bannerbanner
CELIL OKER-ÖZEL BASKI-SON CESET
CELIL OKER-ÖZEL BASKI-SON CESET

Полная версия

CELIL OKER-ÖZEL BASKI-SON CESET

Язык: tr
Год издания: 2024
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
4 из 5

Oturduğum apartmana giden otuz metrelik yaya yoluna bir otomobil park etmişti. Elimde torbalarla alışverişten gelen bir ev babası olsam küfrederdim. Bu yola park edilmemesi için defalarca apartman içi genelge yayımlayan emekli asker yöneticimiz görse daha ağır küfrederdi.

Ama küfretmedim. Adımlarımı ağırlaştırdım yalnızca.

Motoru çalışıyordu otomobilin. Egzozundan fışkıran buhardan anlamıştım bunu. İçindeki adam sigara içiyordu. Bu soğukta açık pencereden dışarı fırlamış deri ceketli dirsekten anlamıştım bunu.

İyice yavaşladım.

Bu otomobil beni bekliyordu. Markasından anlamıştım bunu. Başka, hor kullanılmış otomobillerin beklemesindense, bu otomobilin beklemesi daha iyiydi.

Ben olsam gelenleri görmek için tersyönde park ederdim diye düşündüm. Birden hızlandım. Opel Corsa’nın sağından ilerledim. Yolcu kapısının hizasına gelince birden açtım, hızla girip oturdum içeri.

“Beni mi bekliyordun?” dedim gözleri apartmanın kapısında sigara içen adama.

“Allah!” diye sıçradı deri ceketli şoför koltuğunda. Elini vitese attı ne işe yarayacaksa? Yüzünün bembeyaz olduğunu o karanlıkta görebiliyordum. Yüzüme baktı. Birden ağlamaya başladı ne gördüyse.

İki eli direksiyonun iki yanında, başını direksiyonun göbeğine yaslamış, hüngür hüngür ağlıyordu şimdi. Kendini tutmak istedikçe ağlaması şiddetleniyor, üst üste hıçkırıklarla sırtının titrediğini görüyordum. Sanki konuşmak istemiyor gibi çenesi kısılmıştı, dişlerinin arasından fırlıyordu hıçkırıklar.

Ne diyeceğimi bilemedim önce.

“Sakin ol,” dedim. “Korkuttum seni galiba? Yok bir şey. Sakin ol.”

Kendini toparlamaya çalışarak bana baktı. Eliyle akan burnunu sildi. Ehliyetini dün almaya hak kazanmış yaştaydı. Kısa kesilmiş saçlarını jöleyle dik dik geriye taramıştı. Kocaman bir burnu, basık bir çenesi vardı. Deri montunun fermuarını en yukarıya kadar çekmişti. Bacağında bir blucin vardı. Ayakkabılarını göremedim. Direksiyonu tutan elleri acayip titriyordu.

“Sakin ol oğlum,” dedim yeniden.

Torpido gözünün üstündeki araç mendili kutusundan birkaç parça mendil çektim uzattım.

“Sil gözlerini hadi,” dedim. “Sakin ol, bir şey yok.”

Mendilleri kullanarak burnunu sildi. Gözlerini de silmesi için iki üç mendil daha çekip uzattım kutudan. Kullandığı mendilleri avucunda biriktirmişti.

“Remzi abi… Remzi Ünal abi sen misin abi?” dedi bu kez gözlerini eliyle sildikten sonra. “Kusura bakma, sinirlerim bozuk. Birden korktum girince arabaya.”

“Benim,” dedim.

“Kadir abi yolladı beni,” dedi. “Seninle acilen görüşmesi gerekiyormuş. Bir saattir bekliyorum burada. Sinirlerim bozuldu vallaha düşüne düşüne.”

İnsanın cevabını bildiği soruları sorması kadar güzel bir şey yoktur. Tadını çıkaramayacağımı bile bile sordum.

“Kadir abi kim?” dedim.

“Kadir abi işte…” dedi ceketli oğlan. “Bugün buraya geldiğimiz Muazzez ablanın kocası.”

Sustum. Yeniden ağlama nöbeti gelecekmiş gibi duruyordu. Acıdım çocuğa, ama her ihtimale karşılık sormam gerekiyordu.

