Полная версия
Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları
Yerdeki kırmızı, zengin halının tam ortasında siyah ve altın renkli bir Louis Quinze masa duruyordu. Bu güzelim antika, üzerindeki bardak izleri ve puro izmaritlerinin açtığı yaralarla âdeta kutsal bir mabedin kirletilmesi gibi tahrip edilmişti. Üzerindeki gümüş bir tepsinin içinde tütünlü maddeler ve yanında cilalı bir sehpa vardı. Sessiz ev sahibi, buradan aldığı iki uzun bardağı, yandaki bir sifondan alkollü içecekle doldurdu. Eliyle bana bir koltuk işaret edip içkimi de yakınına koyduktan sonra, uzunca bir Havana purosu uzattı. Sonra kendisi de karşıma oturarak garip bir ışıltı saçan pervasız gözleriyle bana uzun uzadıya baktı. Gözleri, bir buz gölünün rengi gibi soğuk, açık maviydi.
Puromdan çıkan ince duman perdesi arasından, birçok fotoğrafını gördüğüm için zaten tanıdık olan yüzün ayrıntılarını inceledim; kuvvetlice bir kavise sahip burun, yıpranık ve içe çökük yanaklar, tepede seyrelmiş koyu kızıl saçlar, canlı, keskin bıyıklar ve çenede ufak, agresif bir sakal. Biraz III. Napolyon, biraz Don Kişot ama yine de bir İngiliz centilmeninin özü diyebileceğimiz bir şeyler vardı onda; hevesli, atak, açık havadan hoşlanan, köpekleri ve atları seven biri. Güneşten ve rüzgârdan pişmiş teni, koyu bakır rengiydi. Kaşları çalı gibi ve aşağıya sarkıktı, ki bu da zaten doğal olarak soğuk bakan gözlere, çatık kaşlarının da kuvvetlendirdiği vahşi bir görünüm kazandırıyordu. İnce yapılıydı fakat çok kuvvetliydi. Öyle ki birçok kez ispatladığı dayanıklılık testlerinde, İngiltere’de kendisiyle boy ölçüşebilecek az sayıda adam vardı. Boyu 1 metre 83 santimin biraz üstünde olmasına rağmen omuzlarının garip bir şekilde yuvarlak olmasından dolayı daha kısa gözüküyordu. İşte karşımda oturmuş, purosunun ucunu kuvvetlice ısırmış ve utandırıcı derecede uzun bir zamandır dikkatle beni seyreden meşhur Lord John Roxton, böyle bir görüntü çiziyordu.
“Eh!..” dedi sonunda. “Bu işi kıvırdık delikanlı adamım. (Bu garip tamlamayı sanki tek bir kelimeymiş gibi kullanıyordu, ‘delikanlı-adamım’.) Evet, sen ve ben iyi bir sıçrama yaptık. Şimdi, zannederim o salona girdiğinde kafanda hiç böyle bir fikir yoktu, ha?”
“Aklıma bile gelmemişti!”
“Al benden de o kadar! Aklımda bile yoktu. Ve şimdi boğazımıza kadar bunun içine batmış durumdayız. Şu işe bak, daha Uganda’dan döneli üç hafta olmuştu; İskoçya’da bir yer almış, kontratı falan bile imzalamıştım. Ne iş ama ha? Sen ne diyorsun?”
“Şey, benim işimin olağan yapısı bu. ‘Gazette’de muhabirim.”
“Tabii, gönüllü olduğun zaman söylemiştin. Sırası gelmişken, eğer bana yardım edersen senin için ufak bir işim var.”
“Zevkle.”
“Risk almaktan çekinmezsin herhâlde, ha?”
“Nasıl bir risk?”
“Şey, olay Ballinger ile ilgili, risk olan o. Ballinger adını duydun herhâlde?”
“Hayır.”
