil olurum ben.”

“Gelebilir miyim?” diye bir ses gürledi verandadan.

Basık bir figürün gölgesi, bir tutam güneş ışığının önüne set çekmişti şimdi. Bu ses!.. Bu canavar gibi geniş omuzlar!.. Hepimiz şaşkınlıktan nutkumuz tutulmuş bir hâlde ayağa fırlarken, Challenger, renkli kurdeleli, yuvarlak, çocuksu şapkasıyla, ceketinin ceplerindeki elleriyle ve zarif ayakkabılarıyla, önümüzdeki açık alana doğru yürüyordu. Orada başını arkaya atarak, Asurlularınki gibi fiyakalı sakalıyla, düşük göz kapaklarının bildik küstahlığıyla ve tahammülsüz gözleriyle, altın gibi bir parıltının ortasında durdu.

“Korkarım ki birkaç dakika geciktim.” dedi saatini çıkararak. “İtiraf etmeliyim ki bu zarfı size verirken onu hiç açmamanızı ummuştum. Çünkü vakit gelmeden size ulaşmaya kesinkes kararlıydım. Bu talihsiz gecikmeyi beceriksiz bir kaptanla mütecaviz bir kıyı şeridine bağlayabiliriz. Korkarım ki bu gecikme, meslektaşım Summerlee’ye, saygısızca küfür etmek için iyi bir fırsat verdi.”

“Söylemem gerekir ki ortaya çıkışınız bizi oldukça rahatlattı efendim.” dedi Lord John, sesinde hafif haşin bir havayla. “Yoksa görevimiz zamansız bir biçimde sona ermiş gibi gözüküyordu. Hâlâ neden bu işi böyle olağanüstü bir şekilde planladığınızı anlayabilmiş değilim.”

Cevaplamak yerine içeri giren Profesör Challenger, benimle ve Lord John’la el sıkışıp Summerlee’nin önünde özenli bir küstahlıkla eğildikten sonra, ağırlığı altında gıcırdayıp sallanan hasır bir sandalyeye çöktü.

“Yolculuğunuz için her şey hazır mı?” diye sordu.

“Yarın başlayabiliriz.”

“O hâlde başlıyorsunuz demektir. Benim paha biçilmez rehberliğimin avantajına sahip olduğunuza göre, artık yön bulmak için haritaya ihtiyacınız yok. Ta ilk baştan beri araştırmanıza başkanlık yapmaya kesin kararlıydım. Sizin de kabul edeceğiniz gibi, en detaylı haritalar bile zekâmın ve tavsiyelerimin yanında değersiz kalacaktır. Oynadığım bu ufak zarf oyununa gelince, eğer bütün niyetimi açıklamış olsaydım, sizin yolculuğuma karşı olan görüşlerinizle mücadele etmek zorunda kalacaktım.”

“Benimle değil, efendim!” diye patladı Summerlee ateşli ateşli. “Atlantik’te başka bir gemi olduğu sürece tabii.”

Challenger eliyle “haydi oradan” der gibi bir işaret yaptıktan sonra, “Eminim ki sağduyuyla değerlendirdiğin zaman haklılığımı destekleyeceksin ve kendi başıma hareket ederek, tam en gerekli olduğu anda ortaya çıkmamın daha iyi olduğunu anlayacaksın.” dedi. “Bu özel an da gelmiş durumda. Emin ellerdesin artık. Varış noktasına ulaşmakta başarısızlığa uğramayacaksınız. Şu andan itibaren bu gezinin başkanlığını ben üstleniyorum ve yarın sabah erkenden yola koyulabilmemiz için gerekli tüm hazırlıklarınızı tamamlamanızı istemek durumundayım. Benim vaktim değerlidir, tabii biraz daha düşük seviyede de olsa aynı şey sizin için de söylenebilir. Bu yüzden, görmek için geldiğiniz şeyleri görene dek, olabildiğince çabuk hareket etmemizi öneriyorum.”

