
Полная версия
Kuzey Amerika Mitolojisi
Üçüncü Bölüm
Orman Kabileleri (Devamı)
I. İrokua Kozmogonisi
Hewitt tarafından kaydedildiği şekliyle İrokuaların yaratılış efsanesinin Onondaga yorumu şu şekilde başlar: “Büyükbabam, efsaneyi beş kuşak ata tarafından anlatıldığı gibi dinlediğini anlatırdı ve kendisinin de bunu anlatma alışkanlığı vardı. Alışıldığı üzere şöyle anlatırdı: İnsanlar gökyüzünde, görünür gökyüzünün uzak tarafında yaşarlar. Ortak sahip oldukları barakalar genellikle uzundur. Barakaların sonunda, üzerinde birkaç hasırın bulunduğu kaba ağaç kabuğu şeritleri yayılmıştır. İşte, bütün gece gerçekten de orada geçer. Sabahın erken saatlerinde savaşçılar ava çıkarlar ve adetleri olduğu üzere her akşam geri dönerler.
Ezelden beri var olan, görünür göklerin üzerindeki bu sema, içinde yaşadığımız dünyanın prototipidir ve içinde kozmik dramanın ilk perdesi oynanır. Orada keder ve ölüm bilinmiyordu; orası huzur dolu bir bolluk ülkesiydi. İşe bakın ki, semavi bir kız, bir kız çocuğu doğurdu ve babası o doğmadan kısa bir süre önce hastalanıp öldü (evrendeki ilk ölümdü bu). Emir aldığı üzere çocuğun büyükannesi Kadim Bedenli Kişi tarafından bir mezar iskelesine yerleştirildi ve kız çocuğu oraya gidip ölü ebeveynle sohbet etmeyi alışkanlık haline getirdi. Büyüdüğünde ona, evleneceği ve yanında büyük cennet ağacının büyüdüğü Dünyanın Sahibi Şef’ine cennet âleminde bir yolculuğa çıkmasını emretti. Kız, bir akçaağaç kütüğü üzerinde bir nehri geçer, çeşitli baştan çıkarıcılardan uzak durarak köşke gelir; şef, çıplak vücuduna sıçrayan haşlayıcı lapa ve yanıklarının törpü dilli köpekler tarafından yalanması gibi çilelere maruz bırakır burada onu. Kız bu acılara başarıyla göğüs gerdikten sonra şef onu üç gece sonra hediye olarak mısır ve geyik etiyle beraber kendi halkının yanına gönderir. Kız, şefine geri döner ve şef, kızın hamile olduğunu görünce Ateş Ejderhası’nın haksız kıskançlığıyla hastalanır. Adı Bora Rüzgârı olan bir kız doğurur; bunun üzerine şef, aralarında geyik, ayı ve kunduz, rüzgâr, gün ışığı, gece, yıldız, kabak, mısır, fasulye, kaplumbağa, susamuru, sarıcık, ateş, su ve ilacın da bulunduğu cennette yaşayan Türlerin Eskileri tarafından ziyaret edilir. Aurora Borealis5, zihnini rahatsız eden şeyi sezer ve cennet ağacının kökünden sökülmesini önerir. Bu yapılır ve rüzgâr ile karanlık gecenin kaosuna bakan bir uçurum ortaya çıkar (“görünüm yeşildi ve renkli başka hiçbir şey yoktu,” der Seneca yorumu). Cennetin Şefi eşini ve çocuğunu bu açıklıktan aşağı atar, çocuk tekrar annesinin bedenine döner, önce ona mısır, geyik eti ve bir odun parçası verir, Ateş Ejderhası ise onun etrafında büyük bir ışık huzmesi oluşturur.
Dramanın Üst Dünya perdesi burada sona erer. Cennetten aşağı atılan dişi varlığın adı, Cizvit Relations’tan bildiğimiz gibi, yüce Toprak Ana anlamındaki Ataentsic veya Ataensic’tir. Cennetin Şefi onun eşidir, öyle ki dünya dramasındaki bu iki büyük aktör sırasıyla Yer ve Gökyüzü; ilk doğan çocukları ise Yaşam Enerjisi’dir.
Dramanın ikinci perdesi, Aşağıdaki Dünya’da geçer. Onondaga efsanesi şöyle devam eder:
“Vücudu, ortaya çıkana dek bir süre düşmeye devam etti. Görünüşe göre, aşağıda mavi bir ışık olmasına şaşırmıştı. Aşağıya baktı; düştüğü yerde bir göl varmış gibi görünüyordu. Hiçbir yerde toprak yoktu. Gölde yüzen birçok ördek gördü. Kadının bedeni hiç durmadan düşmeye devam etti.
O sırada Dalgıçkuşu şöyle bağırdı: ‘Bak, suyun derinliklerine bir kadın geliyor, buradan yukarı doğru süzülüyor.’ Diğerleri dedi ki: ‘Gerçekten de öyle.’
Kısa bir süre sonra Balabankuşu şöyle dedi: ‘Bedeninin suyun derinliklerinden yukarı doğru yüzdüğüne inandığınız doğru. Ancak yukarıya bakın.’ Hepsi yukarı baktılar ve ‘bu, şüphesiz ki doğru,’ dediler.
İçlerinden biri şöyle dedi: ‘Öyleyse, suyun derinliklerinde kara olması gerekiyor.’ O zaman Dalgıçkuşu dedi ki: ‘Ayrıca, önce alnındaki kayışla toprağı sırtında taşıyabilecek birini bulalım.’”
Bütün hayvanlar gönüllü olur. Su samuru ve kaplumbağa bunu dener ve başarısız olur; misk sıçanı, aşağıdan getirilen toprağı kaplumbağanın sırtına yerleştirerek başarılı olur. “O sırada kabuk büyümeye başladı ve onu kapladıkları toprak Katı Toprak oldu.” Ataentsic bu topraklara iner; düşüşü, onu karşılamak için yukarı doğru uçan tavuğun kanatları tarafından durdurulur.
Gelişen Dünya’da Bora rüzgârları yeniden doğar ve olgunlaşır. Ataentsic, rüzgârların efendisinden başkası olmayan bir gece yabancısı tarafından ziyaret edilir ve ikiz doğurur. Yosheha ile Tawiscara (Fidan ve Çakmaktaşı) isimli bu ikizler, düşmanlıklarını doğum öncesi bir kavga ile gösterirler ve doğumda annelerinin ölümüne neden olurlar. Ataentsic, onları semaya çıkarmasa da kızının bedeninden güneşi ve ayı şekillendirir. Fidan’ı kovar, çünkü Çakmaktaşı, annelerinin ölümünden Fidan’ın sorumlu olduğuna onu ikna eder.
Dramanın üçüncü perdesinde, Fidan ile Çakmaktaşı’nın yaratıcı eylemleri ve düşmanlıkları ayrıntılı bir şekilde anlatılır. Fidan (en eski unvanı Teharonhiawagon, yani Gökyüzünün Sahibi gibi görünse de daha çok Yoskeha olarak bilinir) evrenin yaratıcısı, yeryüzünün şekillendiricisi, yaşam ile yaz ruhudur. Çakmaktaşı veya Tawiscara, bir taklitçi ve düzenbaz, kötü niyetli varlıkların yaratıcısı ve kış güçlerinin ruhudur; ancak Ataentsic’in gözdesidir.
Perde Fidan’ın, babası Rüzgâr Hükümdarı’nı ziyaretiyle başlar. Babası ona hayvansal ve bitkisel gıdalar üzerindeki ustalığı simgeleyen yay, ok ve mısır hediye eder. Mısırın hazırlanması onun ilk başarısıdır. Ataentsic, üzerine kül dökerek işini kusurlu hale getirir: “Bunu yapma şeklin iyi değil,” der Fidan, “çünkü burada, bu dünyada yaşamak üzere olan insanların fazlasıyla mutlu olmasını istiyorum.” Sonra hayvan türlerinin ruhlarını ortaya çıkarır ve farklı hayvanların özelliklerini şekillendirir. Ancak Çakmaktaşı onları bir mağaraya hapseder. Fidan çoğunu serbest bırakmayı başarsa da bazıları geride kalır ve bunlar yeraltı dünyasının zararlı yaratıklarına dönüşür. Daha sonra Fidan bir güç denemesinde, hastalık ve kıtlığın sebebi olan kambur Hadui’yi (Sapling, tıbbın ve tütünün törensel kullanımının sırrını ondan öğrenmiştir) yener. Ataentsic’in annesinin kafasından ve vücudundan şekillendirdiği güneş ve aya rota belirlemesi Fidan’ın sonraki işiydi. Büyükanne ve Çakmaktaşı bu bedenleri gizlemişler ve dünyayı karanlıkta bırakmışlardı; Fidan, Ataentsic ve Çakmaktaşı tarafından takip edilirken dört yönü simgeleyen dört hayvanın da yardımıyla hayvandan hayvana geçen (Yunanlarda Selene’nin onuruna yapılan meşale yarışında olduğu gibi) güneşi tekrar çalar. Çakmaktaşı’nın yalnızca canavar üretmek için taklit ettiği insanın yaratılışı ve yeraltı dünyasına sürgün edilmesiyle yaratıcı drama tamamlanır.
“Ayrıca Fidan’ın başına bunun yaşam tarzından dolayı tekrar tekrar geldiği, bedeninin yaşlandığı ve aslında bedeni doğal olarak eskidiğinde yeniden dönüştürdüğü söylenir. Beden o kadar akıllıdır ki, yeni bir varlık kazanarak tekrar gençliğini geri kazanır. Öyle ki, ergenlik çağındaki ses değişiminin insanın gençliğine ulaştığını gösterdiği gibi, onun da bir insanın alışılmış olarak sahip olduğu boyuta yeni geldiği düşünülebilir. Dahası, bedeninde içkin orendanın (kişiliğine büründüğü, yansıttığı veya sergilediği, aracılığıyla güç ve kudret sahibi olduğu orenda) sürekli olarak dolu, eksilmemiş ve her şeye yetecek şekilde olması bundandır. Ve bir sonraki yerde otkon veya ölümcül olan hiçbir şey ya da bir sonraki yerde kendi başına ve meçhul olan Büyük Yok Edici bile onun üzerinde herhangi bir etkiye sahip değildir çünkü Fidan onun orendasına tamamen bağışıktır. Öte dünyada, onu yolundan alıkoyabilecek veya yeteneklerini perdeleyebilecek hiçbir şey yoktur.”
1636 Relations’ında Brébeuf, Huronlar hakkında şöyle söyler: “Tarlalarını ilkbaharda yemyeşil görürlerse, iyi ve bol ürün alırlarsa, kulübeleri başaklarla doluysa, bunu Iouskeha’ya borçludurlar. Tanrı’nın bu yıl bizim için ne planladığını bilmiyorum; ancak… Iouskeha’nın oldukça karamsar ve iskelet kadar zayıf bir halde, elinde zavallı bir başakla görüldüğü bildirildi.”
II. Algonkin Kozmogonisi
İrokua’nınkiyle karşılaştırıldığında Algonkin kabilelerinin kozmogonisi bulanık ve karışıktır. tanrıları insanlara daha az benzer ve hayvan biçimine daha yakındır; olayların sırası çok net bir şekilde tanımlanmamıştır. İrokua hikâyesinde Algonkin mitinde görünmeyen bir kişi veya olay neredeyse yoktur ve gerçekten de Algonkinler bu hikâyelerin yaratıcıları veya en azından daha önceki sahipleri gibi görünüyor. Yine de İrokua Konfederasyonu’na yansıyan aynı örgütlenme gücü, İrokuaların Algonkin komşularından ödünç almış gibi göründüğü kozmik hikâyenin daha ustaca özümsenmesi ve tasvirinde ortaya çıkıyor.
Algonkin mitindeki merkezi karakter, Yüce Tavşan Manabozho’dur (aynı zamanda Nanibozho, Manabush, Michabo, Messou, Glooscap gibi farklı isimlerle de bilinir). O, yaşam enerjisinin vücut bulmuş halidir: Yeryüzünün yaratıcısı ya da yenileyicisi, yaşamın yaratıcısı, hayvansal gıdayı bahşeden, kuşların ve hayvanların efendisidir. Brinton, şüpheli bir etimolojiyle, Manabozho’yu yaratıcı gün ışığıyla özdeşleştirerek, ismin asıl anlamını “Yüce Beyaz” olarak yorumlamıştır. Ancak Kızılderililerin aynı zamanda insanın ve tüm yaşamın Büyük Biraderi olan Tavşanların Atası ile yüce yaratıcı arasında yaptıkları özdeşliği sorgulamak artık makul değildir. Çünkü Algonkinler, kendi geleneklerine göre tavşanın başlıca hayvansal gıda ve bunların en bereketlisi olduğu soğuk kuzeyin çocuklarıdır. Ayrıca rızıkları güvencesiz olan insanların, yaşamın kaynağını başlıca besin kaynaklarıyla özdeşleştirmeye yönelik evrensel bir eğilimi vardır.

Manabozho ile büyükannesi Nokomis, dünya ve kendisi de hayvan biçiminde olan küçük kardeşi Chibiabos ile yakından ilişkilidir (örneğin, Mikmaklar, bu çifti Glooscap ve Sansar olarak bilir; Montagnais için bunlar Messou ve Vaşak; Menomineeler için Manabush ve Kurt’tur). Bu küçük erkek kardeş bazen ikiz olarak temsil edilir ve Nokomis, Manabozho ve Chibiabos’ta Huronların Ataentsic’i Iouskeha’sı ve Tawiscara’sının Algonkin örneklerini görmek zor değildir.
Büyük Tavşan’ın kökeni hakkında çeşitli hikâyeler anlatılır. Mikmaklar, Glooscap’ın doğmadan önce kavga eden ikizlerden biri olduğunu ve ikinci ikizin doğumunda anneyi öldürdüğünü (Glooscap intikam olarak onu öldürür) ileri sürerler. Menomineeler şöyle anlatırlar: “Nokomis’in kızı (Yeryüzü) aynı zamanda Ateş olan Manabush’un annesidir. Çakmaktaşı, Nokomis’ten meydana gelmiştir ve bir başınadır. Sonra Çakmaktaşı bir kâse yaparak onu toprağa batırır; bir kâse dolusu toprak yavaş yavaş kana dönüşerek şeklini değiştirmeye başlar. Böylece kan, Tavşan Wabus’a dönüşür. Tavşan insan biçimini alır, zamanla bir insana dönüşür ve böylece Manabush oluşur.” Başka bir yoruma göre Nokomis’in kızı ikiz doğurur, bunlardan biri tıpkı annesi gibi ölür. Nokomis, korunması için sağ kalan çocuğun üzerine tahta bir kâse (bunun göğün bir sembolü olduğunu unutmamalıyız) yerleştirir; kâseyi geri alırken kulakları titreyen beyaz bir tavşan görür: “Ey sevgili küçük Tavşan’ım,” diye bağırır, “Manabush’um!”
Diğer kabileler, Büyük Tavşan’ın dünyaya Büyük Ruh’tan bir hediye olarak nasıl geldiğini anlatır. Chippewalar her şeyden önce Büyük Ruh olan Kitshi Manito’yu, sonra da hizmetkârı Manabozho olan İyi Ruh Dzhe Manito’yu kabul ederler. Bunlar Yukarı Dünya’da yaşar. “Dzhe Manido’nun hizmetkârı Minabozho dünyaya baktığında Ojibwa’nın ataları olan insanları, yani Anishinabeg’i gördü. Onlar, dünyanın dört köşesine yerleşmişlerdi (kuzeydoğu, güneydoğu, güneybatı ve kuzeybatı). Ne kadar çaresiz olduklarını gördü ve onlara sürekli maruz kaldıkları hastalıklardan korunma yollarını bahşetmek ve onlara yiyecek olarak hizmet edecek hayvanlar ve bitkiler vermek isteyen Minabozho, düşünceli bir şekilde dünyanın merkezinin üzerinde uçmaya devam etti. Onlarla iletişim kurmanın birtakım yollarını bulmaya çalışıyordu.” Minabozho’nun altında bir su gölü vardı. Burada bir susamuru gördü, arka arkaya ana noktaların her birinde belirdi ve sonra merkeze yaklaştı. Burada Minabozho onunla tanışmak için (bir adaya) indi ve ona kutsal tıp topluluğu olan Midewiwin’in gizemleriyle bazı talimatlar verdi.
Potawatomilere göre Büyük Tavşan, kutsal bir gizemin kurucusu ve ilaç veren olarak da görünür. Hikâye, Peder De Smet tarafından kaydedilmiştir: “Yeryüzüne büyük bir manito geldi ve insanların çocukları arasından bir eş seçti. Dört oğlu oldu; ilk doğan, insan ırkının dostu, insan ile Büyük Ruh arasındaki arabulucu olanı Nanaboojoo olarak adlandırıldı. İkincisi, ruhlar ülkesine liderlik eden ölülerden sorumlu Chipiapoos’tu; üçüncüsü, yani Wabasso, ışığı görür görmez kuzeye doğru kaçtı ve orada beyaz bir tavşana dönüştü; bu isimle orada büyük bir manito olarak kabul edildi. Dördüncüsü, çakmaktaşından olan Chakekenapok’tu. Dünyaya gelirken annesinin ölümüne sebep oldu.” Hikâye, Nanaboojoo’nun yaptıklarını anlatmaya devam eder. (1) Nanaboojoo, annesinin intikamını almak için Chakekenapok’un peşine düşer ve onu öldürür: “Bu taş adamın vücudundan kopan tüm parçalar daha sonra büyük kayalara, bağırsakları ise her türden asmaya dönüştü ve tüm ormanlarda derin kök saldı; yeryüzüne dağılmış çakmaktaşları, farklı savaşların nerede gerçekleştiğini gösterir.” (2) Nanaboojoo’nun sevgili kardeşi Chipiapoos, bir gün buzun üzerine çıkmaya cesaret ederken kötü niyetli manitolar tarafından dibe sürüklendi. Bunun üzerine Nanaboojoo bu varlıkların çoğunu en derin uçuruma fırlattı. Altı yıl boyunca Chipiapoos’un yasını tuttu, ancak bu sürenin sonunda manitoların en yaşlı ve bilge olan dördü ilaçlarıyla onu iyileştirdi. “Manito, kayıp Chipiapoos’u geri getirdi, ama kulübeye girmesi yasaktı. Ona delikten yanan bir kömür verildi. Gidip ruhlar bölgesini yönetmesi ve orada amcalarının ve halalarının, yani orayı onarması gereken tüm erkek ve kadınların mutluluğu için bu kömürle asla söndürülmemesi gereken bir ateş yakması emredildi.” Nanaboojoo daha sonra tüm ailesini manitonun getirdiği tıbbın gizemleriyle tanıştırdı. (3) Daha sonra Nanaboojoo hayvanları yarattı; toprağı, kökleri ve bitkileri büyükannesinin sorumluluğuna verdi ve dört ana noktaya mevsimleri ve gökcisimlerini kontrol eden ruhları yerleştirdi, bulutlara ise aracıları olan Gökgürültüsü kuşlarını yerleştirdi.
III. Tufan
Potawatom efsanesinin bölümlerinden ikincisi, daha evrensel biçimiyle Cizvit Rahipleri tarafından İncil’de geçen tufanın bir kalıntısı olarak tanımlanan hikâyedir. 1633 Relations’ında Le Jeune, Montagnais yorumunu verir:
“Sular altında kaldığında dünyayı eski konumuna getiren Messou adında birinin olduğunu söylüyorlar… Köpekler yerine vaşaklarla avlanan bu Messou bulunduğu yere yakın bir gölün, vaşaklar (onları kardeşleri olarak görüyordu) için tehlikeli olacağı konusunda uyarıldı. Bir gün geyik avlarken vaşaklar geyiği göle kadar kovaladı ve gölün ortasına ulaştıklarında bir anda sular altında kaldılar. Oraya varıp kardeşlerini ararken bir kuş ona onları gölün dibinde gördüğünü ve bazı hayvanların veya canavarların onları orada tuttuğunu söyledi. Ama göl hemen taştı ve o kadar büyük bir hızla arttı ki, tüm dünyayı sular altında bıraktı. Çok şaşıran Messou, dünyayı yeniden yaratmak adına düşüncelere dalmak için vaşaklarıyla ilgili tüm düşüncelerinden vazgeçti. Başka bir dünya kurmak amacıyla, küçük bir toprak parçası bulması için bir kuzgun gönderdi. Kuzgun hiçbir şey bulamadı, her yer suyla kaplıydı. Bir susamuru suya daldı ama suyun derinliği onun dibe inmesini engelledi. Sonunda bir misk sıçanı suyun dibine indi ve biraz toprak getirdi. Bu toprak parçasıyla her şeyi eski durumuna getirdi. Ağaçların gövdelerini yeniden yaptı ve onlara ok fırlattı. Bu oklar dallara dönüştü. Her şeyi nasıl yeniden oluşturduğunu; avcılarını kaçıran canavarlardan nasıl intikam aldığını, onları atlatmak için kendini bir tür hayvana dönüştürdüğünü anlatmak uzun sürer. Kısacası, küçük bir misk sıçanıyla evlenen bu büyük onarıcı, çocuk sahibi oldu ve bu çocuklar dünyayı yeniden nüfuslandırdı.”
Menomineeler hikâyeyi bölerler. Manabush’un kardeşi Kurt Moqwaio’nun kötü niyetli Anamaqkiu tarafından buz kaplı bir göletin altına nasıl çekilip boğulduğunu anlatırlar. Manabush dört gün yas tutmuş ve beşinci gün kardeşinin gölgesine rastlamıştır. Daha sonra, ölülerle ilgilenmesi ve orada onlara rehberlik etmesi amacıyla bir ateş yakması için batan güneşe gönderdiği kardeşinin gölgesine kavuşmuştur. Bununla birlikte tufan anlatısı, kardeşinin intikamını almaya kararlı olan Manabush ve iki ayı şefi tarafından yönetilen Anamaqkiu yönetimindeki Gökgürültücüler çatışmasıyla bağlantılıdır. Manabush ayıları kurnazlıkla öldürmeyi başarmıştır; bunun üzerine Anamakkiu büyük bir selle onu takip etmiştir. Bir dağa ve ardından devasa bir çamın tepesine çıkmıştır ve sular arttıkça bu ağacın boyunun iki katına çıkmasına neden olmuştur. Çamın yüksekliği dört kat artmış, ama yine de Büyük Ruh tufanı durdurduğunda sel, Manabush’un koltuk altlarına kadar yükselmiştir. Manabush su samuru, kunduz, vizon ve misk sıçanının sırayla dünyayı yeniden kurabileceği bir toprak tanesi aramak için dalış yapmasını sağlar. İlk üçü, yüzeye sırtüstü çıkıp ölürler. Ama Muskrat başarılı olur ve dünya yeniden yaratılır.
Tufan efsanesinin üçüncü bir yorumu, Büyük Tavşan’ın diğer hayvanlarla birlikte suların ortasında bir sal üzerinde nasıl durduğunu anlatır. Su kuşlarından başka bir şey görünmüyordu. Kunduz bir toprak tanesi aramak için suya dalar çünkü Büyük Tavşan, hayvanlara tek bir taneyle bile toprak yaratabileceğine dair güvence vermiştir. Fakat ölmek üzere olan kunduz başarısız bir şekilde geri döner. Sonra aynısını misk sıçanı dener ve neredeyse tüm gün ortaya çıkmaz. Görünüşe göre ölü olarak yeniden ortaya çıktığında, dört ayağı sımsıkı kenetlenmiştir; ama içlerinden birinde tek bir kum tanesi vardır ve bundan toprak, etrafı suyla çevrili bir dağ şeklinde yapılır. Büyük Tavşan onun etrafında döndüğünden, yüksekliği bugün bile artmaya devam etmektedir.
Bu kaotik selin, İbrani inanışındaki “gökkubbenin altındaki sular”ın (ortasında kuru toprak ortaya çıkar) Kızılderili eşdeğeri olduğu açıktır. Kızılderililer, tıpkı Samiler gibi dünyayı kozmik sulardan yükselen ve gökkubbenin kavisli bir biçimde üzerinde durduğu bir dağ olarak tasavvur ettiler. 1637 Relations’ının yazarı şöyle söyler: “Yeryüzü tamamen düzdür ve uçları dik olarak kesilmiştir; ruhlar, batan güneşin meskeninde bulunan sona giderler ve barakalarını, tabanında sudan başka bir şey olmayan, dünyanın oluşturduğu büyük uçurumun kenarına kurarlar.”
IV. Ejderin Katledilmesi
Büyük Tavşan’ın yaptıkları arasında, Algonkin halk masallarında yaşayan devler, yamyamlar ve cadılarla yapılan birçok mücadele vardır. Büyük Tavşan, bir düzenbaz ve kurnazlık ustası olduğu kadar sağlam bir savaşçı olarak da hünerli güçler sergiler. Çakmaktaşı ile çatışma, İrokua geleneğinde olduğu gibi, Ateş Taşı Adamı için hangi maddenin ölümcül olduğuna dair zor bir keşif üzerine döner. Çakmaktaşı, Tavşan’a kendisine neyin zarar verebileceğini sorar. Tavşan; kedi kuyruğu, kuş tüyü veya buna benzer bir şeyin ona zarar verebileceğini söyler ve aynı soruyu Çakmaktaşı’na sorar. O da dürüstçe “geyik boynuzu” diye cevap verir.” Tavşanın onun vücudunu kırıp pullarını döktüğü işte bu geyik boynuzudur. Bu anlatının, boynuzdan yapılmış bir aletin yardımıyla çakmaktaşıyla pul pul dökme eylemine dair kadim icraatın efsanevi bir anısı olduğunu varsayabiliriz.
Bununla birlikte bir avcı olarak tavşanın en büyük başarısı, insanları ve hayvanları ezen ve yiyip bitiren korkunç balık veya yılanı yok etmesiydi. Bu yaratık, Cermen Grendel gibi bir su canavarıydı ve Deniz Güçleri’nin hükümdarıydı. Bazen İrokua mitinde olduğu gibi boynuzlu bir yılan, Algonkinler için genellikle kocaman bir balıktır (Hiawatha’yı yutan mersin balığı). Menomineeler, balıkçıları yiyip bitiren su canavarı Mashenomak’ın insanlara ne kadar sıkıntı verdiğini anlatırlar. Manabush, devasa yaratık tarafından yutulmasına izin verir ve yaratığın içinde kardeşlerini (ayı, geyik, kuzgun, çam-sincap) ve başka pek çok kişiyi bulur. Hepsi canavarın midesinde bir savaş dansı yapar. Manabush daireler çizerek kalbin yanından geçerken bıçağını yaratığın kalbine saplar ve Mashenomak’ın kasılmalar yaşamasına neden olur; sonunda canavar hareketsiz kalır ve Manabush gün ışığına doğru ilerler. Başka bir yorumda, Manabush’un kardeşini yok eden canavar Misikinebik, kahraman tarafından aynı şekilde katledilir. Deniz kenarında yaşayan Mikmaklar, büyük balığı bir balina yaparlar. Bu balina Glooscap’ın bir düşmanı olmaktan ziyade onun bir hizmetkârıdır. Glooscap kaçırılan kardeşini ve büyükannesini aramaya onun sırtında gider. Deniztarakları (kesinlikle su iblislerine eşdeğer evcil hayvanlar!), Glooscap’ı boğmak için Balina’ya şarkı söylerler ama balina onları anlayamaz ve onların hilesi yüzünden karaya çıkar. “Ne yazık ki torunum!” diye hayıflanır, “sen benim ölümüm oldun. Bundan asla kurtulamam.” “Asla takma kafana Noogumee,” der Glooscap, “seni düzelteceğim.” Ve bir itişle onu denizin derinliklerine gönderir. Efsanenin uzun bir tarihi olduğu bellidir!

Büyük Tavşan’ın sualtı manitolarına karşı savaşındaki yardımcıları Gök Gürültüsü Kuşları’dır. İrokua yorumunda boynuzlu su yılanı tarafından yutulan, Gök Gürültüsü ve savaşçıları tarafından da yılanın midesinden kurtarılan kişi Gök Gürültüsü’nün çocuğudur. Hiawatha anlatısında ise tutsağı derinliklerin hükümdarını fethetme konusundaki düşüncesiz hırsının bir sonucu olarak içine düştüğü mersinbalığının karnından kurtaran martılardır. Fakat mitin pek çok yorumu vardır. Bazen suları yutan adamı öfkelendirmeye çalışan fırtınayı temsil etse de daha evrensel bir tarzda, sulu Kaosun Işığın yaratıcı dehası tarafından fethine dair dünya çapındaki eski anlayışın Amerikan yorumu gibi görünmektedir.
V. Ateşin Çalınması
Ateşin insanlar tarafından elde edilmesi, haklı olarak tüm ulus anılarının en etkileyicisi arasında yer alır; çünkü belki de hiçbir doğal kaynak, insan ırkının gücünü yüceltmek için ısı, ışık ve güç veren ateş kadar faydalı olmamıştır. Mitolojik hayal gücü her yerde ateşe ilahi bir köken atfeder; cennet ya da koruyucu güçlerin yönettiği başka bir uzak bölge, bu büyük failin kaynağıdır. Oradan “özü çalınır” ve hallerini iyileştirmek için insanlara götürülür (tıpkı Prometheus mitinde olduğu gibi).
Algonkin mitinde Büyük Tavşan, başka yerlerde olduğu gibi burada da “insanlığın velinimeti”dir. Bir Menominee yorumu oldukça masumane bir şekilde başlar: “Manabush, daha gençken bir keresinde büyükannesi Nokomis’e, ‘Büyükanne, burası soğuk ve ateşimiz de yok. Gidip biraz alayım,’ der.” Nokomis onu vazgeçirmeye çalışır, ancak genç kahraman kanosuyla doğuya, ateşi olan yaşlı adamın yaşadığı adaya doğru yola çıkar. “Bu yaşlı adamın iki kızı vardır, kutsal çadırdan çıktıklarında küçük bir tavşan görürler. Tavşan ıslaktır ve üşümüştür. Kızlar onu dikkatlice alarak kutsal çadıra taşırlar ve orada ısınması için ateşin yanına koyarlar.” Gözcüler meşgulken tavşan meşaleyi yakalar ve kanosuna koşar. Yaşlı adam ve kızları ise onu takip etmektedir. “Kanonun hızı öyle bir hava akımına neden olur ki meşale şiddetle yanmaya başlar,” ve böylece Nokomis’e ateş gelir. “Gökgürültücüler, ateşi Nokomis’ten almıştır ve o zamandan beri ateşlerle ilgilenirler.”
Doğu denizlerinin ötesindeki yaşlı adamda bir güneş tanrısı görmek veya genç gözcüleriyle kutsal Kızılderili çadırında rahibeleriyle bir ateş tapınağı görmek zor değildir. “Ateş,” der De Smet, “tanıdığım tüm Kızılderili kabilelerinde mutluluk ya da iyi talihin simgesidir.” Aynı zamanda hayatın sembolüdür. Bir Chippewa kâhini şöyle demiştir: “Barakanızda ateş asla sönmemelidir. Yaz ve kış, gece ve gündüz, fırtınada veya hava sakinken, vücudunuzdaki can ile barakanızdaki ateşin benzer ve ömrünün uzunluğunun aynı olduğunu unutmamalısınız. Ateşiniz sönerse o anda hayatınız sona erer.” Ateş, öteki hayatta bile hayatın kaynağıdır. Orada Chibiabolar, oradaki ölüleri aydınlatan kutsal ateşi korurlar. De Smet şöyle der: “Rüyalarında veya başka bir yolla gizemli bir şekilde yükselen bir ateş görmek, bir ruhun öbür dünyaya geçişinin sembolüdür.” Bu bağlamda, zafer anında okla vurulan ve tamamen savaş zırhıyla kaplı vücudu düşmanın geri çekiliş istikametine dönük bırakılan bir şef hakkında güzel bir Chippewa efsanesi anlatır. Savaş ekibinin uzun süreli eve dönüş yolcuğunda, şefin ruhu savaşçılara eşlik eder ve onlara kendisinin ölmediğine, onların yanında bulunduğuna inandırmaya çalışır. Memleketine vardığında ve yaptıklarının övüldüğünü duyduğunda bile varlığını belli edemez; yas tutan babasını teselli edemez, annesi yaralarını saramaz. Karısının kulağına “Susadım! Açım!” diye bağırdığında kadın sadece belli belirsiz bir uğultu duyar. Sonra ruhun bazen bedenini nasıl terk ettiğini duyduğunu hatırlar ve savaş alanına giden uzun yolculuğun izini sürer. Yaklaştığında, tam da yolunun üzerinde bir ateş durur. Yolunu değiştirir, ancak ateş o nereye giderse oraya hareket eder. Ruh bir sağa bir sola gider ama ateş ruh yoluna çıkar. Sonunda umutsuz bir kararlılıkla haykırır: “Ben de bir ruhum, bedenime dönmeye çalışıyorum ve amacıma ulaşacağım. Beni arındıracaksın ama amacımın gerçekleşmesine engel olmayacaksın. Çok büyük engellere rağmen düşmanlarımı her zaman yendim. Ateşin Ruhu, bugün sana karşı zafer kazanacağım!” Yoğun bir çabayla gizemli alevin içinden geçer ve ruhun bir kez daha birleştiği bedeni, savaş alanındaki uzun transtan uyanır.