bannerbanner
Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar
Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar

Полная версия

Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
15 из 17

Bu emri verdikten sonra Hasan başını önüne eğip bir müddet düşündü ve bu mülahazada Pavlos’un mutlaka Marsilya’ya gelmiş olduğunu ve fakat kendisi şehir içinde bulunmayacağını, eğer kendisi şehir içinde kalacak olsa aldatıcı bir belirti olmak için uskunayı Marsilya Limanı’nda bulundurmayacağına hükmetti. Zabit ise aldığı emir üzerine hemen bir sandala binip karaya çıkmıştı. Kaptanlar da kendi işlerine gitmekle Hasan, Madam İlia ile yalnız kalınca onunla konuşmaya başladı:

Hasan: “Cenabıhak hakkımızdaki inayetini tamamlamayı murat buyurursa burada aradığımızı bulacağız zannındayım.”

Madam: “İnşallah efendim, inşallah muvaffak oluruz.”

Hasan: “Şu mavi boyalı, süslü uskunayı görüyor musunuz?”

Madam: “Şu üç direkli gemi yanındaki uskuna değil mi o?”

Hasan: “Evet, işte bizim aradığımız adamın gemisi odur.”

Madam: “Ee, sonra?”

Hasan: “Bakalım kendisi dahi burada mıdır diye, bir adamı incelemeye gönderdim. Lakin burada bulacağımı ümit etmem.”

Madam: “Gemisi burada olunca kendisi de burada olmaz mı efendim?”

Hasan: “Düşmanımız o kadar ahmak değildir. Benim de gayret ve sebatımı bilir.”

Madam: “Burada değilse ne yapacağız?”

Hasan: “Burada değilse mutlaka Fransa içindedir, arkasına düşeceğiz.”

Madam: “Siz yalnız mı?”

Hasan: “Kara yolu zahmetlidir. Sizi o zahmete koymak istemem.”

Madam: “Eğer bu seyahatte benim de size bir hizmetim olabilecekse vallahi zahmete bakmam, her hizmetinize can atarım.”

Hasan: “Gayretinizdeki büyüklük için teşekkür ederim efendim. Ancak ben sizden isteyeceğim hizmetleri de bilirim.”

Hasan’ın, elinde dürbün bu lakırtıyı söyleyerek gerek uskuna tarafına ve gerek güverte zabitinin çıkmış olduğu sahile doğru inceleyici bakışları, bir gözlemcinin yıldız gözlemesinden pek de farklı değildi. Ancak aradan iki saat kadar zaman geçtiği hâlde, zabitten henüz bir eser görünmemesi ve kahvaltı zamanı dahi gelmesi cihetiyle Madam İlia ile beraber kamaraya inmiş idi. Tam yemekten sonra kamaradan çıkarken zabit de sandal ile gemiye yanaştı ve Hasan’ın huzuruna gelerek şu malumatı verdi:

“Efendim, bu gemi, Arap asilzadelerinden birisinin imiş. Sahibi içinde olarak gelmemiş. Boş gelip sahibinin emrini beklemekteymiş. Sahibinin nerede olduğunu bilmiyorlar. Yalnız Paris’te olmasını zannediyorlar.”

Hasan: “Bu malumatı kimden aldınız?”

Zabit: “Bir simsar Yahudi ile bir de feribot tayfasından miskin bir adamdan.”

Aldığı malumatı kendi zannıyla mutabık bulduğu cihetle, Hasan zabitin getirdiği habere inandı. Zabit işine giderek yine Madam İlia ile yalnız kalınca aralarında şöyle bir söz geçti:

Madam: “Demek oluyor ki bu uskuna aradığınız adamın uskunası değil.”

Hasan: “Nereden bildiniz?”

Madam: “Ya, bir Arap beyzadesinin gemisi diyorlar. Sizin aradığınız adam Hristiyan değil mi?”

Hasan: “Bizim aradığımız adam hem Hristiyan hem Müslüman’dır hem Yahudi’dir. Hem İspanyol hem Fransız hem de Arap olabilir.”

Madam: (tebessümle) “Öyleyse ne Allah’ın gazabı imiş!”

Hasan: “İşte o Allah’ın gazabına biz, daha büyük bir musibet olursak yiğit sayılırız.”

Madam: “Şimdi kararınız nedir?”