Lord John Roxton, bizi nehir boyunca taşıyacak Esmeralda adlı büyük bir istimbot kiraladı. Yaz ve kış boyu, büyük bir dalgalanma olmadan, sıcaklığın 24 ila 32 derece aralığında kalması dolayısıyla, iklim açısından, yolculuğa ne zaman başlayacağımızın pek bir önemi kalmıyordu. Buna karşın, nem oranının yüksekliği apayrı bir konuydu; aralık ayından mayıs ayına kadarki dönem, yağmur dönemidir ve bu zaman zarfında nehir yavaş yavaş yükselerek sonunda en alçak seviyesinin neredeyse 12 metre daha üstüne çıkar. Kıyıları sel altına alan nehir, muazzam geniş alanlara yayılıp buralarda göller oluşturur ve yerlilerin Gapo diye adlandırdığı, çoğunlukla yürünemeyecek derecede bataklık, salla ulaşım için ise çok sığ olan çok geniş bir bölge meydana getirir. Haziranda sular tekrar çekilir ve ekim ile kasım arasında en düşük seviyeye iner. Bu açıdan bizim yolculuğumuz kurak mevsime denk geliyordu ve bu mevsimde de büyük nehir ve kolları, aşağı yukarı normal seyrediyordu.

Nehirde akıntı çok hafifti; bir milde 20 santimden fazla değildi. Hâkim rüzgâr güneydoğudan estiği için, kendini akıntıya bırakan gemiler kolaylıkla Peru sınırına kadar aralıksız yol alabilirlerdi. Dolayısıyla yolculuk için bundan daha elverişli bir nehir olamazdı. Şahane donanımı sayesinde nehirdeki uyuşuk akıntıdan pek etkilenmeyen Esmerelda ile sanki durgun bir gölde ilerlermişçesine uzun bir yol katetmiştik. Üç gün boyunca kuzeybatı yönünde ilerlediğimiz nehrin ağzı, bin mil uzaklaştığımız bu bölümde bile hâlâ öylesine kocamandı ki ortasından ufka doğru bakıldığında kıyılar basit birer gölge gibi gözüküyordu. Manaos’tan ayrıldıktan dört gün sonra, ağızda, ana koldan biraz daha dar olan bir yan kola saptık. Bundan sonra hızla daha çok darlaşan nehirde iki gün daha ilerledik ve sonunda bir yerli köyüne ulaştık. Profesör Challenger, burada karaya çıkmamızda ve Esmeralda’nın geri gönderilmesinde ısrar ediyordu. Söylediğine göre, nehir az daha ileride çağlayanlar hâlinde uçurumlara dökülmeye başlayacak ve Esmeralda’yı kullanmak imkânsızlaşacaktı. Ayrıca şu andan itibaren ulaşmaya çabaladığımız, bilinmeyen ülkenin kapısına da yaklaşmakta olduğumuzu özellikle belirterek, bu konuda ne kadar az insana güvenirsek bizim için o kadar iyi olacağını da savunmaktaydı. Bu nedenle yolculuğumuzun ne yöne doğru olduğunu açığa çıkaracak hiçbir kesin ipucunu, ne basına ne de sözlü olarak açıklamayacağımıza dair her birimize şeref sözü de verdirtmişti. Hizmetçilerin hepsi aynı şekilde mutlak yemin etmişlerdi. Bu yüzden hikâyemin kalan kısmında muğlak olmak zorundayım ve okurları ikaz etmeliyim ki birbiriyle ilişkili yerler hakkında vereceğim haritalar ve diyagramlar, her ne kadar doğru olsalar da yönler dikkatlice ve kasten karıştırıldığı için, sözü edilen bölgeye ulaşmak amacıyla hiçbir şekilde rehber olarak kullanılamaz. Profesör Challenger’ın tüm bu gizlilik için gerekçeleri haklı veya haksız olabilir ancak bizim bunları kabul etmekten başka çaremiz yoktu, çünkü aksi hâlde bize rehberlik yapmak için şartlarını yeniden gözden geçirmektense tüm yolculuktan çekilmeye hazırdı.

