
Полная версия
Kuzey Amerika Mitolojisi
Eskimoların dini ve efsanevi fikirleri, hayatlarından renkler taşır. Vahşidirler, yiyecek bol olduğunda kolayca neşelenirler ve cesaretleri kırıldığında cehalet duygusundan veya herhangi bir derin düşünceden ziyade kör bir çaresizlikle ezilirler. Sosyal yapıları zayıftır. Yasaları güce dayanır. Anlaşmazlıklarını kan davalarıyla çözerler. Cinsiyetler arasındaki ilişkiler, bir tür bilinçsiz ahlaksızlık ile belirlenir. Yalnızca sürü halinde yaşayan bir halkın kaba erdemlerine sahiptirler: Konukseverlik, paylaşmaya isteklilik, düzensiz olsa da canlı bir sevecenlik, eğlence anlayışı… Şarkı söylemeye, dans etmeye ve masal anlatmaya; büyüye, transa ve ruh yolculuklarına düşkündürler. Gerçek hayattaki maceraları yeterince ürkütücüdür, ancak hayal güçleri buna üstün gelir. Hayatlarının gerektirdiği gibi açgözlü ve durumu içselleştirmiş avcılardır ve belki de hikâyelerinin en güçlü özelliği, her üyesi kasap olan bir halkın mahrem alışkanlıklarını yansıtan görüntülerin birbirini takip etmesidir. Balina yağı, bağırsaklar, sıcak kan ve kemiklerin, parazitlerin ve çürümenin pisliği: İşte bunlar, çiçekli ve yemyeşil topraklarda yaşayan halkların zihinlerine telkin edilen daha yumuşak görüntülerin yerini alır.
III. Dünya Güçleri
Dünya, tüm yabani halklar için olduğu gibi Eskimolar için de görünmez güçler tarafından idame ettirilmektedir. Doğadaki her şeyin bir Inua’sı, yani “sahibi” veya “ikamet edeni” vardır; taşların, hayvanların, havanın, hatta gücün veya iştahın bile Inuaları vardır. Ölü, mezarının Inua’sıdır, ruh, cansız bedenin Inua’sıdır. Inualar, “sahipleri” oldukları nesnelerden ayrılabilirler; normalde görünmezdirler ancak bazen bir ışık veya ateş (ölümü önceden haber veren bir kötülük alameti) şeklinde görünürler.
Nesnelerin “sahipleri” insanların yardımcıları veya koruyucuları olabilir ve bunlar Tornait olarak bilinirler. Taşların ve ayıların Inuaları özellikle güçlüdür. Bir ayı “sahibi”, bir adamın Tornak’ı olursa ayı, adamı yiyip geri kusabilir; daha sonra ayıyla birlikte bir Angakok yani şaman olur. Çokça ya da güçlü Tornait’e sahip erkekler veya kadınlar, büyülü ve iyileştirici güce ve gizli şeyleri gören gözlere sahip olan Angakut sınıfındandır.
Grönlandlılar Tornarsuk, Büyük Tornak veya Tornait’in hükümdarı denilen bir varlığa dair belirsiz bir inanca sahiptiler. Angakut, yardımcıları üzerindeki denetimini onun üzerinden elde ediyordu. Ama benzer bir inancın kıtada yaygın olmadığı anlaşılıyor. Eskimoların ruhani dünyasının merkezinde Denizin Yaşlı Kadını bulunur. Kuzey Grönlandlılar ona Nerrivik, yani “Yemek Tabağı” derler. Sedna ise onun kara için kullanılan ismidir. O, bir zamanlar fani bir kadınmış; bir kuş büyüleyici bir şarkıyla ona kur yapmış ve onu denizin ötesindeki evine taşımış. Kadın kandırıldığını çok geç anlamış. Akrabaları onu kurtarmaya çalışınca kuş öyle bir fırtına çıkarmış ki akrabalar kendilerini kurtarmak için kadını denize atmışlar; kadın kayığa tutunmaya çalışmış, ama elini kesmişler. Dibe batmış, kopan parmakları balinalara ve çeşitli foklara dönüşmüş. Nerrivik, denizin derinliklerindeki evinde yaşar. Lambasını süsler, korkunç bir köpek tarafından korunur ve derinlerdeki hayvanlar âlemine hükmeder. Bazen erkekler hiçbir fok yakalayamadığında Angakut ona gider ve onu yem hayvanlarını bırakmaya zorlar veya ikna eder; bu yüzden ona “Yemek Tabağı” denir. Bu Deniz Kadını’nda bir tür Yaban Hayat Anası’nı (bir avcı halk tanrıçası, ama bu tanrıça denizin kendisi kadar acımasız ve kaprislidir) görmek zor değildir.
