bannerbanner
CELIL OKER-ÖZEL BASKI-SON CESET
CELIL OKER-ÖZEL BASKI-SON CESET

Полная версия

CELIL OKER-ÖZEL BASKI-SON CESET

Язык: tr
Год издания: 2024
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 5

Muazzez Güler elindeki Hürriyet gazetesini sehpanın ikimize de en uzak köşesine bıraktı. Eliyle eteğini denetleyerek bacak bacak üstüne attı. Çizmeler çapraz duruşta, yan yana hallerinden daha çok çirkin göründü gözüme.

“Demek öyle,” dedi.

“Öyle,” dedim.”Sizinle kahve içmek zevkti.”

Ayağa kalktım. Belki Eurosport’ta heyecanlı bir curling karşılaşmasına denk gelirdim kadını hayırlısıyla yolcu ettikten sonra.

Üstüne alınmadı. Yerinden kımıldamadı. Televizyonumdaki sessiz yayınına devam eden haber kanalının Başbakanlık’ın önünde heyecanla konuşan muhabirine bakıyordu şimdi.

Şimdi ne olacak dedim içimden.

Televizyondaki plan değişti. Bir süre kalabalığa coplarıyla girişen Çevik Kuvvet ekiplerini izledik sessizce. O otururken, ben ayakta.

Muazzez Güler birdenbire bana doğru döndü sonra. Sırtını koltuğun arkalığına yaslamış, bana bakıyordu. Gözlerimi kaçırmadım. Birden çıplak ayaklarıma indi bakışları. Sonra aşağıdan yukarıya doğru ağır ağır tarandım yeniden. Yüzüme uzun uzun bakmadı bu kez. Hiç bakmadı hatta. Eliyle İskandinav tipi koltuğumun artık iyice eprimiş kumaşını sıvazladı hafifçe.

“Aklımdaki özel dedektif size benziyor mu diye tereddüt ederken haklıymışım demek ki,” dedi sonra.

“Belki,” dedim.

Laf uzamasın diye oturmadım.

“Ama sizin en beceriklisi olduğunuzu söylemişlerdi bana.”

“Yalan söylemişler,” dedim. Kimin söylediğini merak etmemiştim. Herkes bir şey söylerdi bu konularda.

“Biraz huysuzdur da dediler tabii. Doğruymuş.”

Marifet iltifata tabidir dedim içimden.

Muazzez Güler güldü. Bu gülüşünden hiç hoşlanmadım. Sanki bir karar vermiş gibiydi. Koltuğun kumaşını yeniden sıvazladı.

“Üstelik ben de biraz araştırma yaptım,” dedi. Söyleyeceği daha önemli şeyler varmış gibi sustu.

Karşılık vermedim. Belki de vardı söyleyeceği daha önemli şeyler. Bıraktım konuşsun.

Oğlumun ya da kızımın okuldan kaydını neden almam gerektiğini anlatmaya çalışan müdür yardımcısına benzedi birden konuşurken.

“Anlayacağınız kocam Beşiktaş ilçe başkanıdır,” dedi. Kocasının partisinin adını söylediğinde soran gözlerle yüzüme baktı. Kılımın kıpırdamamasına dikkat ettim. İktidar gelip geçiciydi.

“Övünmek gerekirse üç dönem üst üste seçildi,” diye devam etti Muazzez Güler. “Büyük yerlerde bir politikacı değildir, ama doğru kişileri tanıyınca kimi bilgilere erişmek daha kolaylaşıyor.”

Ne tepki vereceğimi merak ederek yüzüme baktı. Herhangi bir tepki vermemeye çalıştım. Aklıma soracak bir şey gelmemişti ama, sormadım. Belediyenin bizim apartmanların aşağısından geçen derenin üzerini üç yıldır neden kapamadığı değildi soracağım şey. Bıraktım konuşsun.

Muazzez Güler bakışlarını dimdik gözlerime yöneltti.

“Vilayet’teki dosyanızda birtakım eksikler varmış, öyle söylemişler Kadir’e. Kimse üstünde durmuyormuş, tabii şimdilik…”

Vay anasını dedim içimden.