“Ne işi varmış Kadir abinin benimle?” dedim.

“Bilmiyor musun abi?” dedi gözlerimin içine bakarak. Kendi gözleri hâlâ yaş doluydu.

Dayan Remzi Ünal dedim kendi kendime.

“Neyi bilmiyor muyum?” diye sordum.

“Bugün çok boktan bir iş oldu bizim orada,” dedi. İçinden yükselen hıçkırıkları bastırmaya çalıştığını görüyordum konuşurken. “Muazzez abla… Bugün görüşmüştünüz.” Dudakları titredi. “Muazzez ablayı öldürdüler.”

Bu fazla geldi. Yeniden direksiyona kapanıp daha yüksek sesle hıçkırmaya başladı.

Belki yarın gazeteleri içim rahat okuyabilirim umuduyla birkaç yaprak mendil daha uzattım delikanlıya. Bir yandan da komşulardan hıçkırıkları duyan oldu mu diye düşünüyordum. Gece sessiz, otomobilin camı açıktı.

“Ne diyorsun sen yahu? Ne zaman?” dedim dizime vurarak. “Ne öldürmesi? Kim öldürmüş? Yakaladılar mı?”

“Kim bilir hangi orospu çocuğu kıydı abi?” dedi yeniden yükselen hıçkırıkların arasında. “Yer gök polis doluydu demin bizim orada. Kadir abi perişan. Aldılar götürdüler. Sorgu sual. Kim bilir hangi orospu çocuğu…”

Yediğim kızarmış tavuğu hatırladım.

“Seni de sorguladılar mı?” dedim.

“Düşmanı var mıydı falan diye sordular bir şeyler işte.”

“Buraya geldiğinizi söyledin mi?”

“Yok abi,” dedi. “Ne karıştıracağım? Şuraya gittik. Buraya gittik. Zaten aklım başımda değil.”

İçim rahatladı birden.

“Sonra?” dedim. “Kadir abin beni mi çağırdı?”

“Kadir abi giderken, geç vakit bırakırlar bunlar beni dedi. Muazzez ablayla bugün buraya geldiğimi biliyormuş. Bul şu adamı, getir bana dedi. Gerekirse sabaha kadar bekle dedi. Geldim bekledim burada abi.”

Burnunu çekti. Birazcık toparlanıyordu galiba.

“Niye telefon etmedi bana?” dedim bir başka umutla.

“Ne bileyim?” dedi. “Numaran Muazzez ablanın çantasındaydı herhalde. Çantayı mantayı cesedi aldıklarında götürdüler emniyete.”

Kendi kendine son darbeyi vurmuş oldu “ceset” sözcüğüyle. “Öögggh!” diye bir ses yükseldi gırtlağından. Otomobilin içine kusmamak için kapıyı açmaya çalıştı. Tam yetişemedi ama. Midesindekilerin birazını pantolonuna, birazını apartmanın yaya yoluna çıkardı. Yarı sindirilmiş midye tavayla karışık bira kokusu geldi burnuma o taraftan.

“Ha siktir!” dedim içimden. Apartmanın önünde kusmuk neyse de, Muazzez Güler numaramı cep telefonuna kaydetmemiştir umarım diye düşündüm. Eğer öyleyse bilgisayar falan alan müşterilerin arasında sıyırtma imkânım olurdu.

“Tamam, tamam,” dedim olabildiğince sakin bir sesle. Elimi attığım mendil kutusunda mendil, benim de çarem kalmamıştı. “Toparlan hadi. Yukarı çıkalım, elini yüzünü yıka bir. Şunu da halledelim.”

Elindeki kullanılmış mendillerle dudağının kenarındaki kusmukları silmeye çalıştı. Çok başarılı olamadı elbette. Kapısını dikkatle açtı, yerdeki marifetine basmamak için özenle uzattı bacağını. Ben de indim.

Opel Corsa’yı daha makul bir yere çekmesini söyleyip söylememeyi düşündüm bir an. Sonra vazgeçtim. Birinin arabasına geçirir, şenliği büyütür dedim içimden.

“Kilitle arabayı,” dedim sadece.

Çocuk yeniden otomobilin içine uzanıp kontak anahtarını alırken, ben de apartmanların pencerelerini gözden geçirdim. Beline kadar sarkıp bizi seyreden kimse yoktu.

“Çabuk,” dedim kapıları kilitlediğini görünce. Kolundan tuttum. Neredeyse sürükleyerek yukarı çıktık. Midye tava ile biranın kokusu bizimle birlikte geliyordu. Allah’tan merdivenlerden inen çıkan birisiyle karşılaşmadık.

Eve girince önce telesekreterin ışığına baktım. Kimse not bırakmamıştı. Delikanlıya banyoyu gösterdim.

“İyice yıka yüzünü gözünü,” dedim. “Ben sana bir şey getiririm giyecek. Sonra konuşuruz.”

Paltomu ve ayakkabılarımı çıkardım yalnız kalınca. Paltonun cebindeki sigara kartonunu çıkardım, telefonun yanına bıraktım. Zarfı sonraya bıraktım. Yatak odasına gidip çoktandır giymediğim bir pantolon arandım gardıropta. Elimde pantolon, buzdolabına gidip kocaman bir bardak su içtim. İyi geldi. Bir bardak daha içtim. Bardağı tekrar doldurup banyonun önünde bekledim.

Suyun şapırtısı kesildi banyoda. Bir havlumu kaybettim dedim kendi kendime kapıyı aralayıp pantolonu içeri uzatırken.

“Küvetin içine bırak pantolonunu,” dedim aralıktan.

Cevap vermedi.

Sonra çıktı banyodan. Pantolonum biraz büyük gelmişti. Biraz toparlanmışa benziyordu. Ama gözlerinde hâlâ aşağıdaki hıçkırıkların izleri vardı.

Bardağı uzattım. Hafif yan dönerek hızla içti.

“Teşekkür ederim abi,” dedi eliyle ağzını sildikten sonra. “İyiyim ben. Gidelim mi?”

“Dur bakalım,” dedim kontrolü kaybetmemek için kararlı bir sesle. Bardağı elinden aldım. Koluna hafifçe dokunarak salona sürükledim.

“Toparlanınca konuşalım biraz,” dedim.

“Toparlandım abi, iyiyim,” dedi ürkek ürkek bakan oğlan. “Kusura bakma, hiç olmazdı ya, oldu işte.”

“Önemli değil,” dedim. “Olur böyle şeyler. Otur biraz.”

Gündüz Muazzez Güler’in oturduğu koltuğu gösterdim. İtiraz etmeden oturdu. Ben de bana kalan yere geçtim. Televizyon kapalıyken konuşmak tuhafıma gitti ama, bıraktım öyle kalsın.

“Siz buradan ayrıldıktan sonra doğrudan işyerine mi gittiniz?” dedim bardağı masanın üstüne koyduktan sonra.

“Yok,” dedi deri montlu oğlan. Yere bakarak konuşuyordu. “Önce çarşının içinde bıraktım onu. Park edecek yer yoktu. Bana sen eve git artık, ben yürüyerek dönerim dedi. Ben cepten bir iki arkadaşı aradım. Önce biraz bilardo oynadık. Biracıdayken telefonla çağırdı Kadir abi.”

Kadının çek yazmasına itiraz edişime bir kere daha sevindim. Öteki soruya geçtim sonra.

“İşyerinde mi saldırmışlar?” dedim. “Kimse görmemiş mi?”

“Kimse görmemiş abi,” dedi. Belli ki konuyu daha önce rahatça kimseyle konuşamamışlardı. Ağlama krizi muhtemelen konuşup boşalamadığı içindi. Kalçasını geriye çekip doğruldu koltuğunda. Beni hemen götürmesi gerektiğini unutmuş gibi başladı konuşmaya. “Teknisyen çocuklar, çıkmışlar mesai bitiminde. Koray Bey dışarıdaydı zaten tahsilat için…”

Aramızdaki sehpada duran paketi elime aldım. İki tane vardı içinde. Birini misafirime tuttum. Ötekini kendim aldım.

“Koray Bey kim?” dedim sigarasını yakarken.

“Bizim muhasebeci,” dedi ilk nefesini saldıktan sonra. “Muazzez abla çoğu zaman akşamları öyle yalnız çalışırdı. Gündüz gelen giden çok oluyor. Hesap kitap işlerini salim kafayla yapayım diye.”

Kendi sigaramı da yaktım.

“Kimse görmemiş yani?” dedim.

“Görmemiş abi,” dedi bir nefes daha çektikten sonra. “Bir müşteri gelmiş, durumu görmüş, polise haber vermiş telefonla. Doluşmuşlar. Ondan sonra Kabir abiyi falan aramışlar.”

Yanında kızı vardı mutlaka adamın dedim içimden.

“Allah Allah?” dedim devam etsin diye. Sigaramdan derin bir nefes de ben aldım.

“Yandığım şu abi,” dedi sesinde yeni bir heyecanla. “Arabaya yer bulmuş olsak ben de giderdim yanında. Bir şey olmazdı o zaman. Korurdum. Bir şey yapamazlardı…”

“Kader…” dedim.

“Muazzez abla odasındaymış bulduklarında duyduğum,” dedi oğlan. “İtiş kakış filan olmamış diyorlar. Hani kapıya falan geldiler desem hırsızlık için, en azından bağırırdı Muazzez abla.”

“Allah Allah?” dedim yeniden.

“Öyle kuru gürültüye pabuç bırakan biri değildi Muazzez abla. Bir seferinde çantasını almaya çalıştılardı sokakta, bir bağırmış, dünya yıkılıyormuş. Kadir abi, ‘Hükümet gibi kadınsın,’ dediydi.”

Birden hatırladı görevini. Aceleyle ayağa kalktı.

“Abi gidelim,” dedi. “Perişan zaten Kadir abi. Bir de biz üzmeyelim.”

Bir an düşündüm. Karar vermeye çalışıyordum. Polisin çalışma hızına güvenmeye karar verdim. Önce telesekreterinde mesaj olmadığına sevindiğim telefonuma yönelir gibi yaptım, sonra vazgeçtim.

“Dur bir dakika,” dedim. “Cep telefonun yanında mı?”

“Yanımda abi.”

“Ara bakalım bir, bırakmışlar mı Kadir abini anlayalım.”

Elini montunun içcebine attı. Cep telefonunu çıkardı. Gözlerine iyice yaklaşarak birtakım tuşlara bastı. Sonra kulağına yaklaştırdı cihazı. Dinledi.

“Cebi kapalı,” dedi.

“Evini dene,” dedim.

Yorulmuş gibi oturdu koltuğa yeniden. Bir kere daha uğraştı tuşlarla. Bir kere daha dinledi.

“Alo,” dedi bir süre sonra. “Kadir abi geldi mi Hatice abla? Ben Cenk.”

Hatice ablanın söylediklerini gözleri bana takılı dinledi. Kaşları çatıldı duydukları yüzünden.

“Yapma yahu!” dedi sonra. “Kalabalık mı orası?”

Biraz daha dinledi.

“Tamam Hatice abla,” dedi. “Geliyorum ben de.” Telefonunda bir tuşa bastı. Avucunda sıkıca tutuyordu telefonu. Kısa bir ıslık çaldı kafasını sallayıp.

“Ne zaman bırakacakları belli olmaz,” dedim, ayaktaydım, ona tepeden bakıyordum. “Dinle şimdi. Benim bu gece bir işim var. Numarasını söyle Kadir abinin, sabah erkenden ararım. Bir de evini tarif et bana.”

İkna olacak gibiydi. Son şansını denedi.

“Gidip evde beklesek?”

“Sen git bekle,” dedim pencereye doğru yürüyerek. Aşağıda durum sakindi. “Köşeye çekip durumu anlat geldiğinde. Sabah hâlâ benimle konuşmak istiyorsa, ilk iş ona geleceğim.”

“Peki abi,” dedi.

Yine yere bakarak Muazzez ve Kadir Güler’in evlerini tarif etti. Maçka Teknik’in biraz altındaydı ev. Ardından ülkenin iki numaralı GSM şebekesine ait bir cep telefonu numarası verdi önce, sonra yedi haneli başka bir numara. Söylediği hiçbir şeyi bir yere yazmadığımı fark etmedi.

“Tamam Cenk,” dedim. “Soyadın ne senin?”

“Bozer,” dedi artık iyice yorgun bir sesle. Ayağa kalktı.

Arkasından kapıyı kapar kapamaz paltomun içcebindeki zarfı çıkardım. Masanın üstüne koydum. Önüne arkasına baktım. Sonra dikkatlice açtım. Zaten yapıştırılmamıştı. Tam konuştuğumuz miktar zarfın içinde. Paraların üstünde bir döviz bürosunun makbuzu duruyordu. Döviz bozduranın ismi yazılmamıştı. Miktar, tarih, saat vardı çok gerekliymiş gibi.

Zarfı olduğu gibi yatak odasına götürdüm. Çekmeceden temiz bir don çektim, zarfı sarıp yatağımın ayakucunun altına bıraktım. Vicdanımı yokladım doğrulduğumda. İyi ki o telefonu etmişim dedim kendi kendime. Malum, iki dakikada bir resim yaptığınızda, iki dakika artı şu kadar yıllık ömür boyu çalışmış sayılırdınız.

Kendime bir kahve yapmak için mutfağa doğru yürürken, açık kalan banyo kapısından gelen kekremsi kokuyu duyunca küfrettim. Kıyakçılığın sonu ayakçılıktır Remzi Ünal dedim kendi kendime. İçeriye girdim. Kusmuklu pantolon uzanmış yatıyordu küvetin içinde. Kendi midemden gelen öğürtüleri bastırmaya çalışarak elime aldım. Sonra tekrar yerine bıraktım. Çamaşır makinesine gidip içindekileri boşalttım banyonun ortasına. Kusmuk kokusuna beklemiş ıslak çamaşır kokusu da karıştı. Sonra yeniden elime aldım pantolonu, makineye zarar verecek bir şeyler var mı diye ceplerini karıştırdım.

Cenk Bozer’in tek kötü alışkanlığı sigara değildi anlaşılan.

Mereti nerede görsem tanırım. Cebinden çıkardığım küçük şeffaf poşetle birlikte yarısı tırtıklanmış ufak bir parça esrar düşmüştü elime. Sarıldığı kâğıt parçasından düşmüştü. Kâğıt, katlandıktan sonra açılmasın diye çevresine sarılan plastik kaplı yassı tel parçasının arasından sıyrılmıştı çünkü. İyi sıkıştıramamıştı çift kâğıtlıyı sardıktan sonra anlaşılan.

İyi ki babası değilim dedim kendi kendime.

Ganimeti götürüp çöp tenekesine attım poşetiyle birlikte. Sonra banyoya döndüm. Pantolonu çamaşır makinesine attım. Makineyi en sıcak suda, en çok deterjanla, en çok kere yıkayan programa getirdim. Düğmesine bastım.

Kusmuk kokusunun daha hızlı çıkması için uzandım, banyonun köşesindeki küçük havalandırma deliğinin kapağını açtım.

Parayı don kasasına sakladıktan yarım saat sonra, üst üste iki kahve içmiş, televizyondaki bütün haber kanallarını dolaşmış, mutfaktaki rezaleti asgari düzeye indirmiş, Flight Simulator’de gönlü olmayan, her an çalabilir gibi duran telefona bakmaktan sıkılmış biri olarak yeniden apartmanımın kapısından çıkıyordum. Belki biraz düşünmeye ihtiyacım vardı. Kusmuk kalıntılarının yanından geçerken durdum. Hızla bir karar verdim ve bahçeden birkaç avuç toprak alıp, Cenk Bozer’in marifetinin üstünü kamufle ettim. Ne de olsa ben de burada oturuyordum.

O soğukta yürüyerek kendimi Akmerkez’in bir sokak altında yeni açılmış bir bara attım. Biraz düşünmeye gayret ettim kahvemi içerken. Pek işe yaramadı. Eve döndüğümde telesekreterde not olmadığını sevinerek gördüm. Biraz kitap okudum. Malta Şahini’ni bir kere daha seyrettim. Brigid O’Saughnessy’nin gözlerindeki huzursuzluk, boynuna mouse kordonu, dolanmış Muazzez Güler’in görüntüsünü sildi attı kafamdan. Gece Sam Spade rüyama girdi. Öldürülen ortağının adını bürolarının kapısındaki camdan sildiriyordu. Daha çok kitap okumalıyım dedim kendi kendime uykumun arasında.