Sedna’nın evinde karanlık bir varlık olan babası Anguta bulunur. Bazıları Sedna’yı kurtaranın ve sonra da kendini kurtarmak için onu denize atanın Anguta olduğunu söyler ve ona anlamlı bir şekilde “Kesecek Bir Şeyi Olan Adam” soyadı verilmiştir. Kızı gibi, Anguta’nın da eli sakattır. İşte ölüleri bununla yakalar ve onları Sedna’nın evine sürükler. Çünkü onun egemenliği ölülerin canları üzerinde olduğu kadar dirilerin yiyeceği üzerindedir de. O, Yaşamın ve Ölümün Hanımı’dır. Eski Grönland geleneğine göre Angakutlar, Deniz Kadını’nın yanına indiklerinde önce ölüler bölgesinden geçerler. Sonra buzlu bir çarkın sonsuza kadar döndüğü bir uçurumdan geçerler. Yanında içi fok dolu kaynar bir kazan vardır. Ve son olarak, kapıdaki büyük köpek kaçtığında, tam girişte, yalnızca bıçak yoluyla geçilebilen ikinci bir uçurum vardır. Eskimoların descensus Averno’su3 bu şekildedir.
IV. Dünyanın Bölgeleri
Eskimoların karasal bölgeleri canavar kabilelerle dolu olduğu gibi, Deniz Cephesi de garip varlıklarla doludur. Bir tür deniz adamı olan Deniz Inuaları vardır. Fırtına ve kötü hava yaratan, kayakçılara benzer göz yanılsamaları vardır. Bazılarının dediğine göre de mürettebatı kürekçiye dönüştürülen foklardan oluşan hayalet kadın tekneleri (Umiarissat) vardır. Bunların en tuhafı ise uçurumlarda ya da deyim yerindeyse kara ile deniz arasındaki yarıkta yaşayan Ateş İnsanları, yani Ingnersuit’tir. Bunlar, ucu kalkık burunlu insanlar ve burunsuz insanlar olmak üzere iki sınıfa ayrılırlar. İlki insanlara karşı arkadaş canlısıdır, ona görünmezken bile kayakçıya yardım eder. Burunsuzlar ise insanların düşmanıdır ve bahtsız kayakçıyı kara suların altındaki sefil esarete sürüklerler. Bir Angakok bir defasında denizde fok avlarken bir anda kendini garip kanolarla çevrili bulmuş: Ateş halkı onu yakalamaya geliyormuş. Ama aralarında bir kargaşa çıkmış ve Angakok, burnu açılıp kapanan ve yoluna çıkan her şeyi katleden büyük bir ağza benzeyen bir kayık tarafından takip edildiklerini görmüş. Aniden tüm Ateş İnsanları denizin yüzeyinden yok olmuşlar. Şamanın yardımcı ruhunun gücü buymuş.
Eskimoların anlayışında, insanın görünür ikametgâhının üstünde ve altında bölgeler vardır ve her birinde ölüler bulunur. Anlatılar, birkaç meskenin arzu edilirliği konusunda farklılık gösterir. Anakara halkı (ya da bazıları) aşağı dünyayı soğuk, fırtınalı, karanlık ve açlığın hüküm sürdüğü bir yer olarak görür ve bu hayatta mutsuz veya kötü olanlar oraya mahkûmdur. Yukarıdaki bölge bolluk ve şarkı ülkesi olup iyi ve mutlu olanlar, kaza veya şiddet sonucu ölenler ve doğumda ölen kadınlar bu yukarı diyara geçerler. Ama aşağı dünyayı daha mutlu, üst dünyayı soğuk ve açlık diyarı olarak görenler de vardır; üçüncü bir grup da ruhun her iki diyarda da neşeyle dolu olduğunu ileri sürer.