3963 sayılı ve 20 Ocak 1994 tarihli Özel Dedektiflik Yasası’nın benden istediği her koşula tam olarak uyduğumu hiç iddia etmemiştim zaten bugüne kadar. Kimse de üstünde durmamıştı. Vergi konusunu da açacak mı diye bekledim.

Açmadı. Anlaşılan konuşma sırası bana gelmişti.

Konuşmadan önce gözlerine baktım. Kararlı ve hain gözlerine.

“Buradaki kilit sözcük ‘şimdilik’ herhalde?” dedim.

Cevap vermedi.

Biraz zaman kazanmak istedim. Ağır ağır kımıldadım yerimde. İki koltuğun arasındaki sehpaya eğildim. Paketime uzanıp bir sigara çıkardım. Muazzez Güler’e tutmadım. Dünyanın en önemli işini gerçekleştiriyormuş gibi dikkatle yaktım. Dumanı burnumdan dışarı saldım sonra. Küçük zaferi için kendisini gizliden kutlayarak izledi beni Muazzez Güler.

Sormadığım soruyu sorabildim artık. Hem konudan da uzaklaşırdık biraz. Sesime sarkastik bir ton verdim.

“Remzi Bey,” dedi Muazzez Güler etkilenme sınırımın ne olduğunu merak ediyormuş gibi bir sesle. “Politikada güç kullanmak mümkün. Ama gücünü sık sık yanlış yerde kullananlar hemen ezilirler. Her şeyin bir sınırı var.”

“Vardır herhalde,” dedim. Sigaramdan bir nefes daha çektim.

Bir karar vermem gerekiyordu.

Verdim. Zaman zaman karar veririm. Derin bir nefes aldım çaktırmadan.

3963 sayılı yasada istenilen koşulların topuna birden küfrettim içimden.

2. BÖLÜM

“Bazı şeyleri baştan konuşalım ama,” dedim sigaranın dumanını burnumdan vererek. Koltuğun arkalığına yaslanmış, biraz tepeden konuşuyordum. Muazzez Güler oturduğu yerden beni dinliyordu, yüzünde zafer kazanmış birisinin ifadesi yoktu. Ne diyeceğimi biliyormuş gibiydi, ama yine de dinlemeye niyetliydi.

“Konuşalım,” dedi.

Durumumu bozmadan devam ettim.

“Adamınızı bulup konuşurum,” dedim gözlerinin içine bakarak. “Sonuç alacak sözcükleri seçmeye de gayret ederim. O kadar. Kabadayılık yapmamı beklemeyin benden. Henüz o kadar düşmedim.”

Onaylarcasına başını salladı Muazzez Güler. Neden bu kadar çabuk kabul ettiğini merak ettim. Ama sormadım. Yeri gelmişken konuyu açtım.

“Vilayet’teki dosyamın bulunduğu dolapta uyuklamaya devam etmesi dışında…” dedim. “Bir şeyler ödemeniz gerektiğinin de farkındasınızdır herhalde?”

“Ne kadar?”

Sigaramdan bir nefes daha çektim. Bunu düşünmeliydim. İki duvarın birleştiği köşeye bakarak gazete ilanlarından yeni bir bilgisayarın, ful aksesuvar fiyatını hatırlamaya çalıştım. Sonra onla çarptım. Faullü oynadığı için çıkan miktarın yarısını daha ekledim. Dumanı salarken rakamı söyledim.

“Makbuz falan da vermem,” dedim ardından.

Miktar Muazzez Güler’i etkilemedi anlaşılan. Makbuz konusu da. Koltuğun dibinde duran çantasına doğru davrandı.

“Çek istemem,” dedim.

Doğruldu.

“Neden?” dedi.

“Ben güvenebileceğim başka dedektif tanımıyorum,” dedim.

Muazzez Güler, evime geldiğinden beri ilk defa, içtenlikle gülümsedi.

“Anlayabiliyorum bunu,” dedi.

“Buradan çıkar çıkmaz vereceğim hesaba yatırırsanız,” dedim. “Mesai saati bittiğinde yokladığımda bakiyem değişmemişse, gider bir Hürriyet gazetesi alırsınız.”

“Olabilir,” dedi Muazzez Güler. Hâlâ gülümsüyordu.

