
Полная версия
Kuzey Amerika Mitolojisi

Kızılderililer, fiziksel ve ruhsal güçler arasında bizim yaptığımız gibi keskin bir ayrım yapmaz; daha ziyade zayıf ve güçlü arasındaki ayrımla, yani ihmal edebileceği ya da fethedebileceği altinsan ve yalvarıp yatıştırması gereken üstinsanla ilgilenirler. “Ruh” sözcüğü genellikle bu üstinsanlar, yani güçlü Manitolar için kullanılır. Manitoların her zaman aynı şekilde olduğunu da varsaymamalıyız. Doğa sürekli değişir, her parçasında kendini sürekli dönüştürür. O, enerji ve hayat doludur. Manitolar her yerde bu dönüşümleri etkiler, kendilerini bir o şekilde, bir bu şekilde sunar. Dolayısıyla Kızılderili, yüzeysel görme yeteneğiyle yargılamaz; şeylerin etkilerini inceler ve en mütevazı görünen nesnelerde genellikle en yüksek güçlerin kanıtlarını bulur. Taşlar bize pek de saygı duyulacak nesneler gibi görünmez ancak içlerinde birçok güçlü Manito barınmaktadır. Belki de Kızıl Adam’ın hayal gücüne hitap eden ruhsuz çakmaktaşındaki ateşin kıvılcımıdır; belki de insanı yabanilikten kurtaran aletlerin yontulduğu eski malzemeye karşı içgüdüsel bir saygıdır; belki de dünyanın kayalık temellerinin asırlık kalıcılığına ve yenilmez gerçekliğine dair bir duygudur:
Selam Yaşlı Olan, eçka,Yedi kişinin bir araya toplandığı bir zamanda, 4Yedinci yere oturduğun söylenir,Yediler içinde her şeyin bilgisine yalnızca sen sahiptin,Yaşlı, eçka.Korunma ve rehberlik özlemi içindeyken,İnsanlar akıllarında bir yol aradılar.Seni sağlam bir kalıcılık ve dayanıklılıkla otururken gördüler.Yolların birleştiği merkezde,Dört rüzgârın şiddetine maruz kalarak oturdun,Duaları kabul etme gücüne sahipsin,Yaşlı, eçka.Böylece Omaha, buhar kulübesinin şifalı taşlarına dua etmeye başladı. Burası, her şeyin görünmez, yaygın ve kalıcı yaşamını simgeleyen gerçek bir dünyanın merkezidir.
IV. Yüce Ruh
Kuzeyli Algonkinler, aynı zamanda Hayatın Efendisi adını verdikleri Gitche (veya Kitshi) Manito’yu, yani Yüce Ruh’u, Manitolarının başı olarak kabul ederler. Yüce Ruh’a insan benzeri bir kişiliğin atfedildiği sonucuna varılmamalıdır. O görünmez ve ruhanidir; hayatın yaratıcısıdır, ama kendisi yaratılmamıştır. O, insan için iyiliğin kaynağıdır ve saygıyla anılır ama hakkında mitler anlatılan kesin bir kişilik değildir. Duyular dünyasından uzaktır. Onunla ilgili belki de en iyi adlandırma, bazı çevirmenlerin tercih ettiği gibi, “her şeyin Büyük Gizemi”dir.
Bununla birlikte Büyük Ruh özel isimlerden yoksun değildir. Pere Le Jeune, 1633’te Montagnais hakkında şöyle demiştir: “Her şeyi yaratan Atahocan dedikleri belirli bir şey olduğunu söylüyorlar. Bir gün bir kulübede Tanrı hakkında konuşurken bana bu Tanrı’nın ne olduğunu sordular. Onlara her şeye gücü yetenin, göğü ve yeri yaratanın o olduğunu söyledim. Birbirlerine ‘Atahocan, Atahocan, bu Atahocan!’ demeye başladılar.” 1622’de yazan Winslow, Massachusetts Kızılderilileri tarafından tanınan benzer bir ruhtan, Kiehtan’dan bahseder ve Virginia Kızılderililerini araştıran ilk yazarlar; dünyayı yaratıp güneşi, ayı ve yıldızları onun hizmetçileri olarak atayan “ezelden beri var olan tek bir baş Tanrı olduğuna” dair inançlarını anlatırlar. İrokua kabilelerinin, Algonkinlerin Kitshi Manito’su için kesin bir eşdeğeri yoktur, ancak bu kabileler, Areskoui veya Agreskoul adıyla bilinen benzer bir ruha inanırlardı ve ona avın ve kazanılan savaşın ilk semerelerini sunuyorlardı. Peder Isaac Jogues’in İrokualar arasında bir tutsak olarak kalışını anlattığı korkunç mektup, bu tanrıya esir düşen bir kadının kurban edilmesini anlatır: “Ve meşaleler ve kızgın demirlerle o talihsizi sık sık yaktıklarında, yaşlı bir adam yüksek sesle şöyle bağırdı: ‘Aires-kol, etiyle kendini tatmin edesin ve bize düşmanlarımıza karşı zafer kazandırasın diye bu kurbanı sana sunuyoruz.’”