Hasan: “Şimdi kararım birkaç gün sonra Paris’e gitmektir.”

Madam: “Burada bekleseniz olmaz mı? Kendisi Fransa’nın neresindeyse nihayet buraya gelecek değil mi?”

Hasan: “Hayır, ben burada on gün otursam mutlaka burada bulunduğumu tahkik ederek kendisine bildiren casuslar bulunur. Şimdi o İspanyol iken Arap olduğu gibi ben dahi Arap iken İspanyol olarak Paris’e gidersem belki kendisini sıkıştırabilirim. Siz burada rahatınızda kalırsınız. Ben gecikmem. En fazla iki aya kadar yine buradayım.”

Madam: “Şayet kendisini Paris’te bulamazsanız?”

Hasan: “Ben kendisini Paris’te bulamayacağım diye gitmiyorum. Mutlaka bulacağım diye gidiyorum. Eğer orada bulamazsam elbette ne tarafta olduğuna dair malumat alabilirim.”

Pavlos hakkında aldığı haber üzerine Hasan Mellah, Marsilya’da ancak iki gün ikamet edebildi. Bu müddet içinde yol tedarikini görüp Madam İlia’yı kaptanlara ve güverte zabitine tekrar tekrar tavsiye ettikten sonra kendisi Marsilya’dan çıktı.

Hasan Mellah’ın gidişi üzerine, okuyucuların fikri dahi kendisiyle beraber Paris’e gitmiş olacağı açık ise de Hasan Paris’e varıp da işine başlayıncaya kadar bu tarafta, Marsilya’da bazı şeyler meydana çıkmış olduğu cihetle, biz bu taraftaki hadiseleri hikâye edip bitirmeden Hasan Mellah’ı Paris’e kadar takip edemeyeceğiz.

Madam İlia’ya güzel bakılması hakkında çorbacıları tarafından verilen emir üzerine, gerek kaptanların ve gerek güverte zabiti Trillo’nun (Herifin ismi budur.) kadına ne kadar iyi bakacaklarını tarife bile lüzum olmadığı için madamın herhâlde rahat edeceğine şüphe edilemez. Hatta kadının her ihtiyacı karşılanarak kendisinin eğlenceden başka bir şeyle geçireceği vakti olmamasıyla her gün karaya çıkarak, bir iki saat vaktini, gerek Marsilya şehrinin içinde ve gerek civarda bulunan Katalan karyesi ve başka bağlarda, bahçelerde geçiriyordu.

İşbu seyahatçikler münasebetiyle Madam İlia’nın elbette Marsilya’da birkaç kimse ile tanışıp dostluk kurmuş olduğunu zannedersiniz. Lakin bu zan batıl ve beyhudedir. Dost olma denilen şey gezmekle hasıl olmaz. En evvel komşular vasıtasıyla husule başlar. Madam İlia’nın ise evi gemi olmakla gemiden çıktığı zaman gittiği bahçelerde ve başka mahallerde bir kenara oturarak henüz bir kimseye prezante edilmemiş olduğu ve edilmek arzusunda bulunmadığı cihetle tanışıp dostluk edecek ne bir adam görür ne de aramak kaydında bulunurdu.

Bir gün hem de pazar günü olmasıyla yine âdeti üzere şehri gezmeye çıkmıştı.

İkindiye kadar ötede beride gezdikten sonra, ikindiüzeri de Saint Marie Kilisesi’ne girip felakete uğramışların kalbinden hiçbir vakitte çıkmayan manevi yardım ümitleriyle yüreği dopdolu olduğu hâlde, Cenabıhakk’a şükürle karışık dualar ediyordu. Derken gözü, kapının yanında ayaküzeri durup boynunu bükmüş bulunan bir fakire ilişti.

Bu adamın sakalı uzamış, saçları da omuzlarından aşağı inmiş olduğu cihetle pek de yüzü görülemeyip ancak arkasındaki lime lime olmuş kalın abadan yapılmış pis, mundar elbise içinde olduğu görülmek şöyle dursun, Marsilya gibi sıcak bir memlekette bu hâl ve kıyafette bulunmaya kendisini zorlayan fakr-u zaruret ateşiyle kavrulmakta olduğu da görülüyordu.

