Полная версия
EYLÜL
Ilık bir rüzgârla büyük büyük bulutlar uçuşarak geçtikçe seyrek, ağır damlalar serpiliyor; bunların yapraklara düşmesinden dolayı etrafında ölçüsüz bir ses hışırdıyordu. Necip, ıslandığını fark edip karanlığın içinde odasına giderken durdu, yanı başında şimdi işitiyorum zannettiği, huzurlu bir soluk alışla uyuyan bu karı kocanın mutlu olmasını, büyük bir hürmet ve sevgiyle diledi. “Lâyık olan mutlu olur,” fikri, zihnini bir süre oyaladı. Odasına geçip soyunurken hâlâ bunu düşünüyordu.
“Evet,” dedi. “Lâyık olan mutlu olur veya Goethe’nin dediği gibi, lâyık olan kazanır ve kazanamayan lâyık değildir.”
Sabahleyin Süreyya’nın sesini işitip uyandığı zaman hemen hemen yeni uyumuş gibiydi. Başı, küflü ve ağır bir şekilde kalktı; fakat panjurları açıp da dışarıdan taze, yeşil, parlak bir yaz sabahı bütün neşe ve tazeliğiyle içeri dolduğu zaman derin bir ferahlık hissetti.
Süreyya: “Çabuk, çabuk, treni kaçıracağız,” dedi, sonra balkonun parmaklığından aşağıya sarkıp, “Araba hazır mı Selim, araba?” diye haykırdı.
Necib, beş dakika sonra hazırdı. Onları odalarının önünde buldu. Suad, tavsiyelerini bitiremiyor, tekrar ediyordu, “Aman Süreyya, Allah aşkına…” derken Necib, birden dün geceki düşüncelerine döndü, gülümsedi. Suad, arabaya kadar yanlarında gelmişti.
Süreyya: “Bağın kapısına kadar beraber gel, orada seni bırakırız, dönersin,” dedi.
Suad: “Ya bırakmazsanız,” diye tereddüt etti. Necib, Suad’ın gözlerinde istasyona kadar gitme arzusunu okuduğundan, “İstasyona gelseniz de yine arabayla dönseniz daha iyi olmaz mı?” dedi.
Karı kocanın, ikisinin de bunu istedikleri, hemen gösterdikleri sevinçli kabulden anlaşılıyordu.
Araba hareket etti. Bağın bozuk yolundan bazen devrilecek gibi giderken Necib, şu on dakikalık mesafede bile beraber bulunmak için, hatta açıkça itiraf edemeyecek kadar istekli olan bu iki kalbin şimdi yetişmek telâşıyla birbirlerine bakmadıklarına dikkat ederek, “Beraber olmak yetiyor,” diyor ve tekrar – bulanık ve tortulu, cevap vermek veya tutunmak için düşünceleri daima kırılmaya uğrayarak – tekrar bu hali bile bir mutluluk derecesine çıkaran yakıcı, kavurucu değil; sakinleştirici aşkı, hayır bu aşk olamaz; kalp bağlılığını düşünüyordu.
Tren hareket edeceği zaman, istasyonun arkasındaki arabasından kendilerine bakan Suad’ı aradılar; elleriyle selâmlar göndererek uzaklaşırlarken onun da arabayla yola çıktığını gördüler.
Vagonda iki kişi yalnızdı; Necib, nasıl olup da Süreyya’nın şimdi bu eksikliği, hatta kendisini üzen bu kadın eksikliğini hissetmediğine şaştı. Bu kadar bağlılık üzerine bu ayrılığın, belli bir süre için olsun kalbi, elbette hüzünlendirmesi gerekirdi. Ve bu kadar sadık bir aşkın bile böyle hüzünleri olduğunu düşünerek boynunu büktü.
Süreyya, trenin hızından dolayı başını havaya kaldırmış yarı durgun, susuyordu; sonra, “Bakalım ne yapacağız?” dedi, daha sonra ekledi, “Gerçekten güzel bir şey bulursak Suad, ne kadar sevinecek değil mi?”
Evet, Suad… Şimdi onsuzluktan hüzünlüyken bu düşünce; onu sevindirmek, onun sizi beklediğini, şimdi fikren sizinle beraber olduğunu, her an yanınızda hissettiğini bilmek, hissetmek, yanınızda görmek… Bu, hüzünlü anlara sonsuz bir lezzet veriyor, sevilen için çekilen ezaları bir gam damlasıyla karışık, hoş bir sarhoşluk haline getiriyor, zaman geçtikçe bir acı kadar tatlılaştırıyordu.
Süreyya: “Ah bak, akşam bizi arabayla beklemesini tembih etmeyi unuttuk,” diye üzüldü, sonra hemen, “Ama zannederim, kendisi düşünür ve gelir,” dedi.
Eğer geleceğini zannetmeseydi haksızlık edecekti; çünkü Necib, Suad’ı onun kadar bilemediği halde bile bundan şüphe etmiyordu. Ve birden, kendisinde daima var olan kuruntuyla bu mutluluğun da derinliklerine girip gerçeği görmek merakına düştü; elbette bunların da göründükleri kadar mutlu olmadıklarını, Suad’ın da aslında bu kadar kusursuz olmadığını tekrar etmeye başladı. Kendisinin de bunların karşısındaki hayran tavrını pek gülünç buluyordu. İşin, karşıdan böyle göründüğünü, aslında kim bilir nelerden ibaret olduğunu söylerken niçin hiçbir kusur belirtisinin kendi bakışlarına isabet etmediğini soruyordu. Birden bir tepkiyle, “Bu kadarı da bir başarı değil mi? Bakalım ben bu kadarına erişebilecek miyim?” dedi.
Akşama kadar dolaşıp nihayet işlerini memnun bir şekilde bitirdikten sonra trene geldikleri zaman büyük bir rahatlık hissettiler, önlerinde memnun ve sevinçli birkaç gün vardı. Süreyya, başarılı olduğu zamanlara özgü tavırlarıyla rüyadaymış gibi anlatıyordu: Şimdi Suad’ı bulacaklar, ona anlatacaklar, Süreyya’nın “mücevher kutusu, fildişi yuva” diye tarif ettiği yalıyı o ne kadar sevecek… Sonra evdekileri nasıl şaşırtacaklar… Süreyya, hepsinin taklidini yapıyordu, “Fatin kuduracak, Beyefendi köpük saçacak…”
Necib: “Ya Hacer?” dedi.
“Hacer mi? Görürsün. O da kocasına bir yalı tutturacak…”
Sonra gülerek, “Fakat Fatin… Vallahi onu boşar da öyle bir halt etmez,” dedi.
O, asıl onu görmek istiyordu.
“Ah şu Fatin!” dedi. “Patlayacak patlayacak!” Sonra birden, “Patlasa da Hacer de kurtulsa,” dedi.
Necib, Suad’ın ciddiyet ve dayanıklılığı yanında Süreyya’nın da böyle küçük hislere kapılışına bakıyor; fakat Fatin’i o kısa boynu, daima para görür gibi akı çok gözleri, başını çevirmeden sağa sola bakışıyla kendisi de o kadar iğrenç buluyordu ki ona hak veriyordu.
İstasyonda Suad’ı bulur bulmaz bütün hayalleri alt üst oldu. Süreyya ona müjde verirken o, “Boşuna… Her şey bozuldu,” dedi. Ve merak ettiklerini görerek anlattı, “Ben, dadıma tembih etmeyi unutmuştum. Hepsini Hacer’e söylemiş… Şimdi herkes biliyor.”
Süreyya, “Eyvah!” makamında elini alnına götürerek, “Ne söylüyorsun Suad?” dedi. Sonra mutluluğunun çokluğundan onu da bir başarı haline getirdi. “Bilsinler, ne yapalım, engellemek de ellerinden gelmez ya!”
Suad, öyle düşünmüyordu. “Beyefendi engel olmak isterse…” diyordu. Süreyya, yavrusunu savunmaya hazırlanan bir canavarın heybeti ve öfkesiyle bakarak, “Ne?” dedi. Omuzlarını azametle kaldırıp, “Ben, artık okula gitmiyorum,” diye güldü. Sonra arabaya bindikleri zaman Süreyya, “fildişi yuvasını” tarif ederken her şeyi unuttu. O kadar coşkunlukla anlatıyor, Suad da deminki kederi unutarak öyle şen ve sevinçli görünüyordu ki Necib bile, “Bunda sana ait ne var?” diyerek içinden yükselen zehirli sesi unutarak, olayın akışına kapıldı.
