Полная версия
Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar
Monsieur Michelet, davasını şu yola dökünceye kadar etraftan nice itirazlar edilmiş ve sözler söylenilmiş ise de hiçbirisinin o kadar ehemmiyeti olmadığından biz onları geçip yalnız kendisinin fikrini tasvir ettik. Bundan sonra edilen itirazlara bakalım:
Feuerbach: “Monsieur Michelet’nin lakırtısı bütün bütün boş değildir. Sevgi yolunun bir çığırı da onun dediği cihete sapar. Ancak bu kadar filozoflar gelmiş geçmiş, cümlesi, aşkın insan için hulkî ve cibillî, yani tabii olduğuna hükmederek bu hükme itiraz eden bulunmamıştır.”
Michelet: “Evet, bulunmamıştır. Zira o zaman âlemde fikirler şimdiki gibi serbest değilmiş. Şimdiki serbest fikirler her şeye itiraz etmekten çekinmezler. İşte filozofların bu fikrine de ben itiraz ediyorum.”
Desters: “Sizin fikrinizin filozofların fikirleri kadar kuvvetli olduğunu bilsek bu davada size tabi olurduk.”
Michelet: “Fena söylemediniz efendim. Eğer benim fikrim filozofların fikri kadar kuvvetli değilse hazır böyle zayıf bir fikri, filozofların fikri gibi kuvvetli bir fikir ile pek kolay mağlup edersiniz. Rica ederim beni susturunuz da hakkı sizin elinizde göreyim.”
Feuerbach: “Pekâlâ, işte diyoruz ki aşk insan için hulkî ve cibillîdir. Buna ne diyeceksiniz? İnsan ne hikmete dayanarak bir kadına kalbini bağlayıp da dünyada başka ne kadar kadın varsa cümlesini kendi sevgilisinden aşağı görmektedir?”
Michelet: “Tam da bu sorunuzun cevabını diğer bir soru içinde vereceğim. Ben de size sorarım ki yaratılışında, fıtratında aşk olan bir adam, bana niçin alaka etmiyor, niçin?”
Michelet’nin şu sözü meclisçe umumi bir kahkahayı sebep oldu.
Feuerbach: “Sizin sararmış dişlerinize, kırarmış saçlarınıza mı alaka etsinler? Hem siz erkeksiniz.”
Desters: “Yoksa buruşmuş yüzünüze mi?”
Michelet: “Aferin, pek memnun oldum. Demek ki alaka etmek, âşık olmak için mutlaka kadın arıyorlar.”
Desters: “Şüphe mi istersiniz?”
Michelet: “Öyleyse bizim doksan beşlik valide hanıma niçin alaka etmiyorlar? İşte o da bir kadındır.”
Bu söz dahi meclisçe bir kahkahaya sebep olup hazır bulunanlardan seksenlik bir ihtiyar söze karışarak:
“Valide hanıma da alaka edenler yok değildi. Ben on beş yaşında iken henüz otuzunda bulunan valide hanım hazretleri Paris’in âdeta afeti idi.”
Michelet: (gülümseyerek) “Şimdi şu güzel şahitliğinizi valide işitse kim bilir ne kadar memnun olur ve size de ne kadar dua ederdi. Lakin biz bahsimizden çıkmayalım. Kadın dahi ihtiyar olunca alakaya şayan değildir demek istiyorsunuz öyle mi?”
Feuerbach: “Evet efendim!”
Michelet: “Demek oluyor ki alaka etmek için genç bir kadın lazımdır. Öyle mi efendim?”
Desters: “Evet efendim, dedik ya!”
Michelet: “Ya bu kadın uzun burunlu, büyük ağızlı, kazık gibi dişli, yeşil gözlü, saçları çirkin, sözü sohbeti dinlenmez, zayıf, yılışık, çirkin bir şey olsa zararı yoktur ya? Yine alaka edilir ya?”
Hazır olanlardan birisi: “Ama siz bahsi komedyaya çevirdiniz.”
