bannerbanner
EYLÜL
EYLÜL

Полная версия

EYLÜL

Язык: tr
Год издания: 2024
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 6

O her türlü endişeden arınmış geçmişi, hiçbir şeye bağlı olmadan bile beklenilenden fazla bir neşeyle daima tebessümlerle gelen; hep güzelliklerle, hep sevinçlerle gelen o sade hayat şimdi ona, ele geçmesi imkânsız acı bir iyilik, bir hüsranın matemi gibi görünüyordu.

Ah, çocukları sağ olsaydı… Ve bunu düşünür düşünmez her zaman olduğu gibi ta ciğerinden bir şey sızlayarak gözlerini yaşlarla doldurdu. Ah çocuk! Bunu anlıyordu, bir çocuğun bir ailede nasıl bir bağ olduğunu, telâfisi imkânsız sanılan neşelere benzeyecek bir başkalık, bir yenilikle kalpleri nasıl hoşnut ve mutlu ettiğini düşünüyor, düşündükçe çocuğunun ölümüne şimdi bunun için de ayrı bir yas tutuyordu. Ah sağ olsaydı! Onların hayatını nasıl daima sıcak, daima genç tutacaktı… Bu ölüm, kendilerinde o kadar derin bir yara açmıştı ki tekrar doğurmak için büyük bir korku duyuyor, karşı konulmaz bir çekingenlik hissediyordu. E, o halde? Bırakacak mıydı? Mutluluklarının böyle hiç görülmeyen, hissedilmeyen; fakat etkileyen, tahrip eden ve bir gün büyük bir yara halinde meydana çıkacak olan bu kurdunu bırakacak mıydı?

Kocasını gittikçe bu can sıkıntısına yenik, gittikçe bu can sıkıntısının pençesinde o daha güzel geçen zamanlara hasret çeker görüyor; bu hasret çekiş büyüdükçe kendine ait duygulanmaların azala azala belki bir gün asıl engel kendisi sayılarak tamamen ihmal edileceğini farz ediyordu ve kendi etkisinin kaybolmasından çok, kocasının başka bir etkiye, daha kuvvetli bir etkiye yenilme ihtimali; bu olasılık onu yakıyordu. Tekrar sormaya başladı:

“E, o halde?”

Evet, uğraşmak gerekiyordu. Fakat nasıl? Öncelikle onun istediğini yapmalıydı. Kocasına karşı kalbinde yer tutmuş sevgi birden o kadar coştu ki: “Peki, sen de git, Necib Bey’le beraber sen de eğlen,” diyeceği geldi; fakat sonra kadınlığı ona bir takım manzaralar gösterdi. Daima, ortak zevkleri olduğu halde şimdi onu, kendisinin ilgisiz ve mahrum kaldığı zevklerin içinde gördü; sıradan bir kıskanç, hep kendisi için isteyen bir kadın olmadığı halde buna dayanamadı. Onu hiçbir eğlenceden mahrum etmek istemez; fakat eğlencelerine katılma isteğine de engel olamazdı; fikrinde, birden bir ışık titredi. Bu, kendine o kadar beklenmedik bir istek verdi ki oturamayarak kalktı, gezinmeye başladı.

Süreyya ile Necib sözlerine hâlâ devam ediyorlardı. Şimdi, Necib ona bir olay anlatıyor; Süreyya da dayanmış, dalgın dalgın onu dinliyordu. Ve genç kadın, kocasını mutlu ve sevinçli görmek için o kadar samimi bir arzu hissediyor, onu mutlu etmek; onu, hiçbir kadının mutlu edemeyeceği kadar mutlu etmek için o kadar sonsuz bir kalp kuvveti duyuyordu ki artık her türlü engele karşı gelmenin kendisi için bir sıkıntı değil, bir zevk olacağını düşünüyordu.

Yavaşça çıktı, kocası görmeden babasına mektup yazmak için hemen odasına kapandı. Mektubunu, kocası şimdi gelip görecek diye bin heyecan içinde yazıp bitirdikten sonra hemen zarflayıp dadısının odasına gitti. Küçükten beri elinde büyüdüğü bu ellilik kadın, kocası öldükten sonra Suad’ın rızasıyla buraya, yanına gelmişti. Birçok ricalarla onu, yarın erkenden İstanbul’a kadar gitmeye razı ettikten sonra yukarıya çıkıp Süreyya’yı hâlâ Necib Bey’le salonda bulunca şimdiden başarılı olmuş gibi memnun, yanlarına oturdu.

Sabahleyin uyanır uyanmaz Suad’ın ilk işi hizmetçiye, “Dadım gitti mi?” diye sormak oldu. Kız, ihtiyar kadının erkenden indiğini haber verince memnun, kalkıp camları açtırdı. Bol güneş ışığı, gecenin rutubetini silik, bitkin buharlar halinde oraya buraya dolamış; rüzgârsız havada bunlar, asılmış kalmıştı. Ta uzakta, üzerinde tek tük köşklerle ağaçların kaynaştığı bir ovanın ötesinde, ufka kadar deniz görünüyordu.

Süreyya’ya: “Acaba Necib Bey gitti mi?” diye sordu. Süreyya, bir koltuğa uzanmış düşünüyordu; bunun üzerine kalktı, “Gerçekten… Ama daha gitmemiştir, gidecek olsaydı gece veda ederdi. Dur bir bakayım,” dedi ve camlı kapıyı açarak köşkün üç tarafını çevreleyen balkonda yürüyüp öbür cephedeki pencerenin önünde durdu.

Necib, pencerenin yanındaki koltukta dalgın oturuyordu.

“Ben seni uyuyor zannettimdi.”

“Oo, saat bir, bu zamana kadar uyumak için insan miskin olmalı. Hele ben, buranın asıl sabahını severim. Şehrin harıltısı içinde yaşadıkça insana biraz sakinlik, biraz kır, bir iki kuş sesi pek hoş geliyor.”

“Evet, burada geçici oturduğunu bildiğin için sana öyle gelir…”

Necib, ileride, kütüklerin arasında geceliğiyle dolaşarak yanındaki bağcıyla bir şeyler konuşan Beyefendi’yi göstererek, “O, sizin gibi hiç düşünmüyor,” dedi.

Süreyya, omuzlarını öfkeyle kaldırdı, “O da eğer bu sene bir salkım üzüm alabilirse…”

Güneş, tatlı bir okşayışla sıcaklığını hissettirmeye başlamış, pencerelerden giren ışık, içerinin yarı gölgesinde güleç parıltılarla resimleşiyordu. Sessizlik içinde, yüksek sesle bahçede konuşan Beyefendi’nin sözlerini işitiyorlardı.

Süreyya: “Annem geliyor,” dedi.

Balkonun öbür tarafından annesi geliyordu. Gülerek, bahçedeki kocasını gösterdi. Süreyya, başını sallayarak, “Gördük,” dedi.

Hanımefendi, Necib’e rahat edip etmediğini sordu. Süreyya, ona vakit bırakmayarak, “Garip soru,” dedi. “Sanki burada boğulmaktan başka bir şey varmış gibi. Şimdi sıcak gittikçe ateşlenir; her taraf bir fırın, ağaçsız, rüzgârsız bir hamam gibi şiddetle yanmaya başlar. O zaman gelip hiç sormazsınız, ‘Nasılsınız? Terliyor musunuz? Boğuluyor musunuz?’ demezsiniz. Rüzgâr çıksın diye saatin dokuzunu beklemeli…”

Arkadan Suad’ın sesini işittiler. Gülerek, Hanımefendi’ye, “Vallahi benim kabahatim yok anneciğim,” dedi. “O, mümkün değil bu sene burada oturmayacak…”

Hanımefendi gülerek, “Öyle ya, bir yalı tutar, alır seni götürür,” dedi.

Süreyya alaycı bir tavırla, “Evet, sayenizde…” diye söylendi.

Necib dedi ki: “Ne iyi olur vallahi! Küçük bir yalı… Karı koca, istediğiniz gibi bir yalıyı otuz liraya tutarsınız.”

Suad, kalbi birden atarak sordu: “Otuz liraya mı?”

Süreyya, annesinin elini tutmuş, ona sızlanıyor, yalvarıyordu. Annesi, gülerek başını sallıyor, “Mümkün değil, imkânı yok!” diye tekrar ediyordu. Babasının elindekini avucundakini çubuklara verdiğini, hatta parasızlıktan şikâyet ettiğini söylüyor, kendisine gelince, “Ben nereden bulurum?” diyordu.

