bannerbanner
CELIL OKER-ÖZEL BASKI-SON CESET
CELIL OKER-ÖZEL BASKI-SON CESET

Полная версия

CELIL OKER-ÖZEL BASKI-SON CESET

Язык: tr
Год издания: 2024
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 5

Kapağı açık bırakılmış bir çöp konteynerinin içinden bir kedi fırladı. Onu bir ikincisi izledi. Tekyönlü bir sokaktı burası, o yüzden yukarıdaki caddeye ulaşmaya hevesli otomobiller gelmiyordu arkamdan. O yüzden daha sessizdi. Kedileri bile daha az şamatacıydı.

Adresteki numaraya bakılırsa, Hi-Mem karşıdaki apartmanların birinin ikinci katında olmalıydı. İşime geldi bu, karşı taraftan sokağın o yakasını inceleyerek yürüdüm.

Çok yürümeme gerek kalmadı.

Babasının elinden tutmuş yeni bilgisayarında Harry Potter oynamaya hevesli bir ilkokul çocuğunun bile bulabileceği büyüklükte bir tabela, sokağın başındaki direkteki karakterlerle, gri bir binanın ikinci katını boydan boya kaplıyordu. Gelip geçen not alsın diye telefon numaraları da eklenmişti tabelaya. Bir zamanlar bu evde oturanların arkasından sıkıntıyla sokağa baktıkları pencerelere çeşitli bilgisayar donanım markalarının çıkartmaları yapıştırılmıştı. Boydan boya Hi-Mem’e ait olduğu anlaşılan katın dört penceresinin dördünde de ışık vardı.

Karşı kaldırımda, yanmayan bir elektrik direğinin altında durup binaya baktım. Sokaktakilerden daha eski bir bina olmalıydı, en alt katına dükkân eklememişti mimarı. Ortadaki giriş kapısının iki yanındaki ikişer pencerede ışık yoktu. Üçüncü katın pencerelerinde adlarından karıkoca oldukları anlaşılan iki diş hekiminin, ayrı ayrı tabelaları vardı. Diş hekimlerinin şu anda hastaları yoktu ya da hasta beklemiyorlardı. Dördüncü katta tabela yoktu. Tasarruf için lambalarının yarısı söndürülmüş bir evin kalın perdelerinin arkasından geliyordu ölgün ışıklar.

Ağır ağır karşıya geçtim.

Ana giriş kapısı ardına kadar açıktı. Apartmanın sakinlerine aşağıda onları ziyarete gelen biri olduğunu haber veren, kapının yanındaki zil butonları çok önceleri sökülüp atılmıştı. Yıllar önce yüksek beğeniye sahip bir sakinin taktırdığı afili posta kutusunun aralık kapağından işi bitmiş bir gofretin ambalajı görünüyordu.

Girişteki otomatiği bulup dokundum. Koridorun karanlığında hiçbir şey değişmedi. Bir an durup gözlerimin alışmasını bekledim. Sonra yukarıya çıkan merdivenler olması gereken boşluğa doğru ilerledim.

Ayaklarım ilk basamakları buldu. İki katın arasına geldiğimde, alacakaranlık karanlığa dönüştü. Çakmağımı çıkarıp yaktım. Isınınca söndürdüm. Bu arada hedefim olan katın sahanlığına ulaşmayı başardım.

Oğlunun elinden tutup Harry Potter almaya gelen baba, karanlıktan ürküp dönerdi belki. Ben dönmedim. Yanımda oğlum olmadığından değil.

Karanlığın ortasında yukarıdan aşağıya ince bir çizgi halinde uzanan ışık bir şey söylüyordu bana.

Hi-Mem’in kapısı açıktı.

Işığa doğru bir iki adım attım.

Hiç ses gelmiyordu içeriden.

Daha önceleri de geldiğim olmuştu bilgisayarcılara. İçeriden sesler gelirdi.

Hi-Mem’den ses gelmiyordu.

Kapıyı elimle hafifçe ittim. Sessizce açıldı. İçeriden gelen ışıkla ortam biraz aydınlandı. Çoktandır süpürülmemiş gibi duran zeminde üstüne basılıp söndürülmüş sigaralar vardı.

