![Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar](/covers_330/69429169.jpg)
Полная версия
Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar
Bir de bu aralık gözüne Marie ilişti!.. Artık Mellah’ın hâlini bırakıp Marie’nin hayretine dikkat etmeli. Karı şaşırdı kaldı. Hasan’ı görünce avazı çıktığı kadar haykıracağı geldiyse de Hasan tarafından sükût hakkında edilen şiddetli bir hareket üzerine, karı kendi elini ağzına götürerek güç hâlle sükût edebildi.
Bir kenara çekildiler ve söze başladılar:
Marie: “Aman, sen burada mısın?”
Hasan: “İşte, görüyorsun ya!”
Marie: “Cuzella nerede?”
Hasan: “Ben de onu aramaya geldim.”
Marie: “Vay, sen kaçırmadın mı Cuzella’yı?”
Hasan: (büyük bir yürek çarpıntısıyla) “Yok, aman ne olmuş?”
Marie: “İki saatten ziyade var ki sen gelip Cuzella’yı kaçırmışsın.”
Hasan: “Eyvah! Desene ki bu da bir düşman işi.”
Marie: “Yalan söyleme Allah’ı seversen!”
Hasan: “Vallahi haberim yok. Ben kaçırmaya gelmiştim.”
Marie: “Cuzella bu akşamdan beri konakta yoktur. Hem sen buralarda durma, kaç. Zira bugünden beri seni arıyorlar. Bana bile sordular. Özellikle bu vaka üzerine yakayı ele verirsen canını kurtaramazsın.”
Biçare Hasan Mellah, canını kurtarmaktan ziyade cananını kurtarmak için hemen iskeleye seğirtti. Sandala binip gemiye çıktı. Lostromoya derhâl demir alınmasını emrederek kendisi ikinci kaptana akşamdan beri limandan bir gemi çıkıp çıkmadığını sordu. Kaptan üç gemi çıktığını ve birisi güneşin batışından bir saat, diğeri üç saat sonra ve birisi de kendisi sahile giderken çıktığını söyledi.
Hasan cananını alıp kaçan herifin Pavlos olduğunu ve onun dahi mutlaka deniz yoluyla kaçacağını bildiği cihetle, hemen denize çıkmaya can atmış idiyse de adamın hangi gemi ile gittiğini ve ne tarafa kaçtığını bilmemesi biçare çocuğa büyük bir ümitsizlik vermişti.
Bir yandan demir alındı, bir yandan yelkenler fora edildi. Tam gemi limandan çıkmak üzere iken liman idaresinin adamları bir sandal ile gelip Alfons’un kızının bu gemide olup olmadığını araştırmaya başladılarsa da kızın bu gemide olmadığını araştırmaya memur olan zabit dahi biliyordu. Çünkü zabit “Onu akşamdan beri kalkan gemilerde aramalıydık.” diye kendi hareketine kendisi itiraz ediyordu. Velev ki, gemi bu gemi olsun. Bir kere demir alıp yelken açtıktan sonra gemiyi menetmek mümkün olur mu? O zaman vapurlar mı var ki?
Altıncı Bölüm
Hasan Mellah, birincisi cananını düşman elinden kurtarmak ve ikincisi de kendi kurtuluşuna yol bulmak için yalnız Rahibe Marie’den aldığı malumatla kalkıp denize çıkmıştı. Allah selamet versin. Şimdi biz Cartagena’nın son vukuatı demek olan o geceki vakaya bakalım.
Cuzella, Marie’yi özel görevle Hasan’a gönderdikten sonra, Hasan tarafından bir cevap gelmesini dört gözle beklemiş idiyse de Marie cevapsız gelince ve Hasan’ı orada bulamadığını söyleyince âdeta ümitsizliğe yakın bir hâle girmişti.
O gün, bir türlü akşamı edemeye edemeye nihayet akşam yaklaştı. “Belki biraz zihnimi dağıtırım.” diye kızcağız bahçeye çıktı. Bahçe içinde gezinirken alt taraftan ve ağaçlıklar içinden gayet üstü başı perişan ve ihtiyar bir adam çıkıp yanına sokulmaya başladı. Cuzella bu adamı dilenci zannetmişti. Tam kızın yanına sokulunca şu suretle söze başladı:
İhtiyar: “Ben Üçüncü Pavlos, namıdiğer Hasan Mellah tarafından geldim.”