“Eh, genç dostum, şimdiye kadar nerede yaşıyordun sen böyle? Sör John Ballinger, kuzeyin en iyi jokeyidir. Düz koşuda en iyi yarışımda bile onunla ancak başabaş olabilirim ama engellide benim ustamdır. Çalışmadığı zamanlar sıkı içki içtiği, herkesin bildiği bir sırdır; kendisine kalırsa vasat bir içkicidir. Salı günü iyice komalık oldu ve o zamandan beri de öfke nöbetine kapılmış durumda. Odası bunun bir üstünde. Doktorlar, midesine yiyecek bir şey girmediği takdirde artık işinin bitik olduğunu söylüyorlar fakat şu anda yatağında ve örtünün üzerinde bir revolver duruyor; yanına yaklaşana en az altı kurşun dolduracağına yemin ettiğinden dolayı hizmetçiler arasında hafif yollu bir grev baş gösterdi. Sıkı adamdır Jack. Hem de çok keskin nişancıdır fakat Grand National Kupası’nı kazanmış birisini böyle ölüme terk edemeyiz, ha?”
“O zaman ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordum.
“İkimizin aniden onu bastırabileceğini düşünüyordum. Belki de uyukluyordur ve en kötü ihtimalle sadece birimizi vurabilir, diğeri de onun icabına bakar. Yastık örtüsüyle kollarını bağlayıp midesine bir şeyler sokabilirsek, yaşlı tekeye hayatının akşam yemeğini yedirebiliriz belki.”
Doğrusu insanın günlük rutin işleri arasında kaldıramayacağı cinsten, apansız ve tehlikeli bir işti bu. Özelikle cesur birisi olduğumu pek düşünmem. İrlandalılara has hayal gücüm, bilinmedik ve denenmemiş şeyleri aslından daha korkunç gösterir. Öte yandan, ben hep korkaklığa karşı müthiş bir duyarlılıkla yetiştirildiğim için bu şekilde damgalanmaktan da ölesiye çekinmişimdir. İddia edebilirim ki cesaretimden şüphe edildiği takdirde, tarih kitaplarındaki o Hunlular gibi kendimi bir uçurumun tepesinden aşağı fırlatabilirdim fakat bunu cesaretten ziyade gurur ve korkudan aldığım ilhamla gerçekleştirebilirdim. Bu yüzden, yukarıdaki, iliklerine kadar viski dolmuş adamın çıldırmış görüntüsü gözümün önüne geldikçe korkudan kanım çekildiği hâlde, idare edebildiğim en pervasız sesimle gitmeye hazır olduğumu söyledim. Lord Roxton’ın, işin ne kadar tehlikeli olduğunu anlatmaya devam edişi beni sadece sinirlendirmişti.
“Konuşmakla bu işi halledemeyiz.” dedim. “Haydi gidelim!”
İkimiz de koltuklarımızdan kalktık. Sonra küçük, boğuk bir kahkahayla göğsüme iki üç şaplak indirdi ve beni tekrar koltuğuma itti.
“Pekâlâ evlat, sende iş var.” dedi.
Şaşırıp kaldım.
“Jack Ballinger’ı bu sabah kendim kontrol ettim; kimonomun eteğine bir delik açtı, yaşlı, titrek elleri dert görmesin ama onu bir gömlekle bağlamayı başardık, sanırım bir hafta içinde de iyi olur. Eh, delikanlı umarım gücenmemişsindir. Bak, ikimizin arasında kalsın ama ben bu Güney Amerika işini oldukça ciddiye alıyorum ve eğer bir arkadaşım olacaksa bunun, güvenebileceğim birisi olmasını isterim. Bunun için seni ölçtüm ve söylemeliyim ki bu işten iyi çıktın. Yani bu şey tamamen senin ve benim omuzlarımıza binecek, anlıyor musun? Çünkü şu yaşlı Summerlee denen adam daha ilk günde kendine hemşire bakımı isteyecektir. Ha, bir de sen yoksa şu İrlanda forması giyecek olan ragbi oyuncusu Malone musun?”
“Yedek, belki de…”
“Yüzün bana yabancı gelmemişti zaten. Bak şu işe, Richmond’a karşı o atağı yaptığında ben de oradaydım; bütün sezon boyunca gördüğüm en iyi koşulardan biriydi. Elimden geldiğince hiçbir ragbi maçını kaçırmamaya çalışırım çünkü bu, elimizde kalan en erkekçe oyun. Pekâlâ, buraya seni sadece spor konuşmak için çağırmadım. Şimdi işimizi halletmeye bakalım. İşte gemiler burada, ‘Times’ın birinci sayfasında. Gelecek hafta çarşamba günü Para’ya yola çıkacak kabinli bir gemi var; eğer profesörle işinizi halledebilirseniz ben bununla yola çıkalım derim, ne dersin? Tamam, çok iyi, ben ayarlamayı yaparım. Üst baş için ne yapacaksın?”
