bannerbanner
Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar
Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar

Полная версия

Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
13 из 17

Reis: “Öyleyse kaptanlar dahi tavsiyelerinde pek isabet etmişler. Limanımızı gelişinizle şereflendirdiniz.”

Hasan: “Cartagena’da haber aldığıma göre bizim kumpanya azasından bir zat daha yine buralara seyahate çıkmış. Kendisine tesadüf etsem pek memnun olacağım!”

Reis: “Biz haber alamadık efendim.”

Hasan: “Demek oluyor ki buraya uğramadı.”

Reis: “Hayır efendim, uğrasaydı mutlaka haberdar olurduk.”

Hasan Mellah bu suali o kadar şen bir tavırla sormuştu. Reis verdiği cevabı üzüntüyle verip güya “Ahbabınıza, arkadaşınıza tesadüf edemediğinizden dolayı ben de üzüldüm!” demek istiyor gibi bir tavır göstermişti. Biz Hasan Mellah’ın o arkadaşı, ne fikir ne mecburiyet üzerine aradığını bildiğimiz için liman reisinin gösterdiği tavra hayret edebiliriz ama herifin hâlden haberi olmadığı dikkate alınırsa bu hayrete gerek kalmaz.

Liman reisinin Hasan’a bu derece tevazu göstermesi, yalnız Pavlos Kumpanyası’nın özel imtiyazlarından kaynaklanmıyordu. Bu kumpanya azasının fevkalade zengin adamlar oldukları ve alicenap dahi bulundukları meşhur olmakla ve o zamanlar ise güzel hediyelerin takdim ve kabulü Avrupa’ca dahi yürürlükte bulunmakla, liman reisinin tevazularının bir miktarı dahi Hasan Mellah’a hoş görünerek adet gereği alacağı hediyeyi ziyadesiyle almaktı. Bu durumda gösterdiği nezaketli davranıştan Hasan gerçekten de hoşlanıp reis giderken pek ziyade iltifatlarla gönderdiği gibi, ertesi gün de bin talerlik bir açık bono tanzim ederek tercüme edilmiş bir örneği aşağıda olan mektuba iliştirip liman reisliğine gönderdi.

(mektubun örneği)

Efendim hazretleri,

Kamarotumuz Cartagena’dan pek tedariksiz çıkmış olduğu cihetle size bir miktar İspanya şarabı ve bu türlü başka İspanyol mahsulleri takdim edememekte ne kadar mahcup kaldığımı tarif edemem. Ancak bu borcun aynen olamazsa da bedelen olsun ödemeye mecbur olduğumdan ilişik bonoyu takdim ve lütfen kabulünü pek ziyade rica ederim

Hasan bin Osman Pavlos

Liman reisinin, zikrettiğimiz bin taleri lütfen değil, belki memnunen kabul etmiş olduğuna şüphe etmeyiniz. Bu hediyenin teşekkürünü ifa etmek için bir gün sonra Hasan’a bir vizite daha vermiş, bu vizitede karaya çıkıp çıkmama konusunda Hasan’ın fikrini sormuştu.

Hasan: “Vallahi efendim, memleketinizi ziyaret etmeyi pek ziyade arzu ediyor isem de… Ne diyeyim?”

Reis: “Efendim, iki gündür şehrimizde teşrifinizden başka havadis yok. Hatta valimiz bulunan zatın sizinle edeceği görüşmeyi bir ziyafette etmek arzusunda bulunduğu bile işitildi.”

Hasan: “Aman efendim, ben öyle ziyafetlerde, filanlarda bulunmaya nasıl cesaret edebilirim? Yabancı bir adamım. Her hâl ve hareketimde bin gariplik görülür. Pek çok kusurlarımla cemiyete sıkıntı veririm zannederim.”

Reis: “Bu yolda gösterdiğiniz özürlere bin estağfurullah çeksem azdır. Bendenize kalsa bugün valimiz nezdine giderek bir vizite verseniz ve onu da iade-i ziyarete mecbur etseniz de ondan sonra ziyafette ahbapçasına bulunsanız fena olmaz.”