Cuzella: (elinde olmadan ve yüreği çarparak) “Aman, kendisi nerede?”
İhtiyar: “Telaş etme. belki bize bakarlar. Güya fukaraya sadaka veriyorsun gibi yap!”
Cuzella: (güya para çıkarmak için elini cebine sokup) “Ne haber getirdin?”
İhtiyar: (para alır gibi yaparak) “Bu akşam güneşin batışından bir saat sonra hazır ol. Eğer Hasan’ı seviyorsan kaçacaksın. Hem bana bir cevap ver de kendisine götüreyim.”
Cuzella: (tıkana tıkana) “Haber götür, haber götür. Hem haber değil, beni götür! Kaçarım, kaçarım!”
İhtiyar: “Öyleyse bu akşam güneşin batışından bir saat sonra beni bahçe kapısı yanında bulursun. Ben de seni orada bulurum. Sen haydi içeriye git.”
Kız ile ihtiyar, bu suretle kavil ve karar verdikten sonra kız biraz daha dolaşıp konağa girmişti. İhtiyar dahi kayboldu gitti. Konağa girdikten sonra Cuzella’ya bir şüphe geldi. Kendi kendisine Sakın bu herif babam tarafından bir casus olmasın. Babam benim Hasan için kaçmayı göze aldıracağımı anlamak üzere bu hileyi kurmuş olmasın! diye düşünmeye başladı.
Bu düşünce üzerine kızcağız bir hayli muzdarip olmuştu. Fakat tam akşamüzeri babası geldiğinde herifin yüzünde böyle bir hileye delalet eder alamet görmeyip yalnız “İşte sizin sevdiğiniz herifi hükûmet arıyormuş. Galiba tutmuş da. Bu herif hem Müslüman hem de Fas devletinin şimdi eline geçse param parça edeceği bir herifmiş. Hükûmet de bunu Fas’a verecek.” diye kara habere yakın bir haber ile kızcağızı zehirlemeye çalışmıştı. Gerçi Cuzella bu habere dahi meraklandı. Ancak Hasan’ın tutulmuş olması hakkındaki rivayete kalbinden güldü. İçinden, Ben daha bir saat burada misafirim. Sonra gerek Hasan’ı gerek beni memlekette görebilirseniz ateşlere yakınız! diye alaylar bile etti.
Babası olacak hain, sofra başında nasıl çirkin tavırlar ile kıza bu işten vazgeçmesini nasihat ediyor ve kızın boğazından lokma geçmediğini gördükçe de nasihatlerinin tesir ettiğini zannediyordu. Kız ise herifin sözlerine kulak bile vermeyip edeceği firarın yolunu düşünüyordu.
Yemekten kalkıldı. Kız doğruca odasına çıkıp âlemde en kıymetli eşyası olmak üzere, âşığının resmini çerçevesinden çıkardı, koynuna koydu.
Artık gözü saatte. Yüreğindeki çarpıntıyı, vücudundaki titremeyi, mümkün değil tarif edemeyiz. Saat tam sözleştikleri vakti işaret ederken kız dahi titreye titreye alt kattaki odasına inip oradan da bahçeye çıktı. Ve bahçe içinde konağa bir bakarak “Ey içinde doğup büyüdüğüm konak! Şimdiye kadar benim için saadet yuvası idin. Bundan sonra var, baykuşların ve kargaların barındığı bir harabe ol, elveda!” gibi manaları anlatan bir göğüs geçirerek bahçe kapısına vardı.