Michelet: “Estağfurullah, sual soruyorum. Suallerime verilecek cevap üzerine meseleyi halledeceğim.”
Desters: “Zararı yok efendim. Biz de suallerinize cevaptan geri durmayız. Tarif ettiğiniz kadın gibi bir kadını alakaya değer görürseniz alaka etmekte ve onun aşkı yolunda canınızı bile feda etmekte serbestsiniz.”
Michelet: “Ha, öyle bir kadına alaka edilmezmiş. Demek oluyor ki alaka edilmek için hem genç hem güzel şiveli, işveli, nazik, tatlı, minimini bir kadın arıyorsunuz ha?”
Desters: “Evet efendim!”
Michelet: “Öyleyse şuna aşk diyeceğinize şehvet-i hırs deseniz olmaz mı?”
Feuerbach: “Nasıl şehvet? Nasıl hırs?”
Michelet: “Bayağı şehvet, bayağı hırs. Sözümü daha ziyade izah edeyim mi? Âdeta o kadının visalini istemeyi şehvetin de zorlamasıyla bir kat daha kuvvetlendirmeye aşk diyeceğiz vesselam.”
Monsieur Michelet şu hükmü verdiği zaman meclise bir durgunluk gelip ihtiyar olanlar, kendi çıkarları bu cihette bulunduğu için tasdike ve genç ve özellikle âşık olanlar bu hüküm kendi işlerine gelmediği için itiraza kalkıştılarsa da ekseriyet yine Michelet tarafında kaldı. O ise halkın telaşına bakmayıp yine sözüne devam etti:
“İşte bu şehvani hissin zorlaması üzerine, âşık efendi aşkına daha ziyade bir süs vermek için sevgilisinin huzurunda ağlar, sızlar. Sevgilisi ise kendisini pek sevdiğine inandığı gibi kendisi dahi onu pek sevdiğine inanır. İşin bu cihetine ben de inanırım. Çünkü sevgilisi gibi güzel bir karıyı sevmeyecek de bizim valide hanımı sevecek değil ya? Fakat bu konuda kendisi o kadar aldanır ki dünyada sevgilisi olmadıktan sonra kendisinin dahi yaşayamayacağına bile kendisini inandırır. Sebep? Çünkü karı daha güzel bir delikanlı bulmuş. Artık âşığa canını feda etmek lazım gelir. Sebebi? Sebebi aşk değil. Belki aldanmış olduğundan dolayı hasıl olan mahcubiyettir.”
Bu sohbet üzerine verilen kesin hüküm, hazır bulunanları daha ziyade meşgul ederek bu kere de her iki üç adam arasında bir bahis açılmıştı ve birçok gürültülerden sonra nihayet Monsieur Michelet’nin fikri, ekseriyet değil, belki Feuerbach ile Desters’den başka oy birliğiyle kabul görmüştür. Bahse bu suretle son verildikten sonra mevcut kadınlardın birisi Monsieur Michelet’ye hitaben:
“Monsieur Michelet, siz demiştiniz ki şu ömrünüz içinde aşk ve alaka dünyasının girmedik yerini bırakmadınız. Demek oluyor ki sizin dahi kendinizi âşık zannederek aldattığınız vaki olmuştur.”
Michelet: “Oldu madam. Fakat pek gençlikte iken oldu. Sonra bir ihtiyar bana doğru yolu gösterdi. Ondan sonra hiçbir kadına âşık olduğumu, ne kendimi inandırmaya çalıştım ne de kadını. Âdeta ‘Hanım, siz pek güzelisiniz, gönlüm sizi sevdi. Siz de beni beğenip severseniz birlikte zevk edelim.’ kelimeleriyle ilanıaşk ederek nihayet ‘Artık ben sizden usandım. Siz de benden usandıysanız kendimize başka birer yâr arayalım. Yok eğer daha benden usanmadınızsa ben sizin muhabbetinize bir müddet daha katlanabilirim.’ diye sevgi defterine son verirdim. Hem de bu doğru ve serbest lakırtı çoğu kadınların beğeni nazarına mazhar olurdu da öncekinden ziyade muvaffakiyetler görürdüm.”