“Bir kahve daha ister misiniz?” dedim.

Derin bir soluk aldı.

“İçelim bari,” dedi.

Benim mutfakta bir kötü kahve daha hazırlamamı beklerken pencereden dışarı bakmak istiyor gibi ayağa kalktı. Ona yol verdim. Ardından sehpanın üzerindeki kupaları elime alıp salonun kapısına doğru ilerledim. Daha masayı geçmemiştim ki bir cep telefonu çaldı.

Bu evi tutmak için emlak komisyoncusuyla geldiğimizden beri, evin sınırları içinde çalan ilk cep telefonuydu. Televizyonda çalanlar hariç. İnsanı sinir etmeye eğilimli bir zırıltısı vardı. Bir an durup omzumun üstünden geriye baktım. Muazzez Güler çantasına eğildi. Kolaylıkla çekip çıkardı telefonunu. Ekranından kimin aradığına baktı, sabırsızlıkla kızgınlık karışımı bir sesle, “Alo,” dedi kulağına yapıştırıp.

Mutfağa girdim.

Kirli kupaları tezgâhın üzerine bıraktım. Su ısıtıcısının düğmesine bastım. Temiz iki kupa daha bulmak için dolapları karıştırdım. Buldum neyse. Temiz kaşık bulmak daha kolaydı. Kupalara kahve boşalttım. Muazzez Güler’inkine daha az koymaya dikkat ettim bu kez. Üstüne bir poşet krema. Suyum kaynamıştı bu arada. Sonra şekeri hatırladım. Baktım, kesme ya da toz, hiç şekerim yoktu gerçekten. Omzumu silktim. Kupaları elime alıp mutfağın kapısını ayağımla ittim.

Muazzez Güler arkasını kapıya dönmüş, sırtını hafif kamburlaştırmış, pencereden dışarıya bakarak konuşuyordu.

“Ama elli kere anlattım ona,” dediğini duydum salona girdiğimde.

Kupalar elimde, ona doğru ilerledim. Koltuğa oturmadım ama, ayakta bekledim. Muazzez Güler biraz dinledi karşısındakini. Sonra yarım döndü dinlemeye devam ederek, beni gördü. Kaşları çatıldı.

“Tamam, hemen geliyorum,” dedi telefondakine. “Sen o kafasızı da çağır.”

Biraz daha dinledi karşısındakini.

“Yok,” dedi sabırsızca. “Yarım saat sürmez. Açıktır yollar şimdi. Sen hemen telefon et. Ben geliyorum.” Bana baktı kulağı cep telefonunda.

“Tamam, telaşlanma, kaçırmayız,” dedi sonra. Telefonu kapadı. Eğilip çantasına yerleştirdi. Doğrulduğunda gözlerinde yine o kopya yakalamış öğretmen parıltıları vardı. Bana doğru bir adım attı. Elimdekileri çantayı tutan elini kaldırarak gösterdi.

“Boşa yaptınız galiba onları Remzi Bey,” dedi. “Acele çıkmam gerekiyor.”

“Önemli değil,” dedim. “Ben içerim.”

Kararlı adımlarla ilerledi salonun ortasına Muazzez Güler. Yanımdan geçip kapıya doğru yöneldi. Elini sıkarak yolcu edeceğime göre, kahveleri sehpaya koymak için hareketlendim ben de.

Aniden döndü Muazzez Güler. Saatine baktı.

“İsterseniz şöyle yapalım,” dedi. “Ben şimdi gider gitmez çektiririm paranızı bankadan. Dilerseniz uğrayın akşama, hemen takdim edeyim. Hem siz de benim bir kahvemi içmiş olursunuz.”

Bana göre hava hoştu. Kahve kahveydi, nakit de nakit. Omzumu silktim.

“Yedide gelebilir misiniz?” dedi Muazzez Güler. “El ayak da iyice çekilir o zaman.”

Ben de saatime baktım. Başımla onayladım.

“Bir kâğıt kaleminiz var mı?” dedi Muazzez Güler.


On dakika sonra, günün ilk yarısında dünyada ve Türkiye’de olup bitenleri hâlâ acemi bir sessiz film oyuncusuna benzeyen spiker aracılığıyla aktarmaya çalışan haber kanalına bakarak salonda yalnız otururken, koltuktan aşağı sarkan elimdeki kâğıtta Muazzez Güler’in işyerinin adresi, cep telefonunun numarası vardı. Kendisinden beklemeyeceğim kadar düzgün bir yazıyla yazmıştı. Yuvarlak, dengeli, kalın, hatasız. Eğitiminde bir miktar Amerikan okulu esintisi sezdirecek derecede yumuşak harflerle. Kalın iki çizgi çizmiş, altına hedefimin adını, cep telefonunu, işyerinin adresini, telefon ve fakslarını eklemişti.

İçmediği, benim de yazmasını beklerken içemediğim kahvelerin kalıntılarını kaldırmamıştım. Ağzına kadar dolan kül tablasını boşaltmamıştım. Koltukta kaykılmış, ayaklarımı alabildiğine uzatmıştım. Kımıldamıyordum. Bir kedim olsa kucağıma atlardı muhakkak. Ama bir kedim yoktu.

Odayı havalandırmam gerekiyordu. Yerimden kımıldamadım.

Vilayet’teki dosyamı düşünmüyordum. Dünyada her şey eskisi gibi olmayabilirdi bundan böyle, ama bir Muazzez Güler gelip önümdeki birkaç günü değiştirmişti. Neler olacağını düşünüyordum. Kıçımı yerinden kıpırdatmak zorundaydım. Bir insanı bir şeye ikna edebilmek için oturup konuşmak gerekirdi. Oturup konuşabilmek için hiç tanımadığım birisini tanımak zorundaydım. Bu da kolay olmazdı. Çoğunlukla aradığım birine ulaşabilmek için başka biriyle itişir, birileriyle tepişirdim. Hiç istemediğim halde birilerinin hayatını değiştirmek ihtimal dahiline girerdi.

Bakarsın Muazzez Güler’i bile daha yakından tanımak zorunda kalırdım. Hep öyle olurdu. İş hep büyürdü. Hep karışırdı. İstemediğim şeyler önüme dökülür, anlamadığım şeyleri anlayabilmek için akıllıca sorular sormak zorunda kalırdım.

O zaman akıllıca sorular sormakla yetinmeyip aldığım yanıtların ne kadarının doğru olduğunu kestirmeye çalışırdım. Bütün müşterilerimin kötü alışkanlıkları olurdu bu konuda. Ona bakarsan benim de kötü alışkanlıklarım vardı. Kötü alışkanlıklar birbirine çarpar, kötü sonuçlar doğururdu.

Kaderim belliydi, üstüme iyi kötü bir şeyler giyip yollara düşecektim yeniden. Kötü bir trafik, çukurlarla bezeli asfalt yollar, kimin önce geçeceği hep ama hep tartışmalı kavşaklarla dolu caddeler vardı önümde.

Bir yerden bir yere karayolundan gitmeye alışık olanlar, havadan yolculuğun düz bir çizgi üzerinden gitmek olduğunu sanırlar hep. Öyle değildir oysa. Çıkış noktası ile varış noktası arasındaki sayısız karmaşık harita çizgisi içinden bulup hoplamanız gereken bir sürü hayali ya da gerçek waypoint vardır. Sırayla gidersiniz. Dört numaralı waypoint’ten beş numaralı waypoint’e. Düzeni bozarsanız, gökyüzünün içinden bir yerlerden, hiç görmediğiniz ve hiç görmeyeceğiniz birileri, metalik sesler ve çoğunlukla bozuk bir İngilizceyle azarlar, yola sokar sizi.

Havadan ya da yerden, yeni bir yolculuğa hazır gibi hissetmiyordum kendimi bir yandan.

Ama Muazzez Güler’le anlaşmıştım. Önce paramı verecek, sonra bilgisayarları alıp karşılığını ödemeyen adamı ikna edip etmediğimi soracaktı bana. Bu kadar basit olabileceğinden kuşkuluydum. Bir sürü kuşku dolaşacaktı ortalıkta. Kuşkular soruları, sorular başka soruları, cevaplar yeni soruları doğururdu. Soruların cevaplarının bazılarını uyduracaktım mecburen. Hep öyle yapardım. Kimi zaman işe yarardı.

Koltuktan aşağı sarkan elimdeki kâğıdı buruşturdum. Top yaptım avucumun içinde.

Yerimden kımıldamak istemiyordum. Kımıldamadım ben de. Parmaklarımı kımıldattım yalnızca. Kablolu yayının bütün kanallarını gözden geçirdim sessiz sessiz. Plaj kıyafetleriyle şarkı söyleyen kızlara beşe sayana kadar izin verdim ekranda kalmaları için. Sekiz kere taradım yayını baştan sona. Sigaraya uzanmak için bile kımıldamadım yerimden.

Sonra sıkıldım öyle kaykılmış oturmaktan. Hep aynı kızlar geliyordu önüme. Çıplak ayaklarımın parmaklarını oynattım. Önce birisini, sonra ötekini. Sanki başkasının parmakları gibiydi, benden uzakta. Saate baktım.

Sonra pencereyi açtım bir gayret.

Dışarının soğuk havası beni kendime getirir gibi oldu.

Oda havalanırken kahve kupalarını mutfağa götürdüm iki seferde. Sanki acelesi varmış gibi akan sıcak suyun altında yıkayıverdim üstünkörü. Ters çevirip kurumaya bıraktım. İçeri dönüp kül tablasını aldım. Dışarıdaki soğuk hava yeni yeni yerleşiyordu içeriye. Kül tablasının içindekileri çöpe döktükten sonra onu da yıkadım hızla. Çöp kovasındaki ağzına kadar dolmuş market poşetini düğümledim, alt dolabın arkalarına doğru iteledim. Yeni bir poşet taktım kovaya.

Ellerimi kurulamak için pantolonuma sürttüğümde top edip cebime attığım kâğıt geldi elime. Çıkarıp onu da çöpe attım. Yeni poşetin içine. Buzdolabını açıp içine baktım sonra. Gördüğüm şeyler iştahımı açmadı. Hemen kapadım. Kuru, temiz bir kül tablası alıp içeri gittim. Pencereyi de kapadım. Kalorifer peteğinin ısısını kontrol ettim elimle. Saatime baktım yeniden. Koltuğa oturmadan telefonun başına geçtim.

Bir denemekte fayda vardı. Uçuşa başlamadan önce lastiklerin havasını bile kontrol etmeli dedim kendi kendime.

Karşı taraftan bir numara tuşladım. SinanComp adında küçük bir bilgisayar bayiinin, fiyat almak, adres sormak, akıl danışmak, şikâyet etmek, ödeme istemek için defalarca çalan telefonunu bir de ben çaldırdım.

Hemen açıldı telefon.

“Buyurun, SinanComp,” dedi bıkkın olup olmadığını anlayamadığım bir genç kız sesi. İşyerinden gurur duyuyor gibi değildi ama.

“Sinan Bozacıoğlu lütfen,” dedim.

“Kendisi biraz dışarıya çıktı,” dedi kız. “Ben yardımcı olabilir miyim?”

“Bundan çok emin değilim,” dedim.

Bir an duraksadı karşımdaki kız. Sonra toparladı kendini.

“Bir notunuz varsa alabilirim,” dedi.

Bir an düşündüm. Eh, dedim kendi kendime, bir yerden başlamak gerekiyor nasıl olsa.

“Kalem kâğıt var mı yanınızda?” dedim. “Aynen yazmanızı istiyorum notumu.”

“Bir dakika,” dedi kız. Sesinde ciddi bir durumla karşı karşıya olduğunu fark etmiş birinin telaşı vardı.

“Evet?” dedi sonra.

Teker teker çıkmasına özen gösterdim sözcüklerin ağzımdan.

“Muazzez Hanım… beni… aradı…” dedim. “Sinan Bozacıoğlu’nun borcunu… ödemesi için… ikna etmemi… istedi.”

Kız araya girdi telaşla.

“Efendim biz o ödemeyi…”

“Sözümü kesmeyin lütfen,” dedim olabildiğince haşin bir sesle. “Yazmaya devam edin!”

Ses gelmedi karşıdan. Yine tane tane konuştum.

“İnsanları… bir konuda…” dedim. “İkna… etmek… için… nasıl… davranılması gerektiğini… bilen birisiyim… Bildiklerimi… uygulamaya… gerek… kalmayacağını… umuyorum. Yazdınız mı?”

“Yazdım,” dedi telefonun öteki ucundaki kız. “Bir şey söyleyebilir miyim?”

“Söyleyemezsiniz,” dedim. “İyi günler.”

Telefonun mandalını boştaki elimle kapattığım için kızın da bana iyi günler dileyip dilemediğini duymadım. Kapatmasam güldüğümü duyacaktı çünkü.

Hadi bakalım dedim kendi kendime. İnşallah daha fazla düşmene gerek kalmaz Remzi Ünal. Krize de, çıkarana da, çıkarmayana da, Muazzez Güler’e de, politikacı kocasına da, Vilayet’teki dosyama da, Sinan Bozacıoğlu’na da adamakıllı küfrettim odanın içinde ileri geri yürüyerek. Bir tek telefonu açan kıza küfretmedim.

Sakinleştim sonra. Saate baktım bir kez daha.

Biraz kestirmek, sonra Muazzez Güler’le Beşiktaş’taki Hi-Mem adlı bilgisayar firmasında bir kahve içmek için yeterince vaktim vardı.

Münasebetsiz bir rüya görmesem bari diye düşünerek yatak odasına doğru ağır ağır yürüdüm. Telefon çalarsa uyanmayayım diye kapıyı sıkı sıkı kapadım. Perdeler zaten kapalıydı. Üstümdekileri hızla çıkarıp yatağa attım kendimi. Uyumadan önce çarşaf ve yastık kılıfını artık değiştirmem gerektiğine karar verdim. İçimdeki saati makul bir süreye ayarlayıp anında daldım uykuya.

İçimdeki saatin çalmasına gerek kalmadı uyanmam için ama.

Dünyada hiçbir şey eskisi gibi olmazdı ya da olurdu, onu bilemiyordum ama, üst katımdaki yeniyetmenin müzik dinleme konusundaki alışkanlıkları değişmemişti kesinlikle. On sekiz yaşından küçüklerin görmesinde sakınca olmayan bir rüyanın sonlarına doğru, yeni ama ilkel bir temponun vuruşlarıyla uyandım. Ne gördüğümü hemen unuttum.

Gözlerimi açar açmaz saate baktım. Daha epeyce zamanım vardı.

Bir iki küfür ettikten sonra kalktım. Yatak odasından doğruca banyoya koştum. İçeri girer girmez Muazzez Güler’in evime yaptığı küçük ziyarette tuvalet ihtiyacı duymamasına sevinmem için yeteri kadar nedenim olduğunu gördüm. Küçük toparlanma operasyonunda banyoyu unuttuğum için kendimi hemen affettim, ama temizlikçi kadınımı arayıp istediği parayı vereceğimi söylemeye karar verdim.

Ağır ağır, uzun uzun yıkandım. İnce bir tıraş çektim suratıma.

Çıktığımda bir yandan başımı kurularken, bir yandan pencereye yaklaşıp dışarıya baktım. Gün kararmıştı. Filmlerdeki meslektaşlarım gibi şapka giymediğimden, üşütme ihtimaline karşı, her zamankinden daha uzun kuruladım saçlarımı. Belki bir saç kurutma makinesi almalısın dedim kendi kendime.

Sonra yatak odasına gidip çoktandır dışarı çıkmayan biri gibi özenle giyindim. Biraz sonra, ince fitilli siyah kadife pantolonum, boğazımı koruyan balıkçı yaka siyah kazağım, boyatılmaya ihtiyacı olduğu apaçık belli olan botlarım ve çift taraflı paltomla aynanın karşısındaydım. Paltoyu sportif yüzü içeriye, protokoler yüzü dışarıya gelecek şekilde giymiştim. İçine ne isterseniz koyabileceğiniz bir sürü kocaman cebi vardı paltomun her iki yanda. Arada sırada işe yarardı.

Kendime baktım aynada. Herkes gibi bir adamdım ben de işte. Remzi Ünal.

Remzi Ünal… Şu Hava Kuvvetleri’nden müstafi, THY’den kovulma, kendisine saygısı olan hiçbir frequent flyer’ın adını bile duymadığı sekizinci sınıf çartır şirketlerinde bile tutunamayan, şu sıralar sayenizde MS Flight Simulator’ün Cessna’sına elini sürmekten âciz eski pilot, ex-kaptan, nevzuhur özel dedektif Remzi Ünal.

İşe çıkıyordum. Yeniden işe çıkıyordum. Pabuçlarımın işine…

Bir şapka yakışır mıydı acaba diye düşündüm kendi kendime.

3. BÖLÜM

Otomobilimin anahtarını almamıştım. Merdivenlerden aşağı, paltomun eteklerini savura savura, ağır ağır indim. Kimseyle karşılaşmadım inerken. Dış kapının hemen yanındaki panoda adımın karşısında yazılı aidat borcuna gülerek baktım bu sefer. Miktarı aklıma not ettim. Çıkmadan önce, paltomun önünü boğazıma kadar fermuarladım. Üstüne düğmeleri ilikledim. Yakasını kaldırdım.

Caddeye çıkınca, farlarıyla sinyal çakan iki taksiyi es geçtim başımı hayır anlamında sallayarak. Üçüncüyü ben durdurdum.

“Beşiktaş’a gidiyorum,” dedim arkaya otururken.

Deri ceketli, saçlarını jölelemiş genç bir adamdı taksici. Anladım anlamında başını salladı, sesini çıkarmadan hareket ettirdi aracını.

Sesini çıkarmaması işime geldi.

Ellerimi cebime sokup iyice gömüldüm oturduğum çukurlaşmış koltuğa. Dışarıyı seyretmeye koyuldum. İnsanlar evlerine dönüyorlardı daha çok. Mahallenin çiçekçisi otomobillerin ışığında müşteri gözlüyordu ellerine hohlayarak. Bakkallara giren çıkan azdı. Pastanenin önünden geçerken dönüşte ekmekkadayıfı almaya karar verdim. Tıklım tıklım bir belediye otobüsü yolcularının yarıdan çoğunu saldı.

Levent’e yaklaştığımızda trafik tıkandı.

Paltomun cebindeki elime dokunup beni kışkırtan sigara paketime aldırmadım. Hemen yanımdaki otomobile baktım kafamı çevirip. Direksiyondaki adam, yanında oturan kadına bir şeyler anlatıyordu heyecanlı heyecanlı. Kadının kafasında 1950’lerden kalma bir şapka vardı. Adamın anlattıklarını duymuyormuş gibi ileri bakıyordu hareket etmeden. Adam sözünü bitirdi, kadından yine tepki gelmeyince, gitmeyen otomobilin direksiyonuna vurdu avucunun içiyle. Soluna baktı sonra. Fesuphanallah der gibiydi. Göz göze geldik. Ben başımı çevirdim. Bana ne?

LPG’li taksinin içi sıcaktı.

Ağır ağır hareket ettik. Üç metre sonra yeniden durduk. Sağıma bakamadığım için caddenin solundaki dükkânları incelemeye aldım. Bankaya yürüyüşlerimde vitrinini incelediğim silahçı dükkânı ışıl ışıldı. Pompalı tüfekler, havalı tabancalar, avcı yelekleri, kılıflar, şapkalar yerinde duruyordu. Tüfek sergilenen standın en üstüne konulmuş samuray kılıcı da duruyordu yerinde. Aynı uyumsuzlukla. Dükkânın içinde kimse yoktu. İyi ki yok dedim içimden.

Sonra birden açıldı yol.

İstanbul hızlı hızlı akmaya başladı gözlerimin önünden. Bıraktım aksın. Parçalarına gözümü dikmedim. Önümden geçip gitti. Biraz gevşedim. Pencereye yasladım başımı. Akdeniz heykelinin biraz ilerisindeki simitçiden çatal alan kız yüzüme bakıp gülümsedi.

Belki bazı şeyler iyiye gidebilir dedim içimden.

Hiçbir şey iyiye gitmedi.

Saçları jöleli taksi sürücüsü uzandı radyoyu açtı. Müzik kanallarında hiç duymadığım, ama duyduklarımdan on beş kere daha berbat bir şeyler söylemeye başladı bir kadın avaz avaz.

Oturduğum yerde toparlandım.


Barbaros Bulvarı’nın ortalarında indim taksiden. Saatime baktım. Yediye çeyrek vardı. Elimin altında rahat durmayan sigaralardan birini cezalandırdım yakarak. Ağır ağır yokuş aşağı yürümeye başladım.

Hava soğuktu. Yeterince soğuk.

Bulvardan akşamın bu saatlerine uygun sesler geliyordu yoğun bir biçimde. Kornalar acımasızdı. Tüp gaz kamyonetleri takırdıyordu. Bir kamyon, havalı frenini bağırta bağırta indi. En çok minibüslerin motorları homurdanıyordu. Uzaklarda bir yerde ısrarlı bir ambulans çığlığı gitgide azalarak uzaklaştı.

Hi-Mem biraz daha aşağıda olmalıydı.

Beşiktaş’a yaklaştıkça sıkışan trafikteki araçlardan daha hızlı ilerliyordum. Yokuş yukarı çıkan eli pazar torbalı insanlara göre de daha şanslıydım elbette. Sigaramı atıp ellerimi yeniden ceplerime soktum.

Çok soğuktu hava.

Trafik ışıklarının orada, akşamın seslerine trafik polisinin düdüğü de eklendi. Daha hızlı geçmeleri için eliyle coşturuyordu araçları aşağıya doğru. Adamın hizasından geçerken benim adımlarım da kendiliğinden hızlandı.

Sağdaki dizi dizi otobüs şirketi acentelerinin duvarlarında irili ufaklı yazılmış kent, kasaba adlarına bakarsanız, burada, şu anda karar verip, Türkiye’nin öteki ucundaki akrabalarınızı ziyarete gidebilirdiniz. Kış günü kolay yer bulunurdu. Allah’tan gideceğim yer yakın dedim kendi kendime.

Biraz yürüdükten sonra yavaşladım.

Bulvara dik sokağın köşesindeki direkte, Muazzez Güler’in yazıp benim çöpe attığım kâğıdın üzerindeki sokağın adını gördüm. Abbasağa Sokağı. Belediyenin bu iletişim hizmeti yürüyüşümün sona erdiğini müjdeliyordu. Müjdenin devamı da vardı. Sokağı işaretleyen levhanın altındaki bir dizi küçük tabelanın ilki, işini bilen birinin seçtiği harflerle, Hi-Mem Bilgisayar’ın yalnızca 50 metre ileride olduğunu bildiriyordu.

Saatime yeniden baktım. Daha yedi dakika vardı randevumuza. Biraz erken de gidilebilirdi müşterilerle buluşmalara, biraz geç de. Sokağı geçip yokuş aşağı yürümeye devam ettim. Birkaç otobüs şirketini daha yoksun kıldım bir kişilik bilet parasından. Sağdaki vitrini aydınlık ilk mağazanın önünde durdum. Vitrindeki kanepelere baktım. İçerideki tezgâhtar önce bir kımıldadı yerinden. Gözlerimde eve yeni bir kanepe alacak birinin pırıltısını görmeyince gazetesine geri döndü. Adama kızmadım. Yürümeye devam ettim. Vitrini en yeni model cep telefonlarıyla dolu bir dükkânın önünde titredim biraz.

Sonra geri döndüm. Ağır ağır ilerledim bu sefer yokuş yukarı. Karşıdan gelenlerin yüzlerine bakmadan yürüdüm.

Vitrininde 150 kilo portakalın sıkılmayı beklediği büfeyi geçip Hi-Mem’in sokağına girdim. Oldukça karanlıktı ileriye doğru hafif bir yokuşla yükselen sokak. İki sokak lambasının biri yanmıyordu. Apartmanların altındaki dükkân çalışanlarının yarısından çoğu çekip gitmişti kepenklerini indirip. Demek ki botlarımı boyatmak istesem bir başka ayakkabıcı bulmalıydım. Ama istersem paltomu kuru temizlemeye verebilirdim.

На страницу:
2 из 5