bannerbanner
EYLÜL
EYLÜL

Полная версия

EYLÜL

Язык: tr
Год издания: 2024
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
4 из 6

Necib, söz verdiğinden bahsederek affedilmesini rica ediyor; Süreyya inatla, “Koyuvermeyiz, imkânı yok! Suad asla razı olmaz!” diyordu.

Bu kadarla Necib’i ikna etmiş gibi başka konuya, konuşulan bahse geçti. Buradaki hayatlarını anlatmaya başladı.

O, asıl, sabahları seviyordu; oturdukları odanın üstünde yatıyorlardı. Önce güneş, o cehennem güneşi, insanın belini büken o siyah dumanlı güneş değil; kız gibi saf ve taze bir güneş gelip odalarını aydınlatıyor, “Uyanınız,” diyordu. Deniz, sabaha kadar insana, mahrem ve şen bir ninni söylüyor; bazen öfkelenerek gürlüyor, köpürüyor; fakat çok kere böyle sakin, bir kuzu gibi mahzun ve uslu… Suad, her gün bu güneşle beraber uyanıyor, sıçrayıp camları açıyordu. O zaman içeri sabah, hayat, neşe, hele gençlik… Her şey, sadece bu güneşle, sadece denizin sesleriyle odalarına, kalplerine hücum ediyordu. İnsanı gelip böyle koklayarak ısıtan, denizin körpeliğiyle serin bir sıcaklık veren güneşle yıkanıyorlardı… İşte Süreyya, buna doyamıyordu.

“Bazen Suad bir şemsiye, ben bir baston alıp çıkıveriyoruz; burada ağaçlıklar, korular falan yok, ama şu arkada Kavak’a giden ince bir çoban yolu var. Oraya çıkınca Karadeniz görünüyor, işte o her şeye bedel.”

Suad’ın bu ev deliliği olmasaydı eğer, daha uzaklara gideceklerdi; fakat o inat ediyor, mutlaka, her yemekte kendi eliyle hazırlanacak bir şey, göz gezdirilecek işler buluyordu. Her neyse, bu güzel sabahtan sonra sofra başına geçip, karısını karşısına alıp da huzur ve samimiyet içinde yemeğini yerken hayatından duyduğu zevk, son noktaya ulaşıyordu.

Süreyya, bunu söyledikten sonra göz kırpıp, “Öyle mi zannedersin? O halde öğleden sonranın güzelliğini unutuyorsun?” diye öğleyi övmeye başladı. Öğleden sonra buraya, balkona çıkıyorlar, kamış koltuklara uzanıyorlardı. Sıcaklık artmış; fakat aşağıda deniz hâlâ serin… Onun sesinde öyle nağmeli bir davet çağlıyordu ki insan, kendini yeşil suların arasında zannediyordu. Rahatlık, bu serinliğin, bu yarı sıcaklığın arasında yavaş yavaş öyle bir dereceye geliyordu ki yarı uykuda, yarı uyanık süzülüp gidiyorlardı. Bu, böyle iki saat devam ediyordu, sonra gezmeye çıkıyorlardı. Akşam gezmesine… Bir arabaya atlayınca Büyükdere’ye doğru… Sonra gece… İstanbul’un en zarif, en süslü, en sakin geceleri… Aydınlığa lüzum hissetmeksizin göğün denize yansıyan bütün nurları o kadar şen, o kadar rahatlık veren ışıklar yağdırıyordu ki o gölgenin içine gömülmüş, yarı ölmüş kalıyorlardı. O zaman denizin, gökyüzünün, karşıki kırların tasvir edilmez güzellikleri vardı.

Süreyya uzanmış, sadece ellerini kullanarak konudan konuya geçmek için bazen biraz durarak, kelime kelime anlattıkça Necib, sessizce dinliyordu. Nihayet Süreyya: “İşte hayatımız,” dedi. “Yemin ederim ki hiç bu kadar mutlu olduğumu bilmiyorum.”

O sırada Suad’ın sesini işittiler. “Şükretmeli, şükretmeli…” dedi. Süreyya, yattığı yerden kımıldamayarak, “Sen şükredeceğine buraya bak,” dedi ve eliyle Necib’i göstererek, “Akşama gidiyormuş,” diye ilâve etti.