Ancak Büyük Ruh için yapılan olağan ayin korkunç değildir. Kutsal Calumet, kıtanın bir ucundan diğerine kadar Kızılderililerin sunağıdır ve dumanı, gök için uygun bir adaktır. Marquette, “Krallarımızın Asaları’na pek saygı duyulmuyor,” demiştir, “Vahşilerin bu pipoya öyle bir hürmetleri vardır ki, ona Barış ve Savaş tanrısı ve Yaşam ile Ölümün Yargıcı denilebilir.” “Kızılderililerin barış amblemi olan calumetin bir vahşinin eliyle göğe kaldırıldığını, onu Yaşamın Efendisi’ne sunarak dünyadaki tüm çocuklarına acıması için yalvardığını ve aldıkları iyi kararları onaylaması için ona yakardığını görmek gerçekten dokunaklı bir manzaraydı.” Bu, birçok farklı kabile arasında uzun yıllar geçirmiş Peder De Smet’in bir yorumudur. Calumet’in insana hediyesi olan Delaware hikâyesini bizim için koruyan odur: “Kuzey halkları Delaware’e karşı bir yok etme savaşına karar vermişlerdi ki, konseylerinin ortasında, aralarında göz kamaştırıcı bir beyaz kuş belirdi ve baş şefin tek kızının başının üzerinde kanatları açık bir halde hareketsizce durdu. Kız, içinde konuşan bir ses duydu: ‘Tüm savaşçıları bir araya toplayın; onlara Büyük Ruh’un kalbinin üzgün olduğunu, karanlık ve ağır bir bulutla kaplı olduğunu bildirin, zira ilk çocuklarının, Lenni-Lennapi (yeryüzündeki tüm kabilelerin en eskisi) kanını içmeye çalışıyorlar. Yaşamın Efendisi’nin öfkesini yatıştırmak ve kalbine mutluluğu geri getirmek için, tüm savaşçılar ellerini genç bir geyiğin kanında yıkamalıdır. Sonra hediyelerle dolu ve ellerinde Hobowakan (calumet) olduğu halde hep birlikte gidip kendilerini ağabeylerine sunmaları gerekir. Armağanlarını dağıtmalı ve onları sonsuza dek birlikte tutacak büyük barış ve kardeşlik tütsülerini birlikte tüttürmelidirler.”
V. Dünyanın İskeleti
Herodot, Perslerle ilgili şöyle söyler: “En yüksek dağa çıkarak Zeus’a kurban kesmek gibi bir âdetleri vardır ve gök kubbenin tam dairesine Zeus derler. Güneşe, aya ve dünyaya; ateşe, suya ve rüzgârlara kurban sunarlar. Bunlar, ezelden beri kurban verdikleri tek tanrılardır.” Calumet ayini, Amerikan Kızılderilileri arasında aynı dünya güçleri anlayışını gösterir. De Smet, “Bütün önemli durumlarda,” der, “dini ve siyasi törenlerinde ve büyük ziyafetlerinde calumet önderlik eder. Vahşiler ilk kazançlarını veya ilk dumanlarını Büyük Waconda’ya yani Yaşamın Efendisi’ne, onlara ışık veren güneşe ve beslendikleri toğrağa ve suya gönderir. Sonra göğe yalvararak pusulanın her noktasına duman yönlendirirler.” Ve yine: “Calumet’i Büyük Ruh’a, Dört Rüzgâr’a, güneşe, ateşe, toprağa ve suya adarlar.”
Calumet ayini, Kızılderililer için dünyanın çerçevesini ve yerleşik güçlerinin dağılımını tanımlar. Yukarıda, uzak ve parıldayan gökyüzünde gücü tüm doğaya nüfuz eden, yaşam enerjisi ve tezahürü yaratılışı açığa çıkaran ışık olan Yüce Ruh vardır. O, ışığın ruhu olarak kendini güneşte (Yüce Ruhun Gözü) gösterir; yaşam enerjisi olarak, hareket eden rüzgârlar şeklinde tüm dünyaya nüfuz eder. Aşağıda, Yaşam Suyunu bahşeden ve bağrında tüm organik varlıkları, Bitki ve Hayvan Formlarını besleyen Toprak Ana vardır. Kuşlar, insanların yerleşimi ile Yukarıdaki Güçler arasındaki aracılardır; yılanlar ile suda yaşayan hayvanlar ise Aşağıdaki Güçler ile iletişim kuran aracılardır.