Reisin konuşmasından anlaşıldığına göre, kendisi âdeta bu sözleri söylemek için vali tarafından görevlendirilmişti. O zamana göre Korsika’da Fransa devleti tarafından vali bulunan zatın, ilk defa olarak bir ticaret kumpanyası azasına vizite vermesi hükûmetin şanına elvermeyeceği cihetle, vizitenin önce Hasan tarafından verilmesi istendiği de anlaşılıyordu. Hasan reisin teklifini kabul ederek ne zaman vizite kabul edebileceğini validen sordurduktan sonra bir pazar günü birinci kaptanı da yanına alarak karaya çıktı ve hükûmet dairesine gidip vali ile görüştü.

Vali, henüz yirmi sekiz otuz yaşlarında, genç ve güzel bir zat olup Hasan’ı valilik şanının kaldıramayacağı kadar nezaket ve tevazunun üstünde bir tevazuyla kabul etti. O gün cereyan eden sohbet nereden gelinip nereye gidildiğinden, filandan ibaretti. Hatta fevkalade olarak vali tarafından “Efendim, memleketimizde birkaç gün ziyade oturmanız, cümlemiz için büyük bir memnuniyete vesile olur.” tarzında iltifatlı bir söz bile söylenmişti.

İşbu vizite gününden bir gün sonra vali cenapları dahi limanda demirli bulunan bir beylik geminin sandalına binerek ve yanında bu geminin ümerasından30 mevcut olduğu hâlde Hasan Mellah’ın gemisine gelip vizitesini iade etti. Hasan Mellah da gerekli hazırlıkları yapmış olduğu için valiye lazım gelen ikramdan geri durmadı.

Gerçi şu hâller kendisini sıkıyordu. Pavlos’tan bir haber alamadığı için içi içine sığmıyordu. Ancak mensup olduğu kumpanyanın hakkı bulunan riayetlerin, hürmetlerin ceremesi olarak bu azabı çekmeye mecbur idi. Bari yalnız şu vizitelerle iş bitmiş olsa yine Hasan’ın canına minnetti. Ancak vali o aralık Hasan’ı bir de akşam ziyafetine davet etti ve bu ziyafetin çarşamba günü akşamüzeri vuku bulacağını bildirdi ki cümleden ziyade bu davet Hasan’ı sıktı.

Ziyafet akşamının gelişine kadar Hasan Mellah memleketin içine birkaç defa gezmeye çıkıp memleketin kibarından birkaç zatın daha vizitelerini kabul etmiş ve onlara dahi vizitelerini iade etmişti. Nihayet çarşamba akşamı gelmekle ve geminin birinci kaptanı dahi davetli bulunmakla, Hasan kaptanı da yanına alarak valinin konağına gitmek için karaya çıktı.

İkinci Bölüm

Hasan Mellah ziyafete yine her günkü elbisesi, yani Ajaccio Limanı’na girdiği zaman giymiş olduğu İspanyol kıyafeti ile gelmiş ve kaptan dahi birinci kaptanlığa mahsus olan üniformasını giymişti. Valinin konağına, yine vali tarafından gönderilmiş olan bir araba ile gidip tam kaptan girince valinin kethüdası makamında bulunan zat kendisini merdivende ve vali dahi misafirlere mahsus bulunan salon kapısında karşıladı.

Salon içinde üç dört kadın ile beş altı tane de erkek bulunup Hasan vali ile selamlaştıktan sonra, erkeklerden, evvelce görüşmüş olduğu beylik geminin birinci kaptanı ve Ajaccio askerî fırkasının kumandanı ile dahi selamlaşıp sonra vali cenapları Pavlos Kumpanyası’nın Ajaccio’da acenteliği hizmetini eden Fouillier namındaki muteber tacirini Hasan’a takdim etti. Hasan bunların cümlesine büyük bir nezaketle karşılık vererek vali cenapları çocuğu kadınların huzuruna götürüp “Pavlos Kumpanyası’nın üçüncü azası Hasan Mellah Hazretleri’ni takdimle iftihar ederim.” yollu sözlerle takdim ettikten sonra dört kadından birisi kendi eşi olmak ve diğerini yengesi bulunmak, birisi başkâtibinin ve diğeri de Fouillier’nın zevcesi olmak üzere tavsiye etti ki Hasan bu kadınlara erkeklerden ziyade hürmet ve tazim ile mukabelede bulunup sonra kendisi de gemisinin birinci kaptanını kadınlara takdim etti.