Süreyya övdükçe Suad, Necib’e dönüyor, “Gerçek mi Allah aşkına, gerçek mi?” diye soruyordu.
Evet, hepsi gerçekti. Bu fildişinden yuva Boğaz’ın üstünde, kavakların yanında, Yenimahalle’nin bir köşesinde, tümüyle fildişinden yapılmış kadar temiz, parlak, Pazarbaşı’ndaydı.
Otuz yedi liraya tutmuşlardı. İçi yarı döşeliydi. Süreyya, “Suad, piyano da var,” dedi.
Bunların hepsi Suad için bir neşe kaynağı oluyordu. Süreyya, oranın sessizliğinden, gölgesinden, manzarasından coşkuyla söz ediyor; söyleyeceği şeylerin çokluğundan eksik anlatarak, “Deniz, kapısının önüne kadar geliyor Suad, bilsen…” diye sevincinden taşıyordu.
Sonra Suad, Hacer’in nasıl mosmor kesilip, “karısının parasıyla yazlığa giden” Süreyya’nın, artık gözünden düştüğünü nasıl söylediğini anlattı. Süreyya öfkelenerek, “Niçin? Kocanın parası başka, karının parası başka mı olur?” diyor ve zalimleşerek, “Herkes kendi kocası, her kadın kendisi mi?” diye söyleniyordu. Suad, eliyle ağzını tutarak onu susturmak istedi. Süreyya, haksızlıklara böyle acı karşılık verdiği zaman içi ezilir, onu sevmemekten korkardı.
Necib’e dönerek, “Düşününüz Necib,” dedi. “Biz gidince yalnız kalacak, tamamen yalnız… Zavallı kız, ne yapacağını şaşırıyor, sonra…”
Süreyya, Suad’ın sözlerini kendi fikirleriyle tamamladı.
“Sonra… Sonra da kıskanıyor… Bir şeyi kendi ismiyle niçin çağırmazsınız? Kıskanıyor işte. Ve kıskançlığı onu şirret ve hain yapıyor. Bunda acınacak ne var?”
Köşke geldikleri zaman kapının önünde Hacer’le Fatin’i gördüler. Fatin, iki eli böğründe, pantolonunu çekerek ve gözlüğünün üstünden bakıp yılışarak, “Maşallah efendim, Boğaziçi’nden öyle mi?” dedi.
Yukarıdan, balkondan Hanımefendi’nin: “Allah güle güle oturmak kısmet etsin, nerede tuttunuz bakayım?” diyen sesi geldi. Süreyya, Fatin’e omuz silkip annesine cevap verdi, “Hele yemek yiyelim, uyuyalım da… Rüyayı o zaman görürüz. Ne kadar sabırsızsınız!”
Hacer, öfkesine yenilerek birden atladı, “Ah, ben biliyorum canım. Bana Behice Dadı söyledi, hatta bak, yengem de inkâr edemiyordu; ama şimdi hep bir oldular, el birliğiyle saklayacaklar; fakat ben biliyorum, bugün onlar Boğaziçi’ne gittiler, ev tuttular… Dün, para gelmiş…”
Fatin, kahkahayla gülüyordu. Süreyya, Hacer’e dönüp kızgın bir tavırla, “Pekâlâ küçük hanım, farz edelim ki öyle olmuş. Bunda ne var? Siz de o kadar istiyorsanız, beyiniz de size tutsun,” dedi. O zaman, Fatin’in pantolonunu bir kez daha çekip sessizce içeri kaçtığını görerek hep birden güldüler.
Yalnız kaldıkları zaman Süreyya: “Aman kaçalım, yarından tezi yok kaçalım,” dedi.
Suad: “Dur bakalım, izin alalım bir kere,” dedi.
Süreyya: “Kimden, neden, izin mi? O niçin?” diye söylenirken karısı, “Yok, ben kimseyi darıltmaya razı değilim. Sen o işi bana bırak,” dedi. Ve sessiz, gülümseyerek, gidip Beyefendi ile Hanım’la görüştü.
Dönüşünde, “Sadece Hacer,” dedi. “Onu ne yapacağız?” Ve anlamayarak yüzüne bakan iki erkeğe kederle, “Onu da götürsek,” diye yalvardı.
Süreyya, yerinden fırlayarak haykırdı, “Ne? Fatin’i de mi?”
Buna bir karar vermek için tartıştılar. Bu, geç vakte kadar sürdü. Yatma zamanı gelince Necib: “Artık ben de yarın iniyorum,” dedi ve Suad’a bakarak, “Bana başka hizmet var mı?”
Suad gülüyordu, “İzin mi? Bir şartla,” diyerek kocasının yüzüne baktı. Süreyya da gülerek, “Evet, taşınır taşınmaz postu bizim eve sermek şartıyla…”
Ertesi sabah kalktıkları zaman Süreyya anladı ki gece, köşkün öbür köşesinde kıyametler kopmuştu. Hacer, onlar gibi yalı tutup Boğaziçi’ne gitmek için kocasını zorlamış, o da tabi ki bu teklife kulak asmamış…
Süreyya: “Yüreğine inmiştir,” diye güldü; fakat sonra kızdı. Bunun üzerine atışmışlar, Hacer’e fenalık gelmiş. Bey ve Hanım hep oraya koşmuşlar; Fatin ısrar etmiş, daha fazla zorlanırsa rahat edeceği bir yere gitmekten başka çaresi kalmadığını söylemiş.
Süreyya: “Katırı görüyor musun, katırı!” dedi, sonra babasının barıştırıncaya kadar nasıl uğraştığını söyleyerek, “Fakat çeksin, hak etti,” dedi. “Araya araya bulduğu yakutu şimdi görsün.”
Çünkü o, kızını evlendirirken bir gün öyle söylemişti: “Hanım, aradım aradım, ama öyle bir yakut buldum ki!”Süreyya bunu anlatarak, “Bulduğu yakutu şimdi nargilesinin marpucuna oturtsun da…” dedi.
Suad, darılarak, “Bey, bey!” dedi.
“Peki. Sustum. Sustum, ama haydi kaçalım bakayım; çünkü artık onların yüzünü görmek istemiyorum.”
Suad yalvardı, “Yok, sen bir kere Hacer’e söyle de öyle. İstediği zaman gelsin. Söyleyeceksin değil mi?”
Olumlu cevabı kocasından almadan işe başladı ve Necib, kendilerine veda edip ayrılırken Süreyya, Hacer’le konuşmak için odasına gitti.
3
Bir daha on gün sonra Beyker’in önünde rast geldiler.
Necib, Beyoğlu’na doğru yürürken arkasından birinin kolundan tuttuğunu hissetti, dönünce Süreyya’yı gördü, “Oo! Nereden böyle?”
Öbürü, elinden tutup Beyker’e doğru yürüyerek, “Ya sen?” dedi. “Kırklara mı karıştın, ne oldun? Bizi yarı yolda yalnız bırakmak…”
Necib, özür dilemek için söz bulamıyordu; dükkâna girmişlerdi. Süreyya, çırağa bir şey sordu, sonra öne düştü, içeri yürürlerken, “Görüyorsun ya!” dedi. “Masraf, masraf… Otuz beş, kırk lira derken yalı bize altmış liraya patladı.”
İçerideki ipekli kumaşlara bakmaya başladı, bir taraftan anlatıyordu: “Ama gelsen de bir görsen… Ha! Sahi, ne zaman geleceksin? Bekleyip duruyoruz. Ah Necib, biz bağda meğer cehennemdeymişiz; ne yer, ne yer! Ben ilk baktığımız gün bu kadar güzel bulmamıştım. Sabahları, ya akşamları… Hele öğleden sonraki güzellik… Akşamüstü Suad’la beraber çıkıyoruz; orada bir yol var, tepenin kenarında, Kavak’a kadar gidiyor. Ne manzara, ne manzara! Bir kere Büyükdere’ye gittik. Daha istediğimiz gibi gezemiyoruz ki. İyice yerleşemedik. Ev tamam olsun da uzun gezintilere çıkacağız. Sen de gelirsin. Etraf hep gezilecek, keşfedilecek… Beykoz var, Kavaklar var, Yuşa, Bentler…”
Ve para verip çıktıkları zaman, Necib’le beraber Tünel’e doğru yürümeye başladılar. Süreyya sordu: “Sen ne yapıyorsun bakalım?”
Gerçeği söylemek gerekiyorsa Necib, bunalıyordu; fakat öyle söylemedi. “Şöyle, böyle,” dedi. O da yarın, adaya gidecekti. “Orası şimdi artık çiçek gibidir,” dedi, sonra söylediğini desteklemek için, “Mayıs, malûm ya, Büyükada’nın tam mevsimidir,” dedi.
Süreyya, gülerek, “Mayıs, Boğaziçi mevsimidir azizim, Boğaziçi! Sadece mayıs değil, bütün yıl… Zannederim ki oraları kışın bile güzeldir. Bir rüzgârı var, aman ya Rabbi, bir rüzgârı var Necib! O temiz rüzgâr başka nerede bulunabilir? Sizin adanıza gelen rüzgâr, bütün Boğaz’ın üstünden geçip kirlendikten sonra size gelir. Abarttığımı zannediyorsun, ama geldiğin zaman göreceksin ki hakkım var. Oraya gittiğimizden beri ne kadar fark ettiğimi ben bilirim. Suad bile bambaşka oldu. Bir neşe geldi, bir hayat geldi… Sabahları demir gibi kalkıyoruz, sonra sana bir şey söyleyeyim mi? En sevdiğim hali, rahatlığı… Ne Fatin var ne Hacer var… Yapayalnızız!”
Necib hatırlayarak, “Sahi, onu ne yaptınız? Kandırabildiniz mi?” diye sordu.
Süreyya sinirlenerek, “Bırak şu acuzeyi!”4 dedi. “Bana inan Necib? Acuzelik yalnız ihtiyarlarda değil, asıl gençlerde… Bilemezsin, bu kadınlar fena olunca ne kadar fena oluyorlar. Kendisine barışmak için gittim de bana ne cevap verdi bilir misin? İmkânı yok… Bana karımı çekiştirdi; evet bana Suad’ı… Anlıyorsun ya? Dur, şuraya girelim, kurdele alacağım. Malûm ya, kadın işleri bitip tükenmez; fakat şikâyet etmeye gelmiyor azizim; hain şeyler pek pahalı, ama onlarsız elbise de bir şeye yaramıyor.”
Süreyya, böyle gamsız kuşlar gibi gevezelenerek her şeyden hafiflikle söz ederken Necib, birer mutluluk olan bu şeylerden mahrum geçen kendi hayatını düşünüyordu. Tünel’e geldikleri zaman Süreyya: “Artık bana müsaade,” dedi. Onu çeyrek geçe, doğru Yeniköy’e giden vapura yetişmek istiyordu. Arkadaşının elini sıkarken, “E, ne zaman?” diye sordu. Necib, tereddüt etti.
Süreyya: “Karışmam,” dedi. “Sonra Suad’ı darıltırsın, onda bilsen ne hazırlıklar var. Senin için ayrıca bir oda hazırlıyoruz. Görüyorsun ya, mecburen geleceksin. Ne zaman gelsen evdeyiz. Haftada iki gün İstanbul’a inmek istiyorum, ama daha karar vermedim. Bir de sandal bulduk, onu da alırsak gelsin keyif. Sahi sen sandalcılığı sevmezsin. Oo! Düdük öttü, adiyö!”5
Koşuyordu. Necib, hatırlayarak arkasından seslendi, “Selamlarımı unutma!”
Süreyya: “Şüphesiz, şüphesiz!” diye kayboldu.
Necib, dönerek kalabalığa karıştı. “Kim der ki şu adam beş yıllık bir kocadır,” dedi.
Bu, kendisinin hayat ve evlenme hakkındaki bütün felsefesine aykırı bir durumdu; fakat işte gerçekti. Ve hayalen Süreyya’yı görüyor, Suad’ı beklerken görüyor, yine onların şevk ve huzurla geçecek gecelerinin yanında, kendi geçireceği gecenin acılığı şimdiden kalbine çöküyordu. Birden, “Adam sen de! Bunlar hep hayal,” dedi. “Onun yerinde ben olsam ilk haftadan bunalırım; zaten ben, hiçbir şeyden memnun olmamak nasibiyle doğmuş değil miyim?”
4
Bununla beraber Necib, o pazar adaya gideceğine Boğaz’a gitti.
Ve vapur, Boğaziçi’ne koşuşan halkla taşarak, köprüden çözülüp Boğaz’ın mavi göğsüne gömüldükçe içi açılıyor, kendinde gitgide çoğalan bir ferahlık duyuyordu. Etrafına bakarak mutlu ve güler yüzlü görünen yolcuların baharla kendilerinden geçerek sürdükleri hayat ona, duyduğu sevinçle çok zevkli bir hayat gibi geliyor; derin nefesler alarak kırların, dalgalanan yeşilliklerin, renk renk çiçeklerin taze kokularıyla hareketleniyor, coşkuya boğuluyordu. Bütün üzüntü ve sıkıntısı Beyoğlu’nun karanlık sokaklarında kalmıştı. Her yüzde bir neşe vardı. Vapurun üst güvertesini dolduran halkın içindeki kadınların her biri bugün ona, arzulanmaya değer bir güzellikle görünüyordu. Sahildeki binaların yan yana ve birbirlerini kovalamalarındaki hızdan yarı sersem, gözlerinin önünde kaynayan şu coşkun hayattan yarı baygındı. İskeleler, kendilerinden geçen yolcuları boşalttıkça vapur bir kere nefes alıyor, biraz hafifliyordu. Büyükdere son yolcuları alıp vapur âdeta boşaldığı zaman Necib, kendini topladı. Şimdi nasıl bir sevinçle, iyi niyetle ve temiz yüreklilikle, nasıl bir mutlulukla karşılanacağını düşünerek seviniyor, gülüyor, sonsuz bir memnuniyetle telâşlanıyordu. Yalıya doğru yaklaştıkça bu telâş, heyecan oluyor; Suad’ı, Süreyya’yı şimdiden görerek kalbi çarpıyordu.
Onu, önce Suad gördü. Eliyle işaret ederek içeri seslendi. O zaman pencerede, karı koca, ikisinin de başları göründü.
Süreyya uzun bir, “Oo!” ile selâmladı. Kapıyı hizmetçi kız açtı. İçeri girer girmez kendisini, merdivenden koşarak inen Süreyya’nın karşısında buldu. Bu, sevinçli bir karşılama oldu. Süreyya: “Ne iyi ettin de geldin,” dedi.
Yukarı çıkıp Suad’la görüştüler. Necib’e, bugün geleceğini umduklarını söylediler. Necib merak edip, “Nasıl?” diye sordu.
Süreyya açıkladı: “Hava sabahleyin o kadar parlak, o kadar nefisti ki Suad, ‘Bugün Necib Bey belki gelir,’ dedi. Ah, sabahları erkenden buradaki güzelliği, tazeliği tarif etmeye söz bulamıyorum. Denizin zarifliğini, tazeliğini, yeşilliğini… Nihayet şu Boğaziçi sabahının bakirliğini görmeli Necib! Fakat bugün adaya gideceğini bildiğimiz için üzülüyorduk. Bununla beraber, bilmem niçin umuyorduk.”
Gülerek karısına baktı, “Hatta Suad hazırlık bile yaptı. Malûm ya, artık o ev kadını oldu.”
Suad, kızararak yarı sitemle, “Fildişini, beyefendiyi misafir kabul edecek bir duruma getirmeye uğraşıyorum,” dedi.
O zaman Necib anlattı: Gece Beyoğlu’nda ne kadar bunaldığını, bugün adaya gitmek istediği halde oraya gidip birtakım renksiz yüzler, kayıtsız dostlar, yabancı kalpler göreceğine gelip, fildişi yuvalarındaki dostlarının misafiri olmayı tercih ettiğini söyledi. “Ah, görseniz artık!” dedi. “Görseniz artık, Beyoğlu ne kadar dayanılamayacak hale geldi. Sabahları yine biraz serince oluyor. Rutubet biraz işe yarıyor; fakat sabahları da Beyoğlu’nun o baş ağrıtan satıcı gürültülerinin evlerin içinde nasıl çınladığını bilseniz… Sonra öğle oldu mu durmak, oturmak mümkün değil. Toz, güneş, ter… İnsan boğuluyor, boğuluyor, boğuluyor… Onun için buralar, insana bir köy gibi geliyor. Hele bu Yenimahalle, sahiden fildişinden bir yuva. Uzak, uzak… Sanki kaçmış, kaybolmuş… Ah, buraya gelip dünyayı unuttuğunuza ne iyi ettiniz!”
Süreyya, başarısının gülümseyen mutluluğuyla ekledi: “Unutmuş ve unutulmuş, değil mi?” Sonra Necib’in elinden tutarak, “Hele şimdi gel de sana kafesimizi gezdirelim. Servetimizi gör. Bir kere balkonlu odaya gidelim de bak manzaraya,” dedi.
Bir merdiven çıkarak denizin üzerindeki salona girdiler. Burası, evin eni kadar geniş bir odaydı. Panjurları açınca önce bol bir ışıkla gözleri kamaştı. Suad, ilerleyerek balkona çıkan orta kapıyı da açtı. Üçü birden balkona geçti. Saçaklardan giremeyen güneş, beyaz coşkun bir ışıkla burayı, içeriye doğru gittikçe gölgelenen bir parlaklığa boğuyor; denizde dalgaların oyunlarıyla kıvamlanarak yansıyan gölgeler bile bir gümüş beyazlığıyla yıkanarak, kendini saklayan bir sıcaklık içinde güneşten gelen kahkahalar gibi billûrlaşıyordu.
“Süreyya, asıl buraya bak!” dedi. Karşısında, Anadolu’nun Kavaklar’dan başlayıp Beykoz’dan geçerek Paşa-bahçesi’nden ta Çubuklu’ya, sonra Yeniköy’den başlayıp bütün Tarabya’yı, Büyükdere Koyu’nu6 takip ederek Mesar Burnu’na7 kadar gelen kıyıların arasındaki çok büyük, geniş gölü gösterdikten sonra eliyle işaret ederek, “Nasıl, tıpkı bir göl değil mi?” diye sordu.
Necib, “Gerçekten çok güzel,” dedi.
Balkonun kenarına kadar ilerlemişti. Hafif bir rüzgâr okşamasıyla dalgacıklar püsküren deniz, güneşin altında baygın, dermansız serilmiş, girintili çıkıntılı bir gümüş vadi gibi parıldıyor; kıyıların üstünde gözü, alabildiğine sürükleyip ufuklarda yoran tepelerin her biri başka gölgeler, dumanlar altında havasının ateşten titrediği sezilen eflâtun, kurşunî, sarı dağ çizgileri, en sonunda geniş bir denizin ışıklar içinde ufka gömüldüğü hayali adalar gibi kapalı, yumuşak bir ateş koru üstünde ürpere ürpere ses vermeyen setler gibi sıralanıyordu.
Süreyya, tekrar ediyor, “Nasıl, muhteşem değil mi?” diye soruyordu, sonra birden alevlenerek, “Ya bu rüzgâr!” dedi. “Sorarım sana, bu rüzgârı başka nerede bulursun Necib? İmkânı var mıdır? Suad’ın dediği gibi bu temiz, saf, köpüre köpüre esen rüzgârı? Şu sevince, şu tazeliğe, şu hayata bak Allah aşkına! Bağ diye gidip, o cehennem ocağına tıkılmak yazık değil mi?”
Necib, oraya, büyük bir saksının yanına konulmuş geniş bir hasır koltuğa oturarak “Muhteşem, muhteşem!” diye tekrar etti.
Karı koca memnun, gözleri mutluluktan gülerek birbirlerine bakıyorlardı.
Suad: “Daha bu ilk memnuniyetin arkası var,” dedi. “Her gün başka bir güzellik var.”
Süreyya, Suad’a şükranla baktı. “Ah, bütün bunların senin sayende olduğunu düşündükçe… Benim sevgili karıcığım…”
Suad, elini tutmak için uzanan ellerden kaçıp, kırgınlıkla gözlerini süzerek, “Bak yine söylüyorsun,” dedi. “Şu kötü kelimeyi yine tekrar ediyorsun.”
Süreyya gülüyor, çırpınıyordu. “Ne yapayım, unutuyorum, affet Suad!” dedi, sonra Necib’e döndü, “Kendimi bir türlü tutamıyorum, oysaki ‘karıcığım’ sözü, bizim hanımefendinin en büyük zıddı.”
Necib, bu küçük, özel aile meclisinde yarı dalgın, derin bir acıyla kendi kendine: “Evet, insanın bir karısı olup da onu sadece ismiyle çağırmak mutluluğu…” diye üzüldü.
Süreyya, nihayet Suad’ın elini, eline almıştı. Necib’e dönüp, “Evet kardeşim,” dedi. “Biz artık Boğaziçi’nin mutlu, mutluluktan dolayı çılgın kuşları… Bununla beraber bu mutluluk, ara sıra gagalaşmamızı engellemiyor. Hele ben… Düşün ki artık, her şeyime itiraz ediliyor, hatta hamaratlığıma bile…”
Suad, haklı olduğunu ispatlamak için telâşla, özellikle ona dedi: “Her gün kaleme gitmeye kalkmaz mı?”
