![Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar](/covers_330/69429169.jpg)
Полная версия
Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar
Madam Fouillier’nın gelişi, bu işini geciktirdiği cihetle Hasan’ı memnun etmemiştir zannedersiniz. Bilakis Hasan Fouillier ile görüşmekten ziyade Madam Fouillier ile görüşmek hevesindeydi. Kadını görünce ayağa kalkarak gayet terbiyelice saygılarda bulundu. Gerek Madam Fouillier ve gerek kocası tarafından “Bendehaneniz değerli ayak basışınızla müşerref olduğuna nasıl teşekkür edeceğimizi bilemeyiz.” mealinde söylenen sözlere pek mütevazıca mukabeleler gösterdi.
Giderek lafı dün akşamki ziyafete getirdiler. Hasan zaten öyle resmî yerlerde, tüccar bir adamın canının sıkılacağı gibi vali karısının pek serbestçe ve laubalice meşrebi, o yolda ömür sürmeye alışmamış olanlar için lezzetsiz olduğundan dem vurunca ilk önce kendisini Madam Fouillier tasdik etti.
Madam Fouillier: “Onların içinde insanın utanmadan selam verebileceği yalnız bir Madam İlia vardır.”
Hasan: “Madam İlia kimdir efendim?”
Madam: “İşte o yenge hanım.”
Hasan: “Evet, bendeniz de öyle gördüm. Pek dertli bir kadına benziyor.”
Madam: “Biçare kadıncağız dertlilerin dertlisi…”
Mösyö: “Ya ne kadar da iffet ehli bir kadındır. Doğrusu ya, dün gece bile valinin ve başkâtibin madamları ne hâlde idiler, o ne hâlde idi. Sizin gibi ilk defa görüştükleri bir misafir yanında nasıl davranmaları lazım geleceğini kıyas edebilirsiniz.”
Hasan: “İşte ben de onun için sıkıldım. Hele Madam İlia’ya yüreğim de acıdı. Zannıma kalırsa kadıncağızın konak içinde o kadar itibarı da olmamalı.”
Madam: “Ne gezer? Bir besleme daha itibarlıdır. Evet, daha itibarlıdır. Zira beslemeleri de kendileriyle kafa dengidir. Biz oraya gitmezdik ya… Fakat zatınız davetli olduğu için münasebet düştü de gittik.”
Hasan: “Öyleyse zavallı kadıncağız, bari bir tarafa çekilse de kendi âleminde yaşasa…”
Mösyö: “Ne ile yaşasa?”
Hasan: “Nasıl ne ile?”
Mösyö: “Öyle ya… Elinde avucunda ne var ki? Bu aile, zaten servetini kaybetmiş fakir bir aile idi. Günahı söyleyenlerin boynuna kalsın, nasılsa insanın yüzü kızaracağı bir fedakârlık mukabilinde bu rütbeye nail oldular. Yalnız Monsieur İlia maddi saadeti, namus gibi bir manevi saadete tercih edemedikten başka nihayet katil olarak bir de idam hükmünü giydi, gitti.”
Hasan: “Evet, dün gece Madam İlia işin bu gizli cihetini biraz çıtlatmıştı.”
Madam: “Ben de anlamıştım. Valinin zevcesi bırakmadı ki kadıncağız bütün derdini döksün. Çünkü Madam İlia her kim olursa olsun derdini dökmekle biraz ferah bulur. Hele sizin gibi derde derman olmaya kudreti bulunan bir zat olursa…”
Hasan: “Estağfurullah efendim. Benim elimden gelebilecek şey, gezdiğim, yürüdüğüm yerlerde şayet kocasına rast gelirsem karısının hâlini tavsiye ederek ikisini birleştirmeye çalışmaktan ibarettir.”
Madam: “Bundan daha büyük hizmet olur mu?”
Mösyö: “Vallahi efendim, bu kadın merhamete değerdir. Bunun hakkında ne iyilik etmiş olsanız karşılığını görürsünüz. Bakınız, ben size bunun hâlini daha bir başka suretle anlatayım. Madam İlia, şimdi Korsika valisinin yengesi değildir. Eğer ben kendisini burada beslemeliğe davet edecek olsam, gelir bana besleme olur.”
Hasan: “Acayip! Bu kadar kederlidir ha?”
Madam: “Daha ziyade bile kederlidir. Ay efendim, bir kere mülahaza buyurunuz ki siz bir gece evlerinde misafir olmakla rahat edemediniz. Eğer serbest-meşrep bir adam olsanız pek rahat ederdiniz. Sizi rahatsız eden şey iffetli hâliniz idi. Ya iffetli bir kadın, ya fakir bir kadın orada nasıl sığınabilir?”
Hasan: “Hakkınız var efendim, hakkınız var. Lakin dünyada bu kadar bedbaht insan bulunacağını ümit etmezdim de…”
Madam: “İşte şimdi ümit etmek değil, emin olabilirsiniz…”
Hasan: “Vah vah vah!..”
Dertli Hasan Mellah, şu ah vahları o kadar üzüntülü olarak çekmişti ki Monsieur Fouillier’nın zevcesine ettiği bir işaret üzerine kadın sözü değiştirmeye lüzum görerek derhâl Korsika Adası’nın letafetinden filanından bahis açmıştı. Hasan, kadının o yoldaki bahislerini dahi lezzetle dinledi. Zira yukarıda bir yerde dahi denildiği üzere, Madam Fouillier hem pek güzel hem de pek ağırbaşlı, vakur bir kadın olduğundan bu kısım kadınların sözü, sohbeti, daima lezzetle dinlenir.
Hasan orada bir buçuk saat kadar oturduktan sonra “Güya, bendeniz bir küçük iş için gelmiştim. Lakin işi ziyarete çevirdik. Ama yine teşekkür ederim. Belki işimi görmek vesilesiyle sizinle bir daha müşerref olurum.” diye ayağa kalktı ve Monsieur Fouillier dahi gülümseyerek “Emrederseniz işi de görebilirdik ancak mademki o iş vesilesiyle bir daha müşerref olacağız, artık lüzum görmem.” yollu mukabele gösterdi. Hasan ikisine de pek mütevazıca selam verip çıktı. Ve artık hiçbir tarafa uğramayıp doğruca gemisine geldi.
Gerek yolda gelirken ve gerek gemiye geldikten sonra, Hasan Mellah’ın düşündüğü şey Madam İlia’ya bir mektup gönderebilmek yolu idi. Pek çok düşündü ama bir türlü yolunu bulamadı. Ne kendi adamlarından birisiyle göndermek ihtimali vardı ne de Fouillier’nın adamlarıyla. Ta sonra aklına geldi ki bu iş o kadar imkânsız bir şey değildir. Madam İlia’ya yazılan bir mektubu valinin konağında, postacının getireceği mektupları koyması için merdiven başında asılı bulunan kutuya koyunca kendi kendisine Madam İlia’ya varacağını anladı. Derhâl yazıhanesinin başına geçip gayet açık bir İspanyolca ile mektubu yazmaya başladı. Zira Madam İlia biraz mustalah31 sözlerle İspanyolcayı anlayamadığı hâlde, Korsikalı olmak hasebiyle açık İspanyolca anlayabilirdi.
Yazdığı mektubun tercüme edilmiş hâli şudur:
Aziz ve Muhterem Hanım,
Ziyafet gecesi gördüğüm ızdıraplı hâliniz, yüreğime o kadar tesir etti ki derdinizin dermanı kanım olacağını bilsem esirgememek mecburiyeti altına girdim. Sizin için şimdilik şu hâlde iki şık arz edebilmekteyim. Birisi sizin buradaki ayrı bir evde rahat rahat yaşamanızı sağlayacak olan parayı takdim etmek ve ikincisi, burada olursa gemimi ve başka yerlerde de kendime mahsus olacak evleri tek başınıza sizin istirahatinize teslim etmektir. Bu iki suretten hangisi tercih buyrulursa onu kabul etmekte veya hatırınıza başka bir çare geliyorsa onu da bildirmekte serbestsiniz. Bana yazacak mektubuz olursa Monsieur Fouillier’ya gönderebilirseniz benim elime de geçer.
Hasan bin Osman PavlosHasan bu mektubu yazıp üzerini mühürledikten sonra gemi memurlarından birisine verdi ve karada bir postacı bulup onunla vali konağına göndermesini tembihledi.
Mektup gittikten sonra Hasan bir müddet Madam İlia’nın iki suretten hangisini kabul edeceğini düşünüp kâh kendi memleketinden bir evde refahla yaşamayı ve kâh mutlaka kocasıyla kavuşmak nimetini tercih edeceği hususlarını hükmeder idiyse böyle ikisi birbirine ters düşen hükümlerden hiçbir netice çıkaramazdı.
Gündüzki memur dönerek emri üzere mektubu postacıya teslim ettiğini bildirdi. Hasan o gün akşama kadar cevap bekleyip bir cevap alamayınca gece dahi hem kendi derdini hem Madam İlia’nın hâlini mülahaza ile vakit geçirmeye başladı.
Madam İlia hakkında edeceği hizmet Hasan için yalnız iftiharı gerektirmeyip teselliyi de gerektirirdi. Zira bir bela girdabına düşüp de başkasının yardımına muhtaç olan insan, bir kimsenin yardımına kendisi yetiştiği zaman, kendisinin dahi yardımına bir kimsenin yetişebileceği hakkındaki ümidine kuvvet vererek pek ziyadesiyle teselli bulur ki işin bu ciheti, (Allah saadetlerini arttırsın.) âlemde felaketi görmeyenlere meçhul ise de (Allah felaketlerini defetsin.) felakete düşenlere pek malumdur.
Ertesi sabah dahi Madam İlia tarafından bir eser görülmedi. Hasan öğle vaktine kadar bekledi, yine eser yok. Artık canı sıkıldığı için “Bari şehri gezmeye gideyim.” diye bir sandala binerek sahile doğru avara ettirmişti.32 Yolda bir sandala rast geldi. Dikkat etti, baktı ki Madam İlia, yanında bir de uşak olduğu hâlde geliyor. Hasan derhâl alabanda etti ve bu manevrada kendi sandalı Madam İlia’nın binmiş olduğu sandala yaklaşarak ikisi birbirini görüp selamlaştıktan sonra beraberce gemiye vardılar.
Hava yaz olup ortalığı da sıcak basmış olduğundan kamaraya inmediler. Kıç üzerindeki kanepeler üzerine oturup hoştan beşten sonra söze başladılar.
Madam İlia: “Bugün epeyce bir sıkıntı oldu da efendim, biraz hava almaya lüzum gördüm. Nereye gideyim? Deniz hâli daha başkadır diye sizi rahatsız ettim.”
Hasan: “Estağfurullah efendim, memnun ettiniz.”
Madam: “Hatta görümceme de ‘Birlikte gidelim de gezelim.’ dedim ama böyle iki kadının bir gemiyi gezmeye gitmesini iffet kaidesine uygun görmedi!”
Hasan: (tebessümle) “Demek oluyor ki iffet hususunda taassubu biraz ziyadece imiş!”
Kadıncağız bu lakırtıları o kadar gönül rahatlığı ile söylüyordu ki Hasan kendi mektubu varamamış olması gibi bazı zanlara bile düştü. Meğer zavallı kadın derde artık alışmış olduğundan istediği zaman derin derdinden renk vermemek talimini dahi etmişmiş!
Hasan: (yavaşça) Dün size bir mektup takdim etmiştim. Acaba ulaşmadı mı?”
Madam: “Geldi efendim. Cevabı olarak da ben kendim geldim.”
Hasan: “Ya sizin buraya geldiğinizi onlar biliyorlarmış!”
Madam: “Biliyorlarsa ne olur? Fransa bu kadar hürriyet davasında iken bir kadın istediği yere gezmeye gidemez miymiş?”
Hasan: “Öyleyse…”
Madam: “Evet, öyledir. Hatta aleyhine verilmiş hükümden dolayı buraya gelemeyen kocamın yanına kendim gitmekte de serbestim.”
Hasan: “Öyleyse refakatinizle müşerref olacağım demek.”
Madam: “Kocamı buluncaya kadar en küçük hizmetlerinizde bulunmayı bile kendime şeref addedeceğim.”
Hasan: “Estağfurullah efendim. Ben zaten bu dünyada kimsesiz bir adamım. Kimsesiz kalmışım. Felek sizi kimsesiz bıraktığı gibi, beni de bırakmış. Ben de sizin gibi kaybolan bir kaybı aramaktayım. Dertlerimiz bir dert olduğundan birbirimizin derdine ortak olarak dermanımızı dahi birlikte arayabiliriz.”
Hasan Mellah böyle bir girişle söze başlayıp kendisinin ne maksatla deniz üzerinde gezip durduğunu kısaca anlattıysa da yalnız cananını kimin kapmış olduğunu belirtmeyerek Pavlos’u “bir rakip’ diye yâd ederdi. Madam İlia ise Hasan’ın macerasına hem üzüldü hem de felaket yolunda böyle kuvvetli bir arkadaşa rast geldiği için memnun oldu. Hasan ise kadının derdinin, kendisinin derdi kadar güç bir şey olmadığını ve onun daha evvel ve daha kolay emeline kavuşacağını temin ediyordu.
Kısacası, Madam İlia kaçak suretinde değil, belki aleni olarak Hasan Mellah’a refakat etmeyi kararlaştırdı. Şu kadar var ki bu gidiş aleni olmakla beraber, kimseye ondan malumat vermek de hiçbir fayda getirmeyeceği için durumu ilan etmenin de lazım olmadığını zikrettiler. Hareket günü olarak ertesi sabahı kararlaştırıp Madam İlia’nın eşya filan almasının dahi gerekmeyeceği söylenmiş ve hâlbuki biçarenin tasarrufuna itimat edeceği hiçbir şeyi bulunmamış olduğundan ertesi sabah erkence iskele başında birleşmek üzere o gün birbirlerinden ayrıldılar.
Madam İlia döndükten sonra Hasan dahi karaya çıkıp Monsieur Fouillier’ya gönderdiği bir pusuladaki eşyayı ona satın aldırdığı sırada, kendisi de liman reisi bulunan miralay ile görüşmüş ve gemisi için (bin talerin daha hediyesi mukabilinde) bir Fransız pasaportu çıkarıp gemiye döndü. Geminin kumanyasının zaten limana girildiği günün ertesi günü düzülmesi kaideden olduğu için Hasan’ın “Hazır mıyız?” sualine kaptanlar “Hazırız!” cevabını verdiler.
O gece Monsieur Fouillier gemiye gelip gece yarısından sonraya kadar bazı hesaplar ve müzakereler ile Hasan’ı meşgul etti. Fouillier gittikten sonra, Hasan oturduğu kanepe üzerinde biraz uyku kestirmek için uzanıp kalmıştı. Ancak uyandırmak için kendisini birisi dürtüp de gözünü açtığı zaman, dürten adamın ikinci kaptan olduğunu ve Madam İlia’nın dahi kamara kapısında bulunduğunu görerek kalktı.
Artık sabah olmuş ve güneş bile çıkmıştı. Hasan’ın ilk lakırtısı “Levalankara!” oldu ki demir alınması kumandası demektir. Madam İlia büyük bir nezaketle “Sizi rahatsız ettiler, uyumalıydınız.” deyince ve Hasan dahi “Gemici kısmı daha ziyade uyumaz.” yollu mukabele edince yukarıda tayfaların yola çıkış hakkında tertip edilmiş bulunan gemici şarkısını çağırarak gıldır gıldır demir almaya başlamaları gürültüsü dahi işitildi.
Hasan zaten soyunmadan yatmış bulunduğundan kalktı, tuvalet mahallinde elini yüzünü yıkayıp üstünü başını düzelttikten sonra madam ile beraber güverteye çıktı.