Böyle mevcut şahısları bir diğerini tanımış olan topluluklarda herkesin aralık buldukça göz kuyruğuyla olsun birbirine bakıp ahval ve eşkâline dikkat ettikleri malumdur. Herkes birbirine ve çoğu da Hasan’a baktıkları sırada, Hasan da hiçbirisi küçümsenemeyecek olan kadınları gözden geçiriyordu.

Valinin kendi eşi pek genç ve güzel olduktan başka pek şen, neşeli, fıkır fıkır kaynar bir işvebaz idi. Yengesi olmak üzere tavsiye edilen kadın ise otuz yaşında kadar ve gereği gibi güzel bir şey idiyse de güya kırk yıldan beri hasta bulunurmuş gibi yüzü pek sarı, ziyadece zayıf ve daima gülmez bir kadın idi. Başkâtibinin karısı, güzellikte yenge hanımdan daha aşağı idiyse de şen oluştan yana valinin zevcesini de geçiyordu. Madam Fouillier ise hepsinden güzel ve fakat gayet ağırbaşlı bir kadın olarak görünüyordu.

Dereden tepeden biraz lakırtı edildikten sonra hep beraber sofraya oturuldu ki bu hâlde vali Hasan’ın karşısında, valinin karısı Hasan’ın sağ tarafında, yengesi sol tarafında, başkâtibin karısı valinin sağ tarafında ve Madam Fouillier sol tarafında bulunup başka yerleri de erkekler zapt etmiştir.

Sofra başında cereyan eden sohbetin ilk bölümü İspanya’nın şarabından, meyvelerinden ve Pavlos Kumpanyası’nın büyüklüğünden, ehemmiyetinden filandan ibaret kaldı. Lakin salonun karşı cihetinde asılmış bulunan tam insan mikyasında bir resim Hasan Mellah’ı son derece meşgul ederek çocuk gözlerini bir türlü resimden ayıramıyordu.

Bu resim oldukça güzel ve Fransız sakallı bir şey olup Hasan Mellah’ın mutlaka görmüş olduğu bir adamın resmi idiyse de Hasan düşünür, bir türlü bunun kim olduğunu ve herifi nerede görmüş olduğunu hatırlayamazdı. Bir aralık resmi can düşmanı olan Pavlos’a benzetti. Çünkü sakalın uzaktan köse gibi görünmesi Pavlos’un sakalını andırıyordu. Lakin bu resmin sakalı köse olmayıp yanakları tıraş edilerek yalnız çeneden bırakılmış olduğuna dikkat edince bu fikirden vazgeçerek yine meşguliyette devam etti. Ancak Hasan resme o kadar gizli bakıyordu ki ettiği nazarlara kimse dikkat edemeyip nihayet valinin karısı Hasan’ı daima gözden geçirmekten hali kalmadığı cihetle o dikkat edebildi.

Valinin karısı: “Resme merakınız ziyade olmalı galiba. Pek de fena yapılmamıştır.”

Hasan: “Bendeniz ressam değilim ama güzel yapılmış resimleri pek lezzetle temaşa ederim efendim. Gayet güzel yapılmış bir resimdir. Eğer kim olduğunu bilsem belki temaşasından daha ziyade lezzet alabilirdim.”

Vali: “Ah efendim, kim olduğunu öğrenirseniz kim olduğunu öğrenen başka kimseler gibi sizin de yüreğiniz parça parça olur.”

Hasan: “Acayip!”

Vali: “Evet, bizim büyük biraderdir.”

Hasan: (yenge olmak üzere takdim olunan kadını göstererek) “Demek oluyor ki yenge hanımın eşi.”

Yenge: (büyük bir ızdırapla) “Evet efendim.”

Vali: “Evet, yengemin eşidir.”

Hasan: “Öyleyse bunda yürek paralanacak ne var?”