Madam İlia herifi bu hâlde görünce “Aman ya Rabbi! Ben bu kadar felakete uğramış bir biçare iken maiyetime koca bir gemi vermiş ve sandıklarımı elbiseler ve çekmecemi altın ve gümüş doldurmuş olduğun hâlde, mutlaka masum ve her hâlde günahsız da olduğu görünüşünden görülmekte bulunan şu biçareyi, velev ki yine lime lime olsun yaz sıcağına karşı giymek üzere bir hafif elbiseden bile mahrum edişin acaba ne hikmete dayalı olabilir? Şu herifin elbette yiyeceği ekmek de giydiği elbise nispetindedir. Yok, yok! Yine günaha girdim. Elbette bu gibi fukarayı bizim şefkat ve merhametimizi imtihan etmekle beraber hâl, saadet ve gınamız39 üzerine gerekli teşekkürleri ifada kusur etmememiz için ortaya koymuştur. Gerçi ben de başkasının yardımına muhtacım. Ancak yardımına muhtaç olduğum zat, ihtiyaçlarımı o kadar iyi karşılıyor ki hatta bu fakirin ihtiyacını dahi karşılamaya benim gücüm yeter.” yollu dindarca bin hissiyat ile herifin yanına sokulup para vermek için elini de cebine sokmuştu. Bir de bu kadar merhametini celbeden biçarenin, kocası İlia olduğunu tanımasın mı?

Kadıncağız kendisini kaybedip “Hay, İlia, kocam, aman ya Rabbi!” diye kocasının boynuna sarılmaya hücum etti. Ve herif de kadının yüzüne bakıp “Vay, gerçek, karı be!” dediyse de kollarını açıp üzerine doğru gelmekte bulunan sadık ve sevgili karısını göğsünden iterek hemen kapıdan çıktı ve kadın ise bu ret muamelesine hayretle, eli havada bir dakika durduktan sonra arkasından koştuysa da kocasından bir nam ve nişan göremeyerek âdeta rüya görmüşe döndü.

O telaş ve hayretle zavallı kadıncağız deli gibi öteye beriye başvurup döndü dolaştı. Akşama kadar gezdi, aradı. Ancak güya yer yarılmış da kocası yerin dibine geçmiş gibi mümkün değil bir eserini göremedi. Üzüntüsünden ağlamak istedi, ağlayamadı. Teselli bulacak şeyler aradı, bulamadı. Nihayet şaşkın şaşkın gemiye dönerek düşünmeye başladı.

Biçare kadıncağız bu hâlde ne düşünebilir? O fakir adamın kocası olduğunu yalnız kendisi tanımadı ki gördüğü şeyi hayale atfetsin. Herif de karısını tanımıştı. Bu durumda, niçin kendisini reddederek savuşmuş olduğuna hiçbir mana veremeyip işte bu şüphe üzerine çıldıracağı geliyordu.

O gece sabaha kadar Madam İlia’nın gözlerine uyku girmemiş olduğuna inanırsınız ya? Ertesi sabah biraz daha sakin bir hâlde durumu gözden geçirince hükûmete müracaatla Marsilya’nın içinde şu kılıkta bir adam olduğundan aranıp bulunmasını talep edecek olduğu zaman “Eğer kocamı kendim buldurup hükûmete teslim edersem kanına kendim girmiş olmaz mıyım?” mülahazası, kocasının kendisini reddedişine de bir mana verdi. “Mutlaka ben kendisini tanırsam meydana çıkarmış olurum. O zaman da hükûmetin eline geçer diye beni kabul etmedi.” dedi.

Gerçi bu düşünce pek yerinde idi. O kadar yerinde idi ki hatuncağızı mutmain bile edebildi. Ancak sonradan diğer bir mülahaza daha gelerek zihnini bütün bütün perişan etti. “Kocam canından korktuğu için böyle yaptı ise ben de hemen kendisini tutup hükûmete teslim edecek değildim ya? Benim kendisine ne kadar sadık olduğumu bilmez mi? İkimiz baş başa verip buradan kaçmayı kararlaştırdıktan sonra Hasan Mellah’ın dahi yardımları sayesinde nerede olsak rahat rahat yaşayamaz mıydık? O sayeden haydi kendisinin haberi yoktur, diyelim. Beni yalnız ikbal40 hâlinde iken mi zevce tanıyacaktı? İdbar41 hâli, zevceliğimizi de ihlal mi etti?” diye bütün bütün perişan olup kaldı.