Kızılderililerin dünya güçlerine ilişkin anlayışı genel olarak böyleydi. Ancak bu basit planı detaylandırmak konusunda isteksiz değillerdi. Dünya, onların düşüncesine göre katmanlı bir yerdir. Düz dünyanın üzerinde, ruhların musallat olduğu ve büyük Gök-gürültüsü kuşunun geçtiği rüzgârlar ve bulutlar âlemi vardır; bunun üzerinde, güneş, ay ve yıldızların rotaları bulunur. Her şeyin üzerinde, Yüce Ruh’un ikametgâhı olan üst göğün yörüngesi vardır. Genel olarak, görünür gökkubbe insan dünyasının çatısı olarak kabul edilir, ancak aynı zamanda aşağıdaki dünyada var olan her şeyin modellerini içeren prototip bir semavi dünyanın zeminidir. Görünen evreni yaratan varlıklar, gökkubbenin üzerindeki bu gökten inerler. Ve yukarıda olduğu gibi, altımızda da dünyalar vardır. Dünya bizim için bir zemin, ancak aşağıdakiler (verimli kaynakları yukarı gönderen ve dünyanın yeşilliğinde yaşam ruhları olarak ortaya çıkan güçler) için bir çatıdır. Ayrıca, hem yukarıdaki âlemler hem de aşağıdaki âlemler, ölmüş insanların ruhları için meskendir; zira Kızılderililer için ölüm sadece bir yaşam değişikliğidir.
Chippewalar, yukarıdaki dünyanın dört “katmanı” veya katı olduğuna ve aşağıdaki dünyanın da dört katmanlı olduğuna inanırlar. Bu, muhtemelen kozmosun dörtlü yapısının üst ve alt dünyadaki bir yansımasıdır; zira dört, her yerde Kızılderililerin kutsal sayısıdır. Bu fikrin kaynağı, dünya yaratıldığında hizmet eden cinlerin geldiği ve göğün köşelerini koruyan bu ruhların içinde yaşadığı dört ana nokta veya dünyanın dörtte birlik kavramında bulunur. Bir Potawatomi şefi Potogojecs, Peder De Smet’e Nanaboojoo’nun (Manibozho) “insan ırkının mutluluğuna katkıda bulunmak amacıyla, dünyanın dört ana noktasına dört faydalı ruhu nasıl yerleştirdiğini anlatmıştır. Kuzeydeki, vahşi hayvanları keşfetmemize ve takip etmemize yardımcı olması için bize buz ve kar sağlar. Güneydeki bize balkabağımızın, kavunlarımızın, mısırımızın ve tütünümüzün büyümesini sağlayan şeyi verir. Batıya yerleştirilen ruh bize yağmur, doğudaki de bize ışık verir ve güneşe dünyanın etrafında günlük yürüyüşlerini yapmasını emreder.” Kızılderililer, Dörtlünün Ruhları’nı genellikle dört rüzgârla özdeşleştirirler. Ga-oh, girişinde bir ayı, bir panter, bir geyik ve geyik yavrusu olan İrokua Rüzgâr Devi’dir: İrokualar “’Kuzey rüzgârı kuvvetli estiğinde gökyüzünde ayı sinsice dolaşıyor’ derler, batı rüzgârı şiddetli ise, ‘Panter mızmızlanıyordur.’ Doğu rüzgârı yağmurla beraber serin estiğinde ‘Geyik nefesini yayar’ ve güney rüzgârı hafifçe estiğinde ‘Geyik yavrusu, annesine geri dönüyordur.’” Dört, tüm Kızılderili töresinde sihirli sayıdır; temelde yaratıcının işini hesapladığı yönlerin karesini temsil eder.