“Gazetem onun icabına bakar.”
“Nişancılığın nasıl?”
“Ortalama bir gönüllü ordu askerininki kadar.”
“Aman Tanrı’m, o kadar kötü ha? Siz delikanlılar böyle şeyleri öğrenmeyi hep en son düşünürsünüz. Kovanı korumaya gelince iğnesiz arılar gibisiniz hepiniz. Günün birinde birisi çıkıp da balı aşırmaya kalkarsa fena hâlde şapa oturacaksınız. Ama Güney Amerika’da silahı düzgün tutmaya ihtiyacın olacak çünkü eğer dostumuz profesör yalan söylemiyorsa veya tırlatmadıysa buraya geri dönmeden önce çok garip şeylerle karşılaşabiliriz. Ne tür bir silahın var?”
Meşe bir dolabın başına gelerek kapılarını açtığında, bir kilise orgunun boruları gibi pırıldayan bir dizi silah namlusu gözüme çarpmıştı.
“Bir bakalım, sana kendi cephanemden ne ayarlayabilirim.” dedi.
Güzelim tüfekleri teker teker eline alarak ardı sıra şak şuk sesleriyle açıp kapattıktan sonra, sanki bir annenin yavrularını okşaması gibi bir hassasiyetle onları tekrar rafa yerleştiriyordu.
“Bu bir Bland 577 express.” dedi, “Bununla şuradaki kocaoğlanı devirdim.”
Yukarıya, beyaz gergedana baktı.
“On metre daha yaklaşsaydı, ben onun koleksiyonuna dâhil olacaktım.’
‘Konik kurşunun ucunda asılı duruyor tek şansı,Ki adildir onun da güçsüzün avantajı olması.’Umarım Gordon’ı duymuşsundur; atın, silahın ve her ikisini de kullanmasını bilen erkeklerin şairidir. Bak, işte bu, işe yarar bir alet: 470 teleskopik görüş, çift ejektör, üç yüz elli metreye kadar yatay vuruş. Bu, üç sene önce Perulu köle tüccarlarına karşı kullandığım tüfek. O bölgelerde ‘Tanrı’nın Kamçısı’ diye tanınırdım -eğer söylemem gerekirse- ama bunu kitaplarda bulamazsın. Öyle zamanlar olur ki delikanlı, insan hakları ve adalet için savaşmamız gerekir her birimizin, yoksa kendini hiçbir zaman temiz hissedemezsin. İşte bu yüzden kendi küçük savaşımı başlattım. Kendim ilan ettim, kendim sürdürdüm ve kendim sona erdirdim. Buradaki her çentik, bir köle katili için; iyi bir dizi, ha? Şu büyük olanı Pedro Lopez içindi, hepsinin en azılısıydı, Putomayo Nehri’nin arka bölümünde hakladım onu. Evet, işte bu idare eder seni.”
Kahverengi ve gümüş renkte güzel bir tüfek çıkarttı:
“Dipçiği iyi kauçuklanmış, keskin görüşlü, kelepçesi beş fişekli. Hayatını teslim edebilirsin buna.”
Silahı bana uzatarak meşe dolabın kapısını kapattı.
“Aklıma gelmişken…” diye devam etti koltuğuna dönerken. “Şu Profesör Challenger hakkında ne biliyorsun?”
“Bugüne dek onu hiç görmemiştim.”
“Ben de! Işin komik yanı, ikimizin de hiç tanımadığımız bir adamdan aldığımız direktiflerle yola çıkacak olmamız. Küstah bir kuşa benziyor. Bilim adamı dostları da ondan pek hoşlanmıyorlar üstelik. Sen bu işe nasıl ilgi duymaya başladın?”
Ona kısaca sabahleyin başımdan geçenleri anlatım. Büyük bir dikkatle dinledi beni. Sonra bir Güney Amerika haritası çıkararak masanın üzerine yaydı.