Süreyya: “Ah sizde ne çıkınlar vardır,” diyor, annesi gülerek, “Otuz lira… Mümkün değil… Sen erkek değil misin, bir karını besleyemiyorsun?” diye eğleniyordu.

O zaman Süreyya öfkeyle, “Evet, hakkın var,” dedi. “Fakat ben maaşımla ancak boğazımızı besleyebilirim. Önceden peşin otuz lira… Bunun için borç mu yapmalı?”

Onlar konuşurlarken Suad, kocasına duyurmamaya çalışarak Necib’e dedi ki: “Bugün gidiyor musunuz?”

Ve Necib tereddüt ederken, burada kalmanın onun için bir fedakârlık olduğunu düşünerek rica eder bir sesle ekledi, “Bugün kalınız.” Sonra bunu da yeterli görmeyerek, “Kalınız, size ihtiyacım var,” dedi.

Bu ses, bu tavır o kadar esrarengiz, o kadar tatlıydı ki Necib, hatta şaşırmış bile görünmeden başını eğdi.

2

Suad onları sıkmadan akşamı etmek için ruhunu feda etti. Hava, Süreyya’yı iyice öfkelendirmek istiyormuş gibi o kadar sıcak, o kadar durgun olmuştu ki hepsi, perdelerin arkasına sinen serince gölgeye baygın baygın sığınmıştı. Fatin ile Beyefendi, İstanbul’a kalemlerine3 gittiklerinden evde iki erkekle üç kadın kalmıştı. Hacer ise bugün öğle yemeğinden önce görünmedi; onun merak edip önem verdiği şeylere karşı böyle birden küsüşleri, sebepsiz ihmal edişleri vardı ve bu sabah sarışın vücutlara özgü hassasiyetle pek sıkıntılı olduğuna hükmederek onlar, Suad’la iki erkek otururlarken Suad, gezme teklifini mümkün görmediğinden nihayet piyanoyu bir kurtuluş çaresi olmak üzere kabul etti. Necib’in müziği pek sevdiğini bildiğinden onu eğlendirebilmek için birçok zamandır ihmal ettiği piyanosuna geçti.

Süreyya uzanmış olduğu minderde, gözleri tavana dikilmiş, kımıldamayarak, “Sıcakta dinlenmiyor,” dedi, sonra gülerek, “Bununla birlikte çal Suad, teşekkür ederim. Etraftaki haşarat uğultusunun yanında piyano gerçekten musiki yerine geçiyor,” diye gülmeye devam etti.

Necib, özellikle pek memnun olarak alçak bir sandalyeyle köşeye, piyanonun yanına gelip oturmuştu. Suad, çoktan beri çalmadığı havaları çalmakta güçlük çekiyor; elinin maharetinin, tembelliğinin cezası olarak kaybolduğundan söz ederek sızlanıyordu.

Evin içinde piyanonun nağmeleri sürekli dalgalandı. Yemek haberi geldiği zaman Süreyya, uzun bir of ile kalkarak koştu, piyanonun kapağını kapattı. “Musikiyle idam!” diye eğlenerek, “Aman kurtulduk ya Rabbim! Sen de mi eziyet meleklerinden oldun Suad?” dedi.

Sofrada yine o konuyu açtılar; Necib, şikâyete başlamadan Hanımefendi gülerek, “İşte yalıya gidiyorsunuz ya!” dedi. Süreyya, acı bir ricayla, “Evet, sayenizde!” derken Hacer, merakla soruyor, Hanımefendi tatlı sesiyle ağır ağır anlatıyor; Süreyya’nın artık burada sıkıldığından kaçacağını, Boğaziçi’nde bir yalı tutup Suad’ı götüreceğini hafif bir tebessümle haber veriyordu. Hacer, önce gerçek zannetti, bütün yüzünü birden kaplayan bir öfke alevinden sonra kendini tutarak, “Oh ne âlâ!” dedi. “Burada yalnız başımıza…”

Hanımefendi gülerek sözünü kesti, “Artık biz de yalıya misafir gideriz; şimdiye kadar onlar bizde misafirdi, şimdiden sonra da biz onlarda… Değil mi Hacer?”

Hacer, soğuk bir tavırla, “O niçinmiş o? Biz de istesek gidemez miyiz?” dedi.

Süreyya, ah çekerek, “Gitsek de hep beraber gitsek…” dedi.

Hacer, yüzüne yayılan sevinç parıltısını gizleyemeyerek, “Ha!” dedi. “Ben de gerçekten gidiyorlar zannettimdi.”

Necib, Hacer’in böyle küçüklüklere pek çok kapılarak onları, böyle basitçe açığa vurduğunu görmekle beraber ona acıyordu. Hacer, güzellikte belki Suad’dan üstündü; fakat Suad’ın bütün diğer şeylerde ona üstünlüğü o kadar göze çarpıyordu ki bunu, Hacer’in de fark etmemesi mümkün değildi. Ahlâkta, ağırbaşlılıkta, uysallıkta ve nezaketteki bu üstünlük Suad’a öyle bir hal veriyordu ki, güzelliği bunlarla zenginleşiyordu. Kocasına olan bağlılığı, sakin, daima güler yüzlü, daima mütevazı halleri bir yükseliş sebebi oluyor; onu yükseltiyordu. Oysaki Hacer’in öyle anları olurdu ki, bir gölge gibi belli belirsiz olan ince kaşları, şeffaf cildi, saçlarının şeklinin güzelliğiyle gerçekten güzel bir kadın olduğu görülüyordu. Necib, bu güzellikte biraz yaramaz, biraz yırtıcı kuş rengi bulurdu. Sonra Suad’ın mutluluğunun yanında kendisinin ziyan edilmiş evlilik hayatı, bu kadına karşı saklamaya nezaket ve tahammülünün yetmediği bir kinle onu incitir dururdu. Necib, eğer Suad’ın huyunun yumuşaklığı ve idaresi olmasa Hacer’le anlaşmanın mümkün olamayacağını; Hacer’in, fırsat bile beklemeyen şu hırçın hücumlarına Suad’ın nasıl bir yumuşaklık ve tahammülle karşılık verdiğini fark ediyordu.

Sofradan kalkıp salona çıktıkları zaman, “Siz çok iyi yapıyorsunuz?” dedi.

Suad, önce anlamamazlıktan geldi; bunların kendisine bir saldırı olmadığını, Hacer’in bazen herkese karşı böyle davrandığını iddia etti. Fakat Süreyya da onlarla birlik olup bütün o tavırların birer açık saldırı olduğunu kabule zorladılar. O zaman onu, bir küçük kardeş gibi sevdiğini, her haline pek çok acıdığını, bunun için öyle küçük şeylerine önem vermemeyi tercih ettiğini söyledi. “Yemin ederim ki…” dedi. “Hacer, sizin zannettiğiniz kadar fena bir kız değildir; eğer iyi idare edilse çok iyi olur, oysaki…”

Süreyya, ağız dolusu duman savurarak, “İşte asıl iş orada ya!” diye haykırdı. “Bu kadar kişinin içinde de bu sabır bir sende var…”

Necib gülerek, “İşte ben de bu sabra hayran oluyorum,” dedi.

Süreyya, Suad’ın elinden tutmuş, Necib’e gösteriyordu, “Benim karım bir melektir Necib.”

Suad, gülümseyerek, “Kızarmak gerekiyor mu?” diye sordu.

Süreyya: “Sen ne yaparsan yap,” dedi. “Ben izninizle dinlenmek ya da dinlenmek niyetiyle gider şuraya yatarım.”

Salona henüz giren Hacer: “Oo, ağabeyim bu yıl öğle uykusuna pek erken başladı,” diye söylendi, sonra dönüp Suad’a: “Bu uykuyla yalıda ne yaparsın? Senin orada yalnızlıktan canın çok sıkılacak gibi anlıyorum,” dedi.

Suad, tebessüm ederek sordu: “Niçin, siz gelmez misiniz?”

Hacer, bir çeşit dans eder gibi Necib’e doğra giderken, “Ben mi?” dedi, biraz tereddütten sonra ekledi, “Canım hele bir kere yalı tutulsun da… Bu ne kadar acele?”

Biraz durdu, sonra söylemek istediği sözü hazmettiğini gösterir derin bir nefes alarak, orada yatan Süreyya’yı görmemiş gibi Necib’e yaklaşıp, “Akşama kadar benimle berabersin,” dedi.

Necib: “Ya şimdi siz, Suad Hanım’ın yalnızlığından söz ediyorsunuz ?” diyecek oldu.

Hacer, uzun bir “Oo!” koyuvererek başladı, “O, şimdi yalnız değil ki! İnsana kuru hayallerden iyi arkadaş mı olur? Kuzum, bu yalı hayali öyle bir hastalıktır ki, insanı gayet vefakâr bir dosttan daha çok meşgul eder.”

Necib, yine, “Hep beraber burada otururuz, değil mi Hacer Hanım?” derken Süreyya, yattığı yerden seslendi, “İsterseniz gezmeye çıkın, kütük ormanlarına veya fasulye korusuna…”

Hacer, Necib’in itiraz eden tavırlarına, Süreyya’nın biraz kuru sesine baktıktan sonra Suad’ın sessiz duruşuna karşı atıldı, “Yalıyı nerede tutuyorsunuz Suad?”

Suad, tebessüm etmeye çalışarak, “Bakalım, daha karar vermedik?” dedi.

“Öyle ise karar vermemek için çok zahmet çekmeyeceksiniz. Ben de önce gerçek zannettimdi. Bizde bu züğürtlük varken… Böyle söylenilir, söylenir. Birçok tatlı hayal kurulur.” Gülerek Süreyya’ya, Necib’e bakıyordu. “Sonra vazgeçilir, değil mi? Zaten bundan kolay şey mi olur? Ağabeyim, malûm ya, önce bir heves, bir heves… Üstüne uyku… O, Paris’e de böyle gidip gelmedi miydi?”

Suad, bu lâfların arasında hep kendi kendine, “Ah akşam olsa!” diyordu. Akşamüstü hepsini kandırıp yola çıkardı; fakat son tren gelip de dadısının çıkmadığını görünce canı pek sıkıldı. O kadar yalvardığı halde babasının belki aldırmayacağını düşünerek kızıyordu. Dadısı ertesi akşam, öbür akşam da gelmedi. Suad, her gün akşama kadar bin sabırsızlık işkenceleriyle bekliyor; bütün gün umduğu halde son saatte ümidini kesip onun gelmeyeceğini, gelse bile boş geleceğini düşünüyor, kederleniyordu. Öbür gün, Necib’i tekrar alıkoymak için çok sıkıldı; fakat niçin alıkoyduğunu da anlamıyordu. Sadece, onun Süreyya’ya ne derece bağlı olduğunu kesinlikle bildiğinden, para geldiği zaman kocasının sevincinde hazır bulunmasını istiyor, bundan başka Necib’in Boğaziçi hakkındaki bilgisinden yararlanabileceğini de düşünüyordu; fakat akşamlara kadar Hacer’in şımarık, hırçın kadınlığının elinden neler çektiğini görerek sıkılıyordu. Bunun için yine “Kalınız!” sözünü, kendini oldukça zorlayarak söyleyebildi; fakat Necib Bey, ciddi davranarak bu alıkoymaların sebebini anlamak için hiçbir imada bulunmamış, sessiz kalarak hep beklemişti.

İkinci akşam yine bir ara yalnız kalınca, “Sizi akşama kadar burada bekletip sıkıyorum; affediniz,” dedi. “Süreyya’ya bir oyun yapacağım, sizin de bulunmanızı istiyorum, fakat olmuyor ki!”

Necib: “Zaten cumartesi inmeye karar vermiştim,” diye ricayı tekrar geri çevirdi. Ne olduğunu anlamamakla beraber bu oyunun yalıya dair olacağına hükmediyordu. Artık, bütün köşkün ağzında bir alay olan bu meseleden söz edildikçe Suad’ın heyecanlı hali, bu kararı destekliyordu; fakat bu konuda hepsi o kadar ileri gidiyordu ki artık gereğinden fazla oluyor, hatta rahatsız ediyordu. Bunu fark eden Necib, Suad’ın cevap vermediğini gördükçe kadının sabrına, tahammülüne şaşırıyordu.

Suad’la beş seneden beri tanışıyorlardı; bu beş sene içinde ona olan saygısı her an çoğalmış, kadınlar arasında böylesine rastlamanın çok güç olduğunu zannetmeye kadar varmıştı. Necib, zaten pek nadir ziyaret ettiği bu aileye Süreyya’nın evliliğinden sonra daha seyrek gelmeye başlamıştı; o zaman henüz okuldan çıkmış, uzun tahsil senelerinin biriktirdiği bir koşuşturma ve ateşle yaşamaya koyulmuştu. Kadınlar hakkında pek uzaktan ve sayfalar arasında inceleme, tecrübe ve düşünmekten çok; hayallerden ortaya çıkmış yüzeysel bir incelemenin verdiği arzuyla önce, pek hülyalı fikirleri vardı. Tecrübe, kendisine acı hayal yaraları açtı ve gençliğe özgü o ateşin yönlendirmesiyle tecrübelerini, uygulamaya pek kolayca geçirerek kadınlara dair sağlam ve itiraz edilemez bir fikir ve felsefe edindi. Artık, hayat kavgalarındaki yaralanma tehlikesine karşı tamamen dayanıklı bir zırhla silahlanmış olduğuna inanarak öylece yaşamaya başladı. Bu sırada ara sıra gördüğü Suad, onun ağırbaşlılığı ve sessizlik içindeki neşesi, ciddiyet ve ağırbaşlılığa engel olmayan çocukluğu ona çok yüzeysel, çok yapmacık gelir, onun da öteki kadınlar gibi olduğunu düşünerek, Süreyya’nın ilk zamanlar gösterdiği memnuniyet ifadelerine içinden, “Çok geçmez görürsün,” diye baş sallardı. Fakat zaman geçip, bu memnuniyetin fazlalaştığını gördükçe merakı arttı; nihayet öyle oldu ki bir gün Süreyya’ya, “Sen birinci ikramiyeyi kazanmışsın, azizim!” dedi ve elini sıkarak, “Fakat birinci ikramiye de lâyık bir ele düştüğüne teşekkür etmelidir; çünkü iltifat etmediğime eminsin ya, inanmanı isterim ki birbirinize lâyıksınız,” diye devam etti.

Şimdi köşkte hepsi: Bey, Fatin, Hacer, hatta bazen bunlara katılan Hanımefendi hep birden eğlenmek için yalı meselesini dillerine dolamışlardı. Süreyya, kâh sert kâh şakayla karşılık veriyor; sadece Fatin’e ağırca ve acı gelen bu şakalarıyla ara sıra hepsini güldürüyordu. Necib, daima tarafsız kaldığı bu konuşmaların kendi üzerindeki tesirini düşünmek isteyerek Suad’ın sessizliğine şaşırıyordu.

Fatin, iki lokma fırsat bulup bir kahkaha salıverirken Beyefendi, sert simasıyla sessizliğini biraz bozarak, “Ben Suad Hanım’ı böyle çocukluklara kulak asmaz zannederdim,” diyor, o zaman Süreyya köpürerek, “Canım ortada bir şey yok, bir yere giden yok,” diye haykırıyor, Hacer: “Sadece gitmek isteyen var,” diye eğleniyor; Hanımefendi gülümseyerek ağır ağır söyleniyordu, “Galiba herkesten habersizce kaçacaklar. Zavallı Suad’ın suçu yok ki, götürmek isteyen Süreyya…”

Ve Fatin, iki lokma arasında tekrar, “Ve karı, kocasına itaate daima mecburdur!” kuralını söylüyordu.

Bu durum, dadının dönüşüne kadar devam etti. O da ancak cumartesi günü öğleyin gelebildi.

“Senin baban kolay kolay bu kadar uğraşmazdı, ama bilmem ki ne yazdın? Üç gündür bunlar için uğraştı durdu…” diye Suad’ın eline bir zarf verdi.

Suad, zarfın kenarını hemen yırttı. Gözlerinin dumanı arasında fark etmiyordu. Bu dolu zarfı açamıyor, eli titriyordu; sonra koştu, balkonda konuşan Necib’le Süreyya’nın arasına atıldı, “Yalıya gidiyoruz!” dedi.

Süreyya bakıyordu, önce inanmadı, “Ne oluyor, niçin?” diye bakan bir gözle Suad’ın gösterdiği paraları aldı; sonra birden, “Bu ne? Bunlar ne? Nereden?” diye sordu.

Suad, eliyle ağzını kapayarak, “Sus!” dedi.

Öbürü, “Kim gönderdi?” diye sorarken, “Babam, babam!” cevabını verdi. Sonra oraya oturup alçak sesle, “Şimdi bu parayla kimseye haber vermeden gidip yalıyı tutmalı, sonra da hepsinin gözünün önünde buradan çıkıp gitmeli…” dedi.

O zaman üç kişi karar verdiler ki yalı tutuluncaya kadar kimsenin bir şeyden haberi olmayacaktı; yalı tutulunca köşkten, sadece Hanımefendi’ye haber verilerek sıvışılacaktı ve herkes, bir sabah kafesi boş, kuşları uçmuş bulup şaşıracaktı.

Şimdi oradaki hayatı, masrafı düşünüyorlar, herhâlde on beş lirayla idare edebileceklerini zannediyorlardı. Süreyya: “Ah bir kere oraya gidelim de aç kalalım,” diyordu, sonra Necib’e dönüp, “Artık bize misafir gelirsin,” diyor; Suad, “Elbette!” diyerek Necib Bey’i üç gündür sadece bunun için, yalı birlikte gidilip tutulsun diye alıkoyduğunu itiraf ediyor ve plânının ne olduğunu anlatıyordu.

Süreyya seviniyor, “Ah Suad, Suad!” diyor ve sabredemeyerek şimdi gidip her şeyi onların yüzüne haykıracağını ve hepsine birden, “Yarın yalı tutuluyor…” diyeceğini söylüyordu.

Suad: “Aman Süreyya, sabret iki gün daha…” diye yalvarıyor; Necib, zaferin tamamlanması için iki gün daha beklemenin iyi olacağını söylüyordu.

Süreyya, çocuk gibi olmuştu, “Hemen taşınırız,” diyordu. “Hemen o gün… Aman burada bir dakika durmayalım! Şu uğursuz yerden kurtulalım. Ah ne zevk Necib, ne zevk! Hepsine birden, ‘Biz yarın gidiyoruz artık; bugün yalı tutuldu,’ demek ne zevk! Billâhi, Fatin’in lokması boğazında kalır. Gözlerinin ne hırsla açıldığını buradan görüyorum. Ah, bir kere o gün gelse o gün, o saat gelse bir kere!”

Hemen karar verildi. Yarın pazar değil miydi? Necib ile Süreyya erkenden gidecekler, küçük şık bir yalı tutacaklardı; otuz liraları vardı. Suad: “Yetişmezse…” diye daralıyor, Necib ise garanti veriyordu, “Ötesi kolay, gerekli olan asıl şey elde…”

Ve birden Necib, kendini hatırlayıp düşündü ki, bu işte pek yabancı olduğu için hiçbir müdahalesi olamazdı; fakat onlar kendisini o kadar içtenlikle, o kadar samimiyetle işe karıştırıyorlardı ki artık, olayların akışına isteği dışında kapılmaktan başka çaresi yoktu.

Akşam sofraya oturup da Fatin, yine iki lokma arasında ağzı, gözleri açık olarak yalıdan bahsettiği ve yan bir bakışla Beyefendi’ye sırıtıp hoşa gitmeye çalıştığı zaman, üç günlük hezimetin acısı çıkmış oldu. Üç arkadaş, zevk içinde birbirleriyle bakıştı; Süreyya, kendini tutamayıp sakin göstermeye çalıştığı sevinçli bir sesle, “Evet, yarın gidip tutacağız,” dedi.

Hacer gülerek, “Hangi han satıldı acaba?” diye eğlendi. Beyefendi, yemeğiyle meşgul olarak, “Mahmutpaşa’da han mı yok? Bir tanesini satmıştır,” diye mırıldandı.

Fatin gülerek yemek arasında boğuluyor gibi, “Vallahi billâhi!” dedi.

Süreyya, her şeyi söyleyecekti; fakat Suad o kadar derin, yalvaran bir bakışla baktı ki karşıdan Necib, Süreyya’nın dayanamayıp susmasına hak verdi.

Yemekten kalktıkları zaman üç dost, Süreyya’nın küçük odasına geçti; balkona çıkmış olan Suad, havaya bakarak, “Hava pek kapanık, Allah vere yağmur yağmasa,” dedi.