Kapının aralığından geçip Hi-Mem’in kıta sahanlığına adım attım.

Yıllarca önce Beşiktaş’ın seçkin evlerinden biri olması için tasarlanan dairenin girişindeydim şimdi. Tepedeki lamba, ışığının çoğunu tozlu bir ebruli abajura bırakıyordu. Eve girenlerin paltolarını emanet edecekleri portmantonun olması gereken yerde üst üste konmuş koliler duruyordu. Tavana kadar yükselen kolilerin üstünde yeni bir bilgisayar almak için üç gün üst üste bilgisayar ilanlarına bakan birisinin hemen tanış olacağı markalar yazılıydı. Duvardaki boşluklar, pencerelere yapıştırılmış reklam çıkartmalarının aynılarıyla doldurulmuştu.

Kolilerin tam karşısında iki kapı vardı. Böyle evlere girip çıkmışlığım çok olduğu için birinin arkasında mutfak, diğerinde tuvalet olduğunu kestirdim. İki kapı da kapalıydı.

İki kanatlı camlı bir kapı Hi-Mem’in geri kalanını giriş holünden ayırıyordu. Kapının buzlucamına, elini sürenin hemen gidip yıkamak zorunda kalacağına emin olduğum bir grilik hâkimdi.

Dairenin ana kapısını arkamdan kapadım.

Hiç kimse itiraz etmedi.

Camlı kapının bir kanadını itip kafamı uzattım içeriye.

İçerisi daha aydınlıktı.

Muazzez Güler’in toplama bilgisayarları burada üretiliyordu demek ki. Duvarlara dayalı dört çelik masanın üstü, bağırsakları ortalığa saçılmış bilgisayarlarla doluydu. Açık kasalardan teller fışkırıyordu. Ortalık açık kapalı onlarca bilgisayar parçası kutusuyla doluydu. Duvara bakarak çalışan teknisyenlerin, yaptıkları işi daha iyi görmeleri için konulmuş yuvarlak başlı masa lambalarının ikisi altlarını iki çelik dolabın kapaklarına, üstlerinde birtakım yazılar olan bir sürü küçük hatırlatma notu yapıştırılmıştı. Masaların yanında dışarıda gördüğüm cinsten koliler duruyordu, kimi açık kimi kapalı. Yerde asıl rengini kestiremediğim kahverengimsi bir moket halı vardı. Karşıdaki pencereler perdesizdi. Salonun sağ tarafındaki duvar iki kapalı kapıyla bölünüyordu.

Masaların altında, çalışanların bacaklarını ısıtacak biçimde konuşlanmış elektrikli sobalar çalışıyor olsa bile, durumu kurtaramayacakları kadar soğuktu ortalık.

“Merhaba,” diye seslendim.

Cevap gelmedi.

İçeri girdim. Yerleşmiş bir sigara kokusu çarptı burnuma.

Bir iki adım daha attım.

Sessizlik hoşuma gitmedi.

“Kimse yok mu?” dedim bu kez sesimi öteki iki odada bulunabilecek birilerine yönelterek.

Kimse yoktu.

Allah Allah dedim kendi kendime. İçimden yükselen sigara yakma dürtüsünü bastırdım. Sağdaki ilk kapıya yöneldim.

Bu kadar seslendikten sonra kapıya vurmaya ihtiyacım olmadığını düşünüp açtım.

Kimse yoktu. Arkamdan gelen ışığın alacakaranlığında gözden geçirdim odayı.

Bir tür muhasebeci ya da yönetici falan gibi birisinin odası olmalıydı burası. Beşiktaş’ın en ucuz mobilyacısından alınmış gibi duran bir masa ve önünde iki koltuk vardı. Masanın arkasında, sırt koyacak yeri yüksek bir patron koltuğu duruyordu. Masanın üzerinde bir bilgisayar, iki telefon, birtakım dosyalar ve kaçınılmaz olarak bir sumen vardı. Buradaki masa lambası kapalıydı. Koltukların arasındaki sehpa boştu. Odanın öteki eşyası masayla takım bir dosya dolabıydı. Pencerelerde iyice kapanmış jaluziler vardı. Burada oturan her kimse, sigara içmiyordu.

