bannerbanner
EYLÜL
EYLÜL

Полная версия

EYLÜL

Язык: tr
Год издания: 2024
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
5 из 6

Necib: “Verdi girdi mi iş değişiyor; fakat siz de Verdi18 tam değil,” dedi.

Suad, bestekârların iyice bilmediği hayatlarına dair sorular soruyor; Necib, bildiği ayrıntıları söylüyordu. Öyle oldu ki, müzik susup sadece konusu devam etti. İkisi de şunda birleşiyorlardı ki, dünyada müzik gibi etkili hiçbir şey yoktur. Necib için ömrünün en tatlı zamanları, sadece çok mutlu olduğu anlar değil, müzikle mutlu olduğu zamanlardı. Bu nedenle o kadar şiddetle ve tutkuyla duygulanıyordu. Asıl, ağır müzikten anlamak için birçok senelik özel eğitime ihtiyaç olan Gluck,19 Haydn,20 Beethoven21 gibi üstatlardan söz ederek onları dinleyip anlayamadığı için üzüntülerini söylüyordu.

Balkona döndükleri zaman saat ona geliyordu. “Hani kotra?” diye gülüştüler. Süreyya, canı iyice sıkılmış gibi, “Belli olmaz ki, belki gece gelir,” dedi.

Suad: “Artık, herhâlde bizi evde daha fazla hapsedemez ya!” dedi.

“Evet, çıkalım,” dediler.

Bu sefer Kavak yoluna geçmişlerdi. Süreyya, dakikada bir arkasına bakıp kıyıları kontrol etmekten geri kalmıyordu. Necib gülerek, “Sandala mı bakıyorsunuz?” dedi.

Suad, serzenişle, “Beykoz Çayırı’na bakmaz ya!” diye söylendi.

Necib: “Evet, yazık oldu, görmek isterdim,” dedi.

Süreyya öfkelendi, “İşte yarın gideceğiz ya canım!”

Fakat Necib, erkenden İstanbul’a dönecekti; o zaman hep bunun sözü oldu. Süreyya ve Suad rica ediyor, yarın da kalması için onu ikna etmek istiyorlardı. Ve bu o kadar samimi, o kadar içtendi ki Necib, kabul etti, zaten İstanbul’a inip yine bunalacak değil miydi?

Sabahleyin Süreyya’nın gürültüsü, bir yabancıyla bağırarak konuşuşu Necib’i uykusundan uyandırdı. Pencereye gidip baktığı zaman iskelede bir sandalla iki kişi gördü; herifler şikâyet ediyorlar, gece rüzgâr kesildiğinden Bebek’ten beri kürek çekerek geldiklerini söylüyorlardı. Bu beyaz, kaplama tahtalı, başı kıçı bir, bir sandaldı. Uzun bir seren22 üstünde büyük olduğu anlaşılan bir yelkeni vardı.

Sandalın, yelkenin temizliği Necib’in çok hoşuna gitti ve Süreyya kendisine, