![Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları](/covers_330/69428524.jpg)
Полная версия
Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları
Aşağıya baktığımda uçurumun ta dibinde birbirine geçmiş dalları ve parçalanmış gövdeyi gördüm. Bizim kayın ağacıydı bu. Uçurumun kenarı çökerek aşağıya düşmesine mi neden olmuştu yoksa? Bir an için hepimizin aklına bu açıklama geldi. Sonra önümüzde duran kayalık zirvenin uzak köşesinden esmer bir surat çıktı ortaya yavaş yavaş; Gomez’in, melezin suratı. Evet evet, Gomez’di bu. Ama o bildiğimiz mahcup gülüşlü, maske gibi ifadesiz yüzlü Gomez değil. Çakmak çakmak gözlü, çarpık hatlara sahip, nefretin kastığı ve intikam zevkinin çılgın sevincini yansıtan bir yüzdü bu.
“Lord Roxton!” diye bağırdı. “Lord John Roxton!” “Eh…” dedi arkadaşımız. “Buradayım işte!”
Uçurumun öte yanından gürültülü bir kahkaha koptu.
“Evet, oradasın, seni İngiliz köpeği ve orada kalacaksın! Bekledim, bekledim, hep bekledim ve sonunda şans bana güldü. Yukarı çıkmayı zor başarmıştınız; aşağı inmenin daha zor olduğunu göreceksiniz şimdi. Sizi lanetli aptallar, tuzağa düştünüz, hepiniz tuzağa düştünüz!”
Şaşkınlıktan sersemlemiş bir hâldeydik, konuşamadık bile. Öylece donakalmış birbirimize bakıyorduk. Çimenliğin üzerindeki kocaman, kırılmış bir dal parçası, köprüyü oynatmak için nereden destek aldığını gösteriyordu. Yüzü ortadan kaybolmuştu, ancak bir süre sonra öncekinden daha da çılgın olarak tekrar gözüktü.
“O mağarada attığımız taşla neredeyse öldürmüştük sizi!” diye haykırdı. “Ama böylesi daha iyi. Daha yavaş, daha beter. Kemikleriniz çürüyecek orada ve kimse nerede yattığınızı bilmeyecek, gömmeye gelemeyecek sizi. Geberirken Lopez’i hatırla, Putomayo Nehri’nde beş yıl önce vurduğun Lopez’i! Kardeşiyim ben onun ve artık ne olursa olsun rahat öleceğim. Çünkü intikamını aldım!”
Öfkeli bir el bize doğru sallandı ve arkasından her yer sessizliğe gömüldü.
Melez, basitçe intikamını gerçekleştirip kaçmış olsaydı, onun için her şey yolunda gitmiş olacaktı. Hâlbuki dramatik olma uğruna, Latin karakterinin karşı konulmaz dürtüsüyle sergilediği bu şov, onun sonunu getirmişti. Roxton gibi, üç ülkede “Tanrı’nın Kamçısı” lakabını kazanmış bir adam, öyle rahat rahat alaya alınamazdı. Melez, zirvenin uzak tarafından aşağıya inmekteydi, ama daha yere ulaşamadan, Lord John platonun kenarı boyunca koşarak adamını görebileceği bir noktaya konuşlanmıştı bile. Tüfeğinden çıkan tek bir patlama sesi duyuldu ve hiçbir şey görmememize rağmen, bağırtıyı ve arkasından devrilen gövdeden çıkan “küt” sesini duyduk.
Roxton yanımıza döndüğünde yüzü granit gibiydi.
“Ne kadar aptal ve körmüşüm!” dedi acı acı. “Sizi bütün bu belaya benim ahmaklığım sürükledi. Bu insanların nasıl da uzun zaman kan davası güttüklerini hatırlamalı ve çok daha dikkatli olmalıydım.”
“Ya diğeri ne oldu? O ağacı oradan iki kişi kaldırdı.”
“Vurabilirdim onu ama kaçmasına izin verdim. Belki de bu işe bulaşmamıştır. Ama belki onu da öldürseydim daha iyiydi zira dediğiniz gibi ona yardım etmiş olabilir.”