Geri çekilip kapıyı kapadım.

İki adımda ikinci kapının önüne geldim. İçeride kimsenin olmadığından emin bir biçimde, tek harekette sonuna kadar açtım kapıyı.

Yanılmışım.

İçeride biri vardı.

Ama artık olmayacaktı.

Muazzez Güler, ilk odadakinden daha büyük bir masanın arkasından, ilk odadakinden daha büyük bir patron koltuğuna oturmuş, çok oynanmış cam bilye gibi gözlerle arkamda bir yerlere bakıyordu. Yüzü şaşkınlık ve acıyla donmuştu. Kırmızı boğazlı kazağının yakasının üstünden iki kere dolanmış bir kablonun ucundaki markasız bir mouse, dev bir kolye gibi göğsünde duruyordu. İki kolu, avuçları açık, yana doğru sarkmıştı.

Ha siktir dedim içimden. Bin kere ha siktir.

Kapının eşiğinden hızla geri çekildim. Sırtımı duvara yaslayıp kafamı toplamaya çalıştım.

Ha siktir dedim yeniden.

Tam da işler açılıyorken bir müşteri kaybettin Remzi Ünal dedim içimden.

Sonra saatime baktım. Buradan defolup gitmek için üç dakika süre tanıdım kendime.

Çok heveslenmeden girdiğim bir işten başıma büyük belalar gelmesini önleyecek kadar şeyi görmeme yeteceğini umduğum bir üç dakika. Eve giderken kızını sevindirmek isteyecek bir babaya bugün kapalıyız demek zorunda kalmamı engelleyecek bir üç dakika. Telefon çalarsa cevap verip vermeme kararı için terlememi önleyecek bir üç dakika.

Ve fosforlu yeleklerinin sırtlarında “polis” yazan birilerinin koluma sıkı sıkı girmesi ihtimalini azaltması için dolu dolu bir üç dakika.

Sigara isteğimi deminkinden daha büyük bir güçlükle bastırdım. Duvardan güç alarak ayaklarım üstünde dengemi buldum, odaya döndüm.

Kapının eşiğinde kımıldamadan durdum. Cesedin yüzüne bakmamaya gayret ederek hızla gözden geçirdim odayı.

Odayı aydınlatan tek ışık kaynağı olan klasik bankacı tipinde bir masa lambasının durduğu kocaman masanın üstü boş gibiydi; bir telefon, yanında evimde konuşurken gördüğüm cep telefonu, zamanı, ısıyı ve nemi aynı anda gösteren şeffaf bir saat, deri bir kalemlik, altında kâğıt peçete olan, yarısı dolu bir su bardağı. İnce, uzun, içi dolu olduğu belli bir zarf. Sırtı bana bakan bir bilgisayar monitörü. Bilgisayar açıktı galiba, Muazzez Güler’in yüzünün yan tarafına o yönden bir ışık vuruyordu. Durduğum yerden çantası görünmüyordu, belki yerde ayaklarının dibindedir diye düşündüm.

İnce, uzun, içi dolu olduğu belli zarf canımı sıkmıştı biraz. Biraz değil çok. Üstünde “Sayın Remzi Ünal” yazıyordu o hafif Amerikan kokusu taşıyan yuvarlak harflerle. Adımın zarfın içi doldurulduktan sonra yazıldığı belliydi. Ünal’ın l’si boşluğa gelmiş, dolmakalemin ucu hafifçe delmişti kâğıdı.

Sözünün eri kadınmış Muazzez Güler dedim içimden.

Buradan bir an önce tüymem için bir nedenim daha vardı şimdi. Etrafa olabildiğince hızla baktım.

Giysilerini değiştirmemişti.

Koltuğu ile arkasındaki duvar arasında, istenirse iki kişinin bile sığabileceği kadar bir boşluk vardı. Yüksek arkalıklı koltuğun üstünden eğilip boğmak güç olmuştur dedim kendi kendime.

Bu oda bir öncekinden daha büyüktü. Yerde yeşil, duvardan duvara bir halı vardı. Uzun boyunlu, halojen lambalı bir lambader, tam pencerenin önünde duruyordu. Yanmıyordu. Masanın önünde karşılıklı iki deri koltuk vardı. Koltukların oturma yerlerinde çukurlar oluşmuştu. Aralarındaki sehpanın üstünde üç tane bilgisayar dergisi duruyordu. Masanın sol tarafında büyük, camlı bir kütüphane vardı. Raflarının büyük bir kısmını, sehpanın üstündeki dergilerden olduğunu sandığım ince kenarlı dergiler kaplıyordu. Bir rafın yarısı kalın yabancı kataloglar, çeşitli işletim sistemlerinin kullanım kılavuzlarıyla doluydu. Boşluklara üç tane plaket, üstüne parti amblemi basılmış biri büyük, biri küçük iki kahve fincanı yerleştirilmişti.

Saatime baktım. İki dakikam kalmıştı.

Derin bir nefes aldım.

Sonra bir karar verdim. Vermem gereken zorunlu bir karar.

Anlamsız olduğunu biliyordum ama parmaklarımın üstüne basarak masaya doğru ilerledim. Elimi gereksiz bir yükseklikten masanın üstünde duran ince, uzun zarfa doğru uzattım. Parmaklarım daha zarfa dokunmamıştı ki, donup kaldım.

Muazzez Güler’in yüzünde bir şeyler değişti.

Hayır, yüzünde bir gülümseme belirmedi. Donuk bakışlı gözlerinin tekini “pışııık” diye yummadı. Yanağı seğirmedi.

Yüzüne yansıyan ışık değişti birden.

Mumlu bir kâğıdın ardından yüzünün yan tarafına yöneltilmiş düşük watt’lı bir video kamera aydınlatmasına benzeyen ışık kayboldu, birbiri ardından geçiveren gölgeler yansımaya başladı yüzünde. Hatları belirip kaybolmaya başladı bu yeni ışıkta. Bir heykel gibi kıpırtısız yüzü, her gölgenin geçişinde sanki yarım milim oynuyordu yerinden.

Elimi çektim masanın üstünden.

Yine parmaklarımın ucuna basarak masanın çevresini dolandım. Bilgisayarın ekranına baktım.

Büyüklü küçüklü onlarca dolar işareti geçiyordu bilgisayarın ekran koruyucu moduna geçmiş ekranından. Siyah dolarlar, beyaz dolarlar, kırmızı dolarlar, yeşil dolarlar. Üst üste dolarlar, yan yana dolarlar. Birbirini kovalayan dolarlar, yalnız gezen dolarlar.

Farkında olmadan tuttuğum soluğumu saldım.

Saatime baktım. Bir buçuk dakikam kalmıştı.

Geri döndüm. Masanın öteki yanına geçmek için hızlı adımlarla yürüdüm. Yanından geçerken kalemlikten parmak gibi kalın bir dolmakalemi de çekip aldım.

Evet, Muazzez Güler’in çantası yerindeydi.

Çantayla ilgilenmedim ama. Klavyenin üstüne eğildim, dolmakalemin ucuyla ara çubuğuna bastım.

Dolarlar çekip gitti. Odanın ışığı yeniden değişti. Değişimin Muazzez Güler’in yüzüne nasıl yansıdığına bakmadım.

Bir Excel dosyası vardı şimdi ekranda. Bir sürü isim, bir sürü rakam.

Bu bilgisayarın mouse’u klavyenin yanında duruyordu.

Saatime yeniden baktım.

Ekran koruyucu kötü haberdi.

Kaç dakikaya ayarlandığını bilmiyordum ama, dakikalarla sınırlı olduğu kesindi. Mobilyacının önünde oyalanmasam işin üstüne gelecektim. Sokakta bana doğru ilerleyenlerin yüzüne bakmama alışkanlığıma kızdım.

Ekran koruyucunun yeniden devreye girmesini bekleyemezdim ama.

Saatime bakmadım bu kez. Bir yerden çekip gitme zamanının geldiğini bilecek kadar sağduyum vardı.