Hazır olanlardan bir genç: “Ne kadar maymun iştahlılık! İnsan sevdiğinin sevgisiyle mezara gitmeli, değil mi?”
Michelet: “Galiba bu genç efendi bir kimseye âşıktır. Hem sevgilisi de burada bulunmalıdır ki ona olan sevgisi hakkında teminat vermek için böyle söylüyor. Efendim, siz isterseniz sevgilinizin sevgisiyle mezara gidersiniz, isterseniz Hind’e, Yemen’e. Ben sevgi denilen şeyin şehevi hırstan ibaret olduğuna kanaat getirdiğim için mezara, Hind’e, Yemen’e değil, çarşı başına kadar bile gitmem. Çünkü şehvani ihtiyacımı şu kadın karşılayamazsa bu kadın daha ziyade karşılayabilir. Hem ben sizin kadar mutaassıp değilim. Sizin sevdiğiniz hanım, Allah korusun, hıyanet edecek olsa siz canınıza kıyarsınız ya?”
Genç adam: “Şüphe mi ister?”
Michelet: “Ben canıma kıymak şöyle dursun, vaktime bile kıyıp da bu konuda düşünmem bile. Gayeti o zamana kadar kendisiyle geçirmiş olduğum ömürden dolayı, gider, eski sevgilim hanımefendiye bir de teşekkür ederek hesabımı keserim.”
Monsieur Michelet’nin fikrinde olan tuhaflıkla beraber isabete de herkes hem şaştı hem güldü. Nihayet sofranın sonu idi ki Monsieur Michelet şöyle bir fıkra nakletti:
“Bir dostum vardı ki çok vakit İstanbul’da oturmuştur. Bu kadar müddet İstanbul’da oturduğu hâlde neye merak etse beğenirsiniz? Eski Acem yazarlarının yazmış oldukları romanların Türkçeye tercüme edilenlerine mahsus bir hoca tutmuş. Biraz Türkçe öğrenmiş. Hocasının yardımıyla birkaç romanı Fransızcaya tercüme etmiş. Birisini gördüm. Kerem namında bir âşık varmış. Aslı namında bir sevgilisini babası kendisinden kaçırdığı için o da arkasına düşmüş. Sevgilisi kaçmış, o takip etmiş. Âdeta herif dünyayı dönüp dolaşmış. Nihayet karnında gaz madeni mi varmış neymiş? Bir gün ateş alıp cayır cayır yanmış. Nasıl? Aşk gayretinde bulunanlar artık Kerem Ağa’yı yahut efendiyi, Kerem Bey’i, Kerem Paşa’yı, pek isterseniz Kerem Han’ı, kim bilir ne kadar övüp takdis ederler. Ben ne dedim? Hay ahmak, budala hay! Dünyada karı kıtlığına kıran mı girdi ki bir karının arkası sıra dünyayı dolaşmayı göze aldırdın? Aslı Hanım olmazsa Faslı Hanım… Biraz çirkince olur ise de bari arkasından koşa koşa insana dünyayı dolaştırmaz ya? Her hâlde daha muti, daha munis olur.”
Monsieur Michelet’nin bu fıkrası meclise daha ziyade bir kahkaha verip sonra herkes yerli yerine dağıldı.
İkinci Bölüm
Yemek salonunda Monsieur Michelet’yi dinleyen kimseler içinde, lacivert kadifeden, güzel bir kat İstanbul elbisesi giyinmiş genç bir İspanyol bulunuyordu ki sohbetin cereyanı üzerine ağzını hiç açmaksızın büyük bir dikkat ve itina ile bahsi dinler ve yalnız aralıkta bir çehresinde alaycı tebessümler görünürdü. Eğer okurlardan birisi orada hazır bulunmuş olsa idi bu genç İspanyol’un bizim Hasan Mellah olduğunu tanırdı.
