![Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar](/covers_330/69429169.jpg)
Полная версия
Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar
Pavlos: “Bak kuzum, seninle baba oğul gibi konuşalım. Ben rahmetli babanla yalnız otuz seneden beri alışveriş etmekteyim, ticaret hâli ise malum ya! Kâr, zararın öz kardeşidir. İnsan on işe başlarsa elbette üçünde olsun zararla çıkar. Fakat bu otuz sene zarfında babanla olan hiçbir alışverişte zararlı çıkmadım. Bunun hikmeti babanın gayet tok gözlü, doğru özlü, kibar bir adam olmasıdır. Böyle şeylerde benim tecrübem senden ziyadedir. Şu hâl baban hakkında en büyük muhabbet ve saygımı gerektirir bir hâldir ya! Yalnız bu kadar da değil. Daha başka hâller, sırlar vardır ki babanı bana efendi, beni ona kul etmiştir. Şimdi ben otuz kırk seneden beri babandan gördüğüm iyiliklerin mükâfatını sana borçluyum. Bende büyük bir hesabın vardır. Bir akçe hile değil, yanlışlık bile olmayacağına emin ol. Malından bir akçe bile hile etmeyeceğine emin olduğuna emin olduğun bir adam, vücudundan bir kıla hata gelmesine razı olur mu zannedersin?”
Hasan: “Hakkımda gösterdiğiniz babalığa nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Babamı vefat etmedi zannedeceğim geliyor.”
Pavlos: (gözleri tekrar dalarak) “Ben de senin bana gösterdiğin oğulluğa nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Benim de Allah bana da on sekiz yaşında mükemmel bir oğul verdi zannedeceğim geliyor. Neyse, orası şimdi lazım değil. Seni burada muhafaza edemeyeceğim. Çünkü gelen kimdi bilir misin?”
Hasan: “Yok!”
Pavlos: “Yakup el Deca’.”
Hasan: “Vay!.. O nimet kâfiri mi?”
Pavlos: “Mahzun olma. Daha çocuksun, dünya hâlini bilmezsin. Hınzırın meramını anladım. Fesadın asıl nereden geldiğini de keşfettim. Seni ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Burada kalsan mutlaka bulurlar, bir fenalık yaparlar. Seni bir emin yere aşıracağım.”
Hasan: “Nereye aşıracaksınız?”
Pavlos: “Sonra anlarsın. Şimdilik burada otur, bir yere çıkma.”
Başlangıcını yukarıda anlattığımız bu görüşmenin arkası işleyerek ta sabah kahvaltısını edinceye kadar Pavlos, Hasan’a teminat vermekle meşgul oldu. Bu esnada Sidi Osman’ın Fas’ta bulunan emlakinin Yakup el Deca’ tarafından gasp edilmiş olduğunu dahi Hasan’a haber verdi.
Pavlos, ticari işleri için ticarethanesine giderken konağın kapıcılarına içeriye kimseyi koymamalarını, sıkıca tembih ederek öyle gitti. Hasan yalnız kalınca içinde bulunduğu hâli düşünmeye başladı. Bu hâlde çocuğun zihnine garip bir şey geldi. Şöyle ki:
İnsan bir kere hayatından ümidini kesince emniyetinin ne kadar münselib20 olacağı düşünmeye muhtaç bir durumdur. Hele Hasan gibi bir mevkide bulunan çocuk, vehmi ne kadar artırsa mazur olabilir. Yakup el Deca’, babasının emlakini zapt ettiği gibi, acaba bu fikir Pavlos’a da gelemez mi? Eğer Pavlos, Yakup ile beraber Hasan’ı bir hâle koyarsa öyle bir zamanda kim arayıp kim soracak? Hem de babasının Pavlos ile olan hesabı haylice büyük bir şey olacağını Hasan tahmin ediyordu.
İşte bu garip düşünceler, biçare Hasan’ı ziyadesiyle meşgul edip o gün akşama kadar zihni başka bir şey ile meşgul olmadı. Akşamı dört gözle bekliyor ve Pavlos’un dünden beri göstermiş olduğu teminatın kuvvet bulup bulmadığını ihtiyarın yüzünden çıkarmayı pek ziyade merak ediyordu.
