bannerbanner
Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar
Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar

Полная версия

Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
12 из 17

Biçare çocuk konağa girip girmemekte şaşkın kalarak oralarda gezinirken konak kapısından bir kalabalığın çıkmakta olduğunu görünce o tarafa dikkatlice baktı. Yakup el Deca’ sırmalar içine boğulmuş olduğu hâlde, güzel bir ata binmiş ve oralarda bulunanlardan anladığına göre, şah sarayına musahiplik görevini ifa etmeye gitmekteydi. Hasan, adamın o gururlu tavrını görünce derinden bir ah çekti. Hele babası zamanından beri her sabah sadaka almaya alışarak merhumun şehit edildiği günden beri her gün defettikleri hâlde, hâlâ ümitlerini kesememekte bulunan beş on kadar dilenciyi görünce Yakup el Deca’ “Canım şu gelenleri niçin kovmuyorsunuz? Her gün beni rahatsız ediyorlar!” diye melunca bir tavırla fukarayı rencide etmesi Hasan’a bütün bütün dert koydu. Yakup çıkıp gittikten sonra arkası sıra yine mükellef bir ata binmiş olduğu hâlde Dominico Badia, namıdiğer Pavlos’un dahi konaktan çıktığını gördü. Gerçi Hasan o zamana kadar henüz Pavlos’u görmüş, tanımış değildi. Ancak Giovanni yanında görmüş olduğu resmi layığıyla ezberlemiş olduğundan habisi gördüğü anda tanıdı.

Hasan o gün memleketi enine boyuna gezerek, vaktiyle cumadan cumaya konağa gelip babasının eteğini öperek, birkaç iltifata mazhar olmayı nimet bilen bazı kimseleri gördü. Her birini gördükçe bir başka yolda üzülüyordu. En garibi şurası ki kendi ailesinin fertleri hayli kalabalık olduğu hâlde bunlardan hiçbir kimseye rast gelmiyordu. Nasıl rast gelsin ki, en çoğu isyan sırasında mazlumca şehit edilmiş ve kalanları dahi başlarını alıp birer tarafa savuşmuş idi.

Şehrin her tarafını gezip ahvali gözden geçirdikten sonra akşamüzeri misafir olduğu hana geldi ve akşama ne yemek istediğini suale gelen hancıya, ne yemek olursa olsun kabul edeceğini beyan ettikten sonra herif ile aşağıdaki gibi konuşmaya başladı.

Hasan: “Sen kaç seneden beri buradasın?”

Hancı: “Kaç seneden beri anamdan doğmuş isem o kadar seneden beri buradayım.”

Hasan: “Demek oluyor ki buralısın?”

Hancı: “Evet efendim, öyle demek.”

Hasan: “Burada bir Yakup el Deca’ varmış bilir misin?”

Hancı: “Birkaç seneye kadar bilmezdik, birkaç seneden beri öğrendik.”

Hasan: “Lakin sen ne tuhaf bir adamsın. Her lakırtına insanın güleceği geliyor.”

Hancı: “Ağlayacağı gelmesin de güleceği gelsin, zararı yok.”

Hasan: “Ee, Yakup el Deca’ nasıl bir adamdır, kibardan bir şey midir?”

Hancı: “Eğer kibarlık zenginlikten, zenginlik de cana kıymaktan ibaret ise kibardır.”

Hasan: “Ne demek, sen âdeta kinayeli lakırtı söylemeye başladın ya!”

Hancı: “Kinayesi, filanı yok. Herif Sidi Osman’ın soytarısı iken zavallı adamcağızın evini barkını berbat edip şimdi kendi karşısında birtakım soytarılar takla atmakta ve efendimiz pek kibar olduğundan atılan taklaları beğenmedikçe herkesçe bilinen maharetine dayanarak kendisi düzeltmektedir.”

Herifin şu son lakırtısına dahi ihtimal ki gülmek mümkündü. Lakin bu lakırtı Hasan’a pek fena tesir ettiğinden çocuğa tebessüm hâli vaki olmadı. İçinden bir ah edip yine sözüne devam etti.

Hasan: “Sidi Osman için zavallı diyorsun, bu adam kimdir? Ben onu bilmiyorum.”