O günden sonra Madam İlia her gün şehri gezmeye çıkıp hususi olarak kiralamış olduğu araba ile hemen her gün şehrin gezmedik sokağını bırakmadı. Lakin mümkün olamadı ki kocasına bir daha tesadüf etsin.

Biçare kadıncağız, kâh herifin çıldırmış olmasına kani olmak istiyor kâh artık kendi muhabbetini unutmuş bulunmasına inanmaya yaklaşıyordu ki kocasından görmüş olduğu muamele bu düşüncelerin hepsini de teyit edebilirdi.

Nihayet kabahati erkeğin heveslerine bulmaya başladı. Bir erkeğe hiçbir şekilde inanmanın caiz olmadığını ve hatta Hasan Mellah’ın bile sevdiği kız kim ise aramakta gösterdiği bunca fedakârlığın, sadece bir hevesten ibaret bulunduğuna katiyen hükmederek kocası olacak ikbal ve güzellik heveslisi için bunca vakitten beri döktüğü gözyaşlarının dahi boşuna olduğuna iman etti. Lakin imanı da o kadar kuvvetli değildi. Üzüntü galip geldikçe bu inanca düşer ve üzüntüsünü yenebilecek düşünceler baş gösterdikçe yine eski namuslu hâli ve kocasına olan sevgisi geri gelirdi.

Altıncı Bölüm

Madam İlia’nın kim olduğu, gerek kaptanların ve gerek güverte zabiti Trillo’nun malumu olduğu gibi kadının ne gibi bir emel ve mecburiyet üzerine gemiye gelmiş olduğu dahi birinci kaptanın dönüş gecesi Hasan Mellah ile beraber bulunmuş olmasıyla arkadaşlarına anlattıklarından anlaşılmıştı. Ancak bunların malumatı her hâlde kendilerince bir şey olup hiçbirisi o konuda kadına bir tek söz söylememişlerdi. Madam İlia’ya gelince; gerçi kendi hâlinin herkese malum olduğunu o dahi biliyordu. Ancak hâlini bahis konusu yapmakta hiçbir fayda ümit etmediği cihetle derin derdinden hiçbirisine şikâyette etmezdi.

Birinci kaptan Maltalı olup elli beş yaşını geçmiş kır saçlı bir adam ve ikinci kaptan da yine bu yaşta bir İspanyol idi ki her ikisi de âlemin oldukça sıcağını da soğuğunu da görmüş bulunduklarından Madam İlia’nın hâline gerçekten acıyorlardı. Güverte zabiti Trillo otuz beş kırk yaşında bir İtalyan idi. Madam İlia’nın felaketli hâli acınmayacak bir şey olmadığı cihetle, Trillo dahi acıyordu. Ancak bekâr ve biraz da değil, pek de hovarda-meşrep olduğundan kadın hakkında zihnine hücum eden şeytanları bir türlü yenemiyordu.

Verdiğimiz şu kısa malumattan dahi anlaşılabilir ki Madam İlia’nın her hâl ve hareketine cümleden ziyade dikkat eden yalnız güverte zabiti Trillo idi. Hatta o kadar dikkat ediyordu ki birkaç günden beri madama arız olan perişanlığın bile farkına vardı. Bunun üzerine bir gün geminin kıç tarafında madamın yanına sokulup dereden tepeden söz açtıktan ve Hasan Mellah’ın artık Paris’e varmış ve belki dönüşü dahi yaklaşmış olacağından bahsettikten sonra sözü şu surete döktü:

Trillo: “Keşke çorbacımız sizi de götürseydi.”

Madam: “Niçin?”

Trillo: “Görüyorum ki burada canınız sıkılıyor.”

Madam: “Hayır, sıkıldığı yoktur. Himmetiniz sayesinde pek rahatım.”

Trillo: “Hele bir iki gündür hâlinizin perişanlığı açıkça görülmektedir.”

Madam: (göğüs geçirerek) “Benim hâlim daima perişandır efendim. Benim gibi bir felaketzedenin hâlinde perişanlıktan başka ne olur?”

Trillo: “Evet, derdinizi biliyorum. Gerçi siz hâlde bulunan bir kadına teselli vermek lazımsa da vereceğim tesellinin bir faydası olup olmadığında şüphem vardır.”

Madam: “Sizin bana fiilen gösterdiğiniz insaniyetten büyük, benim için teselli mi olur?”

