![Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları](/covers_330/69428524.jpg)
Полная версия
Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları
Şimdiye kadar hep Maple White Ülkesi’nin korkutucu yanları üzerinde durdum ama meselenin bir de öbür yüzü var tabii ki çünkü bütün o sabah boyunca şahane çiçekler arasında dolaşmıştık. Gözlemlediğim kadarıyla çoğu, sarı ve beyaz renkteydi. Profesörlerimizin izah ettiğine göre bunlar birincil çiçek renkleriymiş. Birçok yerde zemin bu çiçeklerle öylesine dolmuştu ki, ayak bileklerimize kadar içine bata çıka yürüdüğümüz bu çiçek halısı, tatlı kokularıyla ve yoğunluğuyla bizi âdeta sarhoş ediyordu. Tanıdık İngiliz arısı etrafımızda ve her yerde vızıldayıp duruyordu. Altından geçtiğimiz ağaçların çoğu, meyvelerle dolu dallarını bize uzatmışlardı. Kimi meyveleri biliyorken, diğer bazıları ise bizim için tamamen yeniydi. Kuşların hangilerini gagaladığını gözlemleyerek zehirlileri zehirsizlerden ayırt edebiliyorduk. Böylece yiyecek stoğumuza harikulade yeni lezzetler eklemiştik. Aştığımız ormanda, vahşi hayvanların ayak izleriyle dolu sayısız patika vardı. Daha bataklık alanlarda ise bol miktarda ve çok garip ayak izlerine rastladık. Aralarında çoklukla iguanodon izi de vardı. Bir koruya girdiğimizde bu koca hayvanların bir çoğunun otlamakta olduklarını görmüştük. Lord John, dürbünüyle bakarak bunların da asfaltla lekelendiklerini söyledi. Ancak bunların lekeleri sabahleyin incelediğimiz hayvanınkinden farklı yerlerdeydi. Bu tuhaflığın ne anlama geldiğini çıkaramamıştık.
Oklu kirpi, pullu karıncayiyen ve alaca renkli, uzun kıvrık dişli bir yabani domuz gibi birçok hayvana rastladık. Bir seferinde de ağaçların arasındaki bir açıklıktan uzaktaki yeşil bir tepeliğin bir bölümünü gördük. Tepeliğin görüş alanımız içindeki kısmında, boz renkli, iri bir hayvan hızla koşturmaktaydı; öyle seri bir şekilde geçip gitti ki ne olduğunu anlayamadık. Ama eğer Lord John’un iddia ettiği gibi bir geyik olsaydı, o hâlde bunun en az, zaman zaman İrlanda’nın bataklıklarında ortaya çıkan İrlanda geyiği iriliğinde, dev gibi bir hayvan olması gerekecekti.
Kampta baş gösteren o esrarengiz ziyaretten beri ne zaman buraya geri dönsek, tedirgin ve şüpheci duygular içerisinde oluyorduk. Fakat bu sefer her şeyi yerli yerinde bulmuştuk.
Aynı akşam kampta, durumumuzu ve ilerisi için planlarımızı ele alan epey kapsamlı bir konuşma yaptık. Bunları size detaylı olarak anlatmak istiyorum çünkü bu konuşmanın sonucunda, Maple White Ülkesi’nde önümüzdeki haftalar içerisinde gerçekleştireceğimiz birçok keşif gezisinden çok daha doyurucu bilgiler elde etme olanağına kavuştuk. Tartışmayı başlatan Summerlee olmuştu. Zaten tüm gün boyunca aksiliği üzerindeydi ve şimdi de Lord John’un yarın yapacaklarımız hakkında sarf ettiği birkaç laf, kızgınlığını iyice su yüzüne çıkarmıştı.
“Şimdi, yarın ve her an yapmamız gereken tek şey…” dedi. “İçine düştüğümüz bu tuzaktan kurtulmanın bir yolunu bulmaktır. Hepiniz kendinizi ülkenin içine girmeye şartlamışsınız. Bense buradan bir an evvel çıkmak için plan yapmamız gerektiğini söylüyorum.”
Challenger, gösterişli sakalını okşayarak:
“Doğrusu bir bilim adamının kendisini böylesine rezilce bir düşünceye kaptırmasına çok şaşırdım, efendim!” diye gürledi. “Senin gibi iddialı bir doğa bilimcisinin eline dünyada hiç eşi benzeri olmayan böyle bir yeri araştırma fırsatı geçmiş ve sen ne bunun kendisi hakkında ne de içindekiler hakkında en ufak bir bilgi kırıntısı bile öğrenemeden burayı terk etmeyi öneriyorsun. Senden daha aklı başında bir davranış beklerdim, Summerlee.”