Süreyya artık, gülünç bir tavırla, “Ne?” dedi. “Yağmur mu? Taş yağsa vallahi yine gideriz, değil mi Necib?”

Necib, gülerek, “Hay hay!” dedi.

O zaman tekrar konuştular; yarın nereye gidip nasıl yapacaklarını görüştüler; Suad, Emirgân’dan aşağı olmamasını istiyordu. “Beykoz olsa fena mı?” diyordu. Necib, karşı sahili tercih ederek Yeniköy’de veya Yenimahalle’de küçük bir şey bulacaklarını söylüyor, “Oralarda, içerilerdeki evler bile yalı gibidir,” diye destek veriyordu. Suad’ın asıl istediği; sessizlikti.

Dörde kadar konuştular; Süreyya çokça hayal kurarak yaz hayatını bin türlü sözler içinde şimdiden düzenliyor; Suad, bazı ufak görüşlerle buna başka düzenlemeler ekliyordu. Süreyya, bir sandal bulacaktı. Gülerek, “Bir de araba…” dedi. Suad, düşünceli bir şekilde başını sallarken, “Bu uzun olur, değil mi? Asıl o zaman aç kalırız işte,” diye içini çekti. Yalıda sürülecek zevklerin sınırını şimdiden aşıp, keyiflenirken birdenbire, “Fakat bu söylediklerimizi yapmak için bütün yaz yetişmeyecek,” diye gülüşüyorlardı.

Ve Necib, son dakikalarda garip bir hüznün içine gömülerek bu mutlu karı ve kocaya bakıyor, eğer evli olmak bu ise hiç de fena bir şey olmadığını düşünüyordu. Fakat bu evliliğin nasıl özel şartlar, rastlantılarla gerçekleştiğini düşünerek birçok kötü evliliği gözünün önüne getiriyor; kendisinin böyle bir geleceğe kavuşmasının asla mümkün olmadığını, bu kadar uygun bir eşe kavuşamayacağını; her şeyden mahrum ve sefil hayatını, ihtiyarlığa kadar böyle yalnız ve talihsiz bir şekilde sürükleyeceğini düşünüyordu.

Yarın erken kalkılacağından erken yatmak tavsiyesiyle dağıldıkları sırada Necib, hep bu fikirlerin esiriydi; odasına gitmek için balkona geçtiği zaman iri, rüzgârlı damlaların düştüğünü görerek bu serinlikten yararlanmak için orada durdu, alnını bir direğe koydu ve gecenin karşısında bir süre öyle kaldı.

Kendini, hayatını düşünüyordu. Evlenmemek hakkındaki kesin kararı, ara sıra zayıflıyordu; şimdi yine o zayıf zamanından biriydi. Bu karı ve koca arasında şahit olduğu anlaşma ve yakınlık; bu sıcaklık, bu birinin küçük bir isteği için öbürünün canını verecek derecedeki telâşı, bu sakin ve mutlu sevgi, onu harap ediyordu. Bütün başarıları birer hüsran ve azap olan kendi hayatının uzun uzun arzu edilmiş, çalışılmış, kazanılmış zaferlerinde bile böyle güçlü, böyle fedakâr, böyle şefkatli ve sıcak samimiyete ulaşamamıştı. Birçok mutluluğu ya zehirli bir ayrılık ya da kahredici bir kayıtsızlıkla bitmiş; hiçbiri en mutlu zamanında bile şu mutluluğun sessizliğine ve güzelliğine benzeyememişti. Ve bu hayatı tatmadıktan sonra yaşamak ona boş, pek boş geliyordu.

“Niçin?” diyor, sonra ümitsizlik ve bezginliğin bu nakaratını, “Niye iyi!” hitabı takip ediyordu. Onun, zevkin hayhuyuna tutulmuş, maceralara eğilimli olan kişiliği bunlarla anlaştığı için artık ikinci huy olmuş, şimdi kendisinde sakinliğe ve şefkate, gölgeye, yücelik ve şiire susamış bir kişilik uyanmaya başlamıştı. Hayatın en memnun olduğu anında bile, ruhundaki eksiklik hissi bir başka ihtiyaçla dağlanıyor; şimdi zannediyordu ki bu ihtiyaç, ancak böyle sıcak bir sevgiyle, böyle dostane bir vefayla tatmin edilecek…

На страницу:
2 из 6