Nihayet akşam oldu. Pavlos geldi. Hasan zihnini karıştıran düşünceler üzerine yüzünde asla bir renk göstermeyip yine itaatli ve saygılı bir tavırla ihtiyarı karşıladı.
Pavlos’un arkasında gelen uşağın koltuğu altında koca bir bohça vardı. Herife bohçayı bıraktırıp kendisini defettiler. Sonra Pavlos, Hasan’a hitaben:
Pavlos: “İşte bunları giymeli.”
Hasan: “Onlar ne?”
Pavlos: “Zaten acemisi olduğun bir şey değil. Başka da bir çare bulamadım. Zira bugün şehrin içinde İspanyol kıyafetine girmiş belki beş Arap gördüm. Hep de bizim ticarethanenin etrafında dolaşıyorlardı. O nimet kâfiri Yakup el Deca’ yalnız bunları saldırmamıştır. Allah bilir kaç İspanyol’u dahi kandırıp suikastını icraya alet etmiştir.”
Bir yandan bu sözleri söylüyor, bir yandan da zavallı ihtiyar bohçayı açıyordu. Çıka çıka içinden güzel bir takım gemici elbisesi çıktı. Çizmesinden tüylü şapkasına kadar değil, güzel bir kayışa takılmış gemici çakısından, bir bel hançerine kadar hep mükemmeldi. Gerçi Hasan Mellah bunların acemisi olmadığı cihetle büyük bir maharetle elbiseyi giydi, kuşandı.
Sonra ihtiyarla beraber oturdular. Pavlos, Hasan’a dünkü teminatından ziyade teminat vermeye başlayıp herif nasihat verdikçe Hasan’ın kuruntuları yok oluyordu. Nihayet çıkarıp Hasan’a senet gösterdi. Bu senet Pavlos Kumpanyası’nın hissesindendi.
Pavlos: “İşte bu senet pederinizin senedi olup kumpanyamızın on iki hissesinden üçüne sahiptir. Kumpanyamızın intizam hâli ve demirbaş eşyamızın miktarı, gemilerimizin adet ve değeri bence malum olduğundan bu hisseyi sokağa atarcasına bana terk etmiş olsan yüz bin taler veririm. Bu kâğıdı al, sende dursun. Bunun birinci nüshası babanda idi. Diğer eşyalar ile beraber zayi olmuş demek olacağından işte bunu zayiinden olarak veriyorum. Asıl kıymeti yüz elli bin taleri de geçer. Bu sende oldukça hiç merak etmezsin. Zira zaten kumpanyamızın hesaplarına hile karışması ihtimali yoktur.”
Hasan, gerçi henüz ticaret işlerine dalmamış olduğu cihetle bu miktardaki bir sermayenin kıymetini takdir edemez idiyse de yüz bin yüz elli bin talerin ne demek olduğunu bilmeyecek kadar da çocuk değildi. Senedi eline alıp süzdükten sonra yine Pavlos’a iade ederek:
Hasan: “Sen benim babam oldun mu?”
Pavlos: “Kabul edersen.”
Hasan: “Ben kabul ettim. Al, bu senet sende dursun. Belki ben kaybederim. Mademki bana babalık edeceksin, mademki ben sana canımı da teslim ettim, bu da sende dursun.”
Pavlos: “Bu kadar emniyetine teşekkür ederim. Babanın ismi, imzası kumpanyanın ta kütüğünde kayıtlı ve mevcut olup bu senet fazladan bir teminat demektir. Ne zaman sen kendinin Sidi Osman’ın oğlu olduğunu ispat edersen kumpanya seni tanımaya mecburdur. Fakat demin de dediğim gibi senin burada kalman mümkün olamayacak. Seni Pavlos kasabasında kumpanyamızın acentesi bulunan Giovanni’nin yanına göndereceğim. Orada, ta ortalığa sükût gelinceye kadar rahat rahat oturursun. Sonra bir çaresine bakarız.”