Esmeralda’ya veda ederek dış dünyayla son bağlantımızı kopardığımızda tarih ağustosun ikisiydi. Bu tarihten sonra geçen dört gün içinde, yerlilerden iki büyük kano edinmiştik. Bunlar öyle hafif bir maddeden yapılmıştı ki (bambu bir iskelet üzerine kaplı deri), herhangi bir engelin etrafından kolaylıkla taşıyabilirdik onları. Kanolara tüm eşyalarımızı yükledikten sonra, yolculuk boyunca yardım etmeleri için yanımıza iki yerli daha aldık. Anladığım kadarıyla bunlar -adları Ataca ve İpetu’ydu- Profesör Challenger’a önceki yolculuğunda refakat eden yerlilerin ta kendisiydi. Bu işi bir kez daha tekrar etme düşüncesi onları çok korkutmuş gibiydi, ancak bu bölgelerde şefin sözü geçer ve eğer yapılacak işi gözüne kestirdiyse kabile üyelerine söyleyecek fazla bir şey düşmezdi.

Böylece yarın, bilinmeyene doğru yola çıkıyoruz. Bu yazdıklarımı, nehirde bir kano vasıtasıyla gönderiyorum; bunlar belki de kaderimizle ilgilenenlere söyleyeceğimiz son sözler olacak. Anlaştığımız üzere bunu sizin adresinize gönderiyorum sevgili Bay McArdle ve metinde kelime çıkartma veya arzu ettiğiniz başka ne varsa yapmayı sizin inisiyatifinize bırakıyorum. Liderimiz olan Profesör Challenger’ın kendine güvenli hâlinden -Profesör Summerlee’nin devamlı şüpheciliğine rağmen- sözünü yerine getireceğine ve ayrıca gerçekten de muhteşem bir deneyimin eşiğinde olduğumuza kesinlikle inanıyorum.

8. BÖLÜM

“Yeni Dünyanın Uç Sınırları”

Geride kalan arkadaşlarımız sevincimizi paylaşabilirler çünkü amacımıza yaklaşmış durumdayız ve en azından şimdilik Profesör Challenger’ın iddialarının doğru olabileceğini gösterdik. Evet, doğru, henüz onun bahsettiği platoya erişebilmiş değiliz, ancak önümüzde bizi bekliyor. Hatta Profesör Summerlee bile şimdi daha uslu davranmaya başladı. Tabii, rakibinin haklı olabileceğine bir an için dahi olsa inanmasa da sonu gelmez itirazlarının arkası biraz kesilmiş gibi; çoğunlukla gözlemleyici bir sessizliğe bürünmüş durumda. Ancak şimdi konuya dönüp, hikâyeme kaldığım yerden devam etmeliyim. Yaralanan yerlilerimizden bir tanesini eve geri gönderiyoruz ve ben de kafamda yerine ulaşıp ulaşmayacağına dair büyük bir soru işaretiyle bu mektubu ona teslim ediyorum.

Son yazdığımda Esmeralda’yla ulaştığımız köyden ayrılmak üzereydik. Raporuma kötü bir haberle başlamak zorundayım, çünkü ilk ciddi kişisel problem (Profesörler arasındaki bitmez tükenmez ağız dalaşını atlıyorum.) bu akşam patlak verdi ve trajik bir şekilde sonuçlanabilirdi. Gomez’den -İngilizce bilen melezden- daha önce de bahsetmiştim; becerikli ve hevesli bir işçi fakat bu tip adamlar arasında sıklıkla rastlandığı gibi acayip meraklı bir tabiata sahip. Anlaşılan o ki son gece bizim planlarımızı konuştuğumuz çadırın yakınına bir yerlere gizlenmiş. Olayın farkına varan bizim dev zenci Zambo, ki bir köpek kadar sadıktır ve kendi ırkına mensup olan bütün zenciler gibi melezlerden ölesiye nefret eder, bunu yakaladığı gibi sürükleyerek bizim önümüze getirdi. Bununla beraber bıçağına davranan Gomez, Zambo’nun insanüstü gücü olmasaydı ve bu gücünü kullanarak tek elle Gomez’in elinden silahını alıp saf dışı etmeseydi, şüphesiz onu oracıkta bıçaklayıverecekti. Mesele azarlamayla kapatılarak rakiplerin el sıkışmaları sağlandı ve bundan sonra da olayın unutulacağını zannediyorum. Bizim iki ilim adamının kan davalarına gelince, hâlâ amasız bir şekilde devam ediyor. Kabul etmeli ki Profesör Challenger son derece kışkırtıcı, ancak Summerlee’de de öyle zehirli bir dil var ki meselenin üstüne iyice tuz biber ekmekte. Geçen gece Challenger, kişinin, ulaşacağı son düzeyi görmesinin çok üzücü bir şey olduğunu, bu yüzden de Thames kıyısında yürümekten ve nehre bakmaktan hiç hoşlanmadığını söyledi. Tabii kendisinin ulaşacağı düzey kesinlikle Westminster Abbey’di.6 Buna mukabil Summerlee, yüzünde ekşi bir gülümsemeyle, duyduğuna göre Millbank Hapishanesinin yıkıldığını söylüyordu. Challenger’ın pişkinliğinin boyutu öylesine büyük ki onu kızdırmak gerçekten çok zor. Sakalının berisinden sadece gülümseyerek, hani çocuklara hitap ederken kullanılan dokunaklı bir ses olur ya, işte öyle, “Yok canım, gerçekten mi?” diye söylendi. Tabii ki onların her ikisi de çocuk zaten -birisi bilgili ve huysuz, diğeri hakkından gelinmesi zor ve zorba- ama yine de her ikisi birden bilimin ön saflarında yer alacak kadar zekâ sahibi. Akıl, karakter ve ruh; insan ancak yaşadıkça her üçünün de nasıl birbirinden farklı olduğunu anlıyor.

Hemen ertesi gün bu muhteşem yolculuğa ilk adımı atmıştık. Bütün eşyalarımızın iki kanoya gayet rahat bir şekilde sığdığını gördük, personelimizi ikiye bölerek her bir kanoya altı kişi yerleştirdik. Tabii, huzur açısından profesörleri ayrı kanolara yerleştirmeyi ihmal etmedik. Ben Challenger’ı tercih etmiştim ve o ara kendisi her tarafından iyilik fışkırarak, sessiz bir keyif ve tatmin içinde hareket ediyordu. Bununla beraber onun diğer yüzüyle de epeyce deneyimim olmuştu, bu yüzden de güneşin ortasında aniden bir gök gürültüsü duyarsam daha az şaşıracaktım. Her ne kadar yanında tamamen rahat olmak mümkün olmasa da onunla beraberken sıkılmak da aynı derecede imkânsızdı; insan her an o yaman öfkesinin ne tarafa çark edeceğini merakla bekler durumda ve daima yarı tedirgin bir havada buluyordu kendini.