Dördüncü Bölüm
Hasan Mellah güverteye çıktığı zaman ilk olarak rüzgâra dikkat etti ki gayet hafif bir güney rüzgârı esiyordu. Birinci kaptanın yanına sokularak “Marsilya’ya!” dedi. Sonra yine Madam İlia’nın yanına gelip konuşmaya başladı. Hasan, şayet kadıncağız memleketinden çıktığından dolayı üzgündür diye gurbet denilen ve herkesin kulağına ağır gelen şeyin o kadar korkacak bir şey olmadığından bahisle madama teselli vermeye başladı. Ancak madam asla üzülmediği ve binaenaleyh teselliye ihtiyaç göstermediği gibi, Hasan tarafından gördüğü yardıma ne yolda teşekkür edeceğini bilemediğinden söz etmeye başladı.
Madam İlia: “Efendim, siz beni yalnız eşime kavuşturmakla bekam33 etmeyi üzerinize almıştınız. Beni bir yerden kurtardınız ki orada, gerek manen ve gerek maddeten çektiğim eza ve cefalar içinde helak olup gidecektim. Âdeta canımı dahi kurtarmış oldunuz. Size her hâlde bir can borçlu kalacağım.”
Kadının böyle “Can borçlu kalacağım!” demesi Hasan’a, yine derhâl haydut gemisindeki Korsikalıyı hatırlattı. Zira o biçare dahi denize atılmaktan kurtulduğu zaman “Arkadaş, sana bir can borçluyum.” demişti. Ancak Hasan bu meseleden Madam İlia’ya bir harf bile söylememiş olduğu gibi başa kakmak gibi olmasın diye ondan sonra da söylemeyeceği açıktır.
Hava yaz olduğu ve ortalık gereği gibi sıcak bulunduğu cihetle, mevsimin gerçi bir hazzı yok idiyse de deniz üzeri yine serince ve hazlıca olacağı malumdur. Madam İlia ise güya kafes esaretinden kurtulmuş bir kuş olduğundan zaten yüreğinde türlü türlü sevinçler hissettiği gibi denizin elbette karadan ziyade olan letafeti de hislerine his katarak o kadar geniş nefesler alıyordu ki her aldığı nefesin âdeta hasta gibi bulunan kadıncağıza yavaş yavaş yeniden hayat verdiği açıkça görülüyordu.
Ajaccio Koyu’ndan çıktıktan sonra ne tarafa gitmekte bulunduklarını Madam İlia, Hasan’dan sormuştu. “Marsilya’ya.” cevabına alınca kadıncağız derhâl kendisini toplayamayarak “Orada ne ümidimiz olabilir ki? İlia, başından korkmaktan Marsilya’ya gelebilir mi?” demiş idiyse de Hasan’dan “Orada da benim ümidim vardır.” cevabını alınca aklı başına gelip “Cenabıhak her ümit sahiplerinin ümidini gerçekleştirsin efendim. Ben birdenbire işin bu cihetini düşünememiştim.” diye özür diledi ve Hasan da kadıncağıza yeniden teminatlar vermekten geri durmadı.
Madam İlia’nın, insana yalnız acıklı hâli tesir etmiyordu. Kadıncağızın gayet yumuşak görünüşlü ve masumane çehresiyle, yalvaran bakışları da birçok tesirlerden hali kalmazdı. Hele ta kocasının kaçmasından beri çektiği mihnetlerin kötü tesirleri olarak gül gibi benzi, yürekler paralayacak kadar nazarlarda çaresizlik ve dermansızlık tesirleri hasıl ederdi. İşte bu sebepten dolayı idi ki Hasan Mellah, kadına saatte kaç defa yeniden ümitler verirse kendisini o kadar başarılı sayardı.
Gemi, pek hafif rüzgâr ile ancak saatte üç mil kadar mesafe katedebildiğinden henüz Ajaccio Koyu’ndan çıktıkları ve etraf ve eknaf34 hâlâ pek yakından görünmekte bulunduğu hâlde, Madam İlia zaten takatsiz bulunmakla ayak üzerinde duramayacak kadar yoruldu ve bir aralık güverte üzerindeki kanepelerin birisine oturdu ise de orada birkaç dakika soluk aldıktan sonra Hasan ile beraber birinci kamaraya indi.