Şimdi melezin gerçek niyeti ortaya çıktığına göre, hepimiz şöyle bir kafamızı yokladığımızda, geçmişteki hareketlerinden sinsi, uğursuz bir anlam çıkarabiliyorduk. Devamlı planlarımızı bilmek istemesi, çadırın dışında gizlice bizi dinlerken yakalanması, zaman zaman yüzünde yakalayıp şaşırdığımız o kaçamak nefret ifadesi… Aşağıdaki ovada meydana gelen garip bir sahne dikkatimizi çekene kadar hâlâ bunu tartışıyor ve gelişen olaylara adapte olmaya çalışıyorduk. Beyaz elbiseli bir adam, ki bu ancak hayatta kalan diğer melez olabilirdi, sanki arkasından ölüm kovalıyormuş gibi koşturuyordu. Hemen bir iki metre gerisinde ise onu bizim sadık zencimiz dev Zambo’nun ta kendisi takip etmekteydi. Bir anda kaçağın sırtına sıçrayarak kollarını boynunun etrafında sıkmaya başladı. Beraber yere yuvarlandılar. Bir iki saniye sonra ayağa kalkıp, yerde iki büklüm olmuş adama bakan Zambo, ellerini sevinçle bize doğru salladıktan sonra koşarak bulunduğumuz yere yaklaşmaya başladı. Büyük ovanın ortasındaki beyaz şekil öylece hareketsiz yatıyordu.
Bize ihanet eden iki haydut temizlenmişti ancak yaptıkları kötülük devam ediyordu. Zirveye tekrar geçebilmemiz için artık hiçbir çıkar yolumuz yoktu. Daha önce dünyanın sakinleriyken şimdi platonun sakinleriydik. Ayrı iki dünyanın. Orada, kanolara giden ova… İlerisinde, sisli, mor ufkun ötesinde, medeniyete giden nehir… Ama bağlantı kayıptı. Geçmiş hayatımızla bizleri ayıran, altımızda açılmış bu müthiş uçurumu birleştirebilecek nasıl bir köprü yapabilirdik ki? İnsan becerisinin üstündeydi bu. Tek bir an bütün hayatımızı değiştirmişti.
Arkadaşlarımın nasıl bir yapıya sahip olduklarını işte böyle bir durumda anlamıştım. Son derece ciddiydiler, düşüncelerine gömülmüşlerdi, evet, tamam, ama sarsılmaz iç huzurlarından ödün vermemişlerdi. Şimdilik çalılıkların arasına oturup sabırla Zambo’nun gelmesini beklemekten başka bir şey yapamazdık. Kısa süre sonra siyah, dürüst yüzü kayalıkların tepesinden gözükmüştü. Hemen arkasından da Herkülümsü vücuduyla zirvenin üzerinde belirdi.
“Ben ne yapmak şimdi?” diye bağırdı. “Siz bana söylemek ve ben yapmak.”
Sorması yanıtlamasından daha kolaydı bunu. Tek bir şey belliydi sadece: Zambo’nun, bizim dış dünyayla kalan tek güvenilir bağlantımız olduğu. Ne olursa olsun bizi terk etmemeliydi.
“Hayır, hayır!” diye haykırdı. “Ben sizi terk etmemek. Ne olursa olsun ben hep burada. Ama yerlileri tutamamak. Onlar demek çok Curupuri var burada ve şimdiden eve gitmek. Siz yok burada ya, ben onları tutamamak.”
Yerlilerimizin son zamanlarda gösterdiği birçok davranıştan, bu yolculuğun onları tedirgin etmeye başladığını ve dönmek için can attıklarını zaten kestirebiliyorduk. Zambo’nun gerçekleri söylediğini anlamıştık. Onları alıkoyması imkânsızdı.
“Yarına kadar beklet onları Zambo!” diye bağırdım. “O zaman onlarla geriye mektup gönderebilirim.”
“Tamam afandi! Ben söz verir, onlar yarına kadar beklemek.” dedi zenci. “Ama şimdi ben siz için ne yapmak?”