Hancı: “Bilinecek bir adam vardı, siz onu bilmiyorsunuz. Zavallıdır zahir. Herif dünyada melek gibi adam iken şeytanların bile layık olmadığı bir alçaklıkla katledildi.”

Hasan: “Kim katletti?”

Hancı: “Yakup el Deca’, kendi soytarısı.”

Hasan: “Acayip, öyleyse Yakup kısas edildi mi?”

Hancı: “Gördünüz mü bir kere, işte siz tuhaf söylüyorsunuz. Bir adam Fas padişahının has soytarısı olur da kısas edilir mi?”

Hasan: “Öyleyse kendisini herkes seviyor demek.”

Hancı: “Onu bilmem. Yusuf Nişâr’dan sormalı.”

İşte bu Yusuf Nişâr ismi, Hasan’ın kanını başına sıçratacak bir isimdi. Bu ismi işitir işitmez bir kere benzi atıp yine derhâl kendisini toplayarak sözüne devam etti.

Hasan: “Bu Yusuf Nişâr kim oluyor?”

Hancı: “Yusuf Nişâr, demin dediğim Sidi Osman’ın emektarlarından birisidir. Osman’ı bu Yakup el Deca’ katlettiği zaman Yusuf Nişâr ile bir de Sidi Osman’ın kardeşi Sidi Hamdan’ın -adı pek hatırıma gelmiyor fakat İspanyol- bir uşağı Yakup’tan intikama kalkıştılar. Fakat bir iş beceremediler. Yakup bunların ikisini de yakalayıp kafalarını kesmeye hazırlanmıştı. Nasılsa Sidi Osman’ın eski bendelerinden bir adam kendilerini kurtardı. Yani Yakup’un hapsinden kaçırdı.”

Sidi Hamdan’ın uşağı olan İspanyol’un ismini hancı bilmediği cihetle, Hasan’a haber verememiş idiyse de biz bu hikâyenin yazarı olmak sıfatıyla okuyucularımıza haber verebiliriz ki bu İspanyol, Hasan Mellah’ın haydutlar gemisinde tesadüf etmiş olduğu Alonzo’dur. Hoş, ihtimal ki bunu Hasan da bilir ya? Yusuf Nişâr’ı mutlaka bilir. Çünkü Yusuf Nişâr, Hasan’ın kundağını kucağında gezdirip büyüdüğü zaman dahi dizleri üzerinden indirmediği bir adamdır. Hasan hancıyı sorgulamaya devam etti.

Hasan: “Bu iki intikamcı kaçtılar ha?”

Hancı: “Hayır, kaçamadılar, onları kaçırdılar.”

Hasan: “Neyse, şimdi acaba bu Yakup el Deca’nın, bahsi geçen Yusuf Nişâr gibi başka dostları daha yok mudur?”

Hancı: “Vallahi pek bilemem. Lakin şimdi zaptiyelik etmekte bulunan Akrep isminde bir herif vardır ki o da Sidi Osman’ın kölelerindendir. Sidi Osman’ın kölelerinin, efendilerinden gördükleri nihayetsiz nimetin hakkı olarak mutlaka intikam sevdasında olacaklarını kestirebilirim. Hem bizim nemize lazım? Artık bu lakırtıyı bırakalım, şayet bir işiten olursa belasını çekeriz.”

Hancı şu son lakırtısıyla gösterdiği ihtiyatı, en evvel göstermek lazımdı. Lakin herif feleğe bel bükmez, hür kimselerden bulunduğu için, ta Akrep’in ismini verinceye kadar bu ihtiyata lüzum görmeyip ondan sonra kim bilir ne gibi düşüncelerden dolayı lakırtının önünü kapattı.

Hasan bu Akrep’in kim olduğunu ve babasına ne kadar muhabbetli kölelerden bulunduğunu bildiği cihetle onun ismini almaktan derecesiz memnun olmuştu. O geceyi bu hâl ile geçirdi. Ertesi sabah hükûmet konağına gidip sora sora Akrep’i buldu. Hatta Akrep’e kendisini tanıttırmaya dahi lüzum kalmadı. Herif velinimetzadesini derhâl tanıyıp gözleri yaş ile dolduğu hâlde bir kenara çekerek ne cesaretle oraya gelmiş olduğundan bahse kalkıştı. Hasan nasıl bir karar ile geldiğine dair pek kısa bir bilgi verip Akrep’i o akşam hana davet etti.