Geminin kamarası bir büyücek salon ve salonun sonunda, yani ta kıç üzerinde karşılıklı iki oda, bir hela ile salonun dış tarafında ve merdivenin alt sahanlığı yanında karşılıklı iki oda, bir büfe ve bir de sandık odası gibi bir şeyden ibaret ve fakat mükellef döşenmiş, müzeyyen idi. Merdivenden indikleri gibi Hasan Mellah, evvela bu odaları, büfeyi ve sandık odasını gösterdi ki odaların her birinde birer güzel yatak ve tuvalet takımları ve başka lüzumlu şeyler mevcut olup büfe ise çeşit çeşit içecek ve meyveler ile dolu ve sandık odası dahi duvarlara asılmış dört beş kat mükellef kadın elbisesi ve müzeyyen kadın şapkaları, birkaç çift kadın şemsiyesi, şalı ve bir deste kadın eldiveni vesaire ile mücehhez idi.
Madam İlia: “Geminizde galiba kadın da var efendim?”
Hasan: “Yok mu ya?”
Madam İlia: “Henüz kendisiyle müşerref olamadık da onun için sordum.”
Hasan “Biz kendisiyle müşerref olduk. Siz de olmak isterseniz şu endam aynasına bakarsınız.” diye bir büyük camlı dolabın kapısında bulunan aynayı gösterince kadın bu eşyanın kendisine mahsus eşya olduğunu anlayarak artık teşekkür etmeye dahi muktedir olamadı ve yalnız gözlerini semaya kaldırarak birbirini takip eden ahlar ile içinden bazı şeyler mırıldandı ki canıgönülden hayır dua ettiği simasından dahi anlaşılıyordu.
Sonra büyük salona girdiler. Hasan “Burası da salonunuzdur ki gerek bendenizi gerek kaptanlardan ve sair memurlardan misafir kabul edeceğiniz kimseleri kabul edersiniz.” dedi.
Madam: “Ben burada misafir de kabul edeceğim ha?”
Hasan: “Acayip! Hüsn-i teveccühünüzü35 kazanabilen kimseleri kabul edersiniz efendim. Hatta biz ümit ediyoruz ki bu salonda bize ziyafetler dahi vereceksiniz.”
Madam: “Ziyafetler de mi vereceğim?”
Hasan: “Mürüvvetinizden ümitvar olmalı mıyım efendim?”
Madam: (şiddetli bir göğüs geçirerek) “Allah mürüvvetiniz kadar saadetinizi arttırsın karındaşım! Ne diyeyim? Dilimden başka bir şey gelmiyor ki elimden hiç…”
Hasan: “Hakkımdaki teveccühünüzle beraber, yüreğinizin rahatlığı benim için en büyük saadettir.”
Nihayet kıçtaki daireye geldiler. O dahi mükellef döşenmiş ve yalnız bir odasına gayet güzel bir yatak konulmuş ve diğer odası ise oturmaya mahsus bulunmuştu. Bu odaya girdikleri zaman Hasan cebinden bir anahtar çıkarıp madama vererek:
Hasan: “İşte bu da çekmecenizin anahtarıdır efendim.”
Madam: “Çekmecem de mi var? Bakalım öyleyse içinde ne var.”
Hasan: “Biz ne bilelim efendim. Mal sizin, açınız da bakınız.”
Bu söz üzerine madam, Hasan Mellah’ın yüzüne bir manalı bakış ile baktı ve çekmeceyi açıp da içinden altın ve gümüş olarak tahminen dört, beş bin talerlik para çıkınca kadının hayreti bütün bütün arttı.
Hasan: “İşte efendim, bu daire sizindir. Gemide bulundukça dairenize istediğiniz gibi tasarruf edersiniz. Karada da inşallah rahatsız olmazsınız.”
Madam: “Himayeniz altında bulunan bir kadın nerede olur da rahatsız olur? Fakat efendim, benim için bu daire pek büyüktür. Merdiven cihetindeki odaların birisi bana çoktur bile. Bu koca daireyi istila edersem sizin rahatınızı bozmuş olacağım.”