İki gün boyunca, eni yaklaşık birkaç yüz metreyi bulan, koyu kıvamlı olmasına rağmen genellikle dibini seçebileceğimiz derecede berrak nehirde epey bir yol almıştık. Amazon’un kollarının yarısı böyle bir yapıya sahipti; diğer yarısı da akış yaptığı bölgenin özelliklerine göre beyazımsı, saydam olmayan bir hâlde olabiliyordu. Koyu renk, bitki çürümesine; diğer özellikler ise killi, balçıklı toprağa işaret etmekte. Yolumuzun üzerinde iki kez çağlayanlara rast gelerek bunlardan sakınmak için yarım mil kadar açıktan dolanmak zorunda kaldık. Her iki tarafımızda yer alan kıyılardaki ağaçlık alan, arka plandaki alandan daha seyrek olduğu için burada kanolarımızı taşımakta pek güçlük çekmemiştik. O muhteşem, esrarengiz ortamı nasıl unutabilirim ki? Ağaçların yüksekliği ve gövdelerinin kalınlığı, şehirde büyümüş birisi olarak benim hayal edebileceğimin epey ötesindeydi. Yukarı doğru atılmış göz kamaştıran sütunlar, başımızın üzerinde güçlükle görebileceğimiz kadar muazzam bir yüksekliğe ulaşarak, gotik bir tarzda yukarı kıvrılan yan dallarla birleşip, büyük bir yeşillik tabakasından oluşmuş bir çatı meydana getiriyordu. Tepedeki güneşin altın hüzmelerinden aşağıya kadar gelebilen tek tük ince pırıltı, aşağıdaki bu şahane yeşillik karmaşasını az da olsa aydınlatıyordu. Çürümüş bitkilerin oluşturduğu yoğun ve yumuşak halının üzerinde yürürken ruhlarımıza Westminster Abbey’nin alaca karanlığında bürünülen türden bir sessizlik çökmüştü, hatta Profesör Challenger’ın tümüyle göğsünden çıkan gürültülü sesi bile fısıltıya dönüşmüştü. Eğer tek başıma olsaydım bu dev ağaçlar hakkında tamamen cahil kalacaktım ama şimdi iki bilim adamımız sedir ağaçlarını, kocaman kavak ağaçlarını, kızılağaçları ve varlığını üzerindeki bitkisel hayata bağlamış tabiatın bize nimetlerini sunmak için can attığı bu cömert kıtasındaki çeşitli bitkileri teker teker işaret ediyorlardı. Hayvan ürünleri açısından ise bu bölge oldukça geriydi. Kıpır kıpır güneş ışığından bir sütunun üzerlerinde oynaştığı altın renkli allamanda’lar; dipdiri orkidelerin ve harikulade renkli likenlerin kara gövdeli ağaçlarda için için yanan görüntüsü; yıldız gibi öbek öbek kızıl tacsonia veya koyu mavi ipomaea’nın yarattığı etki, masal dünyasındaki bir rüya gibiydi. Bu uçsuz bucaksız ormanlarda karanlıktan nefret eden yaşam, devamlı ışığa ulaşmak için bir mücadele hâlindeydi. Her bitki hatta en ufakları bile kıvrılıp bükülerek yeşil zemine çıkmaya çabalıyor, bu çabalama sırasında kendilerini daha kuvvetli ve yüksek kardeşlerinin gövdelerine sarıp sarmalıyorlardı. Tırmanıcı bitkiler dev gibi ve gösterişliydiler ancak başka bölgelerde tırmanıcı özelliği hiç bilinmeyen diğerleri bile iç karartıcı karanlıktan kurtulmak için bu sanatı öğrenmişlerdi. Böylece alelade ısırgan otunun, yaseminin, hatta acitara palmiyesinin bile, sedir ağacının saplarına tutunarak tepesine ulaşmaya çabaladıkları görülüyordu. Önümüzde uzanan kubbemsi, heybetli geçitte hayvansal yaşam hareketi olarak hiçbir şey göremiyorduk. Ancak tepemizin çok üzerlerinde hissettiğimiz devamlı hareketlilik, bize yukarıda, gün ışığında yaşayan ve merakla, ta aşağıda belli belirsiz bir derinlikte zorlukla yol alan bizleri gözetleyen yılan, maymun, kuş ve tembel hayvanlardan oluşan kalabalık bir canlı dünyasını haber vermekteydi. Şafakta ve gün batımında, maymunlar hep birlikte bağrışıyorlar, muhabbet kuşları da tiz çığlıklarla cümbüşe katılıyorlardı. Ama günün sıcak saatlerinde, önümüzde, bizi içine almış karanlığın içinde kaybolup giden dev ağaç gövdelerinin meydana getirdiği manzaranın ortasında, kulaklarımızı uğuldatan tek ses, uzak bir dalganın gürültüsü gibi çınlayan böceklerinkiydi. Bir keresinde çarpık bacaklı, karıncayiyen veya ayı benzeri bir hayvan, hantal bir şekilde gölgelerin arasında yalpalayarak uzaklaşmıştı. Bu, müthiş Amazon Ormanı’nda gördüğüm tek hareketli yaşam belirtisiydi.

Ve buna rağmen, insan varlığının bile bize pek de uzak olmadığına dair bazı alametler vardı ormanın bu esrarengiz derinliklerinde. Buradaki üçüncü günümüzde havadaki tuhaf, derinlemesine bir titreşimin farkındaydık; ritmik ve temkinli, sabahtan beri devam eden, bir gelip bir giden düzensiz bir ses. Bu sesi ilk duyduğumuzda, kanolar birbirinden bir iki metre uzaklıkta ilerliyordu. Sesin duyulmasıyla yerliler sanki bronzdan bir heykele dönüşmüşçesine hareketsiz kalmışlar, yüzlerinde dehşetli bir ifade belirerek dikkatle kulak kesilmişlerdi.

“Nedir bu?” diye sordum.

“Tamtamlar.” dedi Lord John kayıtsızca. “Savaş tamtamları. Daha önce de duydum bunları.”

“Evet, efendim, savaş tamtamları.” dedi melez Gomez.

“Vahşi yerliler; bravo’lar, monso’lar değil; bütün yol boyunca bizi izliyorlar, ellerine düşersek bizi öldürecekler.”

“Bizi nasıl gözetleyebilirler?” diye sordum hareketsiz karanlığa gözlerimi dikerek.

“Yerliler bilir. Onların yolları vardır. Gözetliyorlar bizi. Tamtamlarla birbirleriyle konuşuyorlar. Ellerine düşersek bizi öldürecekler!”

O gün öğleden sonra -cep günlüğüm bana Salı günü ve Ağustos’un 18’i olduğunu söylüyor- çeşitli noktalardan en az altı yedi davul çalmaktaydı. Bazen hızlı, bazen yavaş, bazen belli bir soru cevap ritminde. Uzakta, doğu tarafındakinden gelen kesik kesik patırtıyı, bir duraksamadan sonra kuzeyden yükselen pesten bir gürleme takip ediyordu. Sinirleri tahrip eden, tehditkâr bir şey vardı âdeta bu sürüp giden gürültüde, sanki tam melezin ağzından dökülen kelimelerin biçimine bürünmüştü bu ses, tekrar tekrar yankılanıyordu: “Elimize düşerseniz öldüreceğiz.”,“Elimize düşerseniz öldüreceğiz.” Sessiz ormanda hareket eden hiç kimse yoktu. Karanlık bitki örtüsünde doğanın tüm sükûneti, tüm barışı hâkimdi fakat uzaklardaki yerlerden gelen mesaj hep aynıydı: “Elimize düşerseniz öldüreceğiz.” diyordu doğudaki adamlar. “Elimize düşerseniz öldüreceğiz.” diyordu kuzeydeki adamlar.