Summerlee suratını ekşiterek:
“Şunu hatırlamalısınız ki Londra’da kalabalık bir sınıfım var.” dedi. “Ve şu anda da yerime vekâlet eden kişi tamamen yetersiz. Bu da benim durumumu sizinkinden farklı kılıyor, öyle değil mi Profesör Challenger? Zaten hatırladığım kadarıyla size hiçbir zaman eğitsel sorumluluk taşıyan bir görev verilmedi.”
“Elbette.” dedi Challenger. “En üstün seviyede bilimsel araştırmalar yapabilecek kapasitedeki bir beyni eften püften şeylerle uğraşmak için ikiye bölmekten esef duyarım. Bu yüzden de bu tip üniversite öğretim üyeliği gibi tekliflere kesinlikle yüz çevirdim.”
“Mesela hangi tekliflerdi acaba bunlar?” diye soran Summerlee’nin yüzünde alaycı bir gülümseme belirmişti fakat Lord John hemen müdahale ederek konuyu değiştirdi.
“Doğrusu şu anda elimizdeki kısıtlı bilgilerden çok daha fazlasını elde etmeden Londra’ya dönmek hiç de iyi olmaz derim ben.”
“Ben de ofise dönüp şu bizim McArdle’la (Umarım bu belgeyi gerçeğe sadık biçimde oluşturma çabamın bu tür sonuçlarını mazur görürsünüz, değil mi efendim?) karşılaşmayı göze alamazdım.” dedim. “Böyle tamamlanmamış bir haberi geride bıraktığım için beni hiç affetmezdi. Kaldı ki bunu tartışmanın da pek bir anlamı yok çünkü görebildiğim kadarıyla aşağıya inmemiz zaten istesek de mümkün değil…”
“Genç dostumuz zihinsel faaliyet alanındaki belirgin eksikliğini bir anlamda ilkel sağduyuyla kapatmasını iyi beceriyor.” diye bir yorum getirdi Challenger. “Beş para etmez mesleğinin incelikleri bizi ilgilendirmez ama gözlemlerinde haklı. Zaten aşağıya inemediğimize göre bunu tartışarak zaman harcamak boşuna.”
“Başka şeylerle uğraşmak da boşuna zaman kaybı!” diye homurdandı Summerlee, piposunun ardından. “Size burada tamamıyla belirgin bir görev için bulunduğumuzu hatırlatayım. Bu da Londra’da Zooloji Enstitüsündeyken verilen, Profesör Challenger’ın iddialarının doğru olup olmadığını araştırma görevidir. Şu anda kabul etmek durumundayım ki ifadelerinin doğru olduğunu söyleyebilecek bir pozisyondayız. Sonuç olarak görevimiz tamamlanmıştır. Platoda geri kalan detaylı işleri araştırma görevini ise ancak çok özel aygıtlarla donatılmış ve çok daha kalabalık bir kafilenin gerçekleştirmesini bekleyebiliriz. Bunu kendimiz becermeye kalkarsak olası tek sonuç, elimizdeki önemli bilimsel verileri bile geri götüremeyecek olmamızdır. Profesör Challenger, imkânsız gibi gözükmesine rağmen bizi platoya ulaştıracak metotlar geliştirmeyi becerdi; bence şimdi de ondan, geldiğimiz dünyaya bizi geri götürebilecek dâhiyane fikirler bulmasını bekleyebiliriz.”
İtiraf ediyorum ki Summerlee görüşlerini böyle aktarınca bana bayağı makul gelmişti. Hatta Challenger bile, iddialarının doğruluğunun kanıtlanışının kendisinden şüphe edenlere ulaşmaması hâlinde rakiplerinin hiçbir zaman yalanlanmayacak olması gerçeğinden etkilenmişti.
“Aşağıya iniş, ilk bakışta epey yaman gözüküyor.” dedi. “Fakat yine de zekânın üstesinden gelemeyeceği bir iş olduğunu zannetmiyorum. Ben de şu anda Maple White Ülkesi’nde uzun uzadıya kalmanın gereksiz olduğu konusunda meslektaşımla hemfikirim. Çok yakında geri dönme sorunuyla yüz yüze geleceğimiz açık. Bununla beraber, bu bölgeyi en azından üstünkörü bir inceleme yapmadan ve bir haritasını dahi çıkarmadan terk etmeye kesinlikle karşıyım.”