Suad, şaşırdı. “Mümkün değil, şaka yapıyorsun,” dedi. Süreyya, şaka yapmadığına temin etti, sonra gülerek, “İşte bir haber ki Suad’ın bütün düşüncelerini harap etti. O, kim bilir yeni ev kadını sıfatıyla ne hazırlıklarda bulunmuştu.”

Suad, Necib’le meşgulken bu söz üzerine dönüp tehdit eder gibi kaşlarını çatıp, “Susmak ne iyi şeydir,” dedi.

Öbür tarafta Necib, kalamayacağını üzüntüyle tekrar ediyordu.

Süreyya, gülerek, “Bu ne ısrar…” dedi, sonra göz kırparak ekledi, “İleri gitmeyelim. Kim bilir… Beyoğlu bu…”

Nihayet Suad, bugün gidip yarın mutlaka gelmek şartıyla razı olacağını söyledi.

Süreyya: “Öyle ya, bahar bitiyor,” dedi.

Kendileri Beykoz Çayırı’na gitmek istedikleri halde şimdiye kadar onun gelmesini beklemişlerdi. Necib, çarşambadan önce gelemeyeceğini söyleyince onlar, ısrar etti. Nihayet çarşambaya karar verdiler.

Süreyya, hizmetçinin gölgesini görünce, “Yemek mi?” dedi. “Koşalım, koşalım… Yemekler darılmasın!”

Suad, bu evin bir özrünün yemek için aşağı kata kadar inmek olduğunu söyleyerek iniyordu. Süreyya önden giderken, “Sen babanı bir daha kandırarak birkaç yüz lira vurabilirsen, o zaman istediğimiz gibi bir ev sahibi oluruz,” dedi. Buna, hep birden güldüler.

Yemek odasına girdikleri zaman Süreyya, hemen yerine oturup havlusunu açarak, “Aman çabuk, çabuk… Yemekler iltifatımıza hazır. Baksanız ya, saat beşe gelmiş!” dedi.

Suad: “Ey, her zaman kaçta yiyoruz?” diye sordu.

Süreyya gülerek, “Malûm,” dedi. “Yani demek istiyorsunuz ki bir namaz saati kadar düzenli yemek yiyoruz. Bunu tekrar ettirmeye gerek yok. Allah, çalışmanızın karşılığını versin. Yalnız, dilerim ki bu merak, nihayet bu köşkü bir cinnet haline sokmasın. Ev kadınlığı cinnet ölçüsü… Doktorlara yeni bir hastalık daha…”

Suad, sitemli bir bakışla, “Birikiyor,” dedi.

Süreyya, hem yemek alıyor hem daima Necib’e bakarak devam ediyordu, “Ne? Cinnet mi?”

Suad, başını sallayarak, “Hayır, kabahatler, haksızlıklar…” dedi.

Necib: “Omlet enfes!” dedi.

Süreyya gülerek, “Aşçıya kalsa bize yemek haram olacak. Bereket versin küçük hanıma… O kendini yoruyor, ama kocacığına… Ay, kocasına diyecektik! Ay, yine olmadı, Süreyya’ya, Süreyya’ya!” dedi.

Suad, Necib’e bakarak, “Cennete gitmek için sabırdan başka çare yoktur, değil mi Necib Bey? Rica ederim, siz evlenince böyle huysuz bir koca olmamaya çalışınız, yoksa…”

Süreyya hâlâ alay ederek, “Yoksa ne olacak?” diye sordu.

Suad, tereddütle, “Yoksa… Yoksa… Karınızı mutlu etmemiş olursunuz.”

Süreyya: “Oo!” dedi. “O kadarcık mı? Ben de önemli bir şey olur zannediyordum. Necib de benim kadar bilir ki evlilikte hanımlar solda sıfırdır. Akıl ermeyen bir şey varsa bu kadar dikkate rağmen şu etlerin aşçılık başarısıyla böyle yarı yarıya siyahlaştığıdır.”

Suad, gülümseyerek, “Mademki kocaların huzuru gerekli, veriniz onu ben yiyeyim. Zavallı kadınlar!” dedi.