Angakutlar hem üst hem de alt dünyalara ruh yolculukları yaparlar. Alt dünya bizimki gibi bir gökyüzüne sahip olarak tanımlanır, sadece gökyüzü daha karanlık ve güneş daha soluktur; orada her zaman kış hüküm sürer ama avı boldur. Başka bir hikâye, biri diğerinin altında olan mağaralarla dolu dört yeraltı dünyasından bahseder. İlk üçü alçak tavanlı ve konforsuzdur. Sadece dördüncü ve en altta olanı geniş ve hoştur. Üst dünya, bir dağın tepesinde dönen devasa bir kubbe olarak görünür ve gökyüzünün ötesindedir; burası, kendi tepeleri ve vadileri olan dünyaya benzeyen bir diyardır. Buranın sahipleri, gök cisimlerinin Inualarıdır. Bunlar zamanında insandılar ancak gökkubbeye dönüştürüldüler ve şimdi semavi ışık oldular. Yukarı dünyaya giden yol tehlikelerden arınmış değildir: Aya giden yolda yolcuları güldürmeye özendiren ve onları güldürmeyi başarırsa bağırsaklarını çıkaran bir insan vardır. Belki de bu, bir tür bedenden ayrılma sürecidir; zira Eskimo mitinde yüz yüze bakıldığında insan gibi görünen, ancak arkadan bakıldığında iskelet gibi olan ruhani varlıklar tekrar tekrar karşımıza çıkar.
V. Başlangıç
Bir zamanlar fani olan güneş ile ay kardeştiler. Işık olmayan bir evde birlikte yattılar ve kız kardeş, arkadaşının kim olduğunu öğrenince, utancından göğüslerini koparıp kardeşine fırlattı ve şöyle dedi: “Madem vücudum hoşuna gidiyor, bunları da tat.” Sonra kaçtı, erkek kardeşi ise onu takip etti. Her biri meşale taşıyordu ve birbirlerini bununla keşfettiler. Koşarken göğe yükseldiler; kız kardeşin meşalesi güçlü ve parlak bir şekilde yanıp güneş oldu; erkek kardeşin meşalesi sönüp bir kora dönüştü ve o da ay oldu. “Güneş doğduğunda ve yaz yaklaştığında, ‘yetimleri ısıtmak için’ gelir,” der Eskimolar; çünkü kışları pek çok kez açlığın sınırına gelindiği uzak kuzeyde, öksüzlerin kaderi korkunç derecede belirsizdir.
Grönlandlılar yıldızları, özellikle de yaz güneşinin geri döneceğini önceden haber verenleri dikkatlice izlerler; Orion şafağa doğru göründüğünde yaz gelir ve yürekler neşelenir. Eskimolar, köpekli adamların bir zamanlar uzaklarda, buz üzerinde bir ayıyı nasıl kovaladığını anlatırlar; ayı birdenbire havaya yükselmeye başlamıştır ve peşindekiler de onu takip etmiştir. Bu grup Orion adını verdiğimiz takımyıldızı olmuştur. Bazen, Büyük Ayı hakkında da benzer bir hikâye anlatılır. Harsher hikâyesi, Venüs’ün, yani “Durup Dinleyen”in doğuşunu anlatır: Zira güneşin arkadaşı bir Eskimoludur. Hikâyeye göre yaşlı bir adam kıyıya yakın bir yerde fok avlıyormuş fakat bir kaya yarığında oynayan çocukların gürültüsü fokları korkutup kaçırmış ve adam sonunda öfkeyle yarığın çocukların üzerlerini kapatmasını emretmiş. Ebeveynleri avdan döndüklerinde tek yapabildikleri, kalan bir yarığa biraz kan dökmek olmuş, ancak hapsedilen çocuklar kısa süre sonra açlıktan ölmüşler. Ebeveynler, daha sonra yaşlı adamı takip etmişler ancak adam gökyüzüne uçmuş ve kış karanlığından sonra ışık geri dönmeye başladığında batıda alçakta görülen parlak gezegen olmuş.