Trillo: “Olur efendim, olur. Sizin için teselli de olur. Ama işittiğime göre…”

Madam: (dikkati artarak) “Ee, işittiğinize göre?”

Trillo: “Hiç!”

Herifin son lafı üzerine madamın merakını arttıran şey, şayet onun dahi kocası İlia’dan bir malumat almış bulunması ihtimali olmakla, ne işittiğini mutlaka söylemesi hakkında gösterdiği ısrar üzerine Trillo şu cihetten bir söz açtı:

Trillo: “Efendim, ben biraz serbestçe adam olduğumdan korkarım ki laflarım canınızı sıkar.”

Madam: “Serbest adamın lafları, en doğru laflar demek değil midir?”

Trillo: “Bendenizce öyledir.”

Madam: “Öyleyse niçin canımı sıksın?”

Trillo: “Siz kaybolan kocanızı aramaya çıktınız, değil mi?”

Madam: “Ah, evet, öyle!”

Trillo: “Buna bir şey diyemem. Aramaya çıkabilirsiniz. Yalnız size şunu sorarım ki karıya kocasını aramak mı düşer, yoksa kocaya karısını aramak mı?”

Madam: “Güzel söylüyorsunuz ama kocam beni arayamamakta mazurdur.”

Trillo: “Bu konuda sizi tasdik edemeyeceğimden dolayı affınızı rica ederim. Çünkü kocanız sizi başı korkusundan aramıyor, öyle değil mi?”

Madam: “Evet!”

Trillo: “Demek oluyor ki sizi kendi canı kadar sevmiyor. Kendi canını sizden daha ziyade seviyor. Hâlbuki gördüğüme kalırsa siz kocanızı kendi canınızdan ziyade seviyorsunuz. Çünkü…”

Madam: “Ah, ona şüphe mi ister?”

Trillo: “İşte demek oluyor ki muhabbette, fedakârlıkta israf ediyorsunuz. Ben kadın olsam hiç bu israfta bulunmazdım.”

Madam: “Acayip!”

Trillo: “Gördünüz mü efendim serbest adamın doğru lafları canınızı sıkmazsa bile hayretinize sebep oluyor. Fakat zararı yok. Bendeniz yine fikrimi serbestçe söylemekten geri durmam. Size şunu sorarım ki bir adam için karısı mı daha sevgilidir, yoksa anası, babası, kardeşleri mi?”

Madam: “Bana soruyorsanız karısı derim.”

Trillo: “Hayır efendim. Bir kere validenizi, kardeşlerinizi hatırınıza getiriniz de öyle söyleyiniz.”

Madam: “Ah, hepsi sevilir, hepsi!”

Trillo: “Hepsi değil, elbette ana baba daha ziyade sevilir. Zira âlemde gönül her kimi severse onunla eş olabilir. Fakat ana, baba, kardeş olamaz.”

Madam: “Ee, sanki ne demek istiyorsunuz?”

Trillo: “Şunu demek istiyorum ki kocanız anası, babası, bir de kız kardeşini öldürmüş olduğu hâlde…”

Madam: “Ah, namus uğruna öldürdü, namus uğruna.”

Trillo: “Öyle olsun. Lakin o namus dediğiniz zanlar nevinden değil midir?”

Madam: (yüreği çarparak) “Estağfurullah!”

Trillo: “Siz yine fikrinizde sabit olunuz efendim. Ben size fikrinizden dönünüz demiyorum. Namusun zanlar nevinden bir şey olduğunu, her kime olsa o kadar kolay ispat ederim ki şaşarsınız. Kocanız evvela pederini, validesini, kız kardeşini namuslu zannetmişti. Sonra namussuzluğu seçiyorlar zannederek ve bu zan evvelki zanna galebe ederek, o suretle üç katli birden göze aldırdı, değil mi? Hem ana, baba, kız kardeş olarak üç!”

Madam: “Evet ama!..”

Trillo: “Biraz müsaade buyurunuz. Sonraki zannın evvelki zanna galebe ettiğini kabul ettiniz. Biraz orada sabit kalınız. Bu hâlde evvelki zan dediğimiz şey namus değil midir? Öyleyse namus zanlar nevinden sayılmaz mı?”