Gündüzki ihtiyar orada hazırdı. İhtiyarın işareti üzerine, üstü başı temiz, pak bir adam sokağın başından gelip kızın koluna girdi. Cuzella bu adamı evvela Hasan Mellah zannederek “Sen misin iki gözüm?” demişti. Lakin sonra alaca karanlıkta Hasan olmadığını anlayınca “Hasan nerede?” diye titreye titreye bir sual sordu. Herif “Sizi beklemektedir efendim! Yürek çarpıntınızı teskin ediniz, korkacak hiçbir şey yoktur.” kelimeleriyle karşılık verdi. Bunların ikisi ileriden ve ihtiyar dahi on beş yirmi adım kadar geriden gidiyordu. Yanındaki adam olanca ağırlığını kendi koluna vermiş olduğu hâlde, Cuzella’nın yürümeye takat getirmediğini görünce “Ne yapayım, sizin için ne çare bulayım? Şu hâlde her çarenin yolu kapalıdır. Aman biraz gayret. İşte geldik. Nail olmaya gittiğiniz saadeti hatırınıza getiriniz. Kuvvetinizi toplayınız.” demesiyle şu söz kıza kuvvet vererek dermanını arttırdı.
Sahile kadar vardılar. İhtiyar dahi beraber olduğu hâlde sandala binip bir gemiye çıktılar. Cuzella kamaraya indiği zaman, kamarayı pek süslenmiş buldu. Hâlbuki kendisi orada Hasan’ın gelmesini beklerken gemi dahi yelken açıp limandan çıkmıştı.
Tam kendisine refakat eden delikanlı ve ihtiyar ve bir de zabit varken, delikanlı ile zabit birer birer çıkarak yalnız ihtiyar kaldı. Kız ihtiyara hitaben “Hani ya Hasan, Hasan nerede?” diye onu sordu. Bunun üzerine ihtiyar yapma sakalını ve eski püskü elbisesini atıp altından güzel kadife elbiseler içinde bir Pavlos olduğu hâlde çıkıp kızın ayaklarına kapandı.
Pavlos: “Aman efendim, bu küstahlığımı artık mazur görünüz. Ne yapayım? Sizden gördüğüm merhametsizlik üzerine bu surete müracaat etmeye mecbur oldum.”
Cuzella bu hâli görünce derhâl işi anlayıp “Hay!” diye düştü, bayıldı. Pavlos koştu, gemide özel olarak tuttuğu tabibi çağırıp kızı tedaviye başladılar.
Biçare kızcağız, ayılıp ayılıp yine bayılıyordu. Ağzından “Hasan’ım!” sözünden başka bir söz işitilmiyordu. Kızdan bu hâli gördükçe Pavlos’un dahi üzüntüleri gerçekten acınacak dereceye vardı. Cuzella ayıldıkça o kadar yalvarıyordu ki en taş yürekli olanlar bile onun bu hâline acırdı.
Tabip kıza bazı alkollü ilaçlar vererek cesaretini arttırdığı cihetle kızcağız gözlerini açtı.
Cuzella: “Ah, Pavlos, Sinyor Pavlos! Niçin ettin bana bu düşmanlığı?”
Pavlos: “Mazur görünüz efendim, özrüm meydanda. Size düşmanlık etmeye Allah beni muvaffak etmesin. Ne yapayım? Size kulluğumu bu suretle kabul ettirmeye mecburiyet gördüm.”
Cuzella: “Hasan’ım nerede?”
Pavlos: “Onu bilmem efendim. Aramızdaki düşmanlık onun yüzünü görmekten beni meneder.”
Cuzella: “İyi ya! Böyle yalana, hileye başvurmaktan utanmadın mı? Hiç ben sana yâr olabilir miyim? Kendime kıymaz da ne yaparım?”
Pavlos: “Kendinize kıydırmamak benim elimdedir efendim. Bana yâr olmak bahsine gelince; nasıl yalvarmak lazım gelirse yalvarır, size mutlaka kulluğumu kabul ettiririm.”
Cuzella: “Bilmiş ol ki, bu mümkün olamayacaktır.”
Pavlos: “Hasan Mellah’ı size elimle takdim edinceye kadar fedakârlığı göze aldırırsam?”
Cuzella: (çılgıncasına sevinerek) “Aman! Yoksa Hasan’ım burada mıdır? Burada ise Allah aşkına olsun getir!”
Pavlos: “Burada olsa billahi derhâl huzurunuza takdim ederdim. Fakat yoktur.”
Cuzella: “Ben Hasan’ımı isterim, Hasan’ımı! Ah, biçare Hasan!”