Eskimolar, bir bütün olarak dünyanın başlangıcına ilişkin düşüncelerle kendilerini pek fazla yormazlar; daha ziyade, bu konuyu kuramsal olmayan bir şekilde hafife alırlar. Bununla birlikte yeryüzünün; göklerden toprak ve taş olarak nasıl düştüğüne ve bildiğimiz diyarları oluşturduğuna dair garip bir Grönland hikâyesi mevcuttur. Bebekler ortaya çıkmış ve cüce söğütlerin arasına yayılmış. Orada bir erkek ve bir kadın tarafından bulunmuşlar (bunların nereden geldiğini kimse bilmez) ve kadın onlar için elbise dikmiş, böylece bir topluluk oluşmuş. Adam toprağa vurmuş ve insanların ihtiyaç duyduğu köpekler meydana gelmiş. Başlangıçta ne ölüm ne de güneş varmış. İki yaşlı kadın tartışmışlar ve biri demiş ki: “Işıksız idare edelim, böylece ölümsüz olabiliriz,” ama diğeri şöyle demiş: “Hayır, hem ışığa hem de ölüme sahip olalım!” Ve böyle konuşunca dediği gibi olmuş.
Uzak kuzeyde ayrıca, dünya yaşamının çoğunu yok eden bir tufana ve bir kızın bir köpekle birleşmesinden farklı insan ırklarının doğuşuna (çünkü ilk başta tüm insanlar Eskimoydu) dair bir başka yaygın anlatı hakkında çokça tekrarlanan bir hikâye vardır. Kız, beyazların atalarını bir çizmenin tabanına koymuş ve onları kendi ülkelerini bulmaları için göndermiş. Beyaz adamların gemileri döndüğünde, gövdeleri yukarıdan görüldüğü şekliyle tam olarak bir botun tabanına benziyormuş!
VI. Yaşam ve Ölüm
Eskimo anlayışında doğum ile ölüm, yaşamın bölümleri olmaktan ziyade bir başlangıç ve sondur. Bedenler, onların “sahipleri” olan ruhların araçları olmaktan ibarettir. Ölülerin bedenlerine gösterilen saygı, son özgürleşmeyle azalmaktan çok, artırılmış olan Inualarının gücüne duyulan kati bir korkuya dayanır. Ruhlar hem insan hem de hayvan olarak doğabilir ve tekrar dünyaya gelebilir. Bazılarının insan şekline dönmeden önce hayvanlar âleminin tamamını yönettiği bilinmektedir. Normalde insan ruhları insan olarak yeniden doğar. Canavarlar da insan ebeveynlerden meydana gelir. Kuzey masallarının en korkunçlarından biri “ebeveynlerini yiyen bebek” hikâyesidir. Bebek, annesini emzirirken göğüslerini koparmış, vücudunu mideye indirmiş ve babasını yemiştir. Sonra ebeveynlerinin kanıyla kaplı bir halde et arayışıyla ağlayarak, dehşet içinde kaçışan halka doğru korkunç bir şekilde sürünerek ilerlemiştir.
Eskimolar bedenin “sahibi” olan ruhun yanı sıra bir isim ruhuna inanırlar. Ölen adamın adı, onu yeniden taşımak için bir çocuk dünyaya gelene kadar akrabaları tarafından anılmaz. Daha sonra ad böylece yeniden doğduğunda, ölü adamın gerçek ruhu bedeni terk edip ölüler diyarına gitmekte özgürdür. Bu Grönland düşüncesinin tuhaf bir çeşidine Batılı kabileler arasında Stefansson rastlamıştı: Bu kimseler, ölen akrabanın ruhunun, yeni doğan çocuğun vücuduna girdiğine, onun hayatını koruduğuna ve çocuk doğruyu yanlıştan ayırabildiği yaşa gelinceye kadar tüm sözlerini söylediğine inanırlar. Bu yaştan sonra çocuğun kendi ruhunun hüküm sürmesi beklenir ve kendisine ait bir isimle anılır. Doğumdan önce birkaç ölüm olmuşsa çocuğun bu türden birkaç koruyucu ruhu olabilir.