Profesör Summerlee sabırsızlıkla patladı:
“İki koca gün bölgeyi keşfetmekle geçti ama şu an başladığımızdan fazla bir şey öğrenmiş değiliz. Etrafının çok sık ağaçlıklarla kaplı olduğu belli ve böyle bir bölgede ilerleyebilmek, bir alanın başka bir alanla orantısını belirleyebilmek aylarımızı alır. Eğer merkezî bir tepelik olsaydı durum farklı olurdu ama göz alabildiğine aşağı doğru giden bir eğim var. Ne kadar ilerlersek genel bir gözlem yapmaktan o kadar uzaklaşmış olacağız.”
Fikir tam o anda kafamda doğuvermişti. Gözlerim şans eseri, kocaman dallarını tepemize uzatmış ginkgo ağacının yumru yumru, dev gövdesine takılmıştı. Eğer gövdesi diğer bütün ağaçlardan daha büyükse tabii ki yüksekliği de hepsini geçmeliydi. Platonun ağzının en yüksek noktası olduğunu kabul edersek, bu dev ağacın bütün ülkeye hükmeden doğal bir gözetleme kulesi pozisyonunda durduğunu düşünmemek için hiçbir neden yoktu. Ben İrlanda’da koşturup durduğum delişmen günlerimde acayip cesur ve becerikli bir ağaç tırmanıcısıydım. Evet, arkadaşlarım belki kaya tırmanma ustası olabilirlerdi ama o koca dallara tırmanmaya sıra geldi mi kimse elime su dökemezdi benim. Ayaklarımı alçak dallardan birine bir atabilirsem tamamdı, ondan sonra zirveye kadar çıkamazsam gerçekten tuhaf kaçardı doğrusu. Arkadaşlarım fikrimi sevinçle karşıladılar.
Challenger, yanaklarında âdeta kırmızı kırmızı elmalarla:
“Genç dostumuz, belki daha kalıplı ve oturaklı görünüşe sahip bir adam için imkânsız olabilecek akrobatik işlere yatkın. Kararını alkışlıyorum.” dedi.
“Vay canına! Delikanlı, sen işi götürdün!” dedi Lord John, sırtımı sıvazlayarak. “Nasıl oldu da bizim aklımıza gelmedi, hayret… Şimdi belki bir saatlik gün ışığı kaldı ama yanına not defterini alırsan bölgenin şöyle kabaca bir haritasını çıkarabilirsin. Şu üç cephanelik sandığını ağacın altına getirdik mi hemen seni üzerine kaldırır.”
Yüzümü ağaca doğru döndüm, o da kutuların üzerinde durup beni hafifçe yukarı kaldırmaya koyuldu. Bu sırada Challenger ileri zıplayarak kürek gibi kocaman eliyle beni öyle bir ittirdi ki neredeyse ağaca gömülecektim. İki elimle dalı kavrayıp ayaklarımla güç bela tırmanarak ilk önce gövdemi, sonra da dizlerimi üstüne çıkartmayı becerdim. Başımın üzerinde büyük bir merdivenin basamaklarına benzeyen üç adet mükemmel yeni sürgün dal çıkıntısı vardı. Daha ötesinde ise elverişli dallardan kümeler oluşmuştu. Dolayısıyla yukarı doğru şimdi öyle bir hızla tırmanıyordum ki birazdan zemin tamamen gözden kaybolmuş ve altımda sadece yapraklar gözükmeye başlamıştı. Arada sırada duraklayarak, güçlükle iki üç metre tırmanmak zorunda kalıyordum ama yine de müthiş bir ilerleme kaydetmiştim. Challenger’in gürleyen sesi, altımda sanki çok uzak bir mesafeden geliyordu artık. Buna rağmen yukarı baktığımda yapraklarda hiçbir seyrelme gözükmüyordu. Dev gibi bir şeydi bu ağaç. Yukarı doğru tırmandığım dalın üzerinde çalılığa benzeyen bir kümeleşme vardı; herhâlde dalın üzerinde yuvalanmış bir parazittir diye düşünmüştüm. Başımı uzatarak ne olduğunu anlamaya çalışırken gördüğüm şey yüzünden uğradığım şoktan az daha aşağı düşüyordum. Sadece 50 60 santim uzaklıkta bir surat beni süzüyordu. Suratın sahibi olan yaratık parazitin arkasına çömelmişti ve benimle aynı anda bakınca yüz yüze gelmiştik. Bir insan yüzüydü bu ya da şimdiye kadar gördüğüm maymunlarınkinden çok daha fazla insana benzeyen bir maymun yüzü. Uzun, beyazca ve kabarcıklarla doluydu bu yüz. Burnu yassıydı, alt çenesi çıkıntılıydı ve çenenin etrafında sert kıllar pırıldıyordu. Ağır ve gür kaşların altındaki gözler hayvansı ve vahşiydi. Lanet okurmuş gibi hırlayarak ağzını açtığında kavisli, keskin dişleri olduğunu görmüştüm. Bir an için o korkunç gözlerde nefret ve tehdit okudum. Bir saniye sonra ise bunun yerini dayanılmaz bir korku belirtisi aldı. Yaratık alelacele aşağıdaki yeşilliğin arasına atlarken kırılan dallar müthiş bir çatırtı koparmıştı. Yaprakların ve dalların karmaşası içerisinde gözden kaybolan hayvanın gözüme en son ilişen görüntüsü, kırmızımtrak bir domuza benzeyen kıllı gövdesiydi.