Valinin karısı: (işvebazane bir tavırla) “Yalnız görümcem hanımın değil, bütün ailemizin çektiği ceza kendi elinden oldu da efendim.”

Vali: “Evet efendim, biçare kara sevdaya uğradı mı, ne oldu, bir gece pederimi, validemi ve bir de kız kardeşimi öldürerek ortadan kayboldu gitti.”

Hasan: (telaşla) “Ne dediniz?”

Yenge: (şiddetli göğüs geçirerek) “Evet efendim, öyle olmuş.”

Hasan: “Çok şükrediniz ki size bir şey olmamış.”

Valinin karısı: (yine işvebazane) “Bir adam gerçekten deli olsa bile karısına bir şey yapabilir mi?”

Hasan: “İhtimal ya, efendim.”

Valinin karısı: “Hiç insan bunca vakittir muhabbetle alışık olduğu eşine…”

Hasan: “Hakkınız var efendim. Gerçi, el varamaz ama artık anasını, babasını, kız kardeşini kesmiş olan bir adam…”

Valinin karısı: “Ama eş daha başka bir şey değil midir ya? Tevrat’ta yazar ki insan eşiyle beraber bir vücut içinde iki ruh addolunur ve gerçi, siz Müslüman olduğunuz için belki Tevrat’ı okumamışsınızdır efendim.”

Hasan: “Biz Müslüman olduğumuz için Tevrat’ı görüp okumaya ve öğrenmeye borçluyuz bile. Fakat meramınızı şimdi anladım ve hakkı da sizde gördüğüm için teslim ediyorum.”

Hasan Mellah bu lakırtıyı söyledikten sonra valinin karısı yüzüne dikkatlice bir nazar eyledi ve kadının yüzünde bambaşka manalar ifade eder bir tebessüm görmesiyle bir de etrafa bakınca Madam Fouillier’yı kıpkırmızı, yenge hanımı sapsarı ve başkâtibin zevcesini ise gayet ferah bir hâlde buldu. Bütün bu hâller, valinin karısı tarafından söylenen sözlere, Hasan’ın verdiği cevaptan sonra vali karısının tebessümünden doğdu. Lakin bu hâller, o kadar çabuk cereyan etti ki erkekler ya farkına varamadılar veyahut vardılarsa bile konuşanın vali karısı olması, bu konuda herkesin de bir ferahlık duymasını ve hatta kahkaha ile gülmesini menetti.

Yemeğin sonlarına doğru valinin eşi, âlemde güzellik denilen şeyin İspanya ile Fas ve Cezayir tarafları halkına mahsus olduğundan bir bahis açıp bunu da Madam Fouillier’ya çarnaçar dinletiyor, kocası da durmadan kendisini tasdik ediyordu. Ancak Hasan bu esnada yenge hanım ile meşgul olduğundan vali karısının aşüftece anlattığı bahsi dinlemiyordu. Yenge hanım ile cereyan eden sohbeti şöyleydi.

Hasan: “Canım efendim, eşiniz hakkında edilen rivayet beni pek ziyade üzdü. Ancak meselenin izahatından mahrum kaldım.”

Yenge: “Verilen izahatı kâfi görmüş olsanız daha iyi etmiş olursunuz.”

Hasan: “Suallerimle size yük oluyorsam üzülerek istediğim izahattan vazgeçerim.”

Yenge: “Estağfurullah efendim.”

Kadıncağızın hâli gittikçe fenalaşarak ağzından bir laf alamayacağını anladıktan ve hâlbuki gördüğü resmin sahibini zihninde arayıp, tarayıp, nihayet haydutlar gemisinde tembellikten dolayı denize atılacak iken kendisinin kurtarmış olduğu Korsikalı olduğunu bulduktan sonra, bu konuda mutlaka izahat almayı ve bu işin içinde görünmekte bulunan sırlara vâkıf olmayı isteyerek, bu kere de yenge hanımın kulağına eğilip gizlice:

Hasan: “Sorduğumun sebebi var efendim. Zira ben bu resmin sahibini mutlaka bir yerde görmüşüm zannediyorum.”