Bunlar handa yiyip içtikten sonra Hasan, Yakup el Deca’da olan babasının hakkını başka türlü almak mümkün olamayacağından bahisle, şeran ve örfen hakkı olan intikamı kendisi almak lazım olduğunu ve bu yolda ise en sadık hizmetçisinin yardımına muhtaç bulunduğunu anlattı. Hâlbuki Akrep’i intikama sevk için bu kadar söze gerek dahi yoktu. Herif velinimetinin katilleri aleyhine diş bilemekte olduğu için Hasan’ın teklifini derhâl kabul etti. Bunlar o gece işe nasıl girişeceklerini konuştular, kararlaştırdılar. Ertesi günü yine birbiriyle buluşup müzakereyi tekrar ederek o akşam dahi handa birlikte yemek yediler. Hasan adam öldürmek için gereken edevatı daha gündüzden tedarik etmişti. Akrep ise zaptiye bulunmak hasebiyle zaten silahlı olmakla güneşin batışından üç saat kadar sonra ikisi birlikte kalkıp sokağa çıktılar.

Beşinci Bölüm

Yakup el Deca’ gibi bir herifin düşmanları düşman oldukları gibi, dost zannettiği adamların dahi böyle kolaylıkla ele geçirmiş olduğu bir servetin gıbta-keşleri olacağı, pek küçük bir düşünme ile malum olur. Dolayısıyla Yakup, can güvenliğini sağlamak için memleketin subaşısı, yani zaptiye memuru olan zata emir vererek her gece şehir içinde dolaşmak için çıkarılan üç kol zaptiyenin bir kolunu, sabaha kadar kendi konağı etrafında gezdirip dolaştırıyordu.

Akrep ile Hasan Mellah konak civarına kadar geldiler. Bir çeşme başında durup etrafa kulak verdiler. Koldan ses seda yoktu. Hasan Mellah hemen ileriye gidilmesi fikrindeydi. Akrep ise koldan bir haber almayınca ileriye varılmamasını tercih etti. Bunlar şu sohbettelerken sokağın alt başından silah şakırtıları ve ayak patırtıları işitilip kolun geçmekte olduğu anlaşıldı. Bunlar, kol geçer geçmez sıkıca yürüyerek kola yaklaştılar ve kırk elli adım kadar arkaları sıra gidip tam kolun hangi sokaklardan dolaşarak konağın etrafını dolaşacaklarını anladıktan sonra gerisin geriye dönerek doğru Yakup el Deca’nın kapısına gelip çaldılar. Kapıcı kapıyı açıp içeriye bir zaptiye ile som sırma içinde bir zat girdiğini ve kendi söylediklerine göre bunların şah tarafından geldiğini anlayınca divanhaneye kadar çıkmalarına engel olmadı.

Hasan, kapıcının kendisini tanımasından pek korkmuş idi. Ancak herif, ihtiyar ve bunak bir şey olduğu için iki gün evvel gelen bir adamı gece hâliyle tanımadı.

Akrep ile Hasan yukarıya çıktılar. Yakup henüz haremine girmeyip pek sevdiği dostu Dominico Badia, yani mahut Pavlos oturmuş, satranç oynuyorlardı. Akrep, Hasan’a “Sen dur! Beni ve özellikle kendini muhafaza et.” diye kulağına fısıldayıp odanın kapısına doğru doğruldu ve kapı önünde bulunan uşaklara Hasan’ın şah tarafından gelip Yakup huzuruna gideceğini ve fakat bunun için evvela Yakup’tan izin alınmasını söyledi.