Necib: “Tam tersi, zavallı erkekler Suad Hanım! Bir kadının ne olduğunu anlayanlar için asıl zavallı, erkeklerdir. Kadın olmayınca bir erkeğin hayatının ne verimsiz, ne yağmursuz, tesellisiz siyah bir çöl olduğunu bilseniz… Bunu çok erkek bilir de sonra unutur. Bir kadının, bir erkeğin hayatına sadece varlığıyla tazeliği ve o şiiri nasıl verdiğini, ruhu bir yana bıraksak bile yalnız vücut için de nasıl büyük bir koruyucu olduğunu bilseniz… Demin bana buradaki hayatınızdan bahsediyordunuz. Siz, her saati geçirmek için mutluluklar, eğlenceler buluşunuzu anlatırken ben, yirmi dört saatlik hayatımın nasıl bir cehennem gibi sonsuz, yaşanmaz bir hayat olduğunu düşünüyorum. Sadece söyleyeyim ki ölecek derecede bunalıyorum.”

Ötekiler susuyorlardı.

“… Bilmezsiniz Beyoğlu hayatının, hatta eğlenecek mevsimde bile nasıl bunaltıcı, beyin ezici bir hali vardır. Önce, bin bir renkli bir hayat gibi görünür; hiçbirine benzemez eğlenceleri var gibi gelir; fakat o kadar tek renk, aman ya Rabbi, o kadar tek renktir! Görülen yüzler daima o kadar aynıdır ki… Mahremiyetsiz, samimiyetsiz, gösterişli bir taklitten, soğuk sarı bir taklitten ibaret bir hayat… Her görüştüğünle müthiş bir rekabet, bir mücadele, bir düşmanlık… Hiçbir el sıkmazsın ki mümkün olsa seni bir çukura itmeyeceğinden emin olasın; hiçbir ses işitmezsin ki senin arkandan en hain, en haksız bir alayda, bir kötülemede bulunmayacağına emin olasın. İki yüzlülük, alay, kendini beğenmişlik, bencillik… Bu aç kurdun elinde bütün yüzler morarmış, bütün gözler bulanmış, herkesin başarısı öbürlerinin ayaklarının altında ezilmesiyle olacak gibi bir çekememezlik, bir kin. Kimse kimseyi beğenmez. Üstünden başından tutunuz da konuştuğu Fransızcaya kadar her şey, alay için bir vesiledir. Zaten hep sahtekârlıktan ibaret olan bu yüzlerde göz, dudağa; dudak, çeneye güler. İğrenç bir şey kısacası.”

Süreyya, lokmasını hazırlamakla meşguldü. “Buna rağmen inkâr edemezsin ki, kadınları nefistir,” dedi.

“Evet, özellikle kaldırımlardan geçerken uzaktan mağaza bebekleri gibi görünce… Beyoğlu tiyatrosunun gezici aktrisleri… Hepsi öyledir. Oyuncular gibi asıl hayatlarını unutmuşlardır. Onların ruhlarını arayacağınıza kutup keşfine çıkmış olsanız daha hayırlı olur. Bilir misin nefis kadınlar hangileridir? Temiz ruhlular. Sana ciddi söylüyorum Süreyya. Mutluluğunun kıymetini bil.”

Süreyya, neredeyse kızarmış bir halde Suad’a yan yan bakıyordu. İkisi arasında derin bir bakış oldu.

Sofradan kalktığı zaman Necib, kendi kendine: “Ah, herkes böyle olsa, herkes mutlu olsa!” dedi.

Başka bir yerde olsaydı bu dileğini pek gülünç bulurdu; fakat bu mutluluk ve samimiyet içinde bütün eğilimleri ve alışkanlıkları kayboluyor, hayatını; karanlık, hain, kötü hayatını unutuyor; hıncını, bezginliğini hissetmeden değişerek başka iyi bir adam oluyor ve sonra bunu fark ederek şaşırıyordu. “Ah, insanlar! Şu insan kalbi… Yüz bin anlamlı bir bilmece… İçinden çıkmak mümkün değil,” diyordu. “Acaba kötülük gibi iyilik de bulaşıcı mı?” diye düşünüyordu.

Balkona tekrar çıkıp köşelerdeki yeşilliklerin altında uzun sandalyelerden birine otururlarken Süreyya: “Aman, Suad gelmeden bir sigara tellendirelim!” diye kutusunu verdi. Sigaralarını yeni yakmışlardı ki Suad göründü. Balkona çıkmayarak kapıdan, “Dehşet dehşet! Yine mi duman, yine mi?” dedi.

O zaman tütünden söz edildi. Sigara, Suad’a tersti. Süreyya ise sigarayı savunmak istiyordu.

Necib dedi ki: “Yok Süreyya. Herhâlde bu, iddia edilecek kadar önemli bir şey değil. Bana öyle gelir ki, evli olsam da sigaram şikâyet konusu olsa.”

Süreyya, tuhaf bir gözle bakarak, “Galiba yine bir şey yumurtlayacaksın Necib?” dedi. Necip gülerek bitirdi, “Elimden sigarayı, cebimden paketi, kendimden de bu uğursuz alışkanlığı teşekkür ederek def ederdim.”

Süreyya, sigarasını zevkle bir daha çekerek dumanını ağır ağır savurdu. “Ne güzel fikir! Yalnız bir kusuru var ki uygulanması mümkün değil.”

“Azıcık fedakârlığa katlanmayınca hiçbir şey yapmak mümkün değildir.”

Suad korkarak, “Yok, ben fedakârlık mertebesine çıkan şeylerden söz etmiyorum,” dedi ve piyano konusu oluncaya kadar hep bağdan, bağdakilerden söz ettiler. Bu, neşeli bir konuşma oldu. İki sözün birinde Fatin ile Beyefendi ortaya çıkıyor, Hacer’in sesi işitiliyordu. Sonra Necib, piyano çalması için Suad’a rica etti.

“Demin Süreyya’nın anlattığı bu hayatın imrendiğim huzuruna bir saat sonra nail olayım, benim de ömrümde bir gün bulunsun,” diye övgüde bulundu. Suad, şikâyet ederek uzun müddet piyanosundan uzak durduğundan hâlâ barışamadığını, notalarının karmakarışık olduğunu söyledi. Nihayet piyanonun başına geçti. İki erkek balkonda kalmış, salondan gelen piyanoyu dinliyordu. Süreyya, rüzgârın bir süre tereddüt edip durduğu bu sıcak anı, her gün böyle öğle vakti, serinliğin bitip her şeyin sustuğunu beklediği zamanı hatırlatarak, “Görüyor musun?” dedi.

Şimdi deniz dalgasız, durgun bir havuz hissini vererek sıcak güneşin altında kurşun gibi ağır uzanıp gidiyor; sıcaklık, hoş hava içinde titrek, değişken fark ediliyordu. Uyuşukluk bir dereceye gelince gözleri ağırlaşmış, manzarayı yalnız kirpiklerinin arasından süzülen bir bakışla görüyorlardı. Ve içeriden piyanonun bazen damla damla koşuşan, bazen birbirine karışarak gürültüyle yavaş yavaş yükselen, sonra birer birer süzülerek ölen sesleri devam ettikçe Necib’in düşüncesinin çok üstünde bir kendinden geçiş, onu sarmaladı.

Bu, La Traviata’dan8 bir parça ile başlamıştı; fakat Necib, sonrasını hatırlayamıyordu. Bir Andaluz serenadı gibi geliyordu. Sesler, bazen billûr gibi şakıyarak, bazen matemi sürükleyerek bazen de şevk ve sevinçle yükselip yükselip sonra umutsuzluk ve bezginlikle dökülerek devam ettikçe kurduğu bütün hayaller karanlıklara boğuldu; fark edememeye, hissedememeye, hatırlayamamaya başladı; sanki yaşamıyordu.

Birdenbire saatin sesini işitti ve bu, onu ikaz etti. Süreyya, sandalyesinde uzanmış, gözleri kapanmış, dalmıştı; piyano hâlâ ağır ağır, derin bir üzüntüyle inliyordu. Teşekkür etmek için içeri girdi. Suad, onu görünce gülümseyerek, “Çaldığım havalara yazık oluyor, değil mi?” dedi. Necib, tam tersi dercesine başını salladı. Suad, piyano çalmayı bitirince tekrar şikâyet etti, piyanonun önünde en iyi bildiği havaları bile artık şaşırdığını söyledi.

“Hele notalar!” dedi. “Görseniz ne halde! İçinden çıkmak mümkün değil. Çocuk kitapları gibi olmuş. Birçoğunu bulamadım, karıştırıla karıştırıla birbirine girmiş. Bilmem bazıları da ötede mi kaldı, konakta mı?”