Yenge: (derhâl yüzü başkalaşarak) “Aman, demeyiniz! Fakat yavaş söyleyip lafınızı kimseye işittirmeyiniz.”

Hasan: “Zararı yok. Eşinizi gördüm, hem de pek yakın bir zaman içinde gördüm.”

Yenge: (kim bilir ne gibi hissiyatın yardımıyla gözleri fırlayarak) “Kendisi sağ mıdır?”

Hasan: “Vefat etmiş olsa ben görebilir miydim ya?”

Yenge: “Canım efendim, affedersiniz. Lafımın zapturaptını şaşırdım.”

Hasan: “Müsterih olunuz ki sağdır.”

Yenge: “Öyleyse bana şimdi bir şey sormayınız. Sofradan kalkalım, konuşuruz.”

Nihayet bunların fısıltısı vali karısının merakına dokunup Hasan’ın kolunu dürterek:

Valinin karısı: “İki kişinin arasındaki gizli lakırtıya kulak vermek Hristiyanlığa sığmaz imiş ama…”

Hasan: “Hayır efendim, hanımı daha bugün görmekle müşerref olduğum hâlde ne gizli lakırtımız olabilir?”

Vali karısının bu defaki aşüfteliği, Madam Fouillier’yı kıpkırmızı değil, âdeta mosmor ve başkâtibin karısını ise büsbütün ferah eylemiş ve erkekleri dahi tebessüme mecbur etmiş idiyse de yenge hanımı utancından yerlere sokmuştu.

Hasan bu vali ailesinin hâline çok şaştı. Gerçi kendisi bir Fransız zamparası olsaydı, ihtimal ki bu aile yanında geçirdiği zamanı nimet sayardı. Fakat aldığı İspanyol terbiyesi ve anasından beraber doğduğu Müslümanlık ve Araplık tabiatları, böyle pek laubalice cemiyetlerden lezzet almaya mâni olduğu gibi, yüreğini yakmakta bulunan aşk ve iştiyak ateşi bütün bütün mâni oluyordu.

Neyse, sofradan kalkıldı. Yine ikamet salonuna geçildi. Kâh erkekler ve kâh kadınlar tarafından açılan lakırtılar üzerine bir hayli yavan sözler söylendiği esnada Hasan yine yenge hanımı bir tarafa çekerek:

Hasan: “Sizinle böyle gizlice konuşmamız görümcenizi, bilmem ne sebeple incitiyor. Hem bu hâlin sizi dahi sıkıntıya soktuğu görülüyorsa da zevcenizin düçar olduğu hâl hakkında bende dahi biraz malumat olup o malumatı size vermek gayretinde bulunduğumdan yine sizinle tenhaca söz söylemeye kendimde mecburiyet görüyorum.”

Yenge: “Görümcemin ne kıratta bir kadın olduğunu bütün dünya bildiği gibi siz dahi ilk görüşte anlamışsınızdır zannederim. Benim hâlimi de cihan bilir. Eğer görüşmemiz daha devam ederse siz de anlarsınız. Demek isterim ki görümcem benim hakkımda ne fikre düşse bana hiçbir kötü tesiri olamaz. Zaten ben içinde bulunduğum bu bela ve mihneti çeke çeke ölüp gideceğim. Sizden ricam, kocam hakkında almış olduğunuz malumatı bir an evvel zikrederek yaralı yüreğime biraz merhem vurmanızdır.”

Hasan: “Ah, ne fayda ki vereceğim malumat yüreğinize merhem olamayacaktır.”

Yenge: “Hayatta bulunduğu haberini verdiniz ya? Bu da bir merhemdir.”

Hasan: “İspanya kıyılarında gemi ile seyir ve seyahat ederken bir sahile çıkmıştım. Orada bir serseri adam huzuruma gelerek benden Allah için biraz akçe istedi. Gelen adamın yemek salonunda resmini gördüğüm kocanız olduğuna hiç şüphem yoktur.”

Yenge: (içini çekerek) “Ah, biçare İlia!”