İhtiyarın bu görüşünü Hasan önce biraz tereddüt ile karşılamıştı. Lakin bir kere kendisini baba makamına koyduğu adamın, kendi hayatını muhafaza hakkındaki görüşünü reddetmek, verdiği söz ile uygun düşmeyeceği ortada olmakla derhâl bu görüşünü de kabul etti. Meğer ihtiyar daha o gün Hasan Mellah’ı Pavlos’a aşıracak olan gemiyi hazırlamış imiş. İkisi beraber sofraya oturarak, yedikten, içtikten sonra, gece yarısı sıralarında konağın kapısı çalınıp bu dahi Hasan’ın yüreğini hoplatmış idiyse de gelenler bir gemi kaptanıyla üç tayfa olduğu ve özellikle bunlar Pavlos’un emriyle gelmiş bulunduğu anlaşılınca çocuğa yine emniyet geldi.
Pavlos, Hasan’ın ne yolda muhafaza edileceğine vesaireye dair daha gündüzden vermiş olduğu emirleri kaptana tekrar etti. Ve koynundan Hasan’ın Pavlos Kumpanyası azasından olduğu ve bu kumpanyaya mensup ne kadar gemi varsa kaptanlarının Hasan tarafından verilecek her türlü emre itaat etmeye mecbur oldukları ve Hasan’ın imzası bir Pavlos ile (..) iki de noktadan ibaret olarak kabul edileceği hakkında bir emirname ve kıyılarda bulunan sarrafların hepsine umumiyet üzere hitaben miktarsız bir açık bono ve kumpanyaya mahsus damgalı evraktan birçok da kâğıt çıkarıp lüzumuna göre bunlara dahi müracaat edilmek için Hasan’a teslim etti.
Kısacası, Hasan Mellah ihtiyar Pavlos’tan alacağı emirleri, teminleri aldıktan sonra kaptan ve tayfaların içine karışıp Pavlos şehrine gitmek için ihtiyara veda ederek konaktan çıktı.
Yolda ne sarıklı ne şapkalı kimseye tesadüf etmediler. Yalnız iskeleye geldikleri zaman bir karakoldan “Kimdir o?” sesi gelmiş idiyse de bunlar hemen hareket üzere bulunan Mariano gemisinin takımı olduklarını bildirmeleriyle geminin hareketi daha gündüzden ilan edilmiş olduğu cihetle karakol dahi ses çıkarmadı.
Üçüncü Bölüm
Cadiz’e gece yarısı hareketleri bir uygun rüzgâra tesadüf etmişti. Pavlos kasabası Cadiz’den zaten elli altmış mil mesafede olmakla ertesi sabah güneşin doğuşuyla beraber Pavlos’a vardılar. Geminin kaptanı, ihtiyar Pavlos’tan almış olduğu emir gereğince Hasan’ı yanına alıp birlikte sandala binerek karaya çıktılar ve doğruca Giovanni’nin mağazasına gittiler. Giovanni, Pavlos tarafından kendisine yazılan ve kaptan tarafından teslim olunan mektubu okur okumaz Hasan’ı kırk yıllık ahbabı değil velinimetzadesi gibi kabul etti. Derhâl hanesine bir adam gönderip gerekli hazırlıkları emretmekle beraber, Hasan’a hâl ve hatır sordu. Hatta malum feci vakadan dolayı ona teselliler dahi verdi.
Akşam olup da Hasan’ı kendi hanesine götürdüğü zaman, en evvel bir oda açıp bu mükemmel olarak döşenmiş odanın yalnız kendisine mahsus olduğunu ve bu hanede en büyükten en küçüğe varıncaya kadar herkesin ona hizmet etmeyi şeref bileceğini anlattı.
Giovanni’nin bir ihtiyar annesi ve orta yaşlı bir zevcesi ile on dokuz yirmi yaşında, yani Hasan ile akran bir oğlu, dokuz on yaşlarında bir kızı ve otuz beşlik bir de kız kardeşi vardı ki annesi Maria ve zevcesi Madame Giovanni ve oğlu Pedro, kızı Rozelin ve kız kardeşi Julia isimlerindeydi. Giovanni bunların hepsini Hasan’a takdim etti. Fas vakası olmuş bulunduğundan her biri dili döndüğü bir yolda Hasan’a taziyeden geri durmadılar.
O akşam Giovanni, yeni misafiri için âdeta mükemmel bir ziyafet çekmişti.