Masanın başına geçtim. Bardağı sol elimde tuttuğum dolmakalemle sabitleyip sağ elimle peçeteyi dikkatlice çektim altından. Sonra bardağın içine sokup ıslattım yarısını. Yere damlatmamaya özen göstererek dolmakalemi iyice sıvazladım. Paltomun dış tarafındaki protokoler yüzünün tüylü kumaşında kuruladım, kalemliğe geri bıraktım. Sonra başka hiçbir şeye değmemeye özen göstererek üstünde adım yazılı zarfı aldım masadan. Paltomun iç tarafındaki ceplerden birine yerleştirdim. Çıkmadan önce bir kez daha baktım manzaraya. Kapıyı sanki Muazzez Güler’i rahatsız etmek istemiyormuşum gibi yavaşça çektim. Islak mendil ve palto numarasını kapının kolunda da tekrarladım.

Gitme zamanının geldiğine karar verince sanki telaşlanmıştım farkına varmadan. Hızlı adımlarla masaların arasından geçtim. Çift kanatlı kapıya eriştiğimde dönüp şöyle bir baktım arkama.

Telefon tam o sırada çaldı.

Ha siktir dedim yeniden.

Sanki Hi-Mem’in bütün odalarında birden çalıyordu telefon. Zilin berbat çığlığı hem Muazzez Güler’in odasından hem pencereye yakın masaların oralardan bir yerden geliyordu. Binanın sessizliğinde sanki daha güçlü bağırıyor gibi geldi bana. Durup karar vermeye çalıştım.

İkinci çalışta karar verdim.

Pencereye doğru ilerledim. Üstü diğerlerinden daha az karışık olan sağdaki masadaydı telefon. Pazariçi’ndeki her telefoncuda bulunan en ucuz telefonlardandı. Kalın bir yabancı kitabın üstünde duruyordu.

Elimdeki kâğıt mendilin kuru tarafıyla tutarak kaldırdım ahizeyi. Zilin sesi kesilince her şey normale döndü sanki.

Kulağıma götürüp hiç ses çıkarmadan dinledim.

Karşı tarafta her kim varsa o da ses çıkarmadı. Ama vardı biri, kesik kesik soluduğunu duyuyordum.

Karşılıklı bekledik.

Kimse “alo” falan demedi.

On beş saniye kadar karşılıklı bekledik.

Hattın kesildiğini duydum sonra. Ahizeyi yerine bıraktım.

Saatime baktım. Kendime tanıdığım süreyi bir buçuk dakika geçirmiştim. Kimsenin kimseye “alo” demediği bu telefon iletişimiyle geçen saniyeler işin boka sarmaması için hiç vakit harcamamam gerektiğini söyledi bana. Hızla hareket ettim. Salondan çıktım. Çift kanatlı kapıda değmiş olduğum yeri de temizledim hızla.

Dış kapıya yaklaştım, dışarıyı dinledim. Hiç ses yoktu. Emin olamadım, kulağımı dayayıp bir kez daha dinledim. Okeydi. Sessizce çıktım.

Kapıyı bulduğum gibi açık bıraktım. Geldiğimde bulduğumdan biraz daha açık.

Merdiven boşluğuna vuran yarım yamalak ışıktan yararlanarak merdivenlerden aşağıya yöneldim. Yolun ortasında iyice karanlık oldu merdivenler. Çakmağımı bir an için yakıp söndürdüm önümü görmek için. Elimin dış yüzeyini duvara sürterek, tökezlemeden indim aşağıya.

Binanın dışına çıkınca hiç duraklamadan Barbaros Bulvarı’nın tersi yöne doğru yürüdüm hızlı hızlı. Arkamdan kimse dur demedi. İlerledikçe yokuşa dönüşen sokağın elli metre içindeki evine bir an önce yetişmeye çalışan üç çocuk babası bir tüccar gibi yere bakarak yürüyordum.

Yanmayan başka bir sokak lambasının altında durup geriye baktım. Hiçbir şey değişmemişti. Tamam Remzi Ünal dedim kendi kendime. Koluna girmesini istemediğin hiç kimse girmeyecek koluna.

Bir sigara yaktım.

Paltomun yakasını kaldırdım iyice. Geri döndüm. Karşı kaldırımdan. Şimdi yemeğini yemiş, Taksim’de suareye yetişmeye kararlı bir müdür yardımcısı gibi yürüyordum. Başım dik, içim rahat. Yanından geçtiğim çöp tenekesine attım cebimde küçük bir top haline gelmiş ıslak kâğıt mendili.

Hi-Mem’in önünden geçerken başımı çevirip bakmadım bile binaya. Zaten her akşam geçiyordum buradan, bakacak ne vardı? Hep o bildik sokaktı işte, yarı karanlık. Şu belediye de ne bekliyordu bilmem lambaları tamir ettirmek için?

Barbaros Bulvarı’na eriştiğimde sigaram bitmişti. 150 kilo portakalın sergilendiği büfenin dibinde söndürdüm ayağımla. Aşağıya doğru yöneldim.

Bir daha arkama bakmadım hiç.

Baksam ne göreceğimi biliyordum çünkü. Tepesinde kırmızı mavi ışıkları yanıp sönen Renault marka polis otomobili, büfenin yanından kıvrılıp girmek üzereydi Hi-Mem’in sokağına. Sirenleri çalmıyordu ama.

Nereye gittiklerinden emin gibiydiler, hiç tereddüt etmeden girdiler tekyönlü sokağa.

4. BÖLÜM

Arkama bakmadan hızlı hızlı yürüdüm. Sanki birisi arkamdan ateş edecekmiş gibi boynumu kastığımı fark ettim sonra. Sırtımı dikleştirdim. Paltomun ancak otopark görevlilerinde saygı uyandırmaya yeten protokoler yüzünün yakasını iyice kaldırdım.

Soğuk yüzünden ellerim ceplerimde yürüyordum. Islık çalmak aklıma gelmedi.

Hi-Mem’e girmeden önce önünde oyalandığım cep telefoncusunun yanından hiç duraksamadan geçtim.

Trafik hâlâ ağır ilerliyordu.

Soluğum neden sonra düzene girdi. Kendi kendine, ben yardım etmeden.

Aşağıya doğru indikçe ortalık kalabalıklaştı. Kalabalığın arasında kendimi daha güvende hissetmeye başlamıştım sanki.

İyi sıyırttık dedim kendi kendime belki on kez. İyi sıyırttık.

Yürümeyi kesmedim ama.

Yeniden saatime bakmayı ancak çarşının girişinde akıl ettim. Köşedeki büfenin camekânında dönen şişe geçirilmiş kızarmış tavuklar kışkırttı beni. Çok fazla düşünmeden içeri girdim.

Sanki bir önemi varmış gibi dışarıyı gören masalardan birine oturdum. Bir sigara yaktım teneke kül tablasını görünce.

“Ne arıyordun lan orda?” dedi fosforlu yelek giymiş birisi kafamın içinde bir yerlerde.

“Bilgisayar alacaktım,” dedim.

“Bu para kimin zarfın içindeki?”

“Bilgisayar alacaktım dedim ya.”

“Yok yaa!” dedi kafamın içindeki.

“Gerçekten,” dedim.

“Tam da zamanını bulmuşsun bilgisayar almanın,” dedi fosforlu yelekli. “Senin evde ne yaptınız peki kadınla?”

“Konuştuk,” dedim.

“Konuşmuşlar,” dedi.

“Ona kahve yaptım,” dedim.

“Bak, kadına kahve yapmış,” dedi.

Sonra vereceğim cevapların hiçbirine inanmayacağını belli ettiği sorular sordu üst üste.

Sesimi çıkarmadım.

“Ne arıyordun lan orda?” dedi yeniden kafamın içinde ve ben verecek cevap bulmak için uğraşmaktan yoruldum.

“Avukatımı istiyorum!” diye cevap verdim sonunda.

“Çek abime bir avukat!” dedi bir başka fosforlu yelekli.

“Ne vereyim abi?” dedi lekeli önlüğüyle orta yaşlı bir garson.