Hasan: “Kim olduğunu sordum, bir korsan gemisi tarafından soyulup o sahile atıldığını söyledi, kendisini alıp gemiye getirdim. Beş on gün bende misafir oldu. Sonra benim bu taraflara ve özellikle de Fransız kıyılarına gitmem gerekince yanımdan ayrıldı. Kalmasını pek rica ettim, özür diledi.”

Yenge: “Elbette özür diler, elbette. Fransa toprağına girdiği gün boynu vurulacaktır. Siz kaynımın ‘Kara sevda getirdi.’ demesine inandınız mı? Ne kara sevda getirdi ne bir şey. Âdeta pederini, validesini ve bir de kız kardeşini öldürüp kanunen idamına hükmolundu. Kaçtı, gitti. O zamandan beri bir haberini alamadık.”

Hasan: “İyi… Bunları ne sebeple öldürdü?”

Yenge: “Sebebini mi soruyorsunuz? Şu Korsika valiliği yok mu, işte bu valilik, kocamın öldürmüş olduğu kız kardeşinin namusu pahasına babası tarafından satın alınacaktı.”

Hasan: “Aman, ne diyorsunuz?”

Yenge: “Ben ne dediğimi biliyorum. Terbiye dışı konuştuğum için affınızı rica ediyorum. Sizin çehrenizin hâlinde mertliğe, insaniyete delalet eder hâller gördüğüm için söylüyorum. Bir de kocamı görmüş ve hâlimize dair bir numune almış olduğunuz için söylüyorum.”

Hasan: “Bu gösterdiğiniz itimada nasıl teşekkür edeceğimi bilemem. Hatta düçar olduğunuz beladan dolayı, size yardımı olabilecek her ne hizmet teklif ederseniz canla başla kabul edeceğimi dahi vadederim.”

Yenge: “Allah’a emanet olunuz karındaşım. İşte kayınpederim olacak zat, kayınvalidem olacak zat ile ittifak ederek bu namussuzluğu kararlaştırdıkları ve şimdi vali bulunan kaynımı dahi muvafık buldukları hâlde, yalnız benim kocam İlia bunu namusuna yediremeyerek her ne kadar menine kalkıştıysa da mümkün olamadı. Nihayet o da anasını, babasını ve kız kardeşini vurup öldürerek beni onların eline bırakıp kaçtı, gitti.”

Kadıncağız bu hâli o kadar içi yanarak söyledi ki Hasan Mellah kendi derdini unutup kadının derdiyle dertleşti. Bu namussuzluğun hangi taraftan gelmiş olduğunu dahi sormuş ise de kadın “Bu senelerde Fransa’nın ne karışıklık içinde bulunduğunu bilirsiniz. Güya Fransız milletinin millî hukukunu adilane muhafaza etmek gayretiyle millet tarafından Paris’e toplanmış olan çapkınlardan birisi millî gayretini, böyle namuslu yolda kayınpederimi Korsika valisi yapmak yolunda istemişti.” deyip o konuda isim vermek veya daha ziyade açıklamalarda bulunmak için başka bir kelime konuşmadı. Lakırtıyı şu taraflara çevirdi ki:

Yenge: “Bundan sonra bir tarafta kocama tesadüf ederseniz bizi birbirimize kavuşturmaya çalışacağınızı, büyüklüğünüzden, merhametinizden ve insanlığınızdan bekleyebilir miyim efendim?”

Hasan: “Böyle bir hizmete muvaffak olursam hakikaten dünyada iftihar edecek bir iş görmüş olurum.”

Bu vaat üzerine kadın o kadar büyük bir memnuniyet gösterdi ki sevincinden Hasan’ın boynuna sarılacağı geldi. Derken bu hâli takiben sararıp dudakları titreyerek gözlerinden fındık kadar iki damla yaş damlamasın mı? İşte bu yaşlar mermer üzerine düşse delecek kadar tesirle aktığından Hasan’ın yüreğini delip o dahi gözlerinde biriken yaşı gizleyemeyerek:

Hasan: “Vallahi hanım, sizin temizliğiniz ve felaketiniz, beni her fedakârlığı göze aldırmaya mecbur edecek kadar müteessir etti. Ne yapayım ki size bir yardım etmiş olayım? Ettiğim hizmet de sizin üzüntünüzü mendemedi.”