Pavlos: “Size bir lakırtı söyleyeyim mi? Bu kadar teessürde devam ederseniz Hasan’ı kendinizden değil, Allah korusun kendinizi hem Hasan’dan hem benden mahrum edersiniz! Müsterih olunuz. Size yalnız Hasan kul olmaz, âlem kul köle olur. Bakalım, arayalım. Eğer Hasan’ı bulursak kendisiyle barışıp onu size takdime kadar fedakârlığı göze aldırırım diyorum.”
Gerçi Cuzella’nın o andaki ümitsizliği teselli bulabilecek kadar bir ümitsizlik değildi. Lakin Pavlos’un böyle Hasan’ı kendi eliyle takdim edeceği suretine kadar verdiği teselliler ise az da olsa biraz ümit verebildi.
Bunun üzerine Cuzella, babası kızını kendisinden esirgemediği hâlde bu hıyanete başvurmaya neden mecbur olduğuna dair sualler sorup Pavlos ise Hasan Mellah’ın tecavüzünden korktuğu için bunu yaptığını söylüyor ve kız o hâlde Hasan’ından mahrum kalacağını düşünüp ümitsiz oldukça yerine getiremeyeceği kadar büyük vaatlerle yine ümit veriyordu.
Bu sıkıntılı hâl iki saat kadar devam etti. Nihayet Pavlos “Biraz hava alır, teneffüs edersiniz.” diye kızı güverte üzerine çıkardığı vakit kız etrafına bakarak İspanya sahili görülmeyip kendisini her taraftan denizle çevrilmiş bir ufuk içinde bulunca hüznünden hüngür hüngür ağlamaya başladı.
(Üçüncü Kitap’ın Sonu)DÖRDÜNCÜ KİTAP
Birinci Bölüm
Hikâyemizdeki üç kitap içinde Hasan Mellah hakkında verdiğimiz malumat, onun başından geçenleri bize bir hayli izahat vermiştir. Ancak hikâyemizi kendi namına nispet etmiş olduğumuz bir zat hakkında, malumatın bu derecesiyle iktifa edemeyeceğimiz açıktır. Dolayısıyla velev ki kısaca olsun, Hasan Mellah hakkında bazı açıklamalara muhtacız.
Biz öteden beri Hasan Mellah’a Sidi Osman’ın oğlu demiş ve bu Sidi Osman’ı dahi Fasça pek meşhur bir adam tanımış idik.
Gerçi Sidi Osman o kadar meşhur bir adamdı ki eğer Avrupa’ya gelmiş olsa idi yalnız kendi namına mensup bir tarih yazılırdı.
Sidi Osman, Fas hükûmetine geçip de ortaya Avrupa medeniyeti gibi bir medeniyet çıkarmaya çalışan ve hakkıyla muvaffak da olan Mevla Sidi Muhammed ile beraber büyümüş bir adamdır. Sidi Muhammed, daha şehzadeliği zamanında Sidi Osman ile devlet işleri hakkında söz söyleşirken Sidi Osman “Hükûmet denilen yük zaten pek ağırdır, özellikle de pederiniz binlerce karıdan yine binlerce çocuk doğurtarak şimdiye kadar memleketin nizam ve intizamına halel vermeye cümlesi gayretten geri durmamış olduğundan bu hükûmeti ele almak Kafdağı’nı sırtına almak kadar ağırdır. Yok, eğer siz dahi hükûmeti sadece hevesinizin zorlamasıyla ele alacaksanız o başka şey. Âleme bir bela dahi siz olursunuz. Siz ise böyle bela olduğunuzu hatıra getirmedikten başka, belki varlığınızın âleme rahmet olduğu inancında bulunursunuz. Fakat bendenizi bu heveste kendinize arkadaş etmeye çalışmayınız. Bendeniz ziraat ve ticaretle uğraşarak istediğim kadar mesut olabilirim.” yollu fikrini beyan eder ve Sidi Muhammed “Hükûmetin bu kadar ağır bir iş olduğunu korku içinde görüp de ondan el çekmek vatanperverliğe yakışır mı? Ne kadar gerilemişsek ondan ziyade ilerlemenin bizim gayretimize bağlı olduğunu göz önüne almak lazım değil mi?” diye karşılık verip buna dahi Sidi Osman “Ben kendi kendime kaldıkça bu kadar ağırlığı dehşet nazarıyla görmem. Lakin Fas padişahı olacak zat, kendisini halkın kıblesi zannedip de her şeyi kendi görüşüyle yapmak azminde bulundukça bunu o, dehşet nazarıyla görsün.” diye başlayıp şimdiki asırda Avrupa’nın iyi yönetim usullerini tamamıyla kabul etmedikten sonra Fas için kurtuluş olamayacağını da anlatırdı.
Sidi Osman’ın ziraat ve ticaretle geçinebileceğine gösterdiği itimada bakarak kendisini gerçek bir çiftçi oğlu çiftçi zannetmemeli. Babası Fas padişahlarının daima müsteşarlık ve akıl kâhyalığı gibi hususi hizmetlerinde bulunmuş cömert ve asil bir adam olup hatta oğluna “Sidi” lakabını da hakkıyla miras bırakmıştı. Sidi Osman’ın ziraat ve ticareti selamet ve kurtuluş yolu bilmesi gibi yüksek bir fikir dahi pederinden miras kalmıştır. Çünkü merhum pederi “Oğlum, hükümdarlar hizmetinde bulunanlar âlemin mağbutu19 olur. Bu gıpta ise halk nazarında, güya bunların hiçbir şeyden mahrum olmadıkları ve her rahata, her saadete mazhar bulundukları hayalinden ileri gelir. Hâlbuki onlar halkı gıptaya şayan görürler. Güya gönül huzurundan ibaret bulunan hakiki saadeti halkta ve kendilerini bu saadetten mahrum görürler. Yine kendi nevilerinden bir adamın karşısında boyun büküp hayat ve ölümün veya diğer tabirle hürriyet ve esaretin onun elinde bulunduğunu görmek ne büyük sefalettir! Latif bir mavi gök altında her tarafını kaplamış olan zümrüt renkli yeşilliklere karşı her bakışta içine başka bir tatlılık gelerek, önü sıra ağır ağır ve gacır gacır gitmekte bulunan saban ardından tevekkülle boyun bükerek ve her ümidin vasıl yeri Allah’ın ölçüye gelmez cömertliğini düşünerek giden çiftçinin fakirhanesinde kendisini bekleyen saadet ne büyük bir saadettir! Gerçi, çiftçi zihnini böyle ince şeylere sevk edecek bir adam olmadığı cihetle, ihtimal ki bu saadetin kadrini bilemesin, ihtimal ki en değerli yerlerde oldukları sanılan ve her an bu yerlerini kaybetmeleri beklenilen kimselerin varlığına gıpta etsin. Ancak fikir sahibi olan ve kendisini tarafsız tutan bir adam saadetin öküz boynunda bulunan miktarının en güzel atlar sırtında bulunamayacağına da hükmeder. Sen oku, yaz, fikirlerini genişlet, sonra sabana sarıl. O vakit bulacağın saadeti kavrayabilirsin.” şeklinde bir nasihat vermiş ve Sidi Osman da bu nasihati kulağına küpe etmiş olduğundan maddi ve manevi saadeti, bir memlekete hükümdar olmaktan ziyade, bir çiftliğe sahip olmakta aramaya azmetmişti.
İşte, bu sağlam fikrin şevki sayesinde Sidi Osman daha yirmi yirmi iki yaşında bir genç iken çiftlik idaresi emrinde gösterdiği iktidarı nispetinde, ziraat dairesi, pederi tarafından genişletile genişletile nihayet beş altı bin dönümü aşkın bir çiftliği iyi idare ettiği gibi mahsulatıyla beraber bir de büyük ticaret kapısı açmış olduğundan tam bir rahat ve saadet içinde yaşadığı sırada Mevla Sidi Muhammed ile yukarıda yazıldığı gibi memleket ve millet işleri hakkında da görüşür ve kendisi yalnız çiftlik idaresi değil, bir büyük devleti dahi idare için zatında kuvvet bulmaktaysa da hükûmeti âleme bir yük olmak üzere üzerine almayı nefsine yediremeyeceğini ve eğer âleme rahmet olacak bir yola girilirse nice vakitten beri intizam şirazesine halel gelmiş olan vatanını ıslah hizmetine dahi girişeceğini arkadaşı durumunda bulunan şehzadeye enine boyuna anlatırdı.