Uşak, Yakup’un huzuruna girerken Zaptiye Akrep dahi arkası sıra sokulmuştu. Uşak, tam izin alıp da gelenleri huzura sokmak için gerisine döner dönmez omzu üzerinde şimşek gibi bir ateş parlayarak kıyamet gibi bir şey patladığını görünce dizleri üzerine yığılıp kalmıştı. İlk tabancayı müteakip Akrep bir tabanca daha atıp dışarıdan uşaklar hücum ederken kendisi dahi dışarıya fırlamak azmine müsaraat gösterdi. Bu aralık Hasan dahi hançerini çekip hücum etmişse de biçare Akrep’in oda kapısı eşiğinde leşini gördü.

Uşaklar, artık ruhsuz kalıbı kalmış olan Akrep’i hâlâ hançerliyorlardı. Hasan’ın “Ne yapıyorsunuz. Yakup el Deca’ için bu suikast sultanın emri ile vuku buldu. Ben saray tarafından gelmişim.” demesiyle, bu “sultanın emri” ve “saray” sözleri uşaklara bir perişanlık verdi. Hasan ise oda içine göz gezdirip Yakup’un mum iskemlesi üzerine leşinin yuvarlanmış olduğunu görmüştü. Bu telaş arasında ve fakat hançeri elinde olarak merdivenden indi. Akrep için ağlayarak kapıdan çıkıp güya sultanın sarayına dönüyormuşçasına rahat rahat hana döndü.

Hasan için o gece şehirden çıkmak vacipti. Ancak hancıya vesaireye kötü bir fikir vermemek için telaş göstermedi. Kendisi yatağında yatmakta olsun, o gece Yakup el Deca’nın uşakları, efendilerinin başını kendi elleriyle kesip güya saraydan gelen memur işin bu cihetini unutmuş da onlar ifa ediyorlarmış gibi usulü ile tabağa koyarak saraya götürdüler. Bir de sarayın büyük memurları tarafından Yakup el Deca’ hakkında öyle bir emir verilmediği beyan edilince herkeste bir şaşkınlık oldu fakat bazı çabuk kavrayışlı kimseler kazara vurulan zaptiyeyi gözden geçirip ve onun o gün kim ile görüştüğünü araştırarak üstü başı temiz ve bir handa misafir kalan güzel yüzlü bir adam ile görüştüğünü haber almalarıyla ve Yakup el Deca’nın uşakları dahi bahsi geçen zaptiyenin, yine bu adamla konağa gelmiş olduğunu beyan etmeleriyle hemen hanları araştırmaya adamlar çıkardılar. Bir adam dahi Hasan’ın ikamet ettiği hana gelmiş ve hancıyı uykudan kaldırıp misafirini ve misafirler içinde filan kılıkta bir adam olup olmadığını sormuştu. Gece yarısı uyku sersemliğiyle uyanan hancıya meram anlatmak pek güç oldu. Bereket versin ki güç oldu. Zira hancı “Ne istiyorsunuz? Kimi istiyorsunuz, niçin istiyorsunuz?” diye sözü uzatması cihetiyle gelen adam Yakup el Deca’nın hile ile vurulduğuna varıncaya kadar izahat vermeye mecbur olunca hancı Hasan’ın önceden Yakup hakkında sormuş olduğu suallerden işi anlamış ve hâlbuki o dahi Yakup’un velinimeti demek olan Sidi Osman’ı eşkıyaca öldürerek malıyla kibarlaşmış olmasına patlayıp yanan hasetlerden bulunmuş olduğu cihetle “Bizim hana öyle adam gelmez. Burada öyle adam yoktur!” diye bir türlü kapıyı açmamıştı.

Gelen memuru böylece defettikten sonra, hemen Hasan’ın yanına gidip “Çok söz söylemeye gerek yok. Hayvanınızı hazırlamaya gidiyorum. Borcunuz tahminen dört talere vardı. Bir yandan paraları veriniz, bir yandan kaçıp başınızı kurtarmaya bakınız. Zira işi anladım ki memleketi bir beladan kurtardığınız için memnun da kaldık!” dedi. Ve Hasan ona karşılık olarak tebessümden başka bir hâl göstermeyip, herifin hizmetinin mükâfatı olarak da beş on altın verip atına binerek han kapısından çıktı.