Yapacak çok iş vardı onun için ve bu hayran olunası, sadık adam hepsini yaptı. Her şeyden önce talimatlarımız doğrultusunda kesik ağaç kütüğünün etrafındaki ipi çözerek bunun bir ucunu bize fırlattı. Bir çamaşır ipinden daha kalın değildi ve belki de bir köprü olarak kullanamazdık bunu ama bir tırmanma esnasında pekâlâ işimize yarayabilirdi. Bundan sonra kendi tarafındaki ipi, yukarıya çekilmiş erzak paketlerinden birinin etrafına doladı ve biz de bunu karşı tarafa çektik. Hiçbir şey bulamasak bile bu bizim en az bir haftalık ihtiyacımızı karşılardı. En son iş olarak da aşağıya inip, içinde bir kutu cephanelik ve başka malzemeler olan iki kutuyu daha yukarıya çıkardı. İpi karşı tarafa atarak bunları da kendi tarafımıza çektik. Ertesi sabaha kadar yerlileri bekleteceğine dair bize son bir güvence verip nihayet aşağı indiği zaman akşam olmuştu.
İşte böylece, platodaki ilk gecemizin neredeyse tümünü, tek bir mum fenerinin ışığında, başımızdan geçenleri yazarak geçirdim.
Kutulardan birindeki iki şişe Apollinaris’le susuzluğumuzu bastırdıktan sonra, kayalığın hemen dibinde yemek yiyerek kamp yaptık. Su bulmak bizim için hayati önem taşıyor, ancak tahminimce Lord John bile bir gün için yeterince macera yaşadı ve hiçbirimiz bilinmeze doğru ilk adımı atmak için hevesli değiliz. Ateş yakmaktan ve gereksiz gürültü yapmaktan sakındık.
Yarın (Daha doğrusu bugün, çünkü bunu yazdığım sırada şafak söküyor.) bu garip ülkeye ilk tehlikeli adımları atacağız. Tekrar ne zaman yazabileceğimi -tabii, eğer bir daha yazabilirsem- bilmiyorum. Bu sırada görebildiğim kadarıyla yerliler hâlâ yerinde duruyor ve eminim ki sadık Zambo da mektubumu almak için yakında buraya gelecek. Tek umudum yerine ulaşmasında.
Not: Düşündükçe durumumuz daha da umutsuz görünüyor. Geri dönüş için hiçbir çare göremiyorum. Platonun kenarına yakın yüksek bir ağaç olsaydı, köprü yapmak üzere aşağı indirebilirdik belki. Fakat elli metrelik mesafede böyle hiçbir ağaç yok. Gücümüzü birleştirsek bile işimizi görecek bir ağaç gövdesini taşıyamayız. İp ise tabii ki aşağıya inemeyeceğimiz kadar kısa. Hayır, durumumuz umutsuz; fazlasıyla umutsuz!..
10. BÖLÜM
“Olağanüstü Şeyler Oldu”
Olağanüstü şeyler oldu, sürekli de olmaya devam ediyor; etrafımda sahip olduğum bütün kâğıt, beş tane eski not defteri ve yığınla karalama kâğıdından ibaret ve sadece bir dolma kalemim var. Ancak elimi oynatabildiğim müddetçe deneyimlerimizi ve izlenimlerimizi kâğıda dökmeye devam edeceğim. Çünkü şahit olduğumuz şeyleri bütün insan ırkı içinde bizden başka hiç kimse görmedi. Bu yüzden hâlâ hafızamda canlıyken ve devamlı önümüze engeller çıkaran kaderimiz sonunda bizi teslim almadan önce, bunları kaydetmem çok büyük önem taşıyor. Belki bu mektupları nehir yoluyla Zambo’nun götürmesi veya mucizevi bir yolla benim geriye taşıyabilmem veya belki bir uçağı filan olup da izlerimizi bulabilecek gözü pek bir maceraperestin bu el yazması tomarı bulmasıyla… Öyle veya böyle eminim ki yazdıklarım gerçek hayata dayalı bir macera klasiği olarak ölümsüzleşecek.
Haydut Gomez tarafından platoda pusuya düşürülüşümüzün ertesi sabahı, gözlemlerimizde yeni bir döneme başladık. Bunların ilki, başıboş dolaştığımız bu yerin bende pozitif bir izlenim uyandırmadığıydı. Şafak söktükten sonra daldığım kısa bir uykudan uyanınca, gözlerim kendi bacağım üzerindeki çok acayip bir görüntüye takıldı. Pantolonum yukarı kaymış ve çorabın üstündeki tenim birkaç santim açığa çıkmıştı. Burada iri, morumtrak bir üzüm tanesi duruyordu. Görüntüye şaşırarak eğilip almaya kalktığımda, parmaklarımın arasında patlayarak her yana kan saçtığını dehşetle gördüm. İğrenerek attığım çığlık, iki profesörü yanıma getirmişti.