Necib notalara göz gezdiriyordu; bunların çoğu, meşhur operalardan fanteziler, potpurilerdi; fakat o kadar harap bir halde, o kadar eksikti ki İstanbul’dan gelirken birkaç yeni hava getirmeye kendi kendine karar verdi. O zaman aklına İstanbul’a gideceği tekrar geldi, saate bakarak, “Oo, saat sekiz buçuk,” dedi. “Acaba vapur kaçta var?”

Ve Suad’ın, şikâyet eder bakışına karşılık yarı tereddütlü, “Temin ederim ki…” diye başladı. Kendini burada kalmamaya mecbur eden sebepler diye bulduğu şeyleri açıklayınca ikna olmuş görünen Suad: “Bari sizi Tarabya’ya kadar geçirelim,” dedi. Sonra yüksek sesle dışarıya seslendi, cevap almayınca sesini daha yükseltti, “Bey, bey! Uyuyor musun?” dedi.

Şimdi rüzgâr çıkmış, balkonun bir tarafındaki tente çırpınarak patırdıyor, denizin ahenkli akışı, kesilmeyen bir sevinçle devam ediyordu. Süreyya uyandığı zaman Suad’ın fikrini pek uygun bularak, “Ne güzel, ne güzel!” dedi. Necib’in bu hareketinin bir hainlikten başka bir şey olmadığını iddia ederek, “Şimdi kalk, daha sabahleyin şikâyet ettiğin o miskin, tozlu hayata gir,” dedi, sonra Suad’a göz kırparak, “Daha doğrusu akıl da ermez ya! Yemin edebilirim, bu gece bütün masumiyetinle kız kardeşinde kalmak üzere kaçmıyorsun. O tozlu Beyoğlu’nun örümcekli bir apartmanına… Değil mi?” şakasına döndü.

Necib, Suad’ın yanında sıkılıyor, gözüyle işaretler ederek susturmaya uğraşıyordu. Suad: “Karar verildi değil mi beyler?” dedi.

Beş dakika izin isteyerek çekildi. Süreyya, elbisesini değiştirmek için iki dakika izin aldı ve karı koca gittikleri zaman yalnız kalan Necib, sabahleyin o kadar ayıpladığı Beyoğlu’nu şimdi ne kadar özlediğini düşünerek hayret etti. O zaman da samimiydi, şimdi de samimi olduğunu görüyordu. Kendinin böyle birbirine zıt birçok tavırlar takınıp hareketlerde bulunması, hepsinde de samimi oluşu onu, çözümünü bulamadığı bir bilmece gibi meşgul eder, iki katlı değil; yüz katlı bir kadın kalbi gibi birbiri içinde gizemli kutu olduğunu zannettirirdi.

Önce Süreyya geldi, “Ben hazırım,” dedi. Suad da hazırlanıp geldiği zaman yol müzakeresine başladılar; o, Büyükdere’ye kadar yaya gidip oradan bir arabaya binmeyi teklif etti. Süreyya, çarşıdan geçmemek için sandalı tercih ediyordu; ikisinin de birer parça fikri kabul edildi. Sandalla Büyükdere’ye, oradan da arabaya bineceklerdi.

Yolda çayırdan geçerken Süreyya, daha vapura zaman olduğundan söz ederek arabayı Bentler yoluna sürdürdü ve iki tarafı ağaç ve çayır olan bu yoldan giderlerken onlara uzak bir mutluluktan söz eder gibi çiftlik hayatından söz etmeye başladı.

Necib: “Ne olsa öyle hayatlara gelemem; bana hayhuy, gürültü, sersemlik gerekir,” diyor; Süreyya, o hayatı abartılarla överek huzurlu, sakin geçecek bir çiftlik hayatı için bütün bu sahte ihtişamları feda edeceğini söylüyordu.