Meğer gelen adam han kapısından defolduğu zaman hükûmete gidip filan handa şüphesi var ise de hancıya kapıyı açtıramadığını söylemiş ve gereğine göre zora başvurulmasına dahi müracaat edilmek için yanına beş on adam katarak tekrar gönderilmiş imiş. Hasan kapıdan çıkarken gelen adamlara tesadüf etti ve içlerinden birisi o gün Hasan’ı, vefat eden Akrep ile beraber gördüğü cihetle tanıyarak “İşte aradığımız adam budur!” demesiyle beraber zaptiyeler silaha sarıldılar. Bir iyisi ki şehir içindeydi. Hasan asla telaş göstermeyip ve vakit de kaybetmeyip atı üzengileyerek arkasından silahlar patlamış olduğu zaman o da sokağı dönmüş bulundu.

Biz fikrimizi Hasan ile beraber şehirden çıkardığımız için Hasan’dan sonra hancıya ne yaptıklarını bilemeyiz. Bildiğimiz şey şu ki Hasan şehrin dışına fırladığı zaman, eğer Tanca yolunu tutacak olursa arkasından geldikleri takdirde mutlaka kendisinin Tanca’ya doğru kaçacağına inanacaklarını düşünerek atının dizginini Melile yönüne çevirdi. Gerçi Hasan’ın bu hesabı pek akıllıca bir hesaptı. Ancak durum Fas padişahına aksedip de takibe adam çıkarılması kararlaştığı zaman Hasan’ın ya Tanca’ya ya Melile veyahut çöl tarafına, yani bedeviler içine kaçacağı hesap edilmiş olduğundan şu üç cihete kol çıkarmışlardı.

Takibe çıkan atlılar Hasan’dan ferah ferah bir buçuk saat sonra ancak çıkabilmişlerdi. Fakat Hasan hayvanı pek zorlar ise belki hayvanın da yoldan kalacağı hesabıyla dörtnala gitmekte bulunmasından ve takibe çıkanlar ise yanlarında bulunan yedek hayvanlarına dahi güvenerek alabildiklerine sürdüklerinden Hasan her beş on dakikada bir arkasına baktığı gibi öğle vakitlerinde yine bakınca bir saat kadar mesafeden birkaç atlı tozu belirmekte olduğunu gördü ve bunların kendisini takibe gelenler olmaması ihtimali de aklına gelmiş idiyse de şayet takipçiler ise yakayı ele vermemek için hayvanını mahmuzlayıp o da sürati arttırdı.

Hasan hayvanın o kadar süratiyle bir saat kadar gittikten sonra arkasına bakarak evvelki gördüğü tozlardan eser göremeyince “Mutlaka beni takibe gelenler değil, herhâlde yolcularmış.” diye hem müsterih olmuş hem de hayvanını yolunu yine kesmişti. Lakin bir çeyrek kadar sonra tozların değil atlıların bile daha yakından takibe gelmekte bulunduklarını anlayarak artık var vaktiyle kaçmaya başladı. Bu defa dahi süvarileri gözden kaybettiyse de süratini bozmayıp bir müddet daha devam etti.

Gerçi altındaki hayvan cins idi. Lakin bu kadar sürate cins hayvan dahi tahammül edemeyerek biçare hayvan acizlik göstermeye başladı. Eğer gündüz devam etmiş olaydı ihtimal ki Hasan yakayı ele verirdi. Bir iyisi ki akşam yaklaşıp biraz sonra da ortalık karardığından gecenin karanlığı içinde dost da düşman da gözden kayboldu.

Kaçışı esnasında çocuğun gönlünden geçenleri burada tasvir etmek pek de mümkün değildir. Zira yakayı ele verdiği hâlde başına gelecek eziyeti düşündükçe kendini kaybetmek derecelerine geliyordu. Böyle bir hâlde bulunan bir çocuğun yüreğinden neler geçmez ki hatta kaydı mümkün olabilsin?

Saat üçten25 sonraydı ki Hasan artık hayvanda güç ve takatin kesilmiş olduğunu görerek indi ve hayvanı yedeğine alarak yavaş yavaş yürümeye başladı. Yarım saat kadar bu suretle yürüdü. Bir de bu aralık pek yakın yerden dörtnala giden atların ayak patırtılarını işitmesin mi? Dondu kaldı, atlılar geldiler çattılar. “Gitse gitse Melile’ye gider, ona da dört beş saatlik mesafe kaldı. Haydi sürelim.” yollu birkaç ses dahi işiterek bütün bütün aklı başından gitmişti!..