Süreyya, şaka yapar gibi yine hep Necib’e anlatıyordu, “Ey, ne yapalım, para kazanmak gerekli değil mi? İşte pekâlâ görülüyor ki ana-baba, adama para vermiyor. Oysaki her sene insan, karısının parasına boyun eğmez ya! Ev tutulunca neyse! Fakat karısının ekmeğine…”
Suad, uzaktan gelen bir sese kulak kabartmış bir kuş tavrıyla başını eğerek, yarı sitemli gülümseyişle dinliyordu, sonra birdenbire kıpkırmızı kesildi. “Devam edersen… Devam edersen…” diye eliyle tehdit etti. Süreyya, elini bırakmadığı için darılmış da kurtulmak istiyormuş gibi çırpınıyor, siyah gözlerinde öfke şimşeği çaktırarak kurtulmaya uğraşıyordu.
Süreyya bırakmayarak, “Haklı değil miyim Necib Bey?” dedi. “Pekâlâ, ister misin şimdi Necib’i hakem tayin edelim.”
Suad, nihayet mağlûp olup durdu. “Pekâlâ, ben onun insafından eminim; fakat önce ben anlatacağım.”
Küçük bir inatçılık oldu. Başlangıçta hangisinin anlatması gerektiğini kararlaştırdılar. Suad, uzun zaman her gün evde oturmaya alıştırdıktan sonra şimdi hele buraya yeni gelmişken kırdan, bahardan yararlanacağımız yerde, her gün İstanbul’a inilir mi?” diye şikâyet ediyordu.
Süreyya, acımasız bir çocuk gibi, “Niçin inilmesin?” dedi, gülerek. Suad’ın elini hâlâ bırakmıyordu. Hizmetçi kızın, balkonun kapısında görünüp işaret etmesi Suad’ı, kurtulmak için çare aramak zorunda bıraktı.
Süreyya: “Olmaz, olmaz göndermeyiz,” dedi. “Hem misafiri yalnız bırakıp gitmek…”
Necib, “Mademki özel bir iş için…” dedi.
Süreyya, çıkıştı, “İşte ben de bundan bıktım. Buraya geldik geleli bu hain evin işi bitmiyor. İşte ben de bundan şikâyet ediyorum. Akşama kadar beni evde oturmaya alıştırıp, akşamları ev kadınlığını bahane ederek ortadan kaybolduktan sonra benim her gün kaleme gitmeye hakkım yok mu?”
Suad: “İşim var canım!” diye darıldı, nihayet darılmakla bir iş göremeyeceğini anlayınca yalvarmaya mecbur oldu. “Allah aşkına bırak,” dedi. Gözleri ricayla yanıyor, perişan bakıyor, dudakları titreyerek yalvarıyordu, “Gideyim bakayım, bırak! Allah aşkına bırak!”
Süreyya, çabuk geleceğine yemin etmeyince bırakmadı. Ve iki erkek yalnız kaldığı zaman Süreyya, karşısındaki koltuğa arka üstü yatıp, yarı üzgün, “İşte böyle kardeşim,” dedi. “Sana yemin ederim ki onsuz kalsam ölürüm…”
Sustular. Rüzgârın sadece öperek geçtiği sakin dalgaların, çakılların arasındaki oyuklardan çıkardığı sesle uyuşturucu bir hışıltı oluyor; bu ses, denizin parıltılarından çıkıyor zannedilecek kadar o parıltılarla bütünleşiyordu.
Necib: “Demek her gün böylesiniz?” dedi.
“Evet, fakat sadece bu değil, hele kalk da bak. Ne güzellik, ne güzellik!”
Necib, birden acı bir üzüntüyle bu gece Beyoğlu’na dönmek mecburiyetinde olduğunu hatırladı ve “Vah vah!” diyerek Süreyya’ya bunu haber verince o, koltuğundan fırladı, “Ne? İmkânı yok! Vallahi billâhi olmaz. İnsan, Boğaziçi’ne gelip böyle hemen dönmeye kalkarsa cinayet işlemiş olur, her cezaya müstahaktır.”