Necib, Suad’ın Süreyya’ya nasıl baktığına dikkat edip, “Evet,” dedi. “Sizi oraya kadar takip edecek arkadaşınız olduktan sonra…”

O zaman Suad’ın gözleri şefkatli bakışlarını kaybetmeksizin Necib’e döndü ve bu bakış o kadar derin, sıcak bir sevgiyle nemliydi ki Necib, ruhunun eridiğini zannetti. Mutluluk duyduğu bir heyecanla bir saniye titredi. Evet, böyle bir bakışla insan, dünyanın öbür ucuna gider, diye düşündü. Çöllere gider, dağlara gider… Onun şimdi terk etmek istemediği hayat, bir çölden başka neydi? Gölgesiz, susuz, vahasız, hatta serapsız bir çöl…

Evet, hatta serapsız… Bununla beraber, bazen en önemsiz tebessümler, hatta kendine ait olmayan bakışlar bile ona bir şiir taşkınlığı verir; onu, canını feda etmek ihtiyacıyla inletirdi. Ah zıtlıklar, zıtlıklar… İnsan değilim, sanki bir denklemim, diye düşünüyordu.

Ayrılırken Suad tekrar etti: “Çarşambaya, değil mi Necib Bey?” diye sordu. Süreyya, “Erken gel de Bentler’e gidelim,” dedi, sonra çarşamba günü akşam gelip, ertesi gün sabahleyin Bentler’e gidilmeye karar verildi. Necib, kalabalık içinde vapura girdiği zaman bir kenara geçip onları görebilmek için baktı. Suad, elinde küçük kırmızı şemsiyesi, arabanın içinde sadece omuzları görünen siyah çarşafıyla, arabaya yaslanmış olan Süreyya, ince uzun boyuyla o kadar mutlu, o kadar güzel görünüyorlardı ki onların yanında duyduğu mutluluktan ve huzurdan onlardan ayrılınca mahrum olmuş; o mutluluğu uzaktan görüp ne kadar yabancı kaldığını anlamış gibi üzüntülü, ayrıldığına pişman oldu. Onların salladığı ellere karşılık verirken, “Budalalık ettim,” diye hayıflandı. Onlar küçüle küçüle bir nokta kalınca azalarak nihayet ümitsizliğe dönüşmüş olan bu sevinç gibi acı, yıkılmış bir üzüntü içinde kaldı. Bu güzel geceye tercih ettiği Beyoğlu gecesini, buluşacağı kadını düşünerek geceyi miskin, kadını hayvan sayıyor; verdiği sözü unutmanın bir ihanet olmayacağını düşünüyordu. “İşte böyle,”dedi. “Kararsız, isteksiz, boş…” Başını salladı, “Ve bana evlen diyorlar,” diye güldü.

5

Birbirlerine, ilk günlerin şevk ve ferahlığına benzeyen bağlılıkları vardı; buraya geldiklerinden beri hayatları huzurla, hep yeni sevinçlerle geçiyordu. Süreyya’nın çocukça sevinmeleri, delilikleri oluyordu. Ve bu, Suad’ın kalbinde duyduğu sıcaklığın okşanmak isteyen coşkunluğuyla büyük bir mutluluğa istek duymasına neden oluyordu ve Suad hayatlarını düzenli, güzel yapmak için pek çok çalışarak yoruluyordu. Can sıkıntısından uzak bir ömür geçirmek için böyle uğraşıp sonra mükâfatını gördükçe Süreyya’yı böyle yeniden istekli ve çok neşeli buldukça arzusuna kavuştuğundan dolayı mutlu oluyordu. İstiyordu ki, Süreyya evde şikâyet edecek hiçbir şey bulamasın. Evdeki ilk günler hazırlık, tedarik, düzenleme ile geçince artık, birbirine benzeyen günler ardı ardına gelip geçmeye başladı; fakat bunda bile bağda geçen son zamanlara göre, yeni evli bir karı kocanın sıcaklığı ve neşesi vardı.

Necib, bu hayatın bir başka neşesi oluyordu; bu halin bir parça yardımcısı da kendisi olduğu için onun da orada olması, sevincini biraz daha tamamlıyor gibiydi. Onun gelmesini sevinçle karşılıyorlar, dönüşünü geciktirmek için tuhaf vesileler icat ediyorlardı. O, ilk gelişinden sonra karar verildiği üzere çarşamba günü, akşam vapuruyla geldi. Cuma günü sabahleyin dönmek şartıyla kalacağını söyledi. Karı koca bu iki günü büyük bir sevinç gibi kabul etti. Onlar, daha Necib gelmeden gezintiler hazırlamışlardı. Bentlerle9 Beykoz’a gitmek istiyorlardı.