Çok şükür Cenabıhakk’a ki gece karanlığı cihetiyle herifler Hasan’ı göremediler. Hasan bunların tuttukları istikamete dikkat ederek o istikametin doğruca Melile’ye varacağını anladıktan sonra kendisi biraz daha sağ tarafına istikametini çevirerek Melile’nin alt tarafından sahili bulmak azmine düştü.

Herifler tam uzaklaştıktan sonra Hasan daha ziyade bir istirahatle yaya olarak yoluna devam etti. Bu suretle gide gide ta sabaha kadar gitti. Açlık ve uykusuzluk canına işlemişti. Lakin artık arkasından takip edip duran beladan kurtulmuş olduğu emniyeti, yine yolda devam etmeye kuvvet veriyordu.

Meğer Melile tarafına giden herifler birkaç saat sonra oraya varmışlar. Derhâl edilmesi mümkün olan araştırmayı yapıp Hasan’ın oraya gelmemiş olduğunu anladıktan sonra, içlerinden birisi belki ertesi gün gelirse hemen yapılması emredilen görevi yerine getirmek üzere Melile’de kalıp diğerleri dahi Melile’nin alt tarafında bulunduğunu yukarıda haber vermiş olduğumuz liman tarafına yönelmişler. Zira o limanda yaz kış bazı gemilerin eksik olmayacağı umulur idi.

Tam sabah olarak güneş dahi henüz kış güneşi olmak üzere mahzun mahzun doğmuştu. Hasan artık oldukça dinlenmiş ve yalnız açlık ızdırabını çekmekte bulunmuş olan hayvanın üzerine binip eştirmekte26 bulunmuştu. Bir de bu kere sol cihetten ayrılmayan gözleri uzaktan uzağa birbiri ardınca gelen sekiz on atlıya ilişmesin mi? Bunları derhâl tanıdı. Kendisi dahi hayvanı dörtnala kaldırdı. Hayvan ilk hızıyla yıldırım gibi giderek Hasan atlıları yine gözden kaybetmişti. Ancak bu defa süratini hiç bozmadı. Gitti, gitti, uzaktan iç açıcı bir alan gibi bakışları süsleyen deniz Hasan’ın yüreğine daha da kuvvet vererek hele limanın içinde bir ufak gemi görünce bütün bütün gayreti artıp hayvanın olanca süratini koşuyordu. Çünkü bu geminin Pavlos Kumpanyasına ait gemilerden olduğunu dahi ümit etmek Hasan için aşikâr idi.

İşte bu hızla giderken deniz kıyısına varınca denizin çalkalanmasından meydana gelen iki buçuk arşın yüksekliğindeki yardan aşağıya tekerlendiği ve kendisi hayvanın altında kaldığı cihetle zavallı çocuk, kendisinden geçip gitmiş ve bu baygınlıktan gözlerini açtığı zaman da kendisini o korsan gemisinde bulmuştu.

(Dördüncü Kitap’ın Sonu)

BEŞİNCİ KİTAP

Birinci Bölüm

Bundan evvelki kitapta biz Hasan Mellah’ın, Fas macerasını yazarken biçare çocuk nerede ve ne hâldeydi hatırınızda tutuyor musunuz? Pavlos haini canını almaktan daha beter demek olan cananını kapıp ufuklarının genişliğini bakışların kavrayamadığı bir deniz üzerine çıkmış olduğu cihetle Hasan dahi arkasından takip ederek deniz üzerine çıkmış ve fakat ne tarafa gideceğini bilemeyerek hayret içinde kalmıştı. Hele bu aralık bir an oldu ki Hasan, hayretle beraber kederli bir ümitsizliğin dahi etrafını almış olduğunu gördü. Zira ta denize çıkıncaya kadar asla hatırına gelmemiş olduğu hâlde denize çıktıktan sonra Pavlos’un belki Cuzella’yı denize çıkarmayıp ya şehir içinde saklamış veyahut karada bir yere götürmüş olması ihtimali hatırına geldi. Hasan’ın durumunda ve yerinde bulunan bir adam için bu ihtimal ümitsizlik ve keder verecek bir ihtimal değil midir? Hele çok şükür ki Pavlos’un İspanya devletince ele geçtiği anda cezaya çaptırılacak bir adam olması dahi o an hatırına gelerek, ortada şöyle bir mâni varken onun denizden başka kendisine bir sığınma yeri bulamayacağına hükmederek çocuk biraz teselli buldu. Hatta Hasan takip ettiğine mutlaka yetişmek yolunu bulmak için hayretini dahi defe çalışarak bu yolu düşünmeye başladı. Buldu mu?