“Sana söylediği her bir kelimenin doğru olduğuna inanıyorum.” dedi ciddiyetle. “Ve eğer böyle diyorsam bir bildiğim var demektir. Güney Amerika’ya âşığım ve bence Darien’den Fuego’ya kadar bu gezegende bulunan en müthiş, en zengin, en harikulade yerdir. İnsanlar daha burayı tanımıyor ve ne olabileceğini de henüz bilmiyor. Bir uçtan diğer uca katettim burayı ve sana anlattığım köle tüccarlarıyla olan savaşım sırasında iki kurak mevsim geçirdim tam o bölgede. Yani oradayken de buna benzer hikâyeler duymuştum; yerlilerin geleneksel hikâyeleri filandı ama bu hikâyelerin bir dayanağı vardır mutlaka. Bu toprakları ne kadar tanırsan delikanlı, burada her şeyin mümkün olabileceğine o kadar inanırdın. Her şeyin! Yerlilerin yolculuk ettiği birkaç dar su kanalı var ve bunun dışındaki yerler tamamen bilinmedik alan. İşte bak şimdi, şurada, Matto Grande’de -purosunu haritanın bir bölümü üzerinde gezdirdi- veya şurada üç bölgenin kesiştiği yerde, hiçbir şey beni şaşırtmazdı. O adamın bu akşam söylediği gibi, neredeyse Avrupa Kıtası kadar bir ormanlık alana, 50.000 millik su kanalları yayılmış bu bölgede. Sen ve ben, birbirimizden İskoçya ve Konstantinopdis kadar uzaktayken, hâlâ aynı Brezilya Ormanı’nın içinde olabiliriz. İnsanlar, bu labirentin içinde kâh orada kâh burada yollar, geçitler açıp durmuştur. Düşünsene, nehir buralarda neredeyse 40 metre yükselmekte ve ülkenin yarısı geçit vermez bataklıklarla kaplı. Neden buralarda yeni ve olağanüstü bir şey olmasın? Ve onu bulan neden biz olmayalım? Üstelik…” diye ekledi acayip, zayıf suratında keyifli bir ışıltıyla, “Her kilometre, macera ve risk demektir burada. Artık eskimiş bir golf topu gibiyim; üzerimdeki beyaz boya aşınıp döküleli çok oldu. Hayat bana darbe indirebilir ama iz bırakamaz. Fakat avcılık riski yok mu delikanlı, işte o, hayatın tadı tuzudur. Tekrar bunu yaşamaksa hayatın ta kendisi! Hepimiz artık fazla rahata alışmaya başladık. Sen yeter ki bana uçsuz bucaksız alanları göster ve elimde bir silahla bulmaya değecek bir şeyler olsun. Savaşı, engelli koşuyu, uçakları denedim ama şu ıstakoz yemeği hayaline benzeyen canavarları avlamak yok mu, işte o bambaşka bir şey!”
Bu olasılığın keyfiyle kendi kendine güldü.
Belki de bu yeni tanıştığım kişi üzerinde biraz fazlaca durdum ancak uzun bir zaman beraber olacağımız için onu mümkün olduğunca ilk gördüğümdeki gibi antika karakteriyle, konuşurken ve düşünürken sergilediği tuhaf, küçük ilginçliklerle, hilelerle tasvir etmeye çalıştım. Sonunda ondan ancak bir randevum olduğu için ayrılabildim. Onu kırmızı parlaklığın ortasında, koltuğuna oturmuş, en sevdiği tüfeğinin mekanizmasını yağlarken ve bizi bekleyen maceraların hayaliyle hâlâ kendi kendine keyifle gülümserken bıraktım. Şundan emindim ki eğer önümüzde bizi bekleyen tehlikeler varsa bunları paylaşmak için bütün İngiltere’yi arasam ondan daha soğukkanlı, daha gözü pek birini bulamazdım.
O gece, gün içinde geçirdiğim olağanüstü olaylardan sonra biraz yorgun bir hâlde, geç vakte kadar haber editörü McArdle’la oturup konuşarak bütün durumu izah ettim. Ona kalırsa bütün hikâye, yarın şefin, Sir George Beaumont’un dikkatine sunulacak kadar önemliydi. Kararlaştırdığımıza göre, başımdan geçen tüm olayları birbirini takip eden bir mektup serisi hâlinde gazeteye, Bay McArdle’a gönderecektim. Bunlar da ya geldiği gibi “Gazette” için hazırlanıp basılacaktı ya da Profesör Challenger’ın direktifleri doğrultusunda daha ileriki bir tarih için bekletileceklerdi. Çünkü henüz kendisinin, bu bilinmedik ülkeye giderken bize vereceği direktiflere ne gibi hükümler koyacağını bilmiyorduk. Telefonla aradığımızda basına karşı ateş püskürmesini dinlemekten başka bir şey elde edememiştik. Konuşmayı bitirirken, gideceğimiz gemiyi haberdar etmemiz durumunda başlangıç için gerekli gördüğü talimatları ileteceğini söylemişti. İkinci bir arama ise karısının şikâyetçi bir havada meleyerek, kocasının şu anda bir öfke nöbetine tutulduğunu belirtmesinden başka bir fayda getirmemişti. Ricalar ederek, bizden, onu daha da alevlendirecek şeyler yapmamamızı istiyordu. Gün içinde daha sonraki bir üçüncü deneme, müthiş bir çatırtı sesiyle sona ermişti ve akabinde operatörden gelen mesaj, Profesör Challenger’ın alıcısının parçalandığını belirtiyordu. Bundan sonra, iletişim çabasından tamamen vazgeçtik.
Ve şimdi sabırlı okuyucularım, artık size doğrudan hitap edemeyeceğim. Bundan sonra (tabii, eğer bu hikâyenin geri kalan kısmı gerçekten size ulaşırsa) olacaklar, ancak temsil ettiğim gazete kanalıyla yansıyabilecek. Bütün zamanların en harika, en olağanüstü yolculuğu olacak; bu yolculuğa zemin hazırlayan olaylar dizisini editörün ellerine teslim ediyorum ve eğer ki İngiltere’ye bir daha hiç dönemezsem, en azından bu işin nasıl başladığına dair bir kayıt olacak. Bu son satırları Francisca adlı feribotun bekleme salonunda yazmaktayım ve bunlar daha sonra pilot vasıtasıyla McArdle’ın emniyetine verilecek. Not defterini kapatmadan önce son bir tablo çizmek istiyorum; içimde taşıyacağım ülkenin son bir tablosu olacak bu. Sonbaharın bitimine yakın, sisli ve ıslak bir sabah; ince ve soğuk bir yağmur çiseliyor. Yağmurlukları parıldayan üç figür, iskele boyunca yürüyor, kalkış flamasının dalgalandığı borda iskelesine doğru yöneliyorlar. Önlerinde sandıklarla, paketlerle ve silah kutularıyla tepeleme yüklenmiş el arabasını ittiren bir hamal var. Profesör Summerlee, uzun ve melankolik silüetiyle başı önde, ayaklarını sürüyerek yürüyor, daha şimdiden kaderine küstüğü belli. Lord John Roxton, seri adımlarla yürüyor ve ince, hevesli yüzü, yürüdükçe boyun atkısıyla avcı şapkasının arasında parıldıyor. Bana gelince, artık bütün bu hazırlanma telaşesini ve ayrılık sızısını ardımda bıraktığım için mutluyum ve eminim ki bu, her hâlimden belli oluyor. Gemiye yaklaştığımız sırada aniden, arkamızdan bir bağırtı duyuyoruz. Bizi gitmeden önce görmek için söz vermiş olan Profesör Challenger bu. Soluk soluğa kalmış, kırmızı suratlı, öfkeli figür bize yetişiyor.