Suad: “Şimdi Bentler ne güzel olur,” diyor, Süreyya: “Hele Beykoz Çayırı,” diye karşılık veriyordu; hemen ertesi sabah hangisine gideceklerini konuştular. Nihayet üçü de sabah erkenden, Bentler’e gitme konusunda anlaştılar.

Erken kalkmak için erken yattılar. Ertesi gün, güneş karşıki tepelerin arkasından henüz çıkmışken üçü de hazırlanmış, sabahın sessizliğinde, geceden tembih edilip kapının önünde bekleyen arabaya bindiler. Ve bu mayıs sabahı, Bentler yolculuğu üçüne de bir seyahat hayalinin şiirini ve sarhoşluğunu verdi. Sabahın tazeliği, mayısın son günlerindeki yeşillik bolluğuyla yolun etrafındaki çayırların, bağların henüz rüzgârsız serin havadaki durgunluğun içinde yayılmak için esinti bekleyen kokuları; arasında gittikleri yeşil gölgeler, daha ilerledikçe ormanlar, kocaman ağaçların birbirine sarılmış dalları, uzakta birikmiş gölgeleriyle yeşil birer karanlık halinde görünen koruların göğüsleri; hep bu sessizlik, bu ıssızlık, bu parlak sakinlik içinde, şurada burada oynayan ışık parıltıları arasında kuşların ışık gibi süzülen şakımaları; arabadan indikleri zaman, içinde kaybolacaklarmış kuruntusunun verdiği korku hissiyle büyük orman; nihayet havuzlar, insana birer korku ürpermesiyle hayattaki bağlara yakınlaşmak hissi ve ihtiyacı veren heybetli havuzlar ve sonra dönüş…

Öyle ki saat beşte eve girdikleri zaman sabahın bütün temizliği, yorgunluğun bütün gücüyle midelerinin feryadından başka bir şey duymadılar. Süreyya: “Yemek, yemek!” diye gürlüyordu. “Buyurun,” dedikleri zaman iki delikanlı koştu. Önden giden Süreyya odaya girince, “Vay, çilek!” diye sevinçle haykırdı. Sonra Suad’a dönerek, “Bu nereden böyle?” diye sordu. Suad gülümseyerek, “Çileğini ye de tarlasını sorma, demezler mi?” dedi.

Güzel bir çilek kokusu sofradaki çiçeklerin kokusunu bastırdı. Süreyya, Necib’e dönerek, “Görüyorsun ya azizim; ne varsa kadınlarda var,” dedi, sonra havlusuyla ağzını siler gibi yaparak ekledi, “Her şeyi bir sır yapmak inadıyla bile…”

Öğleden sonra ne yapacaklarını konuştular. Süreyya, birdenbire, “Eyvah!” dedi. Önceki gün, bugün gelmesi için yelkenli bir sandal tembih etmişti. Çok sevdiği yelkenle gezmek için bir sandal kiralamak isteğini çoktandır söylüyordu. Sandal şimdi Moda’dan gelecekti, eğer beğenmezse geri gidecekti; bunun için verdiği sözü unutmak istemiyordu.

“İsterseniz siz gidin, ben beklerim,” dedi. Onlar kabul etmediler. “O halde yarın sabah gideriz,” dedi.

Necib, döneceğini söyledi. “Sen kalırsın sen…” deyince Necib, çekiniyormuş gibi başını salladıkça Süreyya: “Öyle ise zorla,” diye bağlayacağını anlattı.

Yemekten sonra vakit, sandal konusuyla özellikle Süreyya’nın beklemesiyle geçti. Yelkenden uzun uzun söz ederek zevkleri övdü. “Deniz köpükler içinde… Rüzgâr, etrafında fişek gibi patlar… Yelkenler çırpınır… Sandal, dalgaların göğsüne sarhoş gibi yaslanmış… Uçmak da değil, yüzmek de değil. Bir hâl ki…” diye bitiremiyor, sonra dürbünü gözüne dayayıp Paşabahçe koyuna doğru araştırıyordu.

Necib: “Ama havasız kalmamak şart,” dedi.

Süreyya, ümidini kesercesine dürbünü bir sandalyeye bırakarak, “Oo, evet. Rüzgârsız da kaldı mı sandal ölmüş demektir; hele güneş de olursa hiç çekilmez.”