Kesin olarak bulamadıysa da yakin27 olsun hasıl etti. O gece esen rüzgâr, güneybatı rüzgârı olduğundan düşmanı şayet Fransa kıyılarına daha evvel varabileceği hesabıyla, bu rüzgârı pupaya alarak o tarafa yönelmiştir, diye rüzgârı pupasına alıp kuzeybatıya doğru dümen doğrulttu.

Elindeki gemi fena bir gemi olmadığı cihetle yıldırım gibi gidiyor idiyse de Hasan’ın içi içine sığmadığından güverte üzerinde bir aşağı beş yukarı gezinerek o kadar göğüsler geçiriyor, o kadar şiddetli soluklar alıyordu ki görenler, güya nefesini dahi yelkenlere doldurup geminin bir kat daha süratine çalışıyor zannederdi. Bu süratle sabaha kadar yola devam etti. Ancak sabah vakti güneşin doğuşuyla beraber rüzgâr düşüp doğduktan sonra da bir daha evvelki şiddetini bulamayınca Hasan’ın ümitsizliği yine baş gösterdi. Kâh önünde giden düşmanının da havasını kaybederek kaçış hızının azalmış olacağını hesapla yüreğine ümit ve rahatlık vermeye çalışıyordu kâh eğer düşmanı akşamüzeri hareket etmiş ise şimdiye kadar Fransa kıyılarını bulmuş olacağı hesabıyla ümitsizliğini arttırdıkça arttırıyordu. Rüzgâr ise gittikçe düşmeye başladı. Düştü, düştü, nihayet öğle vakitleri bütün bütün düşmek şöyle dursun, bir ince kuzey rüzgârı dahi esmeye başladı ki Hasan’ın ümidini bütün bütün bu rüzgâr kesti.

O saatte Hasan, Korsika Adası’nın batı ciheti adalarını görüyordu. Esen rüzgâr ile ileriye gidilmek mümkün olduğunu görünce ve hiç olmazsa Korsika’ya yanaşılması hakkında geminin ikinci kaptanı tarafından dahi tavsiyeler alınca doğu cihetine alabanda edip geminin iskele tarafından gelen ince rüzgârla üç saat sonra Ajaccio Körfezi içine girdi.

Ajaccio dediğimiz yer Korsika Adası’nın merkez vilayetidir. Gemi limanda demir atmak ve diğer hizmetleri yapmak ile meşgul iken Hasan Mellah birinci kamaraya inip ayağına lacivert kadifeden yapılmış dar bir pantolon ve üzerine yine dar mintan ve beline ipekli bir kırmızı kuşak ve ayağına güzel bir çift çizme ve başına İspanyol biçimi bir sivri şapka uydurarak kısa ve hafif bir İspanyol paltosunu dahi omuzlarına alıp güverteye çıktı. Ve ikinci kaptanı huzuruna çağırdı. Kaptan gelip de hâlâ geminin birinci kaptanı zannettiği zatı İspanyol asilzadelerine mahsus bir tavır ve kıyafette görünce yılışarak:

Kaptan: “Arkadaş, maşallah kıyafeti yerine koydunuz.”

Hasan: (tavır ve vakarını bozmayarak ve elinde bulunan bir bayrağı kaptana verip) “Şunu randa serenine28 çekmeli.”

Kaptan: “Bu ne?”

Hasan: “Pavlos Kumpanyası’nın bayrağı. Kıçtaki bandıra gönderine de İspanyol bayrağını çekiniz.”