Roxton aşağıdan, “Ne oldu?” diye bağırdı. “İyi misin?”
“Gördünüz mü onu?” diye bağırdım, ellerimle dala yapışmış ve heyecandan sinirlerim yay gibi gerilmiş bir hâlde.
“Bir gürültü duyduk. Ayağının kaydığını sandık. Neydi o?”
Bu maymunadamın ani ve garip ortaya çıkışıyla öyle bir şoka uğramıştım ki bir an için aşağıya inip arkadaşlarıma bundan bahsedip bahsetmemek konusunda bocaladım. Fakat artık bu koca ağacı iyiden iyiye fethetmiştim, bu saatten sonra da görevimi tamamlamadan aşağıya inmek küçük düşürücü olacaktı.
Bu yüzden uzunca bir süre soluklanıp, cesaretimi toplamak için mola verdikten sonra tırmanışıma devam ettim. Bir kez ayağımı çürük bir dala basarak ellerimle birkaç saniye sallandım ama genelde kolay bir tırmanış olmuştu bu. Gittikçe seyrelen yapraklar ve yüzüme vuran rüzgârdan artık ormandaki bütün ağaçların tepesinde olduğumu anlıyordum. Ancak en tepeye ulaşmadan etrafa bakınmamaya kesin kararlıydım; böylece, en tepedeki dal, ağırlığımın altında eğilene kadar tırmanışıma devam ettim. Burada uygun bir çatala yerleşip kendimi dikkatlice dengeledikten sonra, kendimizi içinde bulduğumuz bu garip ülkenin altımda uzanan muhteşem manzarasını seyre daldım.
Güneş batı ufkunun hemen üstündeydi, akşam özellikle aydınlık ve berrak olduğundan altımdaki plato bütün çıplaklığıyla gözlerimin önündeydi. Bu yükseklikten göründüğü kadarıyla oval bir kıvrıma sahipti. Otuz mil uzunluğunda ve yirmi mil eninde gözüküyordu. Şekil olarak genelde, kenarları, merkezdeki epeyce büyük bir gölün çevresine doğru alçalan sığ bir huniyi andırıyordu. Gölün çevresi on mil kadar olabilirdi ve akşam ışığında yemyeşil, nefis bir görüntüsü vardı. Etrafındaki sık sazlıklar ve yüzeyi kesen birçok kumsal, tatlı güneş ışığı altında altın gibi parıldıyordu. Kıyıdaki bu kumların üzerinde, alligator olamayacak kadar geniş ve kayık olamayacak kadar uzun birkaç koyu renkli nesne duruyordu. Dürbünümle bunların canlı olduklarını açık seçik görebiliyordum ancak nasıl birer yaratık olduklarına dair hiçbir fikrim yoktu.