Bir çocuğun koruyucu ruhlara bazen çok ihtiyacı oluyordu. Qalanganguase böyle bir çocuktu; annesi, babası ve kız kardeşi ölmüştü, ona bakacak akrabası yoktu ve vücudunun alt kısmı felçliydi. Köylüler ava gittiğinde yalnız kaldı, bir başınayken ruhlar geldi ve vaktin geçmesini sağladılar. Fakat bir keresinde, kız kardeşinin ruhu gitmek bilmedi (çünkü Qalanganguase, kız kardeşi öldüğünde geride bıraktığı küçük çocuğa bakıyordu) ve insanlar döndüklerinde, onun uçuşan ayaklarının gölgesini gördüler. Qalanganguase olanları anlattığında köylüler, onu Angakutların birbirlerinin gücünü sınadığı korkunç şarkı düellosuna davet ettiler. Onu evin desteklerine bağladılar ve sağa sola sallanır halde bıraktılar. Ama anne ve babasının ruhları geldi ve ona “Bizimle yolculuk et,” dediler; böylece onlarla gitti ve köylüler onu bir daha asla bulamadılar.
Qalanganguase yetim ve sakat bir çocuktu; kuzey kutbundaki yaşam hakları son derece azdı. Mitsima ise yaşlı bir adamdı. Kış ortasında fok avına çıkmıştı. Bir fırtına çıktı ve arkadaşlarının yanından kayboldu. Fırtına dindiğinde çocukları, elleri ve ayakları donmuş olduğu için buzun üzerinde bir köpek gibi süründüğünü gördüler (çocukları onu gördüler ama ölmek üzere olduğu için yanına gitmeye korktular). “Zaten yaşlıydı,” dediler ve ölmesine izin verdiler; yaşlıların da kuzey kutbunda çok az yaşama hakkı vardır.
Belki de hayatın zor olduğu bir coğrafyada bu zulümden ziyade bir zorunluluk meselesidir. Belki de bu, hayatları her zaman tehlikede olan insanlara ölümün daha az nihai, daha aralıklı görünmesi veya yalnızca medeni insanların unuttuğu dünyanın eski bir geleneğidir. Bilge bir ihtiyar, Knud Rasmussen’e (ölüler için yapılan ayinlerin gözlemlenmesinden bahsederken) şöyle der: “Dünyayı ayakta tutmak için eski geleneklerimizi yerine getiriyoruz, çünkü güçler gücendirilmemeli. Birbirimizi ayakta tutmak için geleneklerimize uyuyoruz. Büyük Kötülük’ten korkarız. İnsanlar hastalık karşısında çok çaresizdir. Buradaki insanlar tövbe eder, çünkü ölüler yaşamsal özlerinde güçlüdür ve güçleri sınırsızdır.”
İkinci Bölüm
Orman Kabileleri
I. Orman Bölgesi
İngilizler, Fransızlar ve Hollandalılar on yedinci yüzyılda Kuzey Amerika’yı sömürgeleştirdiklerinde, girdikleri bölge kuzeye doğru Labrador ve Hudson Körfezi’nin ağaçlık sırasına, güneye doğru dağların eteklerine ve kıyılarına, batıya doğru ise Mississippi Nehri boylamına kadar uzanan kesintisiz bir ormandı. Bu uçsuz bucaksız bölge, beyazlar için yeni olan bir ırka ait sayısız kabilenin yaşadığı bir yerdi. İskandinavlar orman topraklarının kuzey sınırlarındaki Vinland’da kaldıkları kısa süre boyunca; püsküllü giysiler giyen, uzun mızraklar taşıyan ve yüksek sesle bağıran insanlardan Skraelingler aracılığıyla haberdar olmuşlardı. Ne var ki, Kristof Kolomb’un ilk karşılaşacağı o insanları görmemişlerdi. Kolomb’un “Kızılderililer” dediği bu insanlar, yönetim biçimi açısından küçük kabile grupları halinde örgütlenmişlerdi. Ancak genellikle dil ve yapısal yakınlık bakımından birbirine benzeyen bu gruplar, “konfederasyonlar” veya “milletler” içinde birbirine gevşek bir şekilde bağlıydı. Bu sınırların ötesinde bile dil yakınlığı, normal olarak akraba ırkları temsil eden belirli büyük grupları veya dil gruplarını sınırlandırdı. Gerçekten de kuzeydeki Eskimo diyarından körfezi çevreleyen alüvyon ve kıyı topraklarına kadar tüm ormanlık bölge, dilsel olarak benzerlik gösteren iki büyük soy tarafından yönetiliyordu: Algonkinler ile İrokualar. Bu soylara ait kabileler beyaz kolonicilerin ilk karşılaştıkları yerlilerdi.