“Yarım kızarmış tavuk istiyorum,” diye cevap verdim.

“Çek abime bir yarım!” diye bağırdı garson bir başka lekeli önlüklüye.

Yarım kızarmış tavuk, iyice ayıklanmış biçimde önüme gelince, kafamın içindeki fosforlu yelek giymiş adamlar gitti. Bir daha da gelmediler.

Sigaramı söndürdüm.

***

Sigaramı yaktım.

Büfenin önündeydim. Masadaki kürdanların biriyle dişlerimin arasındaki kızarmış tavuk parçalarını ayıklıyordum. Ne yapacağıma karar verememiştim. Eve gidip cinayetleri, trafik kazalarını, adliye koridorlarında birbirleriyle kavga eden aileleri en çok gösteren televizyon kanalında boynuna mouse kordonu dolanmak suretiyle öldürülen bilgisayar üreticisi işkadınının haberini bekleyebilirdim. Sokakta toplanan insanları görürdüm belki o zaman, Muazzez Güler’in bedenini koyu renkli uzun torbada taşıyan ambulans görevlilerini görürdüm. Kocasını görürdüm belki. Muhabirin ekip amiriyle arası iyiyse, temizlemeyi atladığım parmak izlerimin bile olabileceği atölyenin içinde dolaşırdım bacak hizasında telaşlı telaşlı gezen bir kameranın aracılığıyla.

Soruşturmanın sürdüğünü duyardım haberin sonunda.

Büfenin önündeki kaldırımdan indim. Çarşının içine doğru yürümeye başladım. Yine kaldırımlarla ilgili bir şeyler yapıyordu belediye, ortaklık karışmıştı. Çamurlaşmaya niyetli zeminin üstüne yığılmış kaldırım taşlarının arasından slalom yaparak ilerledim elinde torbalarla yürüyenlerin arasında. Balıkçıların ışıkları yanmıştı çoktan. Hiçbiri benimle göz göze gelmeye çalışmadı.

Meydanın ortasında kartal heykelinin önüne gelince durdum. Sanki hemen bulacakmışım gibi gözlerimi kaldırdım etraftaki binaların üst katlarına. Bulamadım.

Sigaramı kartal kaidesinin dibine, yere attım. Üstüne bastım etrafıma bakarak.

Tezgâhın başında aylardan mayısmış gibi geniş geniş oturan kestaneciye doğru yürüdüm. Üç günlük sakallarının arasından yüzü güldü adamın geldiğimi görünce. Muazzez Güler’in kocasının partisinin yerini bilip bilmediğini sordum.

Suratı asıldı kestane almayacağımı anlayınca. Eliyle Ihlamurdere Caddesi’nin ilerisini gösterdi isteksiz isteksiz.

“Teşekkür ederim,” dedim. Gösterdiği yöne doğru yürümeye başladım.

Bir şeyler söyledi arkamdan ama duymadım. Siyasi bir değerlendirme yapmıştı belki.

Buradaki kaldırımlara dokunulmamıştı. Hızlı hızlı yürüyen insanların arasından ilerledim. Gözlerimle binaların üst katlarını tarıyordum. Önce bir kadına, sonra omzunda belki yirmi kadın çantası taşıyan bir adama çarptım. Kadından özür diledim. Çok etkili olmadı. Adam, “Oha!” diye bağırdı arkamdan. Cevap vermedim.

Muazzez Güler’in kocasının partisinin Beşiktaş ilçe örgütü yeni inşa edilmiş bir apartmanın iki katını birden işgal ediyordu. Binanın cephesini boydan boya kaplayan kocaman bir tabelası vardı. Binanın girişi mermerle kaplıydı. Sütuna benzer iki çıkıntının arasında koyu renkli camlar takılmış bir döner kapı vardı.

Adımlarımı yavaşlatarak binanın karşı kaldırımından yürüdüm. Her iki katta ışık vardı, ama aralıklı duran jaluzilerin arkasında herhangi bir hareket algılanmıyordu. Binanın tam önündeki kaldırımda iki otomobillik yer, polislerin çevirmelerde kullandığı kırmızı konilerle rezerve edilmişti.

Durdum.

İçeri girmenin anlamlı olup olmayacağını düşündüm bir an.

Sonra vazgeçtim.

Beşiktaş İlçe Başkanı Sayın Kadir Güler’e başsağlığına geldim demenin anlamı olmayacaktı.

Saatime baktım.

Biraz hesap yaptım.

Geri döndüm sonra.

Çarşının içinden yürüdüm. Kaldırım inşaatının içinden paçalarımı çamur etmeden geçmeyi başardım. Kızarmış tavuklara ikinci kez bakmadım. Barbaros Bulvarı’nın sol yakasından yukarı doğru çıkmaya başladım.

Soğuk iyice içime işlemeye başlamıştı. Isınmak için derin nefesler aldım. Ağır, ama tempolu yürüyordum.

Hi-Mem’in sokağına gelince sola baktım. Polis otomobillerinin ya da ambulansın ışıkları görülmüyordu ileriden. Buna şaşırdım. Sokaktan içeri girip bir göz atma duygumu frenledim. Boyum fazla uzun, paltom kolay hatırlanacak türdendi. Televizyon kameralarının oynak ışıklarından da görmedim hiç.

Aşağıya doğru ağır ağır inen trafiğin içinden kolayca karşıya geçtim sonra. Yine de bir iki küfür işittim sanıyorum. Arkama bakmadım. Yolun kenarında dikildiğimi gören bir taksi, aniden yavaşladı, iki şerit birden sağa kayıp az ilerimde durdu.

Bir alay korna sesinin eşliğinde attım kendimi taksiden içeriye.

“Patlamadınız ya lan eşşoğlu eşekler!” dedi taksi sürücüsü arkaya doğru, otomobilini kaldırırken.

Yorum yapmadım.

“Ne hıyarlar var yahu!” dedi ikinci vitese geçtiğinde. Şahin’in sürücü koltuğu benimkinden daha geniş omuzlarının altında küçücük kalmıştı. İki günlük sakalı vardı.

“Karşıya gitmem bak abi,” dedi üçüncü vitese taktığında. “Çekemem bu trafikte.”

Cevap vermedim.

“Keyfin yok galiba abi,” dedi sonra geriye dönüp. “Nereye gidiyoruz onu söyle bari.”

“Kusura bakma, cenazemiz vardı,” dedim. Bir an düşündüm. “Profilo’ya gidelim,” diye ekledim sonra.

İki günlük sakallı şoför, cenaze evinden çıktıktan sonra alışveriş merkezinde ne işim olduğuna şaştıysa da bir şey söylemedi. Bir daha ağzını açmadı zaten.

Boş zamanlarımda seyrettiğimden çok daha salak bir film seyrettim Profilo’da. Ama yine de kalabalıktı sinema. Koltuğumda kollarımı kavuşturarak oturduğumdan, içi dolu zarf battı durdu kalbimin üstüne doğru.

Zeytinoğlu Caddesi’nde gece yarısına kadar açık olan tekel bayiinin önünde indim Profilo’da bindiğim taksiden. Bir karton sigaranın parasını ödemek için, en ucuzundan şarap alan iki kızla bir oğlanın arkasında sıramı bekledim. Kızın yüzü tanıdık geldi, bizim sitedendi galiba. İçten içe sırıtarak başını indirdi göz göze gelince.

Sigara kartonunu paltomun iç tarafındaki kocaman ceplerden soldakine indirdim, dışarıya çıktım. Dükkânda biraz ısınmış gibiydim, ama yine de caddenin kenarından hızla yürüdüm. Ortalıkta kimseler yoktu. Havada yoğun bir yanmış kömür kokusu vardı. Bu işin sonu kar dedim kendi kendime. Daha hızlı yürümeye başladım. Ardımdan gelen iki otomobil buralarda rastlanmayan bir hızla geçti. Rüzgârları yüzümü üşüttü.

Sitenin önündeki otoparka inen yokuş yolda yavaşladım. Yerinde mi diye otomobilimi aradım. Yerindeydi. Üstünde bir karış tozla. Otopark tıklım tıkış doluydu.

На страницу:
3 из 5