Yenge: “Vadettiğiniz hizmet beni ihya edecek kadardır. Ben sevgili eşim ile beraber bulunayım da o taş taşısın, ben el işi göreyim. Bu suretle geçinelim, yine memnunum. Fakat bilemem ki Allah bizi birbirimize kavuşturacak mı?”

Kadıncağızın şu suretle konuşması üzerine Hasan, onun vali konağında âdeta yanaşma gibi bir hâlde bulunduğunu, şayet kocasını bulacak olsa bile ellerinde, avuçlarında bir şey bulunmayacağını ve dolayısıyla kocası taş taşımak ve kendisi el işi görmek suretiyle yaşamayı göze aldırmakta bulunduğunu anlayabildiği gibi, bu lakırtıyı söylerken kadıncağızın ölü benzi gibi sarı bulunan çehresinin utancından kıpkırmızı olması dahi durumu ispat ve tasdik ediyordu. Dolayısıyla Hasan, karının her iki üzüntüsüne birden bir çare olmak üzere dedi ki:

Hasan: “Kocanız hakkında gösterdiğiniz fedakârlık gönülce büyüklüğünüzü ispat eder. Mukaddes olan karı-kocalık sevgisi yolunda, bu kadar fedakârlığı göze aldıran bir namuslu kadın, tebrik edilmeye değil, takdis edilmeye layıktır. Fakat bu kadar mukaddes olan bir kadın, sizi şu gayretinizle beraber ağlatacak kadar tesirli bir sefalete niçin düçar olsun? İnsanlar birbirine yardıma borçlu olduğu hâlde…”

Yenge: “Anladım efendim, anladım. İyiliğinizin sonu olmadığını anladım. Meğer sizi buraya Allah göndermiş. Her biçarenin imdadına adam yetiştiren, bütün kâinatın yardımına yetişen göndermiş. Benim için sizinle vuku bulan görüşmenin, kocamla görüşme demek olduğunu, yüreğimin ta içinden arz ederim. Sizin her yerde eliniz olduğu hâlde kocamı mutlaka bulup bahtiyar edeceğinizi dahi kuvvetle ümit ediyorum.”

Kadın ile Hasan görüşmelerini bu dereceye vardırdıktan sonra yine vali karısının işe karışmasıyla söze son verdiler. Bir müddet dahi onun aşüftece bahislerine kulak vermeye mecbur oldular. Yalnız Hasan Mellah görünüşte kulak verirdi. Hakikatte ise zihninde yenge hanımın yürekler paralayan felaketli hâlinden başka hiçbir şey yok idi.

İhtimal ki okuyucularımızdan bazıları Hasan’ın o hâldeki üzüntüsünün derecesini bilmek isterler. Biz bu durumu kendilerine birkaç kelime ile izah edebiliriz.

Bu üzüntünün derecesini bilmek isteyenler evvela şunu düşünmelidirler ki bu biçare kadıncağızın şu felaketli hâline ve vali ailesinin, valilik mertebesine ermek gibi bir saadetine sebep olan ve eşi tarafından İlia diye anılan zat, haydut gemisindeki Korsikalı olup zavallı adamcağız kibar doğmuş, kibar büyümüş olduğu cihetle, haydutluk etmekten yana aciz kaldığı için kedi yavrusundan ziyade pek ehemmiyeti olmayarak denize atılacak iken Hasan’ın lütfu sayesinde canını kurtarmış ve bu hâlde dahi koca bir deniz kenarında aç ve biilaç bırakılmıştı. Hikâye edilen feci vaka ise yalnız biçare eşinin felaketine sebep olup biraderiyle biraderi eşinin en büyük arzularını yerine getirmiş olduğu hâlde, karısı, davranışları laubali değil, âdeta aşüftece olan bir kadının kötü hâl ve hareketleri karşısında eksiksiz iffetini muhafaza etmeye çalışarak sağ iken ölü çehresini giymiş olduktan başka böyle bir vali konağında bulunmaktan ise en büyük sefaletli hâli bile göze aldırıp biçare ve felakete uğramış olan kocası ile beraber haşrolmaya can atıyor. Hasan Mellah ki pek gençliğiyle beraber, dünyada pek ihtiyarların dahi görmemiş olduğu felaketleri görmüştü. Bu gayretli kadının alnından dahi anlaşılmakta bulunan ismet ve buna mukabil çektiği sıkıntıdan yüreğinin ne kadar müteessir olacağı hiç anlaşılmazsa şununla anlaşılsın ki Hasan gerçekten kendi derdini unutup kadının derdine düşmüş ve bu kadının arzusunca hareketi kendi vicdanının emrettiği harekete dahi tercih etmeyi göze aldırmıştı.