VI. Yukarıdaki Güçler
Gökgürültücü, Rüzgâr Devi’nden bile büyüktür. İrokualar onun gökkubbenin muhafızı olduğuna inanırlar. Güçlü bir yayı ve alevli okları vardır. Zararlı her şeyden nefret edip onları yok eder. Özellikle insanlığı yiyip bitiren büyük deniz yılanını öldürdüğü için saygı görür. Adı Hino’dur ve gelini Gökkuşağı’dır. Ondan daha ufak pek çok yardımcısı vardır. Bunlar arasında bir zamanlar bir fani olan Gunnodoyah isimli bir oğlan bulunur. Hino bu genci kendi diyarına almış, ona semavi bir yay vermiş ve onu büyük yılanla çarpışmaya göndermiştir; ama yılan, Gunnodoyah’ı mideye indirmiştir. Genç, kötü vaziyetini Hino’ya bir rüya aracılığıyla iletmiş ve bunun üzerine Hino ve savaşçıları yılanı öldürüp hâlâ canlı olan Gunnodoyah’ı göklere taşımıştır. Hino, genellikle insanların dostudur ancak insanlar onun diyarına girmemelidir. Çerokiler, “Gök-gürültüsü’nün kız kardeşiyle evlenen adam” hakkında bir hikâye anlatırlar: Genç, kızın cazibesiyle Gökgürültüsü’nün mağarasına çekilir ve burada etrafı korkunç şekil değiştiricilerle sarılır. Yaşayan bir kaplumbağa ile eyerlenmiş bir yılana binmeyi reddedince Gökgürültüsü öfkelenir, gözünden şimşekler çakar ve müthiş bir gürleme genci şuursuz bırakır. Canlanıp eve dönerken, ona bir gün önce gitmiş gibi gelse de, halkının onu çoktan ölüme terk ettiğini keşfeder ve gerçekten, bundan sonra sadece yedi gün hayatta kalır.
Hino’nun yardımcılarından biri, büyük Çiy Kartalı Oshadagea’dır. Yuvası batı gökyüzündedir ve sırtındaki oyukta bir çiy gölü taşır. Kötü niyetli Ateş Ruhları dünyanın yeşilliğini yok edince Oshadagea evinden dışarı uçar ve açık kanatlarından iyileştirici nem yağar. İrokuaların Çiy Kartalı, muhtemelen, Semavi Okçu Hino tarafından yeri değiştirilen bir Gökgürültüsü kuşu ruhunun hayaletidir yalnızca. Gökgürültüsü kuşu görünmez bir özdür. Gözünün parlaması şimşek, kanatlarının sesi gökgürültüsüdür. Etrafı yardımcılarıyla, özellikle de şahin ve kartal türü kuşlarla çevrilidir. Altın Kartal Keneu, baş temsilcisidir. Kızılderililer, Gökgürültücüler olmasaydı, yeryüzünün kavrulacağını ve çimenlerin kuruyup öleceğini söylerler. Pere Le Jeune, Kızılderililerin Montagnais görevine yeni bir sunak parçası yerleştirildiğinde, “Kutsal Ruh’u ışın demetleriyle çevrili bir güvercin olarak resmedildiğini görünce, kuşun gökgürültüsü olup olmadığını sorduklarını anlatır. Zira gökgürültüsünün bir kuş olduğuna inanırlar ve güzel tüyler gördüklerinde, onlar gökgürültüsünün tüyleri değil mi diye sorarlar.”
Bulutların üzerindeki alan, güneşin, ayın ve yıldızların cennetidir. Güneş eril bir varlıktır, Ay ise dişil; bu ikisi bazen kardeş, bazen karı koca olurlar. Montagnaisler, Pere Le Jeune’e, Ay’ın oğlunu kollarında tuttuğu için bazen karanlık göründüğünü söylemişlerdir: “‘Ay’ın bir oğlu olduğuna göre evlidir veya evli miydi?’ ‘Ah evet, tüm gün dolanan güneş onun kocasıdır ve ay da bütün gece dolanır. Güneş gölgede kaldığında veya karardığında bunun nedeni bazen Ay’dan oğlunu kollarına almasıdır.’ ‘Evet, ama ne Güneş’in ne de Ay’ın kolu vardır.’ ‘Senin aklın yok, çekili yaylarını her zaman önlerinde tuttukları için kolları görünmez.’” Bir başka Algonkin kabilesi olan Menomineeler, ok ve yaylarla donanmış güneşin avlanmak için yola çıkışını anlatırlar; uzun süreli yokluğundan korkan kız kardeş Ay onu aramaya gider ve bulana kadar yirmi gün seyahat eder. O zamandan beri ay gökyüzünde yirmi günlük yolculuklar yapar. İrokualar, Güneş’in (Adekagagwaa) kış aylarında güney göklerinde dinlendiğini ve yerine nöbet tutması için “uyku ruhunu” bıraktığını anlatırlar. Ayrılışının arifesinde, geri döneceğine söz vererek dünyaya şöyle hitap eder: “Toprak, Yüce Ana, çocuklarını bağrına yakın tut, gücümü duy! Ben Adekagagwaa’yım! Ben hüküm sürüyorum ve tüm yaşamlarınızı ben yönetiyorum! Hızlı bulutların yarıştığı, kovaladığı, tırmandığı, kıvrıldığı ve yağmurlarla nehirlerinize ve derelerinize düştüğü yer olan tarlam geniştir. Kalkanım uçsuz bucaksızdır; sarı parıltısıyla topraklarınızı kaplar veya hızlı alevimle onu yakıp bronzlaştırır. Gözlerim kocamandır, her yeri tarar. Oklarım, onları besleyen ve nefes alan çiylere daldırdığımda hızlıdır. Ordum güçlüdür, ben uyurken tarlalarımın nöbetini tutar. Tekrar geldiğimde savaşçılarım göklerde savaşacaklar, Ga-oh şiddetli rüzgârlarını durduracak, Heno sesini yumuşatacak; Gohone (Kış) uçacak ve fırtınalar dinecek!”