Yediler, içtiler ve belki misafir yorgundur diye daha gece yarısından üç saat önce Hasan’ı yalnız bırakıp her biri yerli yerlerine çekildiler. Hâlbuki mevsim henüz gecelerin uzun olduğu mevsim olmadığından ve Hasan ise öyle birkaç deniz seyahatiyle yorulur mellahlardan21 bulunmadığından yalnız hem canı sıkılıp hem de vehmi artıp kendisine akran gördüğü Giovanni-zade Pedro’yu yanına çağırdı. Bu Pedro yalnızca genç değil, oldukça güzel, hele pek sevimli, şair tabiatlı, âşık tavırlı bir çocuk idi. İspanya’da bir adam ne kadar şiir tabiatlı olursa gitara denilen çalgı ile müzikte de o kadar nasibi olmak, âdeta umumi denilecek bir kaide olmakla Hasan çocuğun bu meziyetini haber alınca gitarasını dahi getirmesini rica etti.
Pedro, Hasan Mellah kendi hanelerinde misafir kaldıkça her emrini tamamıyla icraya babası tarafından memur olduğu cihetle, misafir tarafından aldığı şu emri canla başla kabul etti ve derhâl gitarasını alıp en güzel şiirlerini gayet tatlı besteler ile okumaya başladı.
Pedro’nun şiirleri oldukça lezzetle dinlenilecek şeylerdi. Hasan ise Cadiz okulunda denizciliğe ait bilgilerle beraber, elbette İspanyolcayı dahi en ince şiirlerin inceliklerine ve zevkine varabilecek kadar öğrenmişti. Çocuğun şiirlerini büyük bir lezzetle dinleyip bazı beyitleri derdine dert katarak ve bazıları ise tam bir teselli vererek sözün kısası, gece yarısından sonraya kadar Pedro ile vakit geçirdi.
Ertesi sabah erkenden Pedro yine yanına gelip o gün için memleketin gezilmesinden ibaret bir meşguliyet hazırladılar. Birer hayvana binip akşama kadar memleket içinde gezmedik bir yer bırakmayarak akşam dönüşlerinde aile halkı Pavlos kasabasını nasıl bulduğuna dair Hasan’dan fikir sordular. Hasan her birine münasip cevaplar vererek yemekten sonra vaktini Pedro ile geçirdi.
Sözün kısası, Pedro, Hasan için pekâlâ bir kafadar olup gece gündüz beraber bulunurlardı ki Hasan’ın oldukça kâmil ve fazıl bir İspanyol’dan fark edilemeyecek kadar İspanyolcayı ileri götürmesi, asıl Pedro ile bu dostluk sayesinde vuku bulmuştur.
Hasan Mellah’ın Pavlos kasabasında ikameti müddeti bir hafta, bir ay kadar değildir. Bir seneden de ibaret değildir. Ta korsanlar gemisine düşünceye kadar çocuk birkaç senelik ömrünü Pavlos kasabasında geçirdi. Dolayısıyla bu kasabada gördüğü hâllerin hepsini kaydetmek, etrafıyla anlatmayı gerektirir. Zaten Pedro ile iki gün nasıl yaşadığına dair verdiğimiz bilgiler, bu ömrün ilerisi için de okuyuculara belli bir fikir verebilir. Hem ikisi de genç, bekâr, zengin, başıboş olan iki delikanlının, ne yolda ömür sürecekleri zaten açık bir şeydir. Yalnız bu ikamet müddetleri içinde bazı önemli hâller dahi meydana çıkmış olduğundan ona dair biraz malumat vermeye mecburiyet görülmüştür.