“Hayır, teşekkür ederim.” diyor. “Gemiye hiç çıkmasam daha iyi olur. Size söylemek istediğim birkaç söz var sadece, onları da burada rahatlıkla söyleyebilirim. Hiçbir şekilde bu yolculuk için size minnettar olduğumu sanmanızı istemiyorum. Anlamalısınız ki bunun benim nazarımda hiçbir önemi yok, bu konuda en ufak bir kişisel borçluluk duymak gibi bir kaygı taşımıyorum. Gerçek, gerçektir ve sizin rapor edeceğiniz hiçbir şey, bunu hiçbir şekilde değiştiremez. Ancak olsa olsa bir kısım önemsiz insan topluluğunun heyecanlanmasına ve meraklarının giderilmesine aracı olabilir. Bilgiler ve hedefinizle ilgili talimatlarım, bu mühürlü mektupta. Bunu Amazon’da, Manaos adlı bir kasabaya ulaştığınızda açacaksınız ancak üzerinde belirtilen tarih ve saatten önce değil. Söylediklerim yeterince anlaşıldı mı? Şartlarıma kesinlikle uyulmasını tümüyle sizin şerefinize bırakıyorum. Hayır, Bay Malone, sizin mektuplarınıza bir kısıtlama getirecek değilim, ne de olsa yolculuğunuzun amacı gerçekleri ortaya çıkarmak. Ancak mutlak varış noktanızı kesinlikle açıklamayacaksınız ve geri dönene kadar da hiçbir şey basında yer almayacak. Güle güle, bayım! Talihsizce dâhil olduğunuz iğrenç meslek grubu için duygularımı hafifletmeyi bir nebze olsun başardınız. Güle güle, Lord John; anlıyorum ki bilim, sizin için kapalı bir kutu fakat sizi bekleyen av sahası için kendinizi tebrik edebilirsiniz. O sahaya eriştiğinizde eminim ki füze gibi üzerinize atılan dimorphodon’u nasıl yere mıhladığınızı anlatma şansına erişeceksiniz. Ve size de güle güle, Profesör Summerlee; eğer hâlâ kendinizi geliştirme yeteneğiniz kaldıysa ki samimi olarak bundan şüpheliyim, o taktirde Londra’ya daha aydınlanmış birisi olarak döneceksiniz.”
Böylece, topukları üzerinde döndü. Bir dakika sonra trenine doğru yol alırken, güverteden, kısa, basık silüetinin yumuşak hareketlerle uzaklaştığını görebiliyordum. Şu anda kanal boyunca iyice ilerlemiş durumdayız. Mektuplar için son çan çalıyor ve kaptan için veda vakti. Bundan sonra ufukta kaybolan bir tekneyiz artık. Tanrı geride bıraktıklarımızı korusun ve bizi sağ salim geri döndürsün.
7. BÖLÜM
“Yarın, Bilinmeze Doğru Yola Çıkıyoruz”
Bu hikâyenin ulaştığı kişileri, lüks kabinli gemide geçirdiğimiz yolculuğun ayrıntılarıyla veya Para’da kaldığımız bir haftayı anlatarak (araç gereçlerimizi toparlamaya canıgönülden yardımcı olan Pereira da Pinta şirketine içten teşekkürlerimi sunmanın haricinde) sıkmak istemiyorum. Aynı şekilde Atlantik’i geçtiğimiz gemiden biraz daha ufak bir buharlıyla, geniş ve yavaşça akan bir nehirde yaptığımız yolculuğa da kısaca değiniyorum. Sonunda kendimizi Obidos Boğazı’nda bulmuş ve Manaos kasabasına ulaşmıştık. Britanya ve Brezilya Ticaret Şirketi Temsilcisi Bay Shortman, bizi buradaki yetersiz imkânlara sahip bölge motellerinin eline bırakmayarak kendi çiftliğinde ağırladı ve Profesör Challenger tarafından verilen talimatların bulunduğu mektubun açılacağı gün gelinceye kadar burada kaldık. O gün olup biten şaşırtıcı olayları aktarmaya başlamadan önce, yol arkadaşlarımın ve daha öncesinde ekibimize kattığımız yardımcıların daha ayrıntılı bir portresini çizmek istiyorum. Bu rapor, dünyaya açıklanmadan önce sizin ellerinizden geçeceği için, ben her ne kadar serbest bir tarz kullansam da bu materyalin sunumunu sizin inisiyatifinize bırakıyorum Bay McArdle.