Kızılderililerin yıldızlar hakkında şiirleri vardır. İrokuaların, Kuzey Grönlandlı Eskimoların gökteki ayıyla ilgili hikâyesinin tam olarak aynısını anlattıklarına rastlamak ilgi çekicidir: Bir grup avcı, sadık köpekleriyle birlikte av heyecanıyla yola çıkarlar, büyük canavarı göklere doğru takip ederler ve orada Büyükayı (Ursa Major) Takımyıldızı olarak kalırlar. Avcı ve Gökyüzü Geyiği’nin hikâyesindeki aşk duygusu, av tutkusuyla karışır. Avcı Sosondowah (Yüce Gece) dünyaya inen Gökyüzü Geyiği’ni, güneş semasının üzerindeki göğün çok yukarılarına kadar takip etmiştir. Şafak, orada onu tutsağı yapmış ve kulübesinin kapısının önüne bekçi olarak koymuştur. Avcı aşağıya bakarken, fani bir kız görüp ona âşık olmuştur. İlkbaharda mavi bir kuş şeklinde onun yanına inmiş, yazın bir karatavuk görünümünün altında ona kur yapmış, sonbaharda ise dev bir gece şahini kisvesi altında onu gökyüzüne taşımıştır. Ama onun gecikmesine kızan Şafak, onu kapısının önüne bağlamış ve kızı bir yıldıza dönüştürerek alnının üstüne yerleştirmiş, avcı da sonsuza kadar ona ulaşamadan onu özlemek zorunda kalmıştır. Sabahyıldızı olan kızın adı Gendenwitha, yani “Günü Getiren”dir. Ülker Takımyıldızı’na Dans Eden Yıldızlar denir. Bunlar, gece şarkı sesleriyle uyanıp dans etmeye başlayan bir grup kardeştiler. Dans ederken sesler azalmış ve onlar da sesi takip ederek yavaş yavaş göğe götürülmüşler. Burada onlara acıyan ay, onları bir grup sabit yıldıza dönüştürmüş ve her yıl on gün boyunca Kızıl Adam’ın danışma çadırının üzerinde dans etmelerini söylemiş. Dans eden kardeşlerden biri, annesinin feryatlarını duyunca geriye bakmış ve aniden, öyle güçlü bir şekilde düşmüş ki toprağa gömülmüş. Anne bir yıl boyunca oğlunun ölümü için yas tutmuş. Sonra mezardan göğe yükselen bir ağaca dönüşen küçük bir filiz çıkmış ve böylece ağaçların en uzunu, ormanın rehberi, göklerin bekçisi çam doğmuş.

VII. Aşağıdaki Güçler
Yukarıda olduğu gibi, aşağıda da güçler vardır. Toprak, bunların en büyüğü ve en güçlüsüdür. Algonkin dilinde toprak için Nokomis (Büyükanne) kelimesi kullanılır ancak İrokualar ona Eithinoha (Annemiz) diye hitap ederler. Zira derler ki, “toprak canlı bir maddedir ve fasulyenin narin fidesi ve içinde yuva yapan mısırın filizlenen tohumu, hassas kökleri aracılığıyla topraktan yaşam özünü alır… Toprak gerçekten de onları besler, onlara sağlanan şey canlı madde olduğu için, onlarda yaşam üretilir ve korunur. Gıda olarak olgunlaşmış mısır ve fasulye ve türleri bu şekilde üretilir, insanın ve tüm canlıların yaşatır ve geliştirir.”