5. BÖLÜM

Bakkalın çırağının gazetelerle ekmeğimi getirme saatinden çok önce uyandım. Pislik bir hava vardı dışarıda. İşim olmasa da evde oturup tembellik etsem dedirten bir hava. Ama benim işim vardı.

O yüzden don gömlek ısınma hareketlerine giriştim tuvaletten çıkar çıkmaz. Evin içi sıcaktı nasıl olsa. Bir seriyi tamamladım, hızımı alamadım, baştan aldım hareketleri. Derimde, saçlarımın dibinde, apışaramda hakiki bir ter tabakası oluşunca banyoya girdim. Çok önceleri okuduğum başka bir kitabın kahramanı gibi önce sıcak, sonra soğuk suyla sıkı bir duş yaptım.

Kahve suyumun kaynamasını beklerken pencereden dışarıyı seyrettim bacağımı sıcacık yanan kalorifer peteğine yaslayarak. İşsiz güçsüz günlerimde kahvemi de burada oturarak içerdim. Bu kez çalıştım kahvemi yudumlarken. Koltuğuma oturup televizyonların sabah haberlerine, gazetelerin birinci sayfalarını okudukları programlara baktım. Muazzez Güler’le ilgili tek söz yoktu. İnsanlar başka şeylerle meşguldüler.

Kahvem bitince derin derin nefesler alarak mutfağa götürdüm kupamı. Dün akşamki toparlama faaliyetim pek üstünkörü olmuştu. Temizlikçi kadını mutlaka çağırmam gerek diye düşündüm. Döndüğümde telefonun başına çöktüm.

Kadir Güler’in cep telefonunda denedim önce şansımı. Bilgisayarın görüşüne bakılırsa kendisine şu an ulaşamıyordum. Pekâlâ dedim içimden. Hiç ara vermeden yedi haneli ev telefonunu tuşladım.

Telefon üç kere çaldıktan sonra açıldı.

“Buyruuun…” dedi yorgun bir kadın sesi.

“Kadir Bey’le görüşebilir miyim?” dedim.

“Kim arıyor?” diye yapıştırdı kadın hemen.

“Remzi Ünal,” dedim. “Adım Remzi Ünal.”

“Remzi Ünal…” diye tekrarladı kadın. “Tamam. Remzi Ünal. Arayacak dediydi Kadir’im.”

“Bir not bıraktı mı?” dedim.

Derin bir nefes daha alarak bekledim.

“Bıraktı,” dedi kadın. “Dedeman’ın havuzuna gelsin dedi. Dün geceye benzetmesin dedi.”

Yeni bir müşteri buldun galiba oğlum Remzi Ünal dedim kendi kendime.

“Anladım Hatice Hanım,” dedim sonra. “Sabah erken mi çıktı?”

“Sen nereden?…” dedi kadın. “Biliyorsun benim adımı? Tövbe tövbe. Bir tuhaf işleriniz var vallahi. Sen nereden?… Bir saat önce geldi Kadir’im, turladı evin içinde deli danalar gibi. Ağzına bir lokma koymadan çıktı gitti.”

“Teşekkür ederim,” dedim, kapadım telefonu.

Canım bir kahve daha istiyordu ama boş verdim. Yatak odasına gidip giyindim. Derinlerde bir yerdeki torbanın içinde, uçakları adam gibi indirdiğim, indirdikten sonra hosteslerle yüzmeye gittiğim günlerden kalma mayonu buldum. Elimle çekiştirerek denedim lastiğini. Zımba gibiydi. Mayo elimde çıktım. Paltomun sportif yüzünü ortaya çıkardım kolları çekiştirip tersyüz ederek. Trençkota benziyordu böyle biraz ama düğümlenerek belimi sıkıştıracak kemeri yoktu. Mayoyu cebime tıkıştırdım. Televizyonu kapadım sonra. Aynada kendimi incelemeden kapıyı çektim, çıktım evden.

Pencereden dışarı bakınca yanılıyordu insan. Pislikten de öteydi hava. Soğuktu, çok soğuk. Dünden daha soğuk. İnsanın yüzüne yağmayan bir yağmurun atomize edilmiş damlacıkları vuruyordu sanki. Otomobilime bir göz attım durduğu yerde. Servise götürmem, sağına soluna baktırmam lazımdı. Ama beklemeliydi şimdilik. Caddeye doğru yürüdüm.

Okula geç kalmış lise öğrencisi kılıklı bir kız gelen taksiye el etti benden önce. Taksi onu geçip benim önümde durdu. Hayat öyle dedim içimden, kız nasıl olsa geç kalmıştı, biraz daha geç kalabilirdi.

“Dedeman Oteli’ne çek,” dedim şoföre içeri girer girmez. “Ama önce doğru git, bakkaldan gazetemizi alalım.”

Bakkal, çırağının çoktan yola çıktığını söyledi gazetelerim ve ekmeğimle. Yüzüme baktı kızgın mıyım diye. Kızgın değildim. Bir takım gazete daha aldım hiç yorum yapmadan. Hızlı adımlarla döndüm taksiye ve Dedeman Oteli’ne varana kadar sayfaları karıştırmakla meşgul oldum.

Çok şey kazanmadım. Muazzez Güler haberi, sabah televizyonlarda gösterilmeyen üçüncü sayfa haberlerinde de yoktu. Saati uygundu oysa. Daha uygunsuz saatlerde üç kişi öldürülmüştü, biri Kocaeli’nde. Üçünde de ağır tahrik vardı. Çok yatmazlardı. Krizden çıkışın belirtilerinin gözüktüğü yolundaki köşe yazılarını ilk paragraflarından sonra okumadım.

“Gazeteler sende kalsın,” dedim şoföre otelin önünde ücretini ödedikten sonra inerken. Doorman afili bir selam verdi kapıdan geçerken. Aynı ciddiyetle aldım. İçerideki metal dedektörlü kapıdan bir tarafım biplemeden geçtim.

Lobideki işaretlere uyarak aşağıya indim. Havuz bölgesine girince ağır klor kokulu bir hamam havası karşıladı beni. Nazik bir delikanlıya giriş ücretini ödedim, kılavuzluğunda soyunma odasını buldum. Üstümdekileri çıkarıp mayomu giydikten sonra hayıflandım terlik getirmeyi akıl edemediğime. Oğlanın elime tutuşturduğu havluyu alıp havuza doğru yürüdüm. Etrafıma bakıyordum yürürken.

Üçü kadın, ikisi erkek beş Japon havuzun yanındaki bir masada, mayolarıyla karşılıklı oturmuş portakal sularını içiyordu. Bikini giymekte ısrar etmeseler daha iyi olacak orta yaşlı iki kadın “iyi ki geldik” bakışlarıyla birbirlerinin vücudunu inceliyordu çaktırmadan. Havuzun biraz gerisindeki Amerikan bara benzeyen köşede, uzun sandalyelere elbiseleriyle tünemiş yapılı iki adamın önünde hiçbir şey yoktu. Tam karşıda, dışarının ölgün ışıklarını içeri taşımaya çabalayan kocaman camların önünde, iki çıplak adam bacaklarını suya sallandırmış duruyordu iki metre arayla. İkisinin de tepesi açıktı. İkisinin de göbeği taşıyordu mayolarının üstünden. İkisinin de göğsü acayip kıllıydı.

Tam karşılarında ayakta dikildim. Havlumu ayaklarımın dibine bıraktım.

Start vermişim gibi, birer saniye arayla suya girdi ikisi de. Bana doğru yüzmeye başladılar. İkisi de kafasını suyun içine sokmadan yüzüyordu. İkisi de, yarışın ödülü, bikinili orta yaşlı kadınları alıp götürmekmiş gibi hırsla yüzüyordu. Ayakta durup onları seyrettim. Ağızları sımsıkı kapalı, kavga eder gibi kulaç atışlarını izledim. Yaklaştıkça yüzleri belirginleşiyordu, ama ikisini de daha önce görmemiştim.

Başa baş bir yarıştı bu. Teknikler kötü olunca iş kuvvete kalıyordu. Yine de neredeyse aynı anda eriştiler ayaklarımın birer metreyle sağına ve soluna. Havuzdan dışarı sular sıçradı.

Bir adım sola kaydım. Biraz daha şişman olan yüzücünün önünde bir kulvar hakemi gibi eğildim elinin havuza değdiği noktaya doğru.

“Siz kazandınız Kadir Bey,” dedim. “Kuru bir havlum var, ister misiniz?”

Bir eliyle yüzündeki suları sildi yarışın birincisi olarak ilan ettiğim adam. Gözlerini kısmıştı bana bakarken.

“Benim havlum var Remzi Bey,” dedi. Biraz soluk soluğaydı bitirdiği küçük yarış sonrasında.

Kendi kendimi tebrik ettim.

Sağdaki adam havuzdan çıktı. “Getiririm adamı yanınıza Kadir Bey, görüşürüz,” dedi, küçük bir el hareketiyle beni havuza davet eden adama. Cevabını beklemeden yürüdü gitti soyunma odalarına doğru.

Beni çağıran adam, Kadir Güler, boğazına kadar suyun içinde, aşağıdan bana bakıyordu. Gördüğünü beğenmiş gibi sırıttı.

“Başınız sağ olsun,” dedim.

“Sağ ol,” dedi.

Ayaklarından güç alıp kollarıyla çekti koca gövdesini havuzdan dışarı. Bu son hareketin de katkısıyla soluk soluğa kalmıştı iyice. Oturup ayaklarını salladı suya. Bir kere daha sildi yüzünü.

“Neden gelmedin dün akşam?” dedi koca göbeğinin inip çıkma hareketleri yavaşlayınca.

“Misafirliğe gitmiştiniz,” dedim.

“Olsun. Beklerdiniz. Ben çağırınca gelinsin isterim,” dedi. Yüzünü üçüncü kez sıvazladı.

“Kusura bakmayın,” dedim aynı ses tonuyla. “İşim vardı.”

Yeni açılan barın kahvesini beğenmediğimi söylemedim.

Yeniden sırıttı.

“Siktir et,” dedi.

“Olur,” dedim.

İki tarafta birer tutam kalmış saçları tuhaf bir biçimde yapışmıştı kafasına. Geniş bir alnı vardı. Gözleri kocamandı, biraz kızarmıştı ama bunun eşine ağlamaktan çok klorla temastan ileri geldiğine emindim. Küt burnunun altındaki üstdudağı, sanki yarım saat öne tıraş olmuş bıyıkların gölgesinden yeni çıkmış gibi belirgindi. Belinin biraz yukarısında çoktan iyileşmiş bir yara izi vardı. Uzunca bir yara.

“Nasıl geçti misafirliğiniz?” dedim.

“Siktir et,” dedi yeniden. Sonra göbeğini sıvazladı bu kez elleriyle iki yandan.

“Gel karşıya gidelim,” dedi sonra. “Bu salak karılar duymasın konuştuklarımızı.”

Havuza bıraktı kendini. Benim izleyip izlemediğime bakmadan deminki güçlü, ama kötü kulaçlarla yüzmeye başladı.

Biraz ilerlesin diye bekledim. Suya girdim sonra. Çoktandır unuttuğum bir duygu kapladı bedenimi. Bunu daha sık yapmalıydım belki. Suyun içinde kımıldamadan durup keyfini sürdüm biraz. Kadınlar boğulursam kurtarmaya hazırlarmış gibi bakıyorlardı bana. Karşıya doğru nizami kulaçlarla yüzmeye başladım sonra. Bisiklete binmek gibiydi, insan unutmuyordu.

Havuzdan çıkmış beni bekliyordu Kadir Güler. Slipti mayosu. Göbeğinin altındaki üçgen apaçık müstehcendi. Bacakları gövdesine göre daha normal bir kalınlıktaydı.

“İyi yüzüyorsun,” dedi ben de kendimi dışarı çekerken.

“Eskiden iyi yüzerdim,” dedim.

“Spor yapıyor musun?” dedi.

Aikido hakkında sohbet etmeye niyetim yoktu. Başımı olumsuz anlamda salladım.

“Spor yapmalı,” dedi göbeğini yeniden sıvazlayarak. “Sporu ihmal etmemeli. Ben her kafam bozulduğunda buraya gelirim.”

На страницу:
4 из 5