“Çok ilginç!” dedi Summerlee, kaval kemiğimin üzerine eğilerek. “Kocaman bir kene, tahminimce henüz sınıflandırılmamış bir cins.”
“Çabalarımızın ilk meyvesi.” dedi Challenger, gürültücü ve ukala tavrıyla. “Bunu Ixodes Maloni diye isimlendirmek için daha iyi bir fırsat olamaz. Isırılmanın verdiği bu çok küçük rahatsızlık, eminim ki adının zoolojinin ölümsüz tarihine işlenmesine ağır basmayacaktır genç dostum. Ne yazık ki bu güzelim örneği beslenirken ezdin.”
“Pis haşere!” diye bağırdım.
Profesör Challenger kaşlarını itirazla kaldırarak omzuma gönül alıcı bir el koydu.
“Bilimsel gözü ve bağımsız bilimsel zihni geliştirmelisin.” dedi. “Benim gibi filozof karakterli birisi için neştere benzeyen hortumu ve şişen karnıyla bir kene de aynı bir tavuskuşu veya hatta aurora borealis gibi, doğanın güzelliklerden biridir. Onun hakkında böylesine kıymet bilmez biçimde konuşmanı duymak bana acı veriyor. Biraz gayretle, eminim başka bir örneği emniyete alabiliriz.”
“Bundan hiç şüpheniz olmasın.” dedi Summerlee ciddi ciddi. “Çünkü bir tanesi tam şimdi gömleğinizin yakasından içeri daldı.”
Challenger, bir boğa gibi böğürüp havaya zıplayarak ceketini ve gömleğini çıkarmak için deli gibi üstünü başını yırtmaya başlamıştı. Summerlee ve ben kahkahadan öylesine kırılıyorduk ki ona güçlükle yardım edebildik. Sonunda bu dev gibi vücudu açığa çıkardık (Gövde çevresi terzinin mezurasıyla tam 140 santim.). Vücudunun tamamı post gibi siyah kıllarla kaplıydı ve ısırmadan önce gezinen keneyi bu ormanın içinden bularak çekip çıkardık. Ancak etrafımızdaki çalılıklar, silme bu korkunç haşeratla doluydu ve kamp yerini değiştirmenin gerekliliği ortadaydı.
Yine de ilk önce, bu esnada tepenin üzerinde beliren sadık zenciyle olan işlerimizi halletmeliydik. Beraberindeki birkaç konserveyi, Hindistan cevizini ve bisküvileri bizim tarafa doğru fırlattı. Ona aşağıda kalan erzaklardan kendisine iki ay yetecek kadarını alıkoymasını, geri kalanını ise hizmetleri için ve Amazon’a götürecekleri mektuplara karşılık bir ödül olarak yerlilere vermesini söyledik. Birkaç saat sonra onları, ovanın ta ilerisinde tek sıra hâlinde, her biri kafasında bir çıkınla, geldiğimiz yönden geri dönerlerken gördük. Zambo, zirvenin dibindeki küçük çadırımıza yerleşti ve dış dünyayla tek bağlantımız olarak orada kalmaya devam etti.
Artık şu anda atacağımız adımlar üzerine bir karar vermek zorundaydık. Kamp yerimizi, kenelerin istila ettiği çalılıkların arasından kaldırarak, her yönden ağaçlarla kaplı ufak bir açıklık alana gelinceye kadar taşıdık. Orada bazı yassı kaya parçaları ve yakınında da şahane bir pınar vardı. Rahatlamış olarak oturduk ve bu yeni toprakların fethi için ilk planlarımızı yapmaya koyulduk.
Yapraklar arasında kuşlar ötüşüyordu -özellikle hiç duymadığımız cinsten, boğmacaya yakalanmış gibi garip garip öten bir kuş- fakat bu seslerin ötesinde hiçbir yaşam belirtisi yoktu ortalıkta.
İlk dikkat etmemiz gereken, sahip olduğumuz erzağın bir çeşit dökümünü yapmaktı. Böylece neye bel bağladığımızı bilmiş olacaktık. Yukarı taşıdıklarımız ve Zambo’nun ip vasıtasıyla gönderdikleriyle stoklarımız oldukça iyi durumdaydı. Hepsinden önemlisi, etrafımızı çevirebilecek bir tehlike anında kullanabileceğimiz dört tüfeğimiz ve bin üç yüz atımlık mermimiz bulunmaktaydı. Bir de çiftemiz vardı, ancak orta boy kurşun ve saçma fişek sayısı yüz elliyi aşmıyordu. Yiyecek olarak haftalarca yetecek malzemenin yanı sıra, yeterli tütün ve büyük bir teleskopla güzel bir dürbünün dâhil olduğu birkaç bilimsel araç gereç vardı. Bütün bunları açıklık alanda bir araya topladıktan sonra, ilk önlem olarak, bıçaklarımızla ve küçük baltalarımızla biraz dikenli çalılık keserek, yaklaşık on beş metre çaplı bir daire şeklinde eşyaların etrafına istif ettik. Bu şimdilik bizim karargâhımız olacaktı -ani tehlikeye karşı sığınağımız ve erzağımız için bir koruma evi- ve buraya “Challenger Kalesi” adını verdik.
Kendimizi emniyete almadan önce vakit öğleyi bulmuştu, ancak sıcaklık boğucu değildi ve gerek iklim gerekse bitki örtüsü olarak platonun genel karakteri ılımandı. Bizi kuşatmış olan ağaç karmaşası arasında kayın, meşe hatta huş ağaçları bulunuyordu. Hepsinin üzerinden bakan dev bir ginko ağacı, kocaman dallarını ve baldırıkara otu misali sık yapraklarını, meydana getirdiğimiz kalenin üzerine uzatmıştı. Konuşmalarımıza bunun gölgesi altında devam ederken, Lord John eylem anında liderliği ele almış, bize görüşlerini açıklıyordu.
“İnsan veya hayvan, bizi görmediği veya duymadığı sürece emniyetteyiz.” dedi. “Burada olduğumuzu anladıkları anda ise başımız belada demektir. Şimdilik bizi fark ettiklerine dair hiçbir işaret yok. Şu hâlde taktiğimiz, mutlaka bir süre gizli kalarak bölgeyi gözlemek olmalı. Onlar bizi ziyarete buyurmadan önce komşularımızı iyice tanımamız gerek.”
“Fakat ilerlemeliyiz!” demek cüretinde bulundum.
“Mutlaka evlat, mutlaka! İlerleyeceğiz. Ama sağduyuyla. Hiçbir zaman üssümüze geri dönemeyecek kadar uzağa gitmemeliyiz. Her şeyden önemlisi, ölüm kalım meselesi olmadıkça silahlarımızı ateşlememeliyiz.”
“İyi ama sen dün ateş ettin!” dedi Summerlee.
“Eh, bu şarttı. Bununla beraber rüzgâr kuvvetliydi ve dışa doğru esiyordu. Dolayısıyla ses platonun içlerine kadar gitmiş olamaz. Aklıma gelmişken, buraya ne ad koyacağız? Herhâlde bu yere bir isim vermek bize kalmış bir şey.”
İyi kötü çok çeşitli öneriler oldu ama son sözü Challenger söyledi.
“Buraya tek bir isim verilebilir.” dedi. “Onu keşfeden öncünün ismi… ‘Maple White Ülkesi’.”
Öyle de oldu ve benim özel uğraşım olan haritada da “Maple White Ülkesi” olarak adlandırıldı. İnanıyorum ki ileriki tarihlerde bir atlasta da bu isimle çıkacak.
Şu anda önümüzdeki sorun, Maple White Ülkesi’ne barışçı bir yolla sokulabilmekti. Gözlerimizle gördüğümüz deliller, bize burada bazı bilinmeyen yaratıkların yaşadığını söylüyordu. Ayrıca Maple White’ın defterinin gösterdiğine göre, daha bir sürü korkunç ve tehlikeli hayvan da ortaya çıkabilirdi. Üstelik insanlar bile bulunabilirdi burada ve bambuya saplanmış iskelet, bunların kötü ruhlu olduğuna işaretti zira yukarıdan düşürülmemiş olsaydı iskelet orada olamazdı. Kaçamayacağımız bir şekilde hapsedildiğimizden, böyle bir yerde durumumuz açıkça tehlikeliydi ve bu nedenle de deneyimli Lord John’un önereceği her türden önlemi almayı haklı kılıyordu. Bununla beraber, ileri atılıp fethetmek, bütün esrarı ortadan kaldırmak için içimiz içimize sığmazken, kendimizi bu bilinmedik maceranın tam başında hareketsiz tutmaya çalışmak tabii ki olacak iş değildi.
Sığınağımızın girişini bir sürü dikenli çalılıkla kamufle ederek bütün malzemelerimizi bu koruyucu çitin duvarı arkasında bıraktık. Bundan sonra da yavaşça ve ihtiyatla bilinmeyene doğru yola koyulduk. Dönüş yolunda bize kolaylık olsun diye yanımızdaki pınardan çağlayan küçük bir dereyi takip ediyorduk.
Daha yeni yola çıkmışken rastladığımız işaretler, bizi gerçekten harika olayların beklediğini gösteriyordu. Bana tamamen yabancı olan ama grubumuzun botanikçisi Summerlee’nin aşağıdaki dünyada uzun zamandır bulunmayan bir çeşit çam ve cycadaceous bitkisi olarak tanımladığı ağaç ve bitkilerin bolca bulunduğu sık bir ormanda birkaç yüz metre ilerledikten sonra, derenin genişleyerek büyükçe bir bataklık oluşturduğu bir bölgeye girdik. Aralarına eğrelti ağaçlarının karıştığı, equisetacea veya zemberek otu diye de adlandırılan bitki türünün acayip görünümlü uzunca kamışları büyümüştü burada. Ağaçların tümü, kuvvetli bir rüzgârın önünde sallanıp duruyordu. Önden giden Lord John aniden elini havaya kaldırarak durdu.
“Şuna bakın!” dedi. “Aman Tanrı’m, bu bütün kuş soyunun atasının bıraktığı bir iz olmalı!”
Önümüzdeki yumuşak çamurda, muazzam büyüklükte, üç parmaklı bir ayak izi vardı. Bu yaratık her neyse bataklığı geçerek ormana girmişti. Hepimiz bu dev izi incelemek için durduk. Eğer bu bir kuşsa -ki hangi hayvan böyle bir iz bırakabilirdi- ayağı bir deve kuşundan çok daha büyük olduğuna göre, aynı orantıdaki yüksekliği de aşırı derecede büyük olmalıydı. Lord John çabucak etrafına göz gezdirirken, fil avı için kullandığı tüfeğine de iki fişek sokmayı ihmal etmedi.
“Kalıbımı koyarım bu iz yeni.” dedi. “Hayvan geçeli en fazla on dakika olmuş. Şuraya bakın, su nasıl da hâlâ izin etrafına toplanıyor! Tanrı’m! Bakın şurada da küçük bir tanesinin izi var!..”
Hakikaten aynı tip bazı daha küçük izler de büyüğe paralel olarak sıralanmıştı.
“Ya buna ne diyeceksiniz?” diye haykırdı Profesör Summerlee zafer edasıyla.
Üç parmaklı izlerin arasında gözüken ve sanki beş parmaklı bir insan elini andıran kocaman bir izi işaret ediyordu.
Profesör Challenger, zevkten kendinden geçmiş bir hâlde, “Wealden!” diye bağırdı.
“Wealden çamurunda gördüm bunları. Üç parmaklı ayakları üstünde dik olarak yürüyen ve ara sıra beş parmaklı ön ayaklarından birini yere koyan bir yaratık bu. Kuş değil, sevgili Roxton, kuş değil!”
“Dört ayaklı bir hayvan yani?”
“Hayır; bir sürüngen, bir dinozor! Başka hiçbir şey böyle bir iz bırakamazdı. Doksan sene kadar önce saygıdeğer bir Sussex’li doktorun kafasını bayağı karıştırmıştı bunlar. Ancak böyle bir şeye şahit olmayı kim düşünebilirdi, kim ümit edebilirdi şu dünyada?”
Kelimeleri yavaş yavaş bir fısıltıya dönüştü ve hepimiz orada, hayretler içerisinde kımıldamadan kalakaldık. Sonra izleri takiple bataklığı aşarak ağaçlarla fundalıklardan oluşan bir bölgeden geçtik. Önümüz şimdi açıklık alandı ve karşımızda hayatımda şimdiye kadar gördüğüm en olağanüstü beş yaratık duruyordu. Çalıların arasında çömelmiş bir pozisyonda onları rahatça gözledik.
Söylediğim gibi ikisi yetişkin, üçü de yavru olmak üzere beş taneydiler. Korkunç derecede iriydiler. Yetişkin olanları şimdiye kadar gördüğüm tüm yaratıklardan daha büyüktü hatta yavrular bile en az birer fil kadar cüsseliydiler. Arduvaz renkli derileri bir kertenkeleninki gibi pul puldu ve güneşin vurduğu kısımları pırıl pırıl parlıyordu. Beşi de ayaktaydı. Kalın, kuvvetli kuyrukları ve kocaman üç parmaklı arka ayaklarının üzerinde dengede dururken, bir yandan da beş parmaklı ön ayaklarıyla bakındıkları dalları aşağı çekiştiriyorlardı. Siyah timsahlar gibi derileriyle ve altı metreye ulaşan boylarıyla dev kangurulara benzediklerini söyleyebileceğim ancak onları daha iyi bir şekilde gözünüzün önüne getirmenizi nasıl sağlayabilirim, bilemiyorum.
Önümüzdeki bu olağanüstü manzarayı uzunca bir zaman boyunca böyle sessizce izledik. Epey iyi saklanmıştık ve rüzgâr da bizden tarafa estiği için fark edilmemiz çok zordu. Ara sıra yavrular anne babalarının etrafında hantalca zıplayıp oynaşıyorlardı. Kocaman gövdeleri havaya yükseliyor, sonra da büyük bir zangırtıyla yere konuyordu. Büyüklerin kuvveti sanki sınır tanımaz gibiydi. Oldukça büyük bir ağacın tepesindeki yaprak topluluğuna yetişmekte güçlük çeken bir tanesi, ağacın gövdesinin etrafına ön ayaklarını doladığı gibi, sanki taze bir sürgünü kopartırcasına, büyük bir çatırtıyla bunu aşağı indirdi. Hareket, yaratığın ne denli bir kas gücüne sahip olduğunu göstermekle beraber, aynı oranda küçük bir beyne sahip olduğunu da gösteriyordu. Zira bütün ağırlığıyla üzerine inen ağacın altında kalan canavar, şimdi ciyak ciyak bağırmaktaydı. Demek ki bu azametli görüntüsüne rağmen onun da dayanabileceği bir acı sınırı vardı. Görünüşe göre, başına gelen olaydan ortamın tehlikeli olduğuna kanaat getiren hayvan, şimdi yavaşça sendeleyerek ağaçların arasına ilerlerken eşi ve cüsseli yavrusu da onu takip ediyordu. Ağaçların arasında pırıldayan arduvaz renkli derileri ve çalılıkların ardında aşağı yukarı inip çıkan kafalarıyla son kez gördüğümüz canavarlar, nihayet tamamen gözden kayboldular.
Arkadaşlarıma baktım. Lord John, parmağı tüfeğinin tetiğinde, delici gözlerinde hevesli bir avcının hırs ışıltılarıyla tetikte duruyordu. Albany’deki keyifli evinin şöminesi üzerinde duran küreklerin arasına böyle bir başı yerleştirmek için neler vermezdi kim bilir! Buna rağmen bu harikalar diyarındaki keşif gezimizin güvenliği, varlığımızın gizlenmesine dayandığı için kendini tutmuştu. İki profesör de sessiz bir hayranlık içindeydi. Heyecandan farkında olmadan birbirlerinin ellerini yakalamışlar, bir mucizeye tanık olan iki küçük çocuk gibi duruyorlardı. Challenger’ın yanakları âdeta uhrevi bir gülümsemeyle aydınlanmış, Summerlee’nin yüzündeki alaycı gülüş ise yerini merak ve saygıya terk etmişti.