Gün boyunca davullar gürüldedi, fısıldadı ve saldıkları tehdit, yerli yol arkadaşlarımızın yüzlerine yansıyıp durdu. En bıçkın, çalımlı melez bile ürkmüş gibiydi. Her şeye rağmen o gün artık tamamen anlamıştım ki gerek Summerlee gerekse Challenger en üst düzeyde cesarete sahiptiler, bilimsel zekânın cesareti. Onlarınki, Darwin’i Arjantinli gaucho’ların7 arasında tutan veya Wallace’ın Malaya’lı kelle avcılarının arasında dolaşmasını sağlayan bir ruhtu. Merhametli doğa ana öyle bir şart koymuştu ki, insan beyni aynı anda iki şeyi düşünemiyor, dolayısıyla bilimin derinliklerine daldığı anda kişisel problemlere yer kalmıyordu. Bütün gün süren bu esrarengiz ve tehditkâr ortamda bizim iki profesörümüz, nerede hangi kuş varsa seyretmiş, kıyılardaki fundalıkları incelemiş ve Summerlee’nin hırıltılarına Challenger’ın pes homurtularının karıştığı esprili kelime yarışlarına girişmişlerdi. Yani denebilirdi ki etraftaki tehlikeye ve tamtamlarla ortalığı inleten yerlilere karşı takındıkları tavır, sanki St. James Caddesi’ndeki Royal Society Kulübünün sigara salonunda oturuyorlarmışçasına serinkanlıydı. Sadece bir kez bunlar hakkında konuşmaya tenezzül ettiler.

“Miranha veya Amajuaca yamyamları.” dedi Challenger, başparmağıyla yankılanan ağaçlıkları işaret ederek.

“Şüphesiz, efendim.” diye cevapladı Summerlee. “Bu tip bütün kabileler gibi bunların da poli-sentetik lisana ve Mongoloid tipe sahip olduklarını düşünüyorum.”

“Elbette poli-sentetik lisan.” dedi Challenger, kabullenen bir tavırla. “Bu kıtada başka bir dil konuşulduğunun farkında değildim zaten ve elimde yüzden fazlasının notları var. Mongoloid teorisi hususunda ise derin şüphelerim var.”

“Ben ise kısıtlı bir karşılaştırmalı anatomi bilgisinin bile bunu doğrulamaya yeterli olacağını zannediyordum.” dedi Summerlee öfkeyle.

Challenger mütecaviz çenesini sadece yüzünün sakal kısmı ve başındaki şapkanın siperliği görünene kadar yukarı kaldırdı.

“Tabii ki bayım, elbette kısıtlı bir bilgi böyle bir sonuç getirebilir. İnsan sınırsız bilgiye sahip olunca başka neticelere varabiliyor.”

Birbirlerini karşılıklı bir meydan okumayla ve ateş saçan gözlerle süzerlerken, etrafımızda uzaklardan yayılan bir fısıltı yükselmişti: “Öldüreceğiz. Elimize düşerseniz öldüreceğiz.”

O gece ağır taşları çapa niyetine kullanarak kanolarımızı nehrin ortasında demirleyip olası bir saldırıya karşı her türlü önlemi aldık. Buna rağmen hiçbir şey olmadı ve tamtamların uğultusu arkamızda yavaş yavaş ölüp giderken şafakta yolumuza devam ettik. Öğleden sonra saat üç sularında, bir milden daha uzun olan ve Profesör Challenger’ın ilk yolculuğunda başına bela açan çok dik bir çavlana geldik. İtiraf etmeliyim ki bunun görüntüsü yüreğime su serpmişti çünkü bu, önemsiz de olsa hikâyesinin gerçekliğini pekiştiren ilk işaretti. Yerliler, bu civarda oldukça sıkı olan çalılıklardan ilk önce kanolarımızı, daha sonra yüklerimizi taşırlarken, biz dört beyaz da tüfekler omzumuzda onların ve ağaçlıklardan gelebilecek herhangi bir tehlikenin ortasında yürüdük. Akşam olmadan çavlanları geçerek on mil kadar daha yukarıya erişmiş ve geceyi burada geçirmek için kamp kurmuştuk. Bu noktada, tahminimce ana nehrin kolundan itibaren en az yüz mil katetmiştik.

На страницу:
6 из 11