Herkes sofradan kalkıp yerli yerine çekildikten sonra Hasan Mellah da yine bahsi geçen oteldeki odasına çekilip bir koltuk üzerine oturdu ve düşünmeye başladı. Kendi kendisine dedi ki:
Bu Monsieur Michelet denilen herif dün akşam da yine böyle aşk ve alakaya dair bahis açmış idi de kendisini dinleyen bulunmadığı için bahsini tamamlayamamıştı. Bu akşam dahi bahsi açmak için bin vesile aradı. İddiası tabiat kaidesinin bütün bütün haricinde. Halk kendisini tasdik etti ama karının peşinde dolaşmak, akıl kârı olmadığına dair Kerem fıkrasını dahi söyledi. Sakın bu iş içinde Pavlos’un bir parmağı olmasın. Mutlaka vardır. Hınzır herif, benim Paris’e geldiğimi mutlaka anlamıştır da Cuzella’yı aramak fikrinden beni çevirmek için Monsieur Michelet’i böyle filozofça muhakemeye sevk etmiştir. Hem filozofça muhakemelerde bu kuvvet, bu safsata âlemde Pavlos’a mahsustur. Mutlaka Monsieur Michelet, Pavlos’tan almış olduğu dersi bize sattı. Dur bakalım, elbette işi anlarız.
Hasan Mellah’ın böyle derinden derine, şu mülahazaya düşmüş olmasının haklı veyahut haksız olduğunu şimdilik bilemeyiz. Ancak her akşam sofrada Monsieur Michelet’nin başka bir meseleden bahsetmeyip daima evvelki meseleyi tekrar edip durması, Hasan’ın fikrine kuvvet verdiği gibi, birkaç akşam sonra Michelet bahsederken aralıkta bir gayriihtiyari gözlerini Hasan’a çevirmesi, bu fikrine bütün bütün kuvvet verdi.
Hasan kendi kendisine Acayip, ben Fransızca bilmediğim ve yalnız İspanyolcanın yardımıyla Fransızcayı anlayabildiğim hâlde ve özellikle Monsieur Michelet ile hiçbir tanışıklığım yok iken benim yüzüme bakıp durmasında hikmet nedir? Âdeta söylediği sözlerin bana hitap olduğunu anlatmak demektir… diye düşüncelerinin isabetinden hiç şüphesi kalmadı.
Her akşam kendisinin oturduğu iskemle yanında Orancak namında bir Portekizli oturuyordu. Hasan, kendisinin Monsieur Michelet’ye takdimini Portekizliden rica etmekle yemekten sonra Orancak, Hasan’ı “İspanya’nın en meşhur kaptanlarından Zerno” namıyla Monsieur Michelet’ye takdim etti.
Artık Michelet’nin Hasan’a gösterdiği nazikçe muameleye dikkat etmeliydi. O kadar tevazu gösteriyordu ki İspanya’nın en meşhur kaptanlarından Zerno için bu kadar tevazu fazla olup olsa olsa Pavlos Kumpanyası’nın ileri gelen ortaklarından bir zata bu kadar tevazu yakışık alabilirdi. Neyse, Hasan da nazikçe mukabelede kusur etmeyip o akşama mahsus olmak üzere yalnız Monsieur Michelet’nin cerbezeli nutuk kuvvetini aşırı derecede överek vakit geçirdi. Yalnız o akşama da mahsus değil. Birkaç gün ve akşamı böyle afaki43 sohbetlerle geçirip nihayet bir gece Michelet’yi kendi odasına getirerek şöyle bir söz açtı.
“Monsieur Michelet, birkaç gece sürmüş olan alaka ve aşk meselesi hakkında söylediğiniz düsturları kemaliyle kabul ettim. Meselenin bir ciheti kaldı ki onu da halletmek istiyorum.”
Michelet: “Nedir bakalım delikanlı? Korkarım ki sizin başınızda da aşk ateşi alevlenmektedir. Ama buraya Paris derler. İspanya’ya benzemez, malum.”