Suad: “Ya akıntı?” diye sordu. Sonra Süreyya, buranın rüzgârından, meltemlerinden söz etti; hem onun istediği bir sandaldı. Kotra değildi. Sandalın kürekleri olduğundan sıkıya gelince başka çare olamazdı; “Fakat kotrayla iş büsbütün başka olur,” dedi. Onunla insan, denizin ortasında rüzgârsız kaldı mı suların keyfine bağlıdır, akıntı varsa çağanoz gibi yan yan akar, yoksa güneşin cehennemi altında rüzgâr bekleyerek durur. Fakat burası öyle değildi, burada rüzgâr hiç eksiliyor muydu? Bunu söylerken eliyle rüzgârı gösteriyor, “Şu rüzgâra bak!” diyordu.

Rüzgâr, Karadeniz’in bütün öfkesi ve körpeliğiyle tepelerden koparak saldırıyordu.

“Bu havada sandal nasıl gelir, kim bilir?” dedi, sonra akıntı burunlarını düşündü. Bir kere, gülerek, “Zamanında…” diyor, bir kere Boğaziçi’ni geçmek için iki gün uğraştıklarını anlatıyordu.

Sandal konusu, sönen bir rüzgâr gibi, bitkin cümlelerle sürüklenerek bittiği, Süreyya’nın beklemesi artık bir söz söylemeyerek dürbünü elinden bırakmamak derecelerine geldiği zaman Necib’le Suad arasında, “Artık gelmeyecek!” sözü başladı.

Suad: “Eğer sandal gelmezse bey, elimizden kurtulamazsın!” dedi.

Necib’le bir olarak onu ümitsiz bırakmak istiyorlardı, sonra Suad, Beykoz’dan söz etti, orası şimdi kim bilir ne güzeldir; bu rüzgârda çayırları görmeliydi. “Bize şu fırsatı kaybettirdikten sonra…” diyerek yarı şikâyetli bir tavırla Necib’e baktı, sonra “Canınız sıkılıyor Necib Bey,” dedi.

Necib, gülümseyerek, “Galiba biraz…” diye göz kırptı.

“Piyano çalalım mı?”

Bu teklifi büyük bir minnetle kabul etti. Onlar, piyanoya geçtiler, Süreyya balkonda kaldı.

Necib, piyano sözü olur olmaz almak istediği notaları unuttuğunu hatırlayıp, “Eyvah!” dedi. Fakat bu iki gününü o kadar sersem geçirmişti ki nota düşünmeye zamanı kalmamıştı. Burada geçirdiği günün şu etkisi olmuştu ki: Hürmet ettiği ve sevgi beslediği, hürmet ve sevgi gördüğü kişilerden ayrılıp Beyoğlu’na geçince orada yaşamak onu harap ediyordu. Gelecek sefer unutmamaya kendi kendine karar verdi. Görüyordu ki, Verdi’nin birkaç operası Suad’da yoktu, ondan sonra yeni yapılmış bir iki eser de bulunmuyordu; bulunanlar arasında kullanılması mümkün olanlara da işaret koyup onları yenilemek istiyordu.

Suad, piyanoda birkaç gam yaparak,10 “Hangi havaları seversiniz?” dedi. Necib, notaları karıştırarak gözden geçirdi ve “Aman romans olmasın!” dedi, sonra romanslar hakkındaki ilgisizliğinin hikâyesini anlattı. Elindeki kâğıtların arasından bir şey ayırıp piyanonun önüne koydu.

Suad: “Granviya?”11 dedi.

“Güzel!” dediler. Granviya’yı ikisi de çok seviyordu.

Necib: “Onda her şey var,” dedi. “Şuh, çevik, üzgün, süzgün… Her tel var.”

Granviya’dan Faust’a12 geçtiler ve Granviya’nın valsinden sonra Faust’un valsini kıyasladılar. Askerler Marşı geldi. Rigoletto Marşı13 çalındı. Necib, canlı havaları tercih ediyordu; bunun için Trovatore,14 Aida15 Marşları takip etti.

Necib “Biraz ağlayalım,” diye Traviata’yı16 koydu. “Adiyö Del Passato,”17 “Bu Kadar Genç Ölmek”, “Ah Belki!” parçaları çalındı.

На страницу:
4 из 6