Platonun üzerinde bulunduğumuz kıyısından aşağı doğru inen ormanlık bölge, ara sıra açıklık alanlara yer vererek beş altı mil sonra gölün kıyısında sona eriyordu. Ayaklarımın tam ucunda, iguanodon’ların açıklığını ve daha ötede, ağaçların arasında, bataklıkla işaretli, yuvarlak biçimli pterodactyl karargâhını görebiliyordum. Ancak bana bakan yüzünde, plato çok değişik bir görünüm arz ediyordu. Bu tarafta dış cephedeki bazalt tabaka, içeride de üst üste binerek, eteklerinde ağaçlık bir bayırın olduğu yaklaşık altmış metre yüksekliğinde bir set oluşturmuştu. Bu kırmızımsı kayalıkların zemininin biraz üzerinde, dürbünle baktığımda birkaç karanlık delik görebiliyordum. Herhâlde mağara ağzı olacaktı bunlar. Bir tanesinin girişinde beyaz bir şeyler pırıldıyordu ancak ne olduğunu çıkaramadım. Oturarak güneş iyice batana ve artık detayları ayırt edemeyecek hâle gelene kadar, bölgenin kabataslak bir haritasını çıkardım. Sonra aşağı inerek büyük bir hevesle, beni bu koca ağacın dibinde heyecanla bekleyen arkadaşlarıma ulaştım. Gezinin kahramanı bu kez bendim. Tek başıma düşünmüş ve tek başıma başarmıştım bunu ve işte belki de bizi bilinmedik tehlikelerle dolu bu bölgede aylarca el yordamıyla dolaşmaktan kurtaracak harita karşımızdaydı. Her biri, teker teker, ciddiyetle elimi sıktı.
Ancak haritanın detaylarına inmeden önce onlara, yukarıda, dalların arasında maymunadamla olan karşılaşmamdan bahsetmeliydim.
“Başından beri orada bekliyordu.” dedim.
“Nereden bilebilirsin ki bunu?” diye sordu Lord John.
“Çünkü devamlı kötü niyetli bir şeylerin bizi seyrettiğine dair bir kuşku duyuyordum. Bundan size de bahsetmiştim Profesör Challenger.”
“Evet, evet, genç dostumuz buna benzer bir şeyler söylemişti kesinlikle. Zaten aramızda böyle şeylere karşı duyarlılık sağlayacak Kelt kanı taşıyan bir tek o var.”
“Bütün bu telepati teorisi…” diye piposunu doldururken söze başlayan Summerlee, “Şimdi tartışamayağımız kadar çok kapsamlı.” diye lafa karışan Challenger yüzünden sözünü kesmek zorunda kaldı.
Challenger, “Şimdi söyle bana bakalım, bu yaratığın başparmağının avcunu karışlayıp karışlamadığına dikkat ettin mi?” dedi.
Konuşurken sanki pazar seremonisindeki çocuklara hitap eden bir papaz havasına girmişti.
“Hayır, ne yazık ki…” dedim.
“Kuyruğu var mıydı?”
“Hayır.”
“Peki, ayağı kavrama kabiliyetine sahip miydi?”
“Ayağıyla kavrayamasa o dalların arasından böylesine çabucak kaçabileceğini zannetmiyorum.”
“Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa -ki siz de kontrol edebilirsiniz Profesör Summerlee- Güney Amerika’da yaklaşık otuz altı ayrı tür maymun bulunuyor. Ancak insana benzer bir maymun henüz bu bölgede bilinmiyor. Buna rağmen burada var olduğu belli. Ve bunun Afrika veya Doğu dışında hiç rastlanmayan, tüylü, goril cinsi maymun olmadığı da kesin (Ona bakarken cümlesini, birinci dereceden kuzenini Kensington’da gördüğümü söyleyerek tamamlama isteğine kapılmıştım.). Söz konusu maymun, bıyıklı ve renksiz türden, ki bu son özellik onun tamamen ağaçlık alanda yaşadığına işaret ediyor. Şimdi önümüzdeki soru, bunun daha çok maymuna mı yoksa insana mı benzediğidir. Son olasılığı değerlendirirken bu maymunun, cahillerin ‘kayıp halka’ diye adlandırdığı tür olduğunu da düşünebiliriz. Bu sorunun çözümünü acil olarak bir neticeye ulaştırmak, yapacağımız ilk iş olmalı.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Zedelenmelerde, morartılarda kullanılan ilaç terkipleri.
2
Zedelenmelerde, morartılarda kullanılan ilaç terkipleri.
3
Dişinin ilk eşine ait spermlerin, daha sonraki eş ile temastan doğacak yavru üzerinde de etkisi olabileceğini ileri süren görüş (ç.n).
4
Nesli tükenmiş, fil benzeri bir hayvan (ç.n.).
5
Tarih öncesi (e.n.).
6
Westminster Abbey, Thames Nehri’ndeki küçük bir adada kurulan bir kilisedir, ayrıca Isaac Newton, Charles Darwin gibi pek çok bilim adamının ve İngiliz kraliyet üyelerinin gömüldüğü bir kilisedir (e.n.).
7
Bu tanım, Kuzey Amerika’daki “kovboy” sözcüğüne karşılık gelir (e.n.).