Beyazlar ortaya çıktığında Algonkinler, bu iki halktan çok daha kalabalık ve yayılmış olanıydı. Atlantik kıyısı boyunca şu kabileler vardı: New Brunswick ve Nova Scotia’da Mikmaklar; New England’da Abnaki, Pennacook, Massachuset, Nauset, Narraganset, Pequot; New York’ta Mohikan ve Montauk; New Jersey’de Delaware ve Virginia ile Kuzey Karolina’da Nanticoke ile Powhatan. St. Lawrence’ın kuzeyinde Innu ve Algonkin kabileleri, batıda ise çoğunlukla Büyük Göller ve Hudson Körfezi arasındaki Chippewa ve Kriler vardı. Potawatomi, Menominee, Sauk ve Fox, Miami, Illinois ve Shawnee batı göllerinden güneyde Tennessee’ye ve batıda Mississippi’ye kadar uzanan toprakları kapsıyordu. Büyük Ovalar’da Arapaho ve Cheyenne ve Rocky Dağları’nda Siksika veya Blackfeet, bu geniş kabile ailesinin uzak temsilcileriydi. Buna karşılık, İrokua halkları bir arada olup çok az bölünmüştü. Güçlerinin iki merkezi, Erie ve Ontario Gölleri ve yukarı St. Lawrence bölgesi, güneyde New York ve Pennsylvania’nın merkezi ve Carolina ve Virginia kolonilerinin dağlık bölgesiydi. Kuzey kabilelerinden New Yorklu Beş Ulus veya İrokua Konfederasyonu ve sürekli savaş halinde oldukları Kanadalı Huron en önemlileriydi; güneyde ise Tuscarora ve Çerokiler vardı. Bu iki büyük soyun işgal ettiği tüm geniş topraklarda tek kayda değer davetsiz misafir, İrokualı Çerokiler ile Algonkinli Powhatan arasına yerleşmiş ve Düzlüklerin ünlü Siyu soyunun bir dalı olan Catawbalardı.
Orman kabilelerinin toprakları benzer olduğu için (dağda veya ovada yoğun ağaçlıklıydı, bolca sulanmıştı, bol miktarda av hayvanı ve doğal meyve bulunuyordu) yaşam tarzları ve düşünce biçimleri de aynıydı. Herkes birer avcıydı; ancak Kanada’nın kuzeyi dışında, başlıca mahsul mısır olmak üzere kadınlar tarafından tarım yapılıyordu ve bu yüzden köyler kalıcıydı. Çalışma biçimleri, özellikle yaşam törenleri söz konusu olduğunda, sanattan yoksun olmasa da Taş Devri’nden kalmaydı. Kabileler barış için olduğu kadar savaş için de örgütleniyorlardı ve gerçekten de avcılık meslekleriyse, savaş da her Kızılderili erkeğin hobisiydi. Bir Kızılderilinin en yüce şerefi, savaşçı yiğitliğiydi ve en yüce erdemi en korkunç işkenceler karşısındaki sabrıydı. Kuzey Amerika yerlilerinin gaddarlığı (ve bilinçli olarak daha zalim olan çok az halk vardır) ancak onun kişisel cesaretine duyduğu yoğun saygının tüm yaşamının tabi olduğu tecrübeye yansıması olarak tam anlamıyla anlaşılabilir. Ayin şarkıları, dans ve hitabet sevgisi; yaşlıların tavsiyesi, ince bir nezaket, ince bir onur kuralı ve kusursuz bir gurur, Orman Kabilelerinin eksiksiz olarak geliştirdiği diğer özelliklerdi. Beyaz adamın Kızılderililere dair ilk ve en canlı izlenimi olan o soğukkanlılığı ve sert mizacı da eklemek gerekiyor. Orman Kızılderilileri, yaşam tarzlarında ve doğurduğu fikirlerde olduğu gibi bu özelliklere sahip olmaları bakımından tek bir halk gibiydiler. Algonkinler belki de daha şiirseldi, şarkıya ve kehanete daha düşkündü. İrokualar ise daha politik ve daha iyi taktikçiydiler. Fakat aralarındaki farklar, beyaz adamın yeni keşfedilen ırkla temasının ilk iki yüzyılı boyunca, Avrupalıların Kızıl Adam’a dair silinmez izlenimini oluşturacak olan temel bir karakter birliğine zıt bir biçimde çok azdı.