Cananı, Pavlos gibi babadan kalma bir düşmanın elinde bulunan Hasan Mellah gibi gayretli bir âşık için kendi cananını aramaktan vazgeçip de bu biçare kadının işine bakmayı göze aldırmanın ne büyük bir fedakârlık olduğu malumdur. Bu fedakârlığı göze aldırılmasını gerektiren üzüntünün, ne kadar büyük bir üzüntü olduğu da şu mülahaza ile daha açık bir şekilde meydana çıkar:

O gece ziyafette, yemekten sonra birkaç saat devam eden sohbet zamanının çoğunu Hasan, yenge hanımın durumu üzerinde düşünmesinin neticesi olan düşüncelerle geçirip oradakilerin yavan konuşmalarına kulak misafiri bile olmamıştı.

Nihayet gece yarısına bir saat kala, yani mevsim yaz olduğu için saat üç buçuk sıralarında cemiyet dağılıp Hasan da arkadaşı bulunan birinci kaptanla beraber gemisine gelmiş idiyse de Cuzella için meşgul bulunan zihni, bir de yenge biçaresi için meşgul kalmakla, ta sabaha kadar gözlerine uyku girmemiş olduğuna şüphe edilmemelidir.

Üçüncü Bölüm

Hasan Mellah, Ajaccio Limanı’nda o güne kadar geçirmiş olduğu zamanı, zincire vurulmuş bir aslanın tahammülsüzlüğü gibi bir tahammülsüzlükle geçirmiş idiyse de Ajaccio valisinin ailesi gibi saadetli hâlleri namusları pahasına kazanılmış olan bir aile içinde, tam bir iffet ve masumiyetiyle beraber, namusu uğrunda baba, anne ve bir kız kardeşini kurban etmiş olan kocasına duyduğu mukaddes sevgiyi dahi muhafazaya çalışmakta bulunan yengenin acıklı hâli yüreğine ziyadesiyle tesir ederek o güne kadar “Ah! Bir gün evvel şuradan demir alıp Cuzella’nın arkasına düşseydim!” demekte iken bir gün sonra “Cuzella şimdiye kadar varacağı yere varmıştır. Artık onu ustalıkla ve yavaş yavaş aramalıdır ve bu arama işinin içine yengenin kocasını dahi katmalıdır.” demeye başlamıştı.

Davet akşamının ertesi günü Hasan bir vesile bulup vali konağına giderek yenge hanımı bir daha görmeyi arzu etti. Ancak hiçbir vesile bulamadığı gibi vesilesiz gitmeyi de yakışık aldıramadığından kendi kumpanyasının acentelik işini gören Tüccar Fouillier ile bir küçük bono değişikliği meselesini bahane ederek kalktı, onun yanına gitti.

Hasan Mellah, Fouillier’nın ticarethanesine gitmişti. Kendini orada bulamayıp evinde olduğunu haber alınca daha ziyade memnun olup ticarethaneden yanına bir adam alarak evine gitti. Fouillier’nın, Hasan’ı büyük bir saygıyla karşılayacağı açıktır. Aldı, güzelce bir salona götürdü. Bir tacirin misafire ne kadar ikram edebilmesi mümkün ise etti. Hatta bu ikramında Fouillier telaş bile gösterip kâh büfeye kâh dışarıya gidip gelerek tatlı ve şerbet ikramlarına emir veriyordu. Nihayet Hasan, tam bono meselesini açacak iken salonun yan tarafında bulunan bir kapı açıldı, Madam Fouillier da içeriye girdi.

На страницу:
13 из 17