İrokua efsanesinde toprağın kız kardeşi, Mısır Ruhu Onatah’tır. Vaktiyle tazeleyici çiy aramaya giden Onatah, Kötülük Ruhu tarafından ele geçirilmiştir ve Güneş onu bulup kayıp tarlalara geri götürene kadar dünyanın altındaki karanlığa hapsedilmiştir. Onatah o zamandan beri çiğleri aramak için yukarı çıkamamıştır. Yani İrokua efsanesi, Demeter ve Persephone’nin Yunan mitiyle paraleldir. Öte yandan Chippewalar Mısır Ruhu’nu, Mondamin isimli cennetten gönderilmiş bir genç yaparlar. Bu genç ölümlü bir kahraman tarafından katledilip gömülmüştür. Mezarından hediye olarak mısır fışkırır. Fasulye ve balkabağı gibi diğer besinlerin yanı sıra yabani bitkiler ve çeşitli ağaç türleri de çeşitli ruhlara veya Manitolara sahiptir. Gerçekten de, dünya her güç ve büyüklükte sayısız gizemle, orman da Kızılderililerin peri halkı Pukwudjilerin ordularıyla doludur. “Bir yağmur sırasında binlercesi bir çiçeğe sığınır. Ojibwa, orman ağaçlarının gölgesinde uzanırken, bu tanrıların onun etrafında olduğunu hayal eder. Böceğin vızıltısında onların kısık seslerini algılar. Yarı kapalı gözlerle güneş ışınlarının altında binlerce kişinin oynadığını görür.”
İrokualar, Jogaohların yani Cüce Halk’ın üç kabilesini tanırlar: Kızılderililerin, yüce güçleri ve toplar ve taşlarla oynamaya düşkünlükleri nedeniyle “Taş Atıcılar” olarak adlandırdıkları Gahongalar (kayalıklarda ve nehirlerde yaşarlar), sadece toprağın değil (zira tahılları ve meyveleri kendine çeken ve filizlenmelerini sağlayan “çiy çiçeği tılsımı” yaparlar), balıkçılar çok açgözlü bir şekilde avlandıklarında tutsak balıkları tuzaktan kurtardıkları denizin de bereketini önemseyen Gandayahlar, son olarak da Ohdowalar veya yeraltı halkı. Ohdowaların yaşadığı yeraltı dünyası, hepsi her zaman yukarıdaki güneşli diyara yükselmeyi arzulayan birçok hayvanla dolu, insan dünyası gibi ormanlar ve ovalar içeren loş ve güneşsiz bir âlemdir. Bu yeraltı dünyası yaratıklarını, özellikle de birçoğu zehirli ve zararlı hayvanlar olduğu için, uygun yerlerinde tutmak Ohdowaların görevidir. Ohdowalar küçük olsalar da, sağlam ve cesurdurlar ve çoğunlukla canavar yaratıkları hapsederler. Yaratıklar, yukarıdaki dünyayı mahvetmek ve kirletmek için nadiren saldırır. Yeraltı insanları olduğu gibi, sualtı insanları da vardır. Bunlar, Eskimoların Ateş Halkı gibi, biri insanlar için yararlı, diğerleri zararlı olmak üzere iki kabileye bölünmüştür. Bu sualtı varlıkları insan şeklindedir ve suların altında insanlarınki gibi evleri vardır; ama yılan derisi giyerler ve boynuz takarlar. Bazen güzel kızları fani erkekleri yılan derisi kostümü giyip türdeşlerinden sonsuza kadar kopmak üzere derinlere çekerler.
İrokualar, kısmen toprak üstünde, kısmense yeraltı dünyasında yaşayan canavar varlıklardan, özellikle Büyük Kafalar ve Kaya Devler ırkını tanırlar. Büyük Kafalar’ın, etkileyici gözleri ve kanat işlevi gören gür saçları vardır. Fırtınaya binerler ve yıkıcı ve kötü niyetli güçleriyle fırtınanın, belki de kasırganın kişileştirilmesi gibi görünürler. Kadim ve ham bir kozmogoninin kalıntısı olabilecek bir anlatıda Büyük Kafa, açıkça bir evren yaratıcısı rolünü oynar. Kabilelerden birinin yok oluşunu anlatan ilginç bir hikâye daha vardır. Kabile üyesi, genç bir kadını kulübesine kadar takip eder ve kadının sıcak kestanelerini görerek ateş kömürlerinin yemeye uygun olduğunu sonucuna varır. Kömürleri yer ve ölür. Bu tuhaf yaratıklar, bir hikâyeye dehşet unsuru katmak üzere iyi düşünülmüştür.
İrokuaların Taş Devleri ve Algonkinler arasındaki türdeşleri (örneğin, Abnakilerin Chenoo’su ve Mikmak’ı), Eskimoların Tornit’inin örnek teşkil ettiği geniş bir efsanevi varlıklar grubuna aittir. Onlar güçlü, iri yapılı, silah olarak yay değil taş kullanan büyücülerdir. Birbirleriyle müthiş dövüşürler, silah yapmak için en uzun ağaçları sökerler ve öfkeleriyle dünyayı paramparça ederler. Bazen insanlar tarafından evcilleştirilirler ve güçlü avcılar oldukları için faydalı arkadaşlar olurlar. Genellikle yamyam olarak tasvir edilirler ve uzun zamandır hatırlanan bu efsanevi halkın, zamanla renklendirilmiş, yay kullanmayan ve eski zamanların Kızılderilileri tarafından çoktan yok edilmiş kadim kabilelerin hatırası olması pekâlâ mümkündür. Elbette bu mitlerde böyle bir tarihi unsur varsa tamamen efsanevi taş zırhlı titan veya şeytan kavramlarıyla kaplıdır.
VIII. Türlerin Eskileri
Onondaga’nın şeylerin başlangıcına ilişkin hikâyesi şu sözlerle sona erer: “Üstelik burada, yeryüzünde bulunan her şey, bedenlerini ayrı ayrı yeniden dönüştürürler veya değiştirirler. Bu şekilde filizlenen ve büyüyen her şeyde, sonra kendini yaratan ve büyüyen her şeyde ve sonraki aşamadaki tüm insanlarda durum böyledir. Bütün bunlar aynı şekilde etkilenir, bedenlerini ayrı ayrı dönüştürürler ve sonraki aşamada bedenlerini durmadan, ayrı ayrı yeniden dönüştürürler.”
Vahşiler ve belki de doğayla iç içe yaşayan tüm insanlar, öncelikle ve kaçınılmaz olarak Herakleitosçudur: Yunan filozof gibi, onlar da her şeyin aktığını düşünür; onlara göre duyulur dünya sürekli bir değişim halindedir. Canlı ve cansız cisimler, geçici tezahürlerden ibarettir: Sahne arkasından gösteriyi yöneten çok sayıda şekil değiştiren Güç’ün dışa dönük gölgeleri. Yine de, duyulur şeylerin süreksizliğinin bilincinde olan vahşiler bile, çeşitli bireysel düzenlemelerde olsa da ısrarla yeniden ortaya çıkan belirli sabit biçimleri algılarlar. Bu biçimler doğal türler, doğanın bölündüğü soylar veya türlerdir. Herakleitos’tan da büyük bir Yunanın söyleyeceği gibi bunlar, şeylerin İdealarıdır. Kızılderililerin tümü Platoncuya dönüşür, çünkü onlar her doğal türün kendi arketipine veya (kendi tercih ettikleri gibi) eskisine sahip olduğunu, bu eskinin görünmez bir dünyada yaşadığını ve ilk varlığının gücüyle tüm dünyevi kopyalarının geçici yaşamlarını sürdürdüğünü savunurlar.
Tropiklerin ötesindeki tüm halklar için, tüm yaşam stratejisini yöneten değişken mevsimler (büyük doğa olayları) bir tür istikrar içinde sabitlenir ve sonunda İlkbahar, yaz, kış ve sonbahar için hayali bir şekilde oluşturduğumuz varlıklarda kişileştirilir. Elbette geçimini çoğunlukla avdan sağlayan insanlar için çok fazla mevsim yoktur. Onlar için açık ve kapalı, yeşil ve beyaz yılın önemli bölümleridir. İrokualar, kışın, savaş sopasıyla ağaçlara tecavüz eden yaşlı bir orman adamı olduğunu söylerler: Çok soğuk havalarda insan onun darbelerinin keskin sesini duyabilir. Bahar, yüzünde güneş olan kıvrak bir genç savaşçıdır. Montagnailer, iki mevsimin erkeksi olup olmadığından emin değillerdi, ancak Pere Le Jeune’e, Nipin ve Pipoun’un canlı varlıklar olduklarından çok emin olduklarını söylemişlerdir: Özellikle yaklaştıklarında onların konuşmalarını ve hışırtılarını bile duyabiliyorlardı. “Yaşadıkları yer olarak dünyayı aralarında paylaşırlar; biri bir tarafta, diğeri diğer taraftadır ve dünyanın bir ucunda kalış süreleri sona erdiğinde, karşılıklı olarak birbirini takip ederek diğerinin bölgesine geçerler. Bu kısmen Castor ve Pollux masalıdır,” diye yorumlar Rahip. “Nipinoukhe döndüğünde, beraberinde sıcağı, kuşları, yeşillikleri geri getirir ve dünyaya yaşamı ve güzelliği geri verir; ama Pipounoukhe soğuk rüzgârlar, buzlar, karlar ve kışın diğer olguları eşliğinde her şeyi harap eder. Birbirlerini takip etmelerine Achitescatoueth denir; yani karşılıklı olarak birbirlerinin yerlerine geçerler.” Belki de bulunabilecek en büyüleyici mevsim efsanesi, Çerokilerin “Güneyli Gelin” hikâyesidir. Kuzey, Güney’in kızına âşık olur ve onun ateşli kurlarına cevaben onu, herkesin buz evlerinde yaşadığı Kuzey Ülkesi’ne götürmesine izin verilir. Ancak ertesi gün güneş doğduğunda evler erimeye başlar ve insanlar Kuzey’e, Güney’in kızını anavatanına göndermesi gerektiğini, çünkü onun doğasının sıcak olduğunu ve Kuzey’e uygun olmadığını söylerler.

Ama Türler’in ruhları özellikle hayvanlar dünyasında önemlidir. Aynı Montagnailerden (bu açıdan inançları basmakalıptır) bahseden Le Jeune, “Onlar,” der, “her türden hayvanın bir ağabeyi olduğunu söylerler; bu ağabey tüm bireylerin kökenidir ve harikulade bir şekilde büyük ve güçlüdür. Kunduzun büyüğünün, belki de bizim kulübemiz kadar büyük olduğunu söylüyorlar, oysa küçüğü (sıradan kunduz demek istiyorum) bizim koyunlarımız kadar bile büyük değildir. Bir kimse, rüyasında bazı hayvanların eskisini veya atasını görürse şanslı bir ava sahip olacak, kunduzların büyüğünü görürse de kunduz yakalayacaktır. Geyiklerin büyüğünü görürse, rüyada gördüğü büyüklerin lütfuyla küçükleri ele geçirerek geyik yakalar. Bu büyük kardeşlerin nerede olduklarını sordum onlara. ‘Emin değiliz,’ diye cevap verdiler, ‘ama kuşların atalarının gökyüzünde olduğunu ve diğer hayvanların atalarının suda olduğunu düşünüyoruz.’” Rahip, başka bir bağlamda, bir Montagnai’den duyduğu şu hikâyeyi anlatır: “Uzun bir yolculuk yapan bir adam, sonunda kendisine yiyecek bir şeyler bahşedenin (ona tanrı demiş) kulübesine yani evine ulaşmış… Her türlü hayvan onun (tanrının) etrafını sarıyormuş, o da onlara dokunuyor, dilediği gibi davranıyor ve hayvanlar ondan kaçmıyormuş. Ama onlara zarar vermezmiş, zira yemediği için onları öldürmezmiş. Bununla birlikte bu yeni konuğa ne yemek istediğini sormuş ve konuğun bir kunduzun tadını çıkarmak istediğini öğrenince sorunsuz bir şekilde bir kunduz yakalayıp konuğuna yedirmiş; sonra ona ne zaman gitmeyi düşündüğünü sormuş. Konuk ‘İki gece sonra,’ diye cevap vermiş. ‘İyi,’ demiş adam, ‘iki gece benimle kalırsın.’ Bu iki gece olmuş iki yıl. Zira yıl dediğimiz şey, bize rızık verenin gözünde ancak bir gün veya bir gecedir. Ve insan, tanrıdan o kadar memnundur ki iki kış ya da iki yıl sadece iki gece gibi gelir. Adam kendi ülkesine döndüğünde yaşadığı gecikmeye çok şaşırmış.” Kulübedeki tanrı, şüphesiz Algonkinlerdeki evrenin yaratıcısı Messou’dur (Manabozho), çünkü o “tüm hayvanların ağabeyi” ve hayvan yaşamının hükümdarıdır. Benzer şekilde İrokualardaki evren yaratıcısı Iouskeha, ilkel hayvanları meydana getiren ve onlara isim verendir. Pere Brebeuf şunları ekler: “Hayvanların, dünyanın başlangıcından beri özgür olmadıklarına, Iouskeha’nın onları koruduğu büyük bir mağaraya kapatıldıklarına inanıyorlar. Belki bunda, Tanrının bütün hayvanları Âdem’e sunduğu gerçeğine dair bir ima olabilir.” İrokuaların yaratılış efsanesinin Seneca yorumunda rüzgârların mağarasından hayvanları getiren genç, aslında, onlara çeşitli adlar vererek Âdem’in görevini yerine getirir.