Profesör Summerlee’nin bilimsel başarıları herkesçe iyi bilindiği için onları burada tekrar ele almayı gereksiz buluyorum. Aslında kendisi böyle sıkı bir yolculuk için ilk bakışta tahmin edilenden daha hazırlıklı. Uzun, zayıf, iplik gibi vücudu, yorgunluğa karşı umarsızlığı, yarı alaycı mizah anlayışı ve çoğunlukla hoşgörüsüz yapısı, etrafındaki şartlardan hiç etkilenmiyor. Altmış altı yaşında olmasına rağmen, karşımıza zaman zaman çıkan zorluklara karşı şikâyet ettiğini hiç mi hiç duymadım. Onun varlığının yolculuk için bir engel teşkil ettiğini düşünmüştüm ancak şimdi onun en az benim kadar dayanıklı olduğuna kesin kanaat getirmiş durumdayım. Yapı itibarıyla doğal olarak sert ve kuşkucu birisi. Ta başından beri Profesör Challenger’ın tam bir şarlatan olduğuna, hepimizin saçma sapan ve nafile bir işin peşinde koştuğumuza olan inancını gizleme ihtiyacını hiç duymamıştı. Ona göre Güney Amerika’da elde edeceğimiz tek şey, tehlike ve hayal kırıklığıydı, bunun sonucunda da İngiltere’de alay konusu olacaktık. Profesör Summerlee, ince gövdesini eğip bükerek ve ince keçi sakalını sallayıp durarak, Southampton’dan ayrılmamızdan Manaos’a varıncaya kadar, kafamızı bu türden fikirlerle doldurma çabasını sürdürmüştü. Bütün benliğiyle kendini bilime adamış bir insan olduğu için, karaya çıktıktan sonra etraftaki böcek ve kuş çeşidinin zenginliği, onu biraz olsun teselli edebildi. Günlerini, elinde bir tüfek ve kelebek ağıyla ağaçların arasında geçiriyor ve akşamları da ele geçirdiği çok çeşitli örnekleri kataloglamakla meşgul oluyordu. Daha ufak gariplikleri arasında kılık kıyafetini hiç umursamamasını, kişisel temizlikten habersiz olmasını, aşırı derecedeki unutkanlığını ve yabani gül ağacından yapılma kısa piposunun müptelası olmasını sayabiliriz. Gençliğinde çok sayıda bilimsel araştırmaya katılmış (Robertson’la Papua’da bulunmuş) ve bu tip bir kamp hayatının, kano yolculuklarının hiç yabancısı değil.
Lord John Roxton, Profesör Summerlee ile bazı noktalarda kesişmekle beraber, diğer bazılarında ise taban tabana zıt bir görüntü sergiliyor. Yirmi yaş daha genç, ancak aynı sırım gibi ince beden yapısına sahip. Fiziksel görünüşüne gelince, bunu, hikâyemin Londra’da kalan kısmında yazdığımı hatırlıyorum. Kılık kıyafetine aşırı bir önem gösteriyor, bu konuda her zaman titiz; devamlı beyaz talim elbiseleri ve uzun kahverengi çizmeler giyiyor, ayrıca günde en az bir kere tıraş oluyor. Bütün aksiyon adamları gibi kısa ve özlü konuşuyor ve her zaman kendi düşüncelerine dalıp gitmeye hazır. Bununla beraber, bir soruyu cevaplamada veya bir konuşmaya katılmakta gayet seri ve kendine has garip, dalgalı, yarı şakacı bir konuşma tarzı var. Dünya hakkında ve özellikle Güney Amerika hakkındaki bilgisi şaşırtıcı ve yolculuğumuzun ortaya çıkarabileceklerine, Profesör Summerlee’nin alaylarına aldırış etmeyecek kadar kalpten bir inancı var. Yumuşak bir sese ve sakin tavırlara sahip ama o ışıldayan mavi gözlerinin ardında korkunç bir gazap ve amansız bir kararlılık pusuda bekliyor sanki; hele hele dizginlenmiş olduğu için bu özellikleri daha da tehlikeli olabilir. Kendisi Brezilya ve Peru’daki maceralarından pek bahsetmemişti ancak varlığının nehrin etrafındaki yerlilerde uyandırdığı heyecanı görmek benim nazarımda değerini daha da yükseltmişti; yerliler, onu şampiyonları ve koruyucuları olarak görüyorlardı. Ona verdikleri isimle, “Kızıl Şef”in kahramanlıkları bir efsane olmuştu yerliler arasında, fakat öğrenebildiğim kadarıyla gerçeklerin kendisi de yeteri kadar şaşırtıcıydı.