Hasan: “Hiç öyle değil. Benim rahatım sizin rahatınızla olacak.”
Madam: “Benim de rahatım sizin rahatınızla olacaktır. Eğer rahatı arzu ederseniz bana istediğim odayı verirsiniz de siz kendiniz burada oturursunuz.”
Hasan: “Kabul edemeyeceğim emirlerinizden birisi işte budur. Hiç, bir kadının dairesinde erkek bulunabilir mi? Siz tamamıyla serbest bulunmalısınız ki rahat edesiniz.”
Madam: “Orası da ayrıca bir daire demektir.”
Hasan: “Hayır efendim.”
Madam: “Ama siz mutlaka rahatsız olacaksınız, ben de buna hiçbir şekilde razı olamam.”
Madam İlia’nın böyle ısrar göstermesiyle kıç daire yalnız kendisinin olmak ve salonun dışında bulunan daire de Hasan’a kalmak üzere aralarında anlaştılar.
Kamarada bu işler görülünceye kadar gemi de artık engine saldırıp kaptanların ikisi de kamaraya, çorbacılarının36 yanına inmişlerdi. Hasan bunları görünce “Tam da şimdi sizi ben davet edecektim. Efendiler, Madam İlia, çorbacınız Hasan Mellah Üçüncü Pavlos’un âdeta kız kardeşidir. Benim sizin yalnızca çorbacınız olmakla iftihar etmeyeceğimi, en aziz dostunuz, en sadık arkadaşınız olmanın benim için en şerefli bir iftihar olduğunu siz de teslim edersiniz. İşte benim gibi bir arkadaşa, bir dosta, bir çorbacıya ne kadar hürmet edecekseniz Madam İlia hakkında aynıyla o hürmeti esirgemeyeceğinizi hem rica ederim hem de emrederim. Bu gemide bulunduğu müddet her emri geçerli olacağı gibi karada bulunduğu müddet zarfında size vereceği emirler de geçerli olacaktır.” diye Madam İlia’yı tavsiye etmekle kaptanlar madam önünde boyun eğerek emirlerine hazır olduklarını bildirdikleri gibi, Madam İlia da yüzünde velev ki zorla olsun bir rahatlık ve tebessüm belirtisi göstermeye çalışa çalışa gerek kaptanlara gerek Hasan Mellah’a teşekküre girişti. Ancak göz pınarlarında ziyafet akşamı biriken yaşlar gibi birikmiş olan, iki elmas parçası gibi gözyaşını bir türlü zapt edemeyerek akıtıverdi.
Hasan Mellah ile Madam İlia meselesinin en tesirli ciheti bu cihet idi. Bu tesirli cihetin tesir derecesini tasvire biz kalemimizde iktidar görememekteyiz. Belki bu iktidar hiçbir kalemde yoktur. Zira iktidarın bu kısmı, çehrelerin vücuh-ı teessüratını şeklen göstermeye memur olan ressamların kalemine ve fırçasına aittir.
Bu yoldaki teşrifatla37 akşam edildi. Rüzgâr pek az olduğundan henüz Toulon Dağları uzaktan gayet hafif bulut parçaları gibi görünüyordu. Güneşin batışından sonra kamarot, kendilerini güverte üzerinde hazırlanmış olan sofraya davet etti. Madam İlia, Hasan Mellah, birinci ve ikinci kaptanlarla güverte zabiti sofraya oturdular. Güle oynaya yemek yiyorlardı. Madam İlia midesinde o kadar iştiha buluyordu ki çok yediğine şayet dikkat edilir de kendisini ayıplarlar diye az yemeyi gerekli gördüyse de mümkün olamadığından tatlı bir gülüşle:
Madam: “Efendiler, kadınlığımla beraber bu akşam erkeklerden çok yemek yemekteyim. Midemin iştihasına kendim de hayret ediyorum. Zannederim ki bu hâl denizin iyi tesirinden olmalıdır.”
Hasan: “Şüphe etmemeli efendim.”
Birinci kaptan: “Denizde daima çok yenilir. Hele hava bu geceki gibi mülayim olursa var ya?”