Bir akşam Hasan ve Giovanni’nin aile halkının hepsi yemekte iken Hasan bu evde, bu aile halkı arasında geçirdiği ömrün ne kadar rahat ve lezzetli olduğundan bahisle bu borcu nasıl ödeyeceğini bilmediği hakkında bir söz açmakla Giovanni böyle bir fikrin mutlaka fevkalade nezaketten geleceği hususunda karşılık vermeye başlayarak aşağıdaki gibi bir macera anlattı:
“Efendim, biz size lüzumu gibi saygı ve hürmette kusur ediyoruz korkusundayız. Size elden geldiği kadar ettiğimiz hürmet sizi kendimize borçlu etmek için değildir. Belki size olan borcumuzu ifa etmek içindir. Ah, gerek ben gerek Sinyor Pavlos size pek çok borçluyuz. Size değil, gerçi pederiniz Sidi Osman’a borçluyuz. Ancak o mübarek adamın vefatıyla bu borç size intikal etti. Tahminen bir otuz sene oluyor ki biz İspanyollar Melile’de toplanıp Faslılar üzerine bir hücum etmiştik. Lakin bu hücumumuz devletçe ve resmî bir hücum olmayıp Cardan isminde bir rahibin teşvikiyle gönüllü olarak gitmiştik. Muradımız henüz ihtilal durumu içinde olan Fas’ı zapt edip orasını da bir Hristiyan idaresi altına almaktı. Gerçi şimdi siz bu fikre güler ve gülmekte hak kazanırsınız da o zamanlar Mevla Sidi Muhammed’in henüz cülus senesi olup Fas’ta herkes birbirini boğazlamakta olduğundan böyle bir karışıklık arasında bizim ummadığımız muvaffakiyetin meydana gelmesi gerçekten umulur idi. Üç bin kişi kadar toplandık. Cardan’ın kumandasıyla Melile Kalesi’ne kapanıp aralık buldukça hücuma başladık. İspanya devleti gerçi tarafsız bulunduysa da el altından bize yardımdan geri durmazdı. Nihayet bir günkü hücumda Araplar kaçamak gösterdi. Biz de arkalarına düştük. Meğer bunların kumandanı sizin amcanız Sidi Hamdan olup firar tarzı göstermesi ise bir harp hilesi imiş. Tam bizi Melile’den gereği gibi ayırdıktan sonra, bir de bakalım ki arka tarafımızı beş bin kadar Arap süvarisi kuşatmış. Önümüz ise o miktardan aşağı kalmayan piyade ve süvariden oluşan bir ordu ile doluydu. Bizi sardılar. Biz ölümü gözümüze alıp muharebeye başladıksa da bu kadar fedakârlık dahi para etmedi. Âdeta Araplar her birimizin silahını birer birer elimizden alıp hepimizi esir ettiler. Yirmi otuz kişiyi birer zincire vurmuşlardı. Cadiz’deki Pavlos ile ben dahi bir ipte idik ki aramızda yalnız bir adam vardı. Savaş meydanında bir büyük ordu kurularak cümlemiz orada idik. Fas devleti, İspanya devletiyle haberleşmiş. İspanya devleti bizi, kendi adımıza harp eder eşkıya olmaktan başka bir nazarla tanımamış. Dolayısıyla bizi birer birer katletmeye başladılar. Aman ya Rabbi, o günkü hâli görenlerin aklı başından alınırdı. Hepsi bir zincirde veya bir ipte bağlı olan yirmi kişinin üzerine, ellerinde satır iki cellat hücum ederek et kıyar gibi kıymaya başlıyorlardı. Hepimiz ölümü burnumuzun dibinde gördükçe artık ölümden de pervamız kalmayıp yalnız aradan hangisi daha kolay ölmekte ise onlara gıpta etmeye ve hangisi biraz güçlükle can verirse bizi onlar gibi öldürmemesi için Cenabıhakk’a dua etmeye başladık.