II. Rahip ve Pagan
İnsanların inançları onların en değerli varlıklarıdır. Yeni Dünya’nın altınları, kürkleri ve tütünü, Batının maceraperestliğini asıl teşvik eden şeylerdi. Ama Amerikan kıyılarında ilk kalıcı İngiliz kolonisinin kurulma sebebi inançlarını koruma arzusuydu. İspanyol fatihler ve Fransız seyyahlar, onların ayak izlerini takip eden ve Kızıl Adam’ın pagan ruhunu Hıristiyanlaştırmak için Yeni Dünya’da onlardan daha fazla kalan Cizvit Babalardan zenginlik ve savaş konusunda daha hevesli değillerdi. En azından ilk dönem Kızılderili yerel inançları hakkındaki bilgimizin çoğunu bu misyoner rahiplere borçluyuz. Yabanileri dönüştürmek için vahşi doğaya girdiler ve bu nedenle, bu doğa çocuğunun zaten sahip olduğu dini fikirleri keşfetmek hemen onların ilgi alanı haline geldi. Kızılderililerin dili, kurumları ve fikirleri üzerine, misyonerlik alanına girmek isteyenlerin aydınlanması için yazılan mektuplarında, Kızılderililerin miti ve dini hakkında ilk güvenilir açıklamalara ulaşmaktayız.
Elbette ki rahipler yerlileri hemen anlamadılar. Montagnais hakkında Relations’ın en eski sayılarından birinde Pere Lalemant şöyle der: “Hiçbir ilâhî ibadetleri veya herhangi bir duaları yoktur.” Ancak bu tür ifadeler, misyonerlerin Kızılderililer arasında kendi dini uygulamalarına benzer bir şey bulamadıkları anlamına gelir. Pere Raguenau 1647-48 tarihli Relations’da Huronlar hakkında şöyle söyler: “Doğrusunu söylemek gerekirse, tüm bu ülkelerin milletleri atalarından bir Tanrı bilgisi almamışlardır ve biz buraya ayak basmadan önce, dünyanın yaratılışıyla ilgili her şey mitlerden ibaretti. Bununla birlikte, barbar olmalarına rağmen kalplerinde, Tanrı’nın ve her şeyin yaratıcısı olan ilk ilkeye (bilgileri olmadan dua ettikleri) dair gizli bir düşünce vardı. Ormanlarda av sırasında veya denizde gemi kazası tehlikesi olduğunda, ona Aireskouy Soutanditenr diye hitap ederek yardıma çağırırlar. Savaşta ve muharebelerinin ortasında ona Ondoutaete diye hitap ederler ve zaferi tek başına onun bahşettiğine inanırlar. Sık sık gökyüzüne hitap ederek ona saygılarını sunarlar ve cesaretlerine, sefaletlerine veya masumiyetlerine tanık olması için Güneş’e seslenirler. Ancak her şeyden öte, yabancı milletlerle barış ve ittifak antlaşmalarında samimiyetlerinin tanıkları olarak, kalplerinin derinliklerini gören ve emanetlerine hıyanet edenlerin ve sözünde durmayanların hıyanetlerinin intikamını alacak olan Güneş’e ve gökyüzüne yalvarırlar. Tertullian’ın en kâfir milletler hakkında söylediği o kadar doğrudur ki, tehlikelerin ortasındaki doğa Hıristiyan bir sesle konuşmalarına sebep olur (Exclamant vocem naturaliter Christianam) ve neredeyse onu tanımadan yakardıkları bir tanrıya (Ignoto Deo) başvururlar.”