Biçare Madam İlia, Trillo habisinden işittiği bu sözleri ömrü müddetince kimseden işitmemiş olduğu için zihnine birdenbire durgunluk geldi. Bir iki dakika kadar düşünceler denizinin içinde yuvarlandı kaldı. Sonra şiddetli bir ah ederek yine Trillo’ya dönüp konuşmasını beklediğini sezdiren bir tavır takındı.

Trillo: “Hoş, bilgili bir kadın olduğunuza göre, bu incelikleri sizin de tetkik etmiş olduğunuzdan şüphem yoktur. Şimdi ise sadece mahzun gönlünüzü teselli için demek isterim ki bir kadının kocasına ve bir kocanın karısına sevgi göstermesi gerekir. Hem bu sevgi mukaddestir bile. Hatta bu yolda sizin gösterdiğiniz kadar ve belki de daha ziyade fedakârlık bile gösterip can vermeli de evliliğin namusuna zarar getirmemeli. Lakin sevginin, fedakârlığın bu derecesi iki taraflı olması lazım değil, âdeta şart ve farzdır. Hatta bu her ikisi için de hem şart hem de farzdır. Eğer kocanız, Allah korusun, prangada veya zindanda bulunsa ne kadar üzülür ve ne kadar matem tutarsanız yeridir. Ancak şimdi siz bir koca için matem tutuyorsunuz ki kaçaktır ve sizi aramaya erkeklik kuvveti mutlaka kâfi iken siz karılık zaafıyla onu arıyorsunuz. Onun sizi terk edip gitmesi başı korkusundan, sizin onu aramak için bunca zahmeti göze aldırmanız yalnız sevginiz icabından olmasına bakılırsa serbest bir adamın kocanıza, aferin diyemeyeceğini ve böyle bir koca için sizin dahi bu kadar dertli bir hâlde kalmanızı beğenmeyeceğini arz etmekten geri duramam.”

O gün ilk defaya mahsus olmak üzere Trillo bahsi burada kesti. Şimdi bu bahsin Madam İlia’ya olan tesirlerine gelelim.

Şeytan herifin beyan ettiği şeyler, zayıf yürekli bir kadının zihnini gereği gibi çelecek kuvvete haizdir.

Madam İlia ise daha önce kocasına kilisede rast geldiği ve kendisini tanıdığı hâlde herifin ret ile savuşup gitmesi üzerine zaten perişan olan fikrini nasıl yeneceğini bilemiyordu. Kocasının sadakat ve fedakârlığının derecesini zaten nazarında belirlemeye başlamış olduğu hâlde bir de Trillo’nun muhakemesini görünce “Bu Trillo’nun yerden göğe kadar hakkı var. Beni arayıp bulmak ve kaçacağı varsa beraber kaçarak yine hâlimize göre birlikte yaşamak yolu varken sadece kendi başının korkusundan ötürü beni aramadıktan başka ben onu bulmuşken bile göğsümden kakıp kaçan, giden kocanın derdiyle bu kadar yanmak âdeta ahmaklıktır. Biraz kendimi geniş tutmalıyım.” suretinde karar vermişti.

Ne yazık ki, hatta yüz binler defa yazık ki, bir kadının namus konusundaki mukaddes titizliğine bu kadarcık halel gelmesi, onun bütün bütün bozulup gitmesi için yetip de artmıştı!

Mevcut milletlerin bazılarının, kadınları erkeklerden kaçırıp bazılarının kaçırmamasında olan fayda ve zararı muhakeme eden bazı eksik fikirli filozoflar, kadınların örtü altına konulmasının, âdeta kıskançlıktan gelir bir nevi taassup olduğuna hükmederler. Ancak işte Madam İlia gibi bir kadının namus konusundaki temiz titizliğini bozmak bu kadar kolay bir iş olduğu hâlde, bu gibi bozulmalara karşı doğuştan meyilli bulunan kadınların ne kadar basit şeytanlıklara mahvolup gideceğini düşünmelidir.

Güverte zabiti Trillo, Madam İlia’ya arz ettiği felsefi nutuktan sonra kadının tavrında görülecek değişikliğe dikkat etmeye başladı.

Gördü mü dersiniz?