Nihayet sıra bizim diziye geldi. Yirmi beş kişi kadar vardık. Bizi iki büyük zatın karşısına getirip orada kesmek için hazırladılar. Meğer bu zatların birisi pederiniz Sidi Osman ve diğeri dahi kardeşi Hamdan imiş. Bir vakit, ufak bir alışverişten dolayı Sidi Osman, Pavlos’u tanıyormuş. Kendisini görünce yine tanıdı ve yanına gelip ağlamaya başladı. Onu ağlar görünce Pavlos dahi ağlamaya başladı. Pek de farkında olamadım. Bilemedim nasıl oldu. Kısacası ya Sidi Osman veyahut Hamdan’ın bir işareti üzerine, bizim bağlı olduğumuz halatı kesip Pavlos’u ve sonra onun işaretiyle beni sürüden ayırarak Sidi Osman’ın huzuruna getirdiler. Orada pederiniz, ‘Pavlos, şu hâlde sana edeceğim iyilik seni ve dostun Giovanni’yi ölümden affettirmektir.’ dedi. Ben bu iyiliğe nasıl teşekkür edeceğimi bilemedim. Hemen gidip ayaklarına kapanmak istedim. Ancak Pavlos beni menederek ‘Ey Sidi Osman, senin şu anda bu esirleri bütünüyle affettirmeye değil affetmeye de iktidarın vardır. Eğer bana olan dostluğun bunların cümlesini affetmek derecesinde ise ne âlâ. Yok, değilse nafile beni ve arkadaşım Giovanni’yi de affetme.’ dedi. Gerek Pavlos bu lakırtıyı söylerken ve gerek söyledikten sonra cellatlar işlerinden el çektiler. Sidi Osman, Sidi Hamdan ile baş başa verip yanlarında birkaç büyük adam daha olduğu hâlde bir hayli konuştular. Bir de baktım ki on on beş kişi dizilerin içine girip herkesi serbest bırakıyorlar. İşte o gün kesilen adamın miktarı yüz elliyi geçip hâlbuki sekiz yüzden fazlası kurtuldu. Bu sekiz yüz adamı ise yalnız Pavlos’un Sidi Osman’a olan dostluğu kurtarmıştı. Başımızı kurtarıp dönerken Pavlos’a ‘Canım, bu kadar adamı affetmeyecekleri ortada iken sen nasıl oldu da hepsinin affını rica ettin ve kendi affını dahi bunların affına bağladın?’ dedim. Sidi Osman’ın cömertliğini bilirim. Bana bir can bahşetmek lazım gelince birkaç bin canı dahi başkaca hediye etmekten çekinmez de onun için rica ettim.’ dedi. Bu kadar dostluğun ne zamandan beri ve nasıl olduğunu sordum. ‘Birkaç ufak alışverişimiz oldu.’ demesinden başka cevap vermedi. İhtimal ki aralarında daha büyük bir hâl olmuştur da bana söylemedi. Gördünüz mü efendim? Biz sizin pederinizden bu kadar büyüklük, bu kadar ihsan görmüş olduğumuz hâlde, şimdi size ettiğimiz hürmet, hürmet mi sayılır?”
Giovanni’nin işbu hikâyesini Hasan Mellah’tan ziyade Giovanni’nin yetmişini geçmiş ihtiyar annesi büyük bir dikkatle dinleyip “Ah oğlum, o vaka pek fena bir vaka idi. Sen o zaman daha dünyada bile yoktun. Babanın ettiği iyiliğe bütün İspanya hayran kalmıştı.” dedi. Ve buna mukabil Pedro “Öyle ya, bir memlekete fuzuli hücum etmeye hakkaniyet razı olur mu? Mademki eşkıya tarzında hücum etmişler, Faslılar hepsini kılıçtan geçirseler haklı idiler. Şu hâlde dahi bir tabur eşkıyayı affettirmek, elbette bütün İspanya’yı değil bütün âlemi hayran bırakacak bir iyiliktir.” dedi.
Bu hikâyenin Hasan Mellah’ı memnun edeceği ortadadır. Ancak Hasan, anlatılan hikâyede üzerine galeyan eden soylu kanının icabınca asla renk vermeyip güya büyükler için bu gibi büyüklüklerin çok görülmesinin icap etmeyeceğini hâl ve tavırlarıyla ima ve işrap22 etti.