Hasan: “Elbette, oturduğum yerin Paris olduğunu ve İspanya’ya benzemeyeceğini bilmeyecek kadar ahmak değilim ya? Size soracağım şu ki, siz bir kızı sadece ondan istifadeniz için severdiniz, değil mi?”
Michelet: “Tam da öyle.”
Hasan: “Ya bir kızı sevip ondan istifade ettiğiniz esnada, bir diğer kız daha size istifade arz etse o zaman ne yaparsınız?”
Michelet: “Bak, gerçek! Meselenin bu ciheti çatallaştı. Ama yok, çatallaşmadı. Onu da severim. Ondan da istifade ederim.”
Hasan: “Güzel ama bu hâl mertliğe yakışır mı?”
Michelet: “İstifade bahsinde mertliği aramamalıdır kuzum. Mertlik denilen şey istifade kaydında olmayan adama yakışır.”
Hasan: “Bu fikrinizde sabit-i kadem44 misiniz?”
Michelet: “Öyleyim.”
Hasan: “Ama sonra dönmemeli.”
Michelet: “Dönecek olsam söylemezdim.”
Hasan: “Öyleyse geliniz benden de istifade ediniz.”
Hasan’ın bu lafı üzerine Michelet’ye bir durgunluk geldi. Biraz da rengi attı. Müteakiben hiçbir şey olmamış gibi davrandı.
Michelet: “Ben sizden ne istifade edebilirim?”
Hasan: “Pavlos’tan ne istifade ediyorsanız daha ziyadesini.”
Michelet: “Nasıl Pavlos?”
Hasan: “Siz bu ismi tanımıyor musunuz?”
Michelet: “Hayır!”
Hasan: “Zihniniz başka düşünüp lisanınız başka şey söylerse uyuşamaz.”
Michelet: “Bunu hiçbir vakitte, hiçbir şekilde kabul edemem.”
Hasan: “Öyleyse size bir isim daha vereyim. Dominico Badia ismini de tanımaz mısınız?”
Okuyucular unutmamıştır ki mahut Pavlos’un asıl ismi Dominico Badia’dır.
Michelet biraz düşünür gibi ettikten sonra dedi ki:
Michelet: “Hayır, bu ismi de tanımam.”
Hasan: “Öyleyse sizi benim üzerime kim memur etti? Ama bak zihninizin düşündüğünü ağzınız söyleyecek ha!”
Michelet: “Ali Bey isminde bir Arap memur etti.”
Ali Bey ismini aldığı gibi Hasan mahut Pavlos’un Fransa’ya bir Arap kıyafetinde girmiş bulunduğunu daha Marsilya’da haber almış bulunduğundan Michelet’nin doğru söylediğini anladıysa da anlamamışa dönüp:
Hasan: “Nasıl Ali Bey?”
Michelet: “Güya bilmez gibi söylüyorsunuz. Ben sizin âdetinizi bilirim.”
Hasan: “Bizim âdetimizi nereden biliyorsunuz?”
Michelet: “Güya sizi İspanya’nın en meşhur kaptanlarından Zerno diye mi kabul ettim zannedersiniz? Siz Hasan Mellah, Faslı değil misiniz?”
Hasan: “Evet, oyum. Fakat sizin Ali Bey dediğiniz zat kim oluyor?”
Michelet: “Siz bilmiyorsanız, ben de hiç bilmem.”
Hasan: “Bildiğiniz kadarını söyleyiniz.”
Michelet: “Hani ya biz sizden istifade edecektik, siz ise bizi sorgulamakla benden istifade etmeye çalışıyorsunuz.”
Hasan: “Ben sizi sorgulamakla istifade edeceğim. Siz de benden istediğiniz yolda istifade edebilirsiniz.”
Michelet: “Ben de öyle bir ümitteyim ama…”
Hasan: “Aması yok. Öyle bir ümitte bulunan adam bildiğini söyler.”