Bu olaylar, Lord John’un birkaç sene önce kendisini, Peru, Brezilya ve Kolombiya’nın belli belirsiz sınırlarını çizdiği, hiçbir yere ait olmayan bir bölgede bulmasıyla başlamıştı. Bu büyük bölge, kauçuk ağacı açısından çok zengindi ve bu durum -aynı Kongo’da olduğu gibi burada da- yerlilerin, belki de sadece İspanyolların zulmü altında Darien’deki gümüş madenlerinde çalıştıkları zamanla karşılaştırabilecekleri cinsten bir kâbus hâline gelmişti. Burayı hâkimiyeti altına alan bir avuç melez haydut, kendilerine destek olan bazı yerlileri de silahlandırarak geri kalanları köleleştirip, onları en insanlık dışı işkencelerle sindirerek kauçuk ağaçlarını toplamaya zorluyordu. Toplanan ağaçlar daha sonra nehir yoluyla Para’ya iletiliyordu. Lord Roxton, ezilen kurbanların saflarında yer almış ve çektiği zorluklara karşın tehditlerden ve hakaretlerden başka hiçbir şey elde edememişti. Bundan sonra köle tüccarlarının elebaşısı Pedro Lopez’e resmen savaş ilan eden Lord, yanına birkaç firari köleyi de katıp silahlandırmış ve bu azılı melez Pedro Lopez’i kendi elleriyle öldürerek kurduğu sistemi tamamen ortadan kaldıracak olan mücadeleyi başlatmıştı.
Tabii, şimdi bu rahat tavırlı, kadife sesli, kızıl saçlı adamın koca Güney Amerika nehrinin kıyılarında derin bir ilgi uyandırması gayet normaldi. Bununla beraber değişik kişilerde değişik duygular çağrıştırıyordu. Kurtardığı yerlilerin minnettarlık duygularının yanı sıra, onları istismar edenlerin nefretlerine de hedefti. Bu önceki deneyimlerinin yararlı bir sonucu da Brezilya’nın tümünde geçerli olan ve üçte biri Portekizce, üçte ikisi yerli lisanından oluşan, buraya özel Lingoa Geral dilini kusursuz konuşabilmesiydi.
Lord John Roxton’ın bir Güney Amerika delisi olduğunu daha önce de söylemiştim. Bu muhteşem topraklar hakkında ateşli bir heyecana kapılmadan konuşması imkânsızdı ve bu heyecan öylesine bulaşıcıydı ki ne kadar bilgisiz olsam da benim bile ilgimi çekiyor ve merakımın uyanmasına neden oluyordu. Onun konuşmasındaki o ihtişamı taklit edebilmeyi çok isterdim; acayip olduğu kadar gerçek bir bilgi yumağına sahip olmasını, bunları hayranlık uyandırıcı ölçüde ilginç kılan o kıvrak zekâsını, gördükçe profesörün zayıf suratındaki kuşkucu ve alaycı gülümsemenin nasıl yok olmaya yüz tuttuğunu anlatabilmeyi de öyle. Bize bu muazzam nehrin nasıl bir çabuklukla keşfedildiğinin hikâyesini anlatıyor (çünkü Peru’yu fethedenlerin bir bölümü bütün kıtayı bu sular üzerinden katetmişti) ve aynı zamanda her dem değişken olan kıyıları nedeniyle buranın aslında ne kadar bilinmedik bir yer olduğunu söylüyordu.
“Şurada ne var?” diye kuzeyi işaret ederek haykırıyordu. “Ağaçlık, bataklık ve balta girmemiş ormanlık alan. Burada ne olduğunu kim bilebilir? Ya öte tarafta, güneyde? Beyaz insanın adım atmadığı, alabildiğine uzanan bataklık bir orman. Etrafımız tamamen bilinmeyenle çevrili, nehrin dar kıyı şeridi dışında kimin ne bilgisi var ki? Böyle bir yerde neyin mümkün olduğunu kim söyleyebilir? Eski kurt Challenger neden haklı olmasın ki?”