Giovanni’nin bu hikâyeyi anlatması üzerinden bir hayli müddet geçmiş idi. Yine bir akşam, yemekten sonra ailece salonda otururlarken kumpanyanın hâlinden ve hissedarlarından bahis açılmış ve Giovanni bir büyük levha getirip üzerinde bulunan beş resmi Hasan’ın gözlerinin önüne koymuştu. Biçare çocuk, bu resimler içinde en evvel merhum pederini tanıyıp bir ah çektiği sırada, resmi mütebessim bir yolda alınmış olan ihtiyar Pavlos’un nice iyilikler vadeden yüzünü görünce bir babası vefat etmiş ise diğerinin hayatta olduğunu anlayarak teselli buldu. Meğer bu levha Pavlos Kumpanyası’nı teşkil eden beş zatın resimlerini taşıyormuş. Hasan, Portekiz kıyafetli ve orta yaşlı iki adamın dahi resmini şöyle bir gözden geçirip nazarıdikkatini henüz tüysüz tüssüz olan ve levhanın kenar tarafına resmedilmiş bulunan bir genç çocuğa dikti ve bu çocuğun kim olduğunu Giovanni’ye sordu. Giovanni ise bunun Dominico Badia isminde bir çocuk olduğundan bahisle, birinci kitabın dördüncü bölümünde Pavlos’un gerek tahsili ve gerek çevirdiği fırıldaklara dair bizim kıymetli okuyucularımıza vermiş olduğumuz malumatı bütünüyle Hasan’a nakletti ve anlattı. Şu kadar var ki biz orada Pavlos’un, Fas’ta görmüş olduğu işleri biraz tez geçmiş olduğumuz hâlde, Giovanni işin bu cihetini dahi izah ederek ayrıntılarıyla anlattı. Dedi ki:
Giovanni: “Bu çocuk hakkında verdiğim malumata galiba inanacağınız gelmiyor. Gerçi inanılacak gibi de değildir. Lakin sizi inanıp inanmamakta serbest bırakarak şunu da hikâye edeceğim. Her ne kadar bu hikâye biraz acayipçe görünecek ise de durumu saklamayıp söylemek benim için bir borç demektir. Çünkü Dominico Badia, bugün kumpanyamızın beşinci hissedarı yani beşinci derecede velinimetim ise siz üçüncü hissedarı yani üçüncü derecede velinimetim olduğunuz gibi babanıza ne kadar borçlu olduğumu size vaktiyle anlatmıştım. Hem ne hacet, bizi ticaret menfaati bu habisin maiyetine atmış ise de insaniyet vazifesi hatta beni ondan intikama bile mecbur eder. Efendim, bilmiş olunuz ki Fas’ta çıkan isyanın en büyük sebeplerinden birisi dahi budur. Bundan bir sene kadar evvel Fas’a gitmiş ve zaten ihtilale müstait23 bulunan mutaassıpları kışkırtmaya başlamış idi. Habis, sizden iyi Arapça bilir. Hatta mutaassıp Arapları daha iyi kandırmak için güya Hristiyanlığı terk ederek Müslüman dahi olmuştu. Babanız onu bir gün huzuruna çağırdı. Zaten ikisi bir kumpanya hissedarı olduklarından bahisle, böyle politika işleriyle uğraşmamasını tavsiye etti. Hâlbuki piçin, doğrudan doğruya babanız aleyhinde de suikastı varmış. Aklınca emlaklerinizi Yakup el Deca’ üzerine çevirtip Pavlos Kumpanyası’ndaki sermayesini dahi kendisi zapt edecekmiş.”
Hasan Mellah: “Babamı öldürdükten sonra, öyle değil mi?”
Giovanni: “Söylemeye dilim varmıyor ya… Bu hâli babanız da anladı. O hâlde dahi yine huzuruna çağırtıp mertçe nasihatler vermekten geri durmadı. Habis bir türlü bildiğinden şaşmayıp tam bizzat babanız aleyhinde olmak üzere Yakup el Deca’ ile birleşti. Konağınıza hücum etti. Dahasını ister misiniz? Gözümle görmedim ama vakadan sonra Fas’tan gelenlerin haber verişlerine göre babanızı eliyle vuran budur. Yakup el Deca’ pederiniz vefat ettikten sonra başını kesmiş!”
Hasan: “Vay kâfir vay! Sonra?”
Giovanni: “Sonrası mı? Vakanın üstünden on gün geçmedi. Bunların dahi fırkası aleyhine diğer bir fırka çıktı. Bunlar da Yakup el Deca’ ile beraber İspanya taraflarına kaçtılar.”
Hasan: “Anladım, Pavlos’un konağına beni aramaya gelmişlerdi.”
Giovanni: “Öyle ya, öyle ya! Lakin Pavlos’tan alacağını Giovanni aldı. Hiç Sinyor Pavlos kumpanyamızın yirmi seneden beri devamına çalıştığı namusunu ayaklar altına alıp da âleme karşı rezil mi olur? Bizim kumpanya eşkıya kumpanyası mı? ‘Ben senin zatını tanımam, bana yalnız bir ismin lazımdır. Sidi Osman şehit olduysa yerine oğlunun ismini yazdık.’ cevabını verdi.”
Hasan: “Vay, demek oluyor ki bizi kaydırmayı teklif etti ha?”