“Nunc dimittis!” diye bağırdı sonunda. “Bakalım İngiltere’de buna ne diyecekler?”
“Sevgili Summerlee, sana gayet kendimden emin bir şekilde, İngiltere’de ne diyeceklerini aynen söyleyebilirim.” dedi Challenger. “Senin adi bir yalancı ve bilimsel bir şarlatan olduğunu söyleyeceklerdir, tıpkı senin ve arkadaşlarının benim için söylediği gibi…”
“Ya fotoğraflarla kanıtlarsak?”
“Sahte Summerlee, sahte! Beceriksizce taklit edilmiş!”
“Ya örneklerle kanıtlarsak?”
“Ah, işte o zaman onları kıstırabiliriz! Bir de bakmışsın Malone ve birlikte çalıştığı bütün o pislik Fleet Caddesi avanesi bize övgüler düzmüş. 28 Ağustos: Maple White Ülkesi’nde beş adet canlı iguanodon gördüğümüz gün! Yaz bunu günlüğüne genç dostum, sonra da paçavrana gönder.”
“Ve karşılığında da editörün tekmesini yemeye hazırlan.” dedi Lord John. “Londra enleminden olaylar biraz daha farklı görünür delikanlı-adamım. Bir sürü insan var ki inanılmama korkusuyla maceralarını anlatmaz. Kim suçlayabilir ki onları? Zaten bu gördüklerimiz de bir iki ay sonra bize bir rüya gibi gelmeyecek mi sanki? Ne demiştiniz bu yaratıklar için?”
“İguanodon’lar…” dedi Summerlee. “Kent ve Sussex’teki Hastings kumlarının her yerinde bunların ayak izlerini bulabilirsin. Yeterli derecede iyi ve lezzetli yeşillik varken İngiltere’nin güneyi de bu hayvanlarla kaynıyordu. Şartlar değişti ve hayvanlar da öldü. Burada ise ortam değişmemiş gözüküyor ve hayvanlar da hâlâ yaşıyor.”
“Eğer buradan canlı çıkabilirsek yanımda bir kafa götürmeliyim.” dedi Lord John. “Tanrı’m, şu Somali-Uganda bölgesindeki millet bunu bir görebilseydi, suratları nasıl da yemyeşil olurdu düşünsenize! Sizi bilmem ama bana fena hâlde tehlikeli sularda seyrediyormuşuz gibi geliyor.”
Etrafımızdaki esrarlı ve tehlikeli havayı ben de sezinleyebiliyordum. Ağaçların kuytu köşelerinde sanki devamlı bir tehlike kol geziyor gibiydi. Gölgeler içindeki yaprak kümelerine başımızı kaldırıp baktığımızda, yüreğimize belli belirsiz bir korku çörekleniyordu. Aslında, gördüğümüz bu canavar gibi yaratıkların hantal ve zararsız hayvanlar oldukları ve kimseye kolay kolay zarar vermeyecekleri bir gerçekti. Ancak bu harikalar diyarında daha ne gibi yaşam türleri vardı? Kayaların ve çalılıkların arasındaki yuvalarından üzerimize atlayabilecek ne gibi dehşet verici, vahşi yaratıklar bizi bekliyordu kim bilir? Prehistorik yaşam hakkında fazla bir bilgim yoktu. Ama okuduğum bir kitapta, aynı bir kedinin farelerle beslenmesi gibi, bazı yaratıkların aslanlar ve kaplanlarla beslendiklerini açık seçik hatırlayabiliyordum. Ya Maple White’ın ormanlarında da bu yaratıklardan yaşıyorsa!
Etrafımızda nasıl tehlikeler olduğunu tam da o sabah -yeni ülkedeki ilk sabahımızda- öğrenmek yazılıymış kaderimizde. Berbat ve aklıma getirmek istemediğim bir serüven bu. Lord John’un da söylediği gibi, açıklıkta gördüğümüz iguanodon’lar eğer bir rüya olarak kalacaksa, o taktirde pterodactyl’lerin bataklığı mutlaka hafızalarımızda daima bir kâbus olarak kalacaktır. Şimdi size aynen ne olduğunu anlatayım.