Exclamant vocem naturaliter Christianam! İki yüzyıl sonra başka bir Cizvit Peder De Smet, Kansa kabilesinin dini duygularını tarif ederken aynı ifadeyi kullanır: “Onlara bir Ecce Homo ve Meryem Ana’mızın bir tasvirini gösterdiğimizde ve tercüman onlara dikenlerle taçlanmış o başın ve hakaretlerle lekelenmiş çehrenin bizim uğrumuza ölen bir tanrının gerçek sureti olduğunu ve yedi kılıçla delinmiş kalbin annesinin kalbi olduğunu açıkladığında, Tertuian’ın insan ruhunun doğal olarak Hıristiyan olduğu şeklindeki güzel düşüncesinin etkileyici bir örneğini gördük!”
Bu nedenle aynı rahipler, Amerika’da bir yaratılış ve bir tufan, cennetten bir düşüş ve dünyaya ölüm getiren günahkâr bir seçime ilişkin mitler bulduklarında, yeni bulunan Amerikalılarda İsrail’in kayıp kabilelerini keşfettiklerini düşündüler.
III. Manitolar
Platon’un Sofist’inde bir konuşmacı “Varlığın tanımı tamamen güçtür,” der ve bu, her Amerikan Kızılderilisinin kabul edeceği bir beyandır. Kızılderililer, doğadaki her varlığın, bu varlığın kendi özel karakterini koruduğu ve kendi tarzında diğer varlıkları etkilediği kalıcı bir güce sahip olduğuna inanır. Bu tür güçler küçük ya da büyük, zayıf ya da güçlü olabilir ve elbette hangilerinin büyük ve güçlü olduğunu bilmek bir erkeğin görevidir. Dış görünüş, kalıcı bir iktidarın gücünün kesin bir işareti değildir; genellikle küçük bir hayvan ya da uyuşuk bir taş, kudretli bir gücün meskeni olabilir. Ama genellikle bazı özellikler, düşünceli gözlemciye olağanüstü kudretin nesnesini gösterecektir veya bu bir rüyada veya görüntüde kendini gösterebilir. Böyle bir nesnenin sahibi olmak, kendi yetkilerini orantılı olarak artırmaktır. Bu nesne, iyi bir “ilaç”tır ve kişiyi güçlü kılar.
Her Amerikan dilinde nesnelerin bu kalıcı güçlerinin kendi adı vardır. Bunlara Eskimo dilinde Inua yani “sahip” denir. İrokualar, Orenda kelimesini ve zararlı güçler ya da “kötü büyü” için Otgon kelimesini kullanırlar. Huron dilinde bu kelime Oki’dir; Siyu dilinde ise Wakanda. Ancak, bu düşüncenin beyazlarca kapsamlı bir şekilde bilinmesini sağlayan (çünkü Kızılderililer tarafından kullanılan ve sömürgecilerin ilk karşılaştığı kelimeydi) terim, Algonkin dilinde Manitou, Manito veya Manido idi (zira farklı şekillerde hecelenir). Geleneksel çevirilerde bu kelime için “güç”, “gizem”, “büyü” ve daha yaygın olarak “ruh” ve “büyü” kullanılmıştır ve kelimenin tam anlamı bunların hepsini içerir. Zira şeylerin güçleri, sıradan ve ihmal edilebilir olandan gizemli ve büyülü olana kadar her dereceyi içerir: Doğanın yüce güçleriyle ilgili olduklarında akıllı ruhlardır, duaları işitip cevaplayabilirler ve insanın ihtiyacına uygun olduğu her yerde büyüsel, ruhsal ve fizikseldirler.