Michelet: “Benim bildiğimi siz bildiğiniz hâlde de söyler mi?”
Hasan: “Söyler.”
Michelet: “Öyle ise aslında Abbasiye Hanedanı’ndan olup şimdiye kadar Necid taraflarında ömür geçirmiş olan Ali Bey tarafından size memur oldum.”
Hasan: “Ne için?”
Michelet: “Siz bir kızın aşkı arkasında perişan imişsiniz. Sizi kurtarmak için.”
Hasan: “Şimdi o kız neredeymiş?”
Michelet: “İşte onu bilmiyorum.”
Hasan: “Hele hele!..”
Michelet: “Bilmiyorum dedim, inanınız.”
Hasan: “Ya Ali Bey nerede?”
Michelet: “Sizin buraya gelişinizden iki gün sonra hareket etti.”
Hasan: “Nereye gitti.”
Michelet: “Bilmiyorum efendim.”
Hasan: “Yok, bilmiyorum olmaz. Benim asıl edeceğim istifade budur.”
Michelet: “Gerçekten bilmiyorum.”
Hasan: “Tahminen olsun.”
Michelet: “Bilmiyorum. Hatta kendisi bana adiyö bile demedi. Ben kendisini aramaya gittim, Paris’ten hareket ettiğini ev sahibi bana söyledi.”
Hasan: “Nereye gitmiş olduğunu söylemedi mi?”
Michelet: “Hayır, söylemedi.”
Hasan: “Ali Bey’in burada haremi var mıydı?”
Michelet: “Yoktu.”
Hasan: “Yanında kadın hizmetçi filan?”
Michelet: “Kimse yoktu.”
Hasan heriften almış olduğu son lakırtı hepsinden ziyade merakına dokunarak Pavlos’un Cuzella’yı nerede bırakıp saklamış olması ihtimalini düşünmeye başladı. Bunun için en evvel hatırına Marsilya geldiyse de bu hatıra ile beraber daha birçok hatıralar gelmiş olduğundan yine vazgeçti. O günkü verdiği malumat ile Michelet, Hasan’dan topu bin Frank istifade edebilerek yıkıldı gitti. Hasan bir yandan Cuzella’yı nasıl derdest edeceğini düşünüyor ve diğer taraftan da Pavlos’un melanetinin derecesini düşünüyordu. Bu kadar ince kim düşünür? Beni teşebbüslerimden menetmek için oturduğum otele adam memur edip de hikmetli fikirlerle beni caydırmak yolunu kim bulur? Lakin ben de ondan aşağı kalmıyorum ya? İşte casusunu derhâl keşfettim. Acaba herifin nereye gitmiş olduğunu da casusa söyletebilir miyim? diye durup oturacak yer bulamıyordu.
Lakin Michelet ile daha kaç defa görüştüyse de Pavlos’un ne taraflara gitmiş olduğuna dair bir türlü malumat alamadı.
Nihayet hatırına ne gelse iyi? Şayet Cartagena’dan kaçırılmış olması kendisi için Cuzella’nın pederi Alfons ile Pavlos’un başka bir hilesi olup kızın hâlâ Cartagena’da bulunması ihtimali geldi. Bunun için Cartagena’da rahibeler cemiyeti efradından Cuzella’nın muallimesi Marie namına bir mektup yazarak İspanya postasına verip gönderdi. Ancak bu mektup önce Madrid’e giderek oradan dahi Cartagena’ya gönderileceği cihetle, cevabı ancak bir buçuk ayda geleceğinden ve o zamana kadar Paris’te boşu boşuna oturmaktan ise Marsilya’ya giderim. Oradan şayet Cuzella’nın İspanya’da bulunduğuna dair cevap olursa hareketim dahi kolay olur… düşüncesiyle mektubunun cevabını Marsilya’ya yazmasını dahi Marie’ye bir not ile tavsiye etti.