Ziyadesiyle gördü. Hatta aradan iki gün geçmeden Madam İlia herifi yanına çağırıp “Monsieur Trillo, lakırtınızı pek haklı buldum ama inşallah kocamı ele geçireceğim hakkındaki ümitlerimi teyit edecek rüyalar dahi görüyorum.” yollu bir girişle herifi yine sohbete davet etmişti. Trillo, Madam İlia’da bu gevşemeyi görünce fikir ve hayallerinin gerçekleşeceğine güveni artarak büyük bir emniyet ve kararlılıkla:

Trillo: “Vallahi efendim, ben sizin hâlinize acıdığımdan öyle söyledim. Sizin gibi henüz pek genç ve tam zevk edecek çağda bir kadını öyle, dünyasından bezmiş bir hâlde görmek elbette bana tesir eder. Bir kere de âlemde emsalinizden ibret alınız. Kocaları yanında ve safaları yerinde kadınların bile eğlenceleri yolunda dakika kaybetmediklerini görünüz.”

Madam: “Dünyada namussuz aşüfte mi ararsınız?”

Trillo: “Hakkınız yoktur diyemem. Öylesi de var. Fakat bu namus bağıyla yalnız kadınlar mı bağlı olur? Gösteriniz bana bir erkek ki eline fırsat düştüğünde namusu o fırsatı kaçırmasına sebep olsun.”

Madam: “Erkeklerde bu kadar iffetli adam nadir bulunur.”

Trillo: “Kadınlardan çokça bulunmasının sebebi ise doğrusunu isterseniz kadınların akılsızlığıdır. Vallahi efendim, namus bence vazifedir. İnsan vazifesinden harice çıkmaz veyahut çıktığını kimseye duyurmazsa namusu da zarar görmez inancındayım. Bir kere düşününüz. Dünyada bir emele nail olmayı kim istemez? Yalnız meydana sırrım çıkar da rezil olurum diye nefsini meneder. Eğer insan kendi sırrını kendi sakladığı kadar başkasının da saklayacağına emin olursa mutlaka iradesi elden gider.”

Herifin lakırtıyı bu yola dökmesiyle beraber Madam İlia’nın çehresinde o kadar kabul alametleri görüldü ki âdeta Trillo arzusunun hasıl olacağına hiç şüphe etmemeye başladı. Ancak o aralık birinci kaptanın yanlarına gelmesiyle âdeta pişmiş aşa soğuk su katmış oldu.

Madam İlia, kaptan ile de güzel güzel konuşup bir hayli vakit geçirdikten sonra kamarasına inerek kendi kendisine düşünmeye başladı. Kâh öyle birtakım namuslu duygulara mağlup oluyordu ki dünyada, her şehvetine düşkün kimsenin hırsını dindirmek için kendini vakfetmiş olan kadınların geberip gitmelerini bir nimet olarak kabul eder ve Trillo’yu da namus binasının zelzelesi, ölüm ateşinin rüzgârı, temizlik ve günahsızlık gemisinin borası gibi görüp günahsızlık gibi melekçesine bir duyguyu onun şehvet duygusu gibi şeytanca bir duyguya yaklaştırmak doğru olmayacağı için bir daha herifin yüzüne bakmamak kararını alırdı ve kâh olurdu ki kendi şehvet duygularına mağlup olarak Trillo’nun dediği gibi gerek namus ve gerek ırz denilen şeyin zanlar nevinden olduğunu düşünmekle sır meydana çıkmayacak olduktan sonra âlemde zevk etmeye kimin mâni olacağını hesap ederek hazır şu Trillo oldukça genç ve parlacık bir adamken sohbeti ile müstefit olmak kararını verirdi ki bu son kararıyla hırsından gerinmeye ve esnemeye başlardı.

Meselenin üzerinden birkaç gün daha geçti. Birkaç gün değil, birkaç hafta dahi geçti. Temizliğin ve günahsızlığın manevi kuvveti ile şehvetin kuvveti pençe pençeye cenkleşmekten vazgeçmediğine ve bu muharebede tarafların henüz barış yapmadıkları için Madam İlia, âdeta iki köy arasında kalmış ahuya benzedi.

Birkaç defa daha Trillo ile sohbetler etti. Habisin her sohbeti, âdeta temizlik kahramanının bir damarını kesmek yerine geçiyordu. Nihayet o kahraman hükümdar tam aciz kalarak düşmanının kahramanca üstün gelmeye başladığını da Trillo layığıyla anlamış olduğundan bir gece halk yerli yerine çekildikten sonra kalkıp Madam İlia’nın dairesine doğru yürüdü.