Bu emir üzerine kaptanın biraz şaşırmasıyla Hasan bütün bütün meramını izah ederek:

Hasan: “Bu gemi Pavlos Kumpanyası’na aittir. Kumpanyanın üçüncü azası Pavlos dahi işte yanınızda bulunuyor. Sizi birinci kaptan atıyorum. Bugüne kadar kılavuz bulunan Lorcio’yu dahi yerinize ikinci kaptan tayin ettim. Emirlerime büyük bir itaatle beni memnun edersiniz, başka güne mükâfat dahi görürsünüz.”

Şu lakırtı üzerine kaptan teşekkür alameti göstererek Hasan’a boyun eğmekten başka bir şeye bakmayıp durum Lorcio’ya da bildirildi. Hasılı, gemide bulunanların çoğu Hasan’ın kim olduğunu tanıdılar. Dolayısıyla gemi limana girerken Hasan’ın emri gereğince randa sereninde Pavlos Kumpanyası’nın beş renkli bayrağı ve kıçındaki sancak gönderinde dahi İspanya sancağı dalgalanırdı.

O aralık Fransa tarafları, biraz değil, gereği gibi karışık olduğundan ve karışıklığın sebebi ise İtalya ile İspanya bulunduğundan o taraflardan gelen gemileri daha dikkatle gözden geçirirlerdi. Dolayısıyla liman nezareti tarafından derhâl bir sandal inip Hasan’ın gemisine geldi ve sandaldan çıkan zabit, önce geminin pasaportunu sormuştu. Hasan kendisinin Pavlos Kumpanyası’nın üçüncü hissedarı Faslı Hasan Mellah bin Sidi Osman olduğunu haber verip buna dair elindeki evrakı dahi gösterince ve yalnız seyir ve seyahat için o taraflara geldiğini haber verince zabit artık pasaport istemekten vazgeçtikten başka, Hasan Mellah’ın gelişini tebrik etmeye dahi girişti. Çünkü Pavlos Kumpanyası’nın Akdeniz kıyılarında bulunan çoğu devletler tarafından birçok imtiyazları olup bu kumpanyanın politik işlerine dahli olan muamelelerde bulunması değil hatta gümrük hükümlerinin dışında bir denk kaçak malını kabul etmesi dahi görülmüş değildi (Bizim mahut fesatçı Pavlos’un bunca başarılarını kolaylaştırmış olan sebeplerin birisinin de Pavlos Kumpanyası’nın şu meziyeti olduğuna şüphe mi edilir?).

Liman zabiti Hasan’ın yanından ayrılıp da liman idaresine gittikten yarım saat kadar sonra, liman sandalı tekrar belirip bu defa dahi miralay rütbesinde bulunan ve liman reisi olan Ajaccio’nun bizzat gemiye gelmekte bulunduğu anlaşıldı. Reis geldi. Hasan Mellah, kendisini iskele başında karşıladı.

Reis: “Efendim, limanımıza teşrif buyurmanız bizim için pek büyük şeref olduğundan, bu şeref üzerine hasıl olan memnuniyetimi bizzat arz etmeye geldim.”

Hasan: “Demek oluyor ki kumpanyamıza ve gemimize ve bilhassa bendenize şeref vermeye gelmişsiniz. Hepimiz adına lazım gelen teşekkürü arz ile kendimi müftehir29 sayarım.”

Gerçi reis, Korsika’ya mahsus olan İtalyan, İspanyol ve Fransız lisanlarının karışımı bir dil kullanıyor idiyse de meramını Hasan pekâlâ anlıyordu. Hasan’ın düzgün İspanyolcasını da reis anlamakta zorluk çekmiyordu.

Yukarıdaki sözler üzerine el ele verip kamaraya indiler. Ve orada kamarotun takdim ettiği tatlıdan ikisi de aldıktan sonra yine söze başladılar:

Reis: “Doğrudan doğruya buraya doğru mu hareket buyruldu?”

Hasan: “Hayır, Cartagena’dan kalktım, Marsilya’ya doğru gidecektim. Yolda hava değişti. Gerçi kuzey rüzgârıyla dahi yolumda devam ederdim ama artık kaptanlar burayı tavsiye ettiler. Ben de uygun gördüm.”

На страницу:
12 из 17