Giovanni: “Hayhay! Lakin avuçlarını yalasın! Hem onu Sinyor Pavlos bir tutuş tuttu ki kımıldanmaya mecal bırakmadı. Malum ya! Kendisi İspanya toprağında Dominico Badia namıyla yaşayamaz. Eğer sizin aleyhinizdeki fikrinden vazgeçmeyecek olursa kendisini hükûmete haber vereceğini bile söyledi. Onun için şimdi ismini değiştirip kumpanya ismini taşıyor ve kendisini herkese Pavlos tanıttırıp hatta İngiliz lortları gibi satın aldığı güzel bir kotra ile öteye beriye gidip seyahat ediyor.
İşte, Giovanni, bizim mahut Pavlos hakkında Hasan’a şu malumatı vermekle Hasan daha o zaman Pavlos’tan intikama tam olarak karar vermişti. Ne fayda ki üçüncü kitapta görüldüğü gibi intikam alamadıktan başka babasının canını alan o hınzır kendi cananını dahi kapıp gitmiştir.
Dördüncü Bölüm
Hasan Mellah, Pavlos kasabasında birkaç sene oturup tam Fas tarafında sükût ve sükûnet yerleştikten sonra Pavlos namını alan Dominico Badia’nın intikamını sonraya bırakarak en evvel Yakup el Deca’ ile kozunu pay etmek arzusuna düşmüştü. Bunun için Giovanni’den şifahen fikrini sorduğu gibi, Cadiz’deki Pavlos’a dahi mektup yazarak görüşünü sormuştu. İkisi de bunu uygun bulmadılar. Ancak Hasan bir türlü arzusunu yenemeyerek bir gün kendi kumpanyaları gemilerinden Cadiz’e giden bir gemiye binip Sinyor Pavlos’a vardı. Onunla dahi şifahen istifsara24 başladı.
Pavlos: “Oğlum, gerçi Fas’ta daha bir hayli emlakiniz var ki Yakup el Deca’ zapt etmiş. Fakat hınzır herif, Fas padişahına çattı. Sana bir fenalık ettirmek elindedir.”
Hasan: “Beni yakalayabilirse elinden geleni ardına koymasın!”
Pavlos: “Evet, biliyorum ki akıllısın, zekisin lakin bu gibi işlerin ehli değilsin. Beni dinle de gitme. Elindeki sermayen seni besledikten başka, günden güne büyümektedir bile…”
Hasan: “Gözümde intikamı o kadar büyülttüm ki gözlerim intikam kanından başka bir şey görmüyor. Rüyada her gece babamı görmekteyim. Kellesi koltuğunda, benden kanını dava ediyor.”
Pavlos: “Bunlar vehimden ibaret şeylerdir. Eğer benden babaca nasihat istiyorsan ben gitme diyorum. Gittiğin hâlde de mâni olamam.”
Hasan ihtiyardan mümkün değil muvafakat cevabını alamadı. Fakat intikam sevdasından da mümkün değil, bir türlü vazgeçemedi. Bir iki gün daha Pavlos’un yanında misafir kaldıktan sonra som sırma içinde bir kat Fas elbisesi tedarik ederek kıyafetini de yine Müslüman kıyafetine çevirip Tanca’ya ve oradan da iyi bir at satın alarak Fas’a vardı.
Doğruca bir hana indi. O gece bir handa misafir kalarak ertesi sabah pederinin konağına gitti. Dairenin debdebe ve şatafatı babası zamanından pek çok ziyade idi. Kapıcıya Yakup el Deca’nın orada olup olmadığını sordu.
Ancak “sidi” diye Yakup’un ismini anmadığı cihetle kapıcıdan bir güzel azar yedi. O zamana kadar Hasan Mellah yüreğinde bir mahzuniyet hissetmiş ise o da bu mahzuniyet idi. Çünkü Yakup el Deca’ babasının soytarısı olup hatta “Deca! Deca!” diye garip bir yolda çaylak gibi öttüğünden “el Deca” lakabını almıştı. Şimdi böyle bir adama “sidi” lakabı vermemiş olduğundan dolayı konak kapıcısı gibi bir heriften azar yemesi, elbette ziyadece üzülmesine sebep olabilir.