Mektubu postaneye verdiği günden iki gün sonra, kendisi de Paris’ten hareket etti ki bu şehre gelişinin tam yirmi sekizinci günü olup beş gün sonra Marsilya’ya gelişi dahi oradan ayrılışının otuz dokuzuncu günü idi.
Hasan Mellah, Marsilya’ya gidedursun, biz Paris seyahati meselesinin nihayeti için şunu dahi belirtelim ki:
Hasan Mellah, hınzır Pavlos’un casusunu keşfedebildiği için ettiği iftiharda haksızdı. Zira kendisi casus keşfetmemişti. Casusu ona kendisini keşfettirmişti. Hasan ile görüşmeden birkaç gün evvel sofrada ettiği hitapları Hasan’a yönelerek etmesi şüphe vermek içindi. Zira Hasan’ın bu kadarcık bir ipucundan dahi şüphelenmek derecesinde olduğunu Pavlos habisi pekâlâ bilirdi. Kısacası casusun kendisini Hasan’a keşfettirmesi ve Pavlos hakkında verdiği malumatı vermesi, yine hep Pavlos’un tertibiyle sadece Hasan’ı avutup fikirlerinden caydırmak için yapılmıştı.
Biz işin bu ince cihetine pek de şaşmayız. Şaştığımız şey Hasan, Paris’te ismini ve kıyafetini değiştirerek gelmiş olduğu hâlde Pavlos’un kendisini derhâl nasıl tahkik ederek tanımış olmasıdır. Paris gibi bir memleket ki orada insan alenen tanıdığı bir adamı bile güç hâl ile bulamaz.
Lakin “Çok bilen çok yanılır.” derlerse de inanmalıdır.
Çünkü Pavlos çok bilir bir hınzır olduğu hâlde, Abbasiye Hanedanı’ndan Ali Bey diye sonradan edinmiş olduğu namı Hasan’a haber vermekte yanıldı. Bu Pavlos’un asıl ne kıratta adam olduğunu tanımak isteyenler, biyografi kitaplarında ismini Ali Bey diye araştırsınlar. Eğer kendisinin Paris’te ilan ettiği seyahatnamesini okurlarsa o zaman habisi daha layığıyla anlarlar. Hoş, hikâyemizde devam edildikçe yine anlaşılabilecektir ya? Hele yanılıp da Hasan’a haber verdiği ismin kendi musibetine sebep olduğu görülecektir.
Üçüncü Bölüm
Hasan Mellah, Marsilya’dan ayrılışının otuz dokuzuncu günü geri döndü demiştik. Dönüşü akşama yakın olmakla iskeleden bir sandala binip gemisine geldiği zaman Madam İlia’yı kıç üstünde güverte zabiti Trillo ile konuşur buldu. Kendisini görür görmez Madam İlia onu karşılamaya koştu ve Hasan da gayet yardımcı ve koruyucu bir tavırla kadını kabul etti.
Marsilya’nın suyu ve havası Madam İlia’ya pek yaramış olduğu gibi evvelce gönlünü istila etmiş olan tasalar ve kederler yerine şimdi Trillo’nun filozofça fikirleri sayesinde zevk ve neşe gelmiş olduğundan benzi kanlanmış ve vücuduna yağ gelmiş, neşesi artmış, âdeta güller gibi açılmıştı. Hasan bu hâlden dolayı fevkalade bir memnuniyetle:
Hasan: “Maşallah efendim, maşallah! Sizi doğrusu pek iyi bir hâlde buldum. Mutlaka Marsilya’da sıhhatiniz pek yerini bulmuş.”
Madam: “Lütfunuz sayesinde yeniden hayat bulmuş gibiyim efendim.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Taler: Venedik altını (e.n.) 8
2
Navlun: Deniz ve nehir yolu ile taşınan eşya için, taşıma hizmeti karşılığında gemi şirketine ödenen ücret. (e.n.) 19
3
Uskuna: Pruva direği kabasorta armalı, grandi direği sübye armalı olan iki direkli yelkenli gemi. (e.n.) 24
4
Zih: Gemi teknesine boydan boya çekilmiş, tahtadan veya madenden yapılmış pervaz. (e.n.)