Madam İlia henüz yatmamış idiyse de kanepesi üzerine serilip yine iffet ve şehvet muharebelerini seyrederdi. Kapı açılıp da Trillo’nun içeriye girmesi, tam melekçe temizliğin yenildiği zamana tesadüf ettiği için herifi görünce bu vakit kamarasında ne gezdiğini sormaya davrandıysa da vücuduna bir titreme ve diline bir ağırlık gelip tir tir titremekten başka bir şeye muvaffak olamadığını gördü.

İyi ya, artık ne gibi bir manevi hissin zorlaması ve baskısı ile Madam İlia, o gece sabaha kadar hüngür hüngür ağladı?

Evet, ağladı. Çünkü düşüncesi ve muhakemesi de iffet ve namusuyla beraber ayaklar altında çiğnenmemişti. İnsan bir saniye evvel kendisini melek, vücudunu nur görüp durduğu hâlde kendinden geçmekten ibaret olan bir saniyelik şehvet müddetinden sonra, kendisini ifrit, vücudunu leş olmuş görünce elbette bu hâl gayretine dokunur.

Elbette ağlar!

Gayreti dahi muzmahil42 oluncaya kadar ağlar!

Eyvah! Eyvah ki bir kere gayret dahi muzmahil olursa artık onun nazarında cihan muzmahil olsa dahi bir tesiri kalmaz.

(Beşinci Kitap’ın Sonu)

ALTINCI KİTAP

Birinci Bölüm

Miladi 1790 senesi Eylül’ünün on birinci günü Paris’te, Hotel de Moscova denilen misafirhanenin umumi yemek salonunda, hazır bulunan kadın erkek, yirmi kadar zevat arasında gayet sıcak bir sohbet cereyan ediyordu. Bu sohbette Michelet namında bir ihtiyar Fransız ortaya bir iddia atmış görünüp Feuerbach namındaki bir Alman ile Desters isminde bir İngiliz de bu iddiaya karşılık veriyor ve başkaları sohbetin nasıl cereyan ettiğine dikkat ederek aralıkta bir onlar arasında da söz söyleyen oluyordu.

Sohbetin mahiyeti aşk ve alaka denilen şeyden ibaret olup bu konuda Michelet’nin iddiasının içeriği şu şekilde özetlenebilir:

“Yaşım altmışı geçti. Bu ömrüm müddetince aşk ve alaka âleminin ayak atmadık hiçbir köşesini bırakmadım. Hatta bir aralık izdivaç dahi ederek… Artık bereket versin diyeyim ki zevcem birkaç seneden sonra vefat edip gittiği cihetle beni serbest bıraktı. Yani demek isterim ki sevginin o cihetini dahi gördüm. Bu uzun müddette edindiğim tecrübelerimden şunu anladım ki aşk denilen şey âdeta insanın kendi kendisini aldatmasından ibaret. Ama nasıl aldatış? Yalnız ‘Filan kadın beni seviyor.’ diye aldatmak değil. ‘Ben filan kadını seviyorum.’ diye de kendi kendisini aldatır. Hem de o kadar aldatıyor ki sevdiği uğrunda canını ortaya koymayı da göze aldırıyor. Gerçi bu fedakârlığı esirgemiyor. Siz âlemde budala mı ararsınız? O yolda canını feda etmiş olanlar pek çoktur. Ancak bilmiş olunuz ki herif mutlaka aşk yolunda canını feda etmiyor. Sadece kendisini aldatmış olduğu meydana çıkınca o kadar mahcubiyete dayanamayacağından dolayı canına kıyıp kurtulmak vadisine sapıyor. Yoksa âşık olan niçin canına kıyacak? Aşkta sebatının zoruyla mı? Hâlbuki canına kıydığı anda, aşk dahi hayatıyla beraber elden çıkıp gitmeyecek mi? Eğer canına kıyan budala, ahmak olup da bu hesabı edemezse zaten onun hareketi kaleme gelmeyeceğinden, o herifin canına kıymasını âdeta eşekliğine yormalıdır. Yok, eğer ettiği hareketin yönünü, niteliğini ve ehemmiyetini bilir bir adam ise o da kani olmalıdır ki kendisini aşk yolunda öldürmeyip sadece mahcubiyet zoruyla öldürmektedir.”

На страницу:
15 из 17