Sözün kısası, miladi 1757 senesinde, Mevla Sidi Muhammed hükûmet hakkı kendisine intikal etmek suretiyle hakkı olarak hükûmete geçtiği zaman Sidi Osman’ı müsteşar olarak hizmetine aldı ve çok geri geri kalmış olan vatanın en ileri duruma geçirilmesi Avrupa’daki idare sistemini mi kabule bağlıdır yoksa ne gibi sebeplere bağlıdır, hasılı girilecek yolu seçerek tevessül suretini Sidi Osman’ın görüşüne havale etti.
Sidi Osman ise böyle bir millî hizmeti canıgönülden kabul edip İspanya tarafından getirttiği tercümanlara umum Avrupa kanunlarını tercüme ettirerek ve en uygun bulduğu hükümleri seçerek devlete öyle bir idare şekli verdi ki Mevla Sidi Muhammed’in idare süresi ıslahatı bugün dahi tarih sayfalarında pek çok övgüyle zikredilmektedir.
Bizim Hasan Mellah, işte bu yüksek değerli zatın oğludur. Kendisi Miladi 1772 yılına doğru doğmuştu. Babası Sidi Osman, Fas padişahı Mevla Sidi Muhammed’in özel hizmetinde bulunmakla beraber, kendi ziraat ve ticaret işlerini de bırakmamıştı. Ticarette ilerlemenin denizciliğe ve gemiciliğe bağlanmakla ve bunun da denizcilik sanatını gereği gibi öğretmekle mümkün olabileceğini anladığından ticaret işlerini oğlu Hasan Mellah’a havale etmek için yedi sekiz yaşına kadar çocuğa lisan ve bazı Arapça bilgileri öğrettikten sonra kendisini Cadiz’deki denizcilik okuluna göndermişti.
Fakat Sidi Osman, gemiciliği, ta Hasan Mellah’ın yetişmesine kadar ertelemeyi dahi uygun bulmayıp, zaten öteden beri Cadiz şehrinde ticaretle şöhret bulmuş olan Pavlos Kumpanyası ile toprak mahsulleri yönünden ortaklığı olup bu defa ise bahsi geçen kumpanyanın azasından birisinin vefatı münasebetiyle onun hissesini satın alarak gerek Akdeniz ve gerek okyanus üzerinde gidip gelmekte olan yüz elliden fazla Pavlos Kumpanyası gemilerine de ortak oldu.
Sidi Osman’ın servetinin bu derecesi, zihinlere şüphe getirmemelidir.
Gerçi, yirmi beş seneye yaklaşmış idi ki Mevla Sidi Muhammed’in müsteşarlık hizmetinde bulunurdu. Ancak bu müddet zarfında ibretkârane ettiği hizmeti milletine karşılıksız arz etmeyi kurmuş olmasıyla aldığı maaşa el sürmek değil, yüzünü bile görmeyerek hepsini fukara ve muhtaçlara dağıtmış ve kendisi yalnız ziraat ve ticaretinin mahsulüyle yaşamıştır.
Millet denilen halk topluluğunun fikri demek olan efkâr-ı umumiye, tek bir öz hâline gelip de bir fikir olarak bir adama gülecek olsa o adamın zırdeli bir çılgın olacağına hiç şüphe etmeyiniz. Her ne zaman, her nerede, her kim, milletinin saadetine hizmet etmeye çalışmış ise milletin efkârıumumiyesi onu kahretmiş ve fakat biçare elden çıktıktan sonra millet topluluğu üzüntüsünden kan ağlamıştır. Hangi tarihi açsanız buna dair beş on misal bulabilirsiniz. Fas tarihince bu misallerin birisi dahi Mevla Sidi Muhammed ile biçare Sidi Osman’dır.
Otuz sene kadar sarf olunarak âdeta yıkılma derecesine kadar varmış olan memleketi kurtaran yeni usuller, Fas mutaassıplarından pek çoklarının taassubuna dokunup her şeye, kâfir icadıdır, kötü bidattir, diye bir kulp uydura uydura nihayet halkı ıslahat aleyhine ayaklandırdılar. Sidi Osman bu işin akıbetinin vahametini görüp elde bulunan mallarından birçoğunu yavaş yavaş satarak akçesini Cadiz’deki ortağı Pavlos’a gönderirdi.