5
Salta: Yakasız, iliksiz, kolları bolca bir tür kısa ceket. (ç.n.) 25
6
İki çifte sandal: İki kişi tarafından ve iki çift kürekle çekilen sandal. (e.n.) 26
7
Hüsn-i teveccüh: Saygı ile övme, takdir etme. (e.n.) 27
8
Müstahzar (çoğulu müstahzarat): Kullanıma hazır duruma getirilmiş, hazırlanmış. (e.n.) 32
9
Pirane: Yaşlılara yakışır şekilde, olgunca tavır. (e.n.) 34
10
Fermene: Türlü nakışlarla işlemeli, önü kavuşmayan, yeleğe benzeyen bir giysi. (e.n.) 53
11
Tafsil: Etraflı olarak bildirmek. (e.n.) 75
12
Maltız: Malta Adası’ndan olan, Maltalı. (e.n.) 76
13
Matlub: İstek, istenilen şey. (e.n.) 80
14
Nabedid: Görünmeyen, meydanda olmayan. (ç.n.) 86
15
Müşahhas: Şahıs haline girmiş, şahsiyeti belli olmuş. Şahıslanmış, teşhis edilmiş. (e.n.) 89
16
Muhtıra: Hatırlatmak veya hatırlamak için yazılan tezkere. (e.n.) 99
17
Pelas-puş: Eski abaya, çula bürünen, fakir. (e.n.) 103
18
Riayet: İyi karşılamak, ağırlamak, hürmet etmek. (e.n.) 112
19
Mağbut: Gıpta edilen, imrenilen. (e.n.) 126
20
Münselib: Kaçırılmış, kalmamış, kaldırılmış (Bu tabir; huzur, asayiş, emniyet ve rahat hakkında kullanılır.). (e.n.) 132
21
Mellah: Gemici, kaptan, denizci. (e.n.) 137
22
İşrap: Bir maksadı açıktan değil de, dolayısıyla gösterme. Kapalı surette anlatma. (e.n.) 140
23
Müstait: İstidadı olan, kabiliyetli, uyanık, anlayışlı, akıllı. (e.n.) 141
24
İstifasar: İfade isteme, sorma, sorup anlama. (e.n.) 143
25
Güneşin batışından üç saat sonra. (e.n.) 151
26
Eşmek: At hızlı gitmek. (e.n.) 152
27
Yakin: Şüphesiz, sağlam ve kati olarak bilmek. (e.n.) 153
28
Randa sereni: Geminin en gerisindeki yan yelkenin çekildiği direk. (e.n.) 154
29
Müftehir: Bir şeyi övünç bilerek onunla sevinen, övünen, iftihar eden. (e.n.) 156
30
Ümera: Yüksek rütbeli zabitler. (e.n.) 158
31
Mustalah: Istılahlı. Garip ve az kullanılır kelime ve terimlerle dolu olup pek anlaşılmayan. (e.n.) 171
32
Avara etmek: Bir teknenin yanaşmış olduğu bir tekeden veya iskeleden hareket edip açılması. (e.n.) 172
33
Bekam: Amacına, isteğine kavuşmuş, erişmiş olan kimse. (e.n.) 175
34
Eknaf: Yerler, yöreler, taraflar. (e.n.) 176
35
Hüsn-i teveccüh: Saygı ile övme, takdir etme. (e.n.) 177
36
Çorbacı: Mal sahibi, patron. (e.n.) 178
37
Teşrifat: Resmî kabul ve ziyaretlerdeki kabul merasimi. Protokol. (e.n.) 179
38
Nimet-dide: Nimete kavuşan. (e.n.) 180
39
Gına: Zenginlik, yeterlik. (e.n.) 185
40
İkbal: Baht açıklığı, talih, refah. (e.n.)
41
İdbar: Talihsizlik. (e.n.) 187