İkinci kaptan: “Evet efendim, hava sert olsa deniz tutar da insanın iştihası kapanır.”
Madam: “Fakat deniz tutmak da bizim gibi denizin acemilerine mahsustur, sizi tutmaz ya?”
Hasan: “Tutmaz ama efendim, her hâlde bir nevi tesirden hali kalmaz. Mesela can yemek istemez, uyku uyuyamaz.”
Gerçi madamın iştihasında gördüğü kuvvet, denizin iyi tesirinden ileri gelmişse de vali konağı gibi sıkıntılı ve eziyetli evden kurtularak kederli yüreğine ümidin gelmiş olmasının da bu konuda tesirden geri kalmayacağı zannedilse yanlış zannedilmemiş olur. Hele sofrada güzel şaraplar için de madamın iştihası ziyadece olmakla, şarabın verdiği neşe de kavuştuğu rahatlığa eklenince kadıncağızın yüzü gerçekten gülmeye başladı.
Gece yatak zamanı gelince madam kendi dairesine çekilip yatmış ve Hasan da salonun dış cihetindeki odaların birisinde bulunan yatağa girmiş ve bu suretle gerek velinimet ve gerek nimet-dide38 tam bir iffet ve ismet hâlleriyle uykuya dalmış gitmiştir.
Beşinci Bölüm
Hayatları anlatılanların gece gördükleri rüyaları da beraber göremedik ki okuyucularımıza ondan da malumat verelim. Bizim bildiğimiz şey şu ki sabah olup da yataktan kalktıkları zaman Hasan Mellah ile Madam İlia kendilerini Marsilya Limanı’nın içine girmiş buldular.
Marsilya Limanı, o tarihlerde dahi Fransa’nın birinci iskelelerinden sayılıp içinde her zaman birçok gemi bulunurdu. Hasan Mellah, orada bulunan gemilere göz gezdirdiği sırada, gözü bir kenarda demirlemiş olan gayet süslü bir uskunaya ilişti ki bunun seyahate mahsus bir tekne olduğu ilk bakışta anlaşılabilirdi. Bir de daha ziyade dikkat edince ne görsün? Açık mavi boyalı ve su kesiminden aşağısı kırmızı bir uskuna ki Cartagena Limanı’ndan Pavlos’un seyahat uskunası olmak üzere tanıdığı teknedir. Ta kendisi!..
Biçare çocuğun bir kere yüreği oynadı. Hemen birinci ve ikinci kaptanla güverte zabitini çağırıp durumu tahkike başladı.
Hasan: “Şu uskunayı gördünüz mü?”
Birinci: “Şu süslü uskunayı, değil mi?”
Hasan: “Evet!”
Birinci: “Cartagena Limanı’nda değil miydi ya?”
Hasan: “Ben de öyle zannediyorum.”
Zabit: “Zengin bir herifin şahsi seyahatlerine mahsus gemisi dediler idi.”
Hasan: “Öyle. Fakat biz Cartagena’dan hareket ettiğimiz zaman bu tekne hâlâ orada mıydı yoksa o gece hareket ettiğini haber verdiğiniz üç gemiden birisi bu muydu?”
İkinci ve zabit: “Hayır efendim, biz hareket ettiğimiz zaman bunu Cartagena’da bıraktık. Bizden sonra kalkıp buraya gelmiş.”
Hasan: “Benim aklıma da öyle geliyor. (güverte zabitine hitaben) Size özel bir memuriyet var.”
Zabit: “Nedir efendim?”
Hasan: “Bu geminin çorbacısı hâlâ burada, Marsilya’da mıdır yoksa başka yerde midir, öğrenmek.”
Zabit: “İşten bile değil.”
Hasan: “Öyle ama nasıl öğreneceksiniz biliyor musunuz? Kendinizi kimseye göstermeden, hele beni asla kale almadan ve bu suali dahi o geminin kaptan ve zabitlerine sormadan.”
Zabit: “Tayfalarından demek olacak.”
Hasan: “Öyle olacak. Yahut iskele simsarlarından, filandan…”
Zabit: “O da kolay efendim.”