Gerçi gerek Sidi Muhammed’in ve gerek Sidi Osman’ın akıllıca idare ettikleri askerî hareketler, fesatçılarla asileri yer yer yeniyordu. 1789 senesinde Mevla Muhammed’in vefatı üzerine, isyan bütün bütün şiddet bularak hükûmete yeltenen birkaç yüz şehzadenin askerinin, Fas şehri içinde rast geleni kılıçtan geçirmeye başlamasıyla, artık ihtilal ateşini söndürmeye imkân kalmadı.
Sidi Osman bu aralık taraftarlarının müdafaasıyla ancak canını kurtarabilmişti. Ancak memleketi böyle bir karışıklık içinde bırakıp kaçmak ne kadar namussuzluk ise durumu düzeltmeye çalışmanın da o kadar lazım olduğu düşüncesi ile sebat gösterdi, kaldı. Eyvah ki eceli için kaldı. Zira asilere bir türlü meram anlatmak bir türlü mümkün olmayıp konağına hücum eden bir bölük halk elinde karısı ve çoluğu çocuğuyla beraber şehit oldu gitti.
İkinci Bölüm
Fas’taki gönül yakan vaka esnasında, Hasan Mellah henüz Cadiz mektebinden diplomasını alıp Tanca İskelesi’ne ayak atmıştı. İhtilal havadisi ve özellikle babasının kara haberi orada kendisine vasıl olunca başı korkusuyla hemen bir kayığa atlayıp karşıya, İspanya yakasına geçti. Ve oradan Cadiz’e giden bir gemiye binerek yine aynı şehre geri döndü.
Hasan Mellah, can kurtarmak suretiyle Cadiz’e giderse ineceği yerin Sinyor Pavlos’un konağı olacağını tarife muhtaç değildir. Çocuk, Pavlos’un konağına varıp da dönüşünü kendisine haber verdiği zaman, Pavlos odasından ağlaya ağlaya çıkıp çocuğun boynuna sarıldı ve böyle bir zamanda Hasan Mellah’ı teselli etmek lazım gelirken “Ah efendim! Ah, Sidi Osman gittikten sonra Fas yere geçsin, pederinizle beraber derhâl sizi düşünmüştüm. Hele, elhamdülillah siz kurtulmuşsunuz!” diye gözlerinden yaş yerine kan saçtığını Hasan Mellah görünce biçare çocuk kendi derdini unutup Pavlos’a teselli vermeye mecbur oldu. Bununla beraber Pavlos’un gösterdiği ümitsizlik ve matem alameti Hasan Mellah için en büyük bir teselli yerine geçti. Zira onun bu kadar üzüntü ve mahzunluğu, nazarında babasına olan aşırı muhabbetini temin etmişti.
Aralarında birçok lakırtı geçerek Pavlos’a da biraz sükûnet geldikten sonra Hasan Mellah, Pavlos’a, isyan hakkında aldığı malumatı hikâyeye başlamıştı. Fakat Pavlos “Beyhude zahmete girmeyiniz, özellikle derdimi depreştirmeyiniz. Fas’ta ve Marakeş’te bulunan adamlarımız tarafından bu sabah beş on mektup aldım. Vakanın tafsilatını öğrendim.” diye çocuğu susturup hiçbir şeyi merak etmemesini, babası vefat etmiş ise babalık vazifesini kendisi ifa edeceğini dahi ilaveten söyleyerek çocuğa birçok teminat daha verdi. O akşam Pavlos’un evi âdeta cenaze çıkmış bir haneden farklı değildi.
Burada Pavlos tesmiye ettiğimiz zat, bu kumpanyanın en büyüğü ve birincisi bulunan Pavlos olup kendisi altmış yaşında, ak saçlı, kaçık benizli bir şey iken üzüntü ve elemleri cihetiyle bir kat daha benzi kaçarak yüzünü görenler buradan cenaze henüz çıkmamış ise de çıkacak olan cenaze şimdilik ayakta geziniyor zannederlerdi. Kendisinin kimsesi olmadığı cihetle, sofrada yalnız Hasan ile beraber bulunup Hasan hayret deryasına dalmış olduğu gibi, Pavlos’un dahi çeneleri kilitlenmiş olmakla, yemek yenildiği müddet ve daha doğrusu sofrada oturulduğu kadar hiçbirisinin ağzından tek harf bile çıkmadı. Allah bilir ama boğazlarından bir lokma geçmeden sofradan kalktılar. Hasan korku içinde bulunduğu ve Pavlos da kahrından hasta gibi bir hâle geldiği cihetle, ikisi dahi hemen yataklarına gittiler.
O geceyi Hasan’ın nasıl geçirmiş olduğunu burada etrafıyla anlatmak sayfaları çoğaltmaktan başka bir şeye yaramaz. Şu kadar diyelim ki Hasan ancak gece yarısından sonra kendisinden geçebilerek ertesi sabah gündüzün saat üçüne kadar yatakta kalabilmişti. Bir de daha yarı uyur, yarı uyanık iken konağın orta katında kopan bir gürültü, oldukça bir yürek çarpıntısıyla çocuğu uyandırdı. Kulağına en evvel giren ses Pavlos’un telaşla söylediği şu sözlerdi:
Pavlos: “Gelmedi a canım, gelmedi diyorum! Gelse saklayacak değilim ya! Ben tüccar bir adamım. Sidi Osman ile olan muamelemi de sekiz aydan beri kesmiştim.”
Dik bir ses: “Canım vallahi sana bir zararımız dokunmaz. Cadiz’e, işte buraya geldiğini yakinen haber aldık. Hasan buraya gelirse senden başka nereye, kime gider?”
Çocukluk hâliyle biçare Hasan’ın bu lakırtıları nasıl bir yürek çarpıntısıyla etrafıyla anlatmak gerekmez. Ancak aradan birkaç söz daha geçtikten sonra Pavlos’un oldukça bir kızgınlıkla “Siz de benim dostum olduğunuz için size şimdiye kadar yumuşak yumuşak konuştum. Bana baksanız ya! Burası İspanya toprağıdır kuzum! Buraya Fas padişahı karışamaz. İspanya kralı karışır. Size buraya gelmedi diyorum, bana inanıp gider misiniz? Yoksa hükûmete müracaat edeyim mi? Haydi farz edelim ki geldi: Vermezsem zorla alacak değilsiniz ya?” diye söylediği sözler Hasan’ın yürek çarpıntısını kesmediyse bile, çocuğu can korkusuyla bütün bütün ümitsiz olmaktan kurtardı.
Pavlos’un tekdiri üzerine birkaç adam arasında bir homurtu peyda oldu. Biraz daha sonra yine birkaç ayak patırtısı uzaklaşa uzaklaşa artık işitilmez oldu. Bu hâlde Hasan olduğu odadan çıkıp yine o katta sokak üzerinde bir odaya koştu. Pencereden sokağa bakıp kendisini aramaya gelerek ümitsizce gidenlerin kimler olduğunu görmeye çalıştı. Ne fayda ki aşağıda değirmen taşı kadar üç dört sarıktan başka bir şey göremedi. Çünkü gelenlerin yüzü bu koca sarıkta gizli idi.
Herifler gider gitmez Pavlos acele Hasan’ın yanına koşmuştu. Çocuğu o odada kül gibi bir yüz ile buldu.
Pavlos: “Ne oldunuz ya?”
Hasan: “Hiç!”
Pavlos: “Hayır, hiç değil! Benziniz atmış, korkmuşsunuz.”
Hasan: “Korkmaz mıyım ya?”
Pavlos: “Benim hanemde, benim himayem altında oldukça korkmazsınız.”
Hasan: “Vallahi Sinyor Pavlos, ben her hâlde malımı, canımı size teslim ettim. Şanınıza ne düşerse öyle işleyiniz.”
Biçare çocuğun gösterdiği böyle masumane teslimiyet, Pavlos’un gözlerini yaşla doldurmuştu. Dolayısıyla çocuğa gerekli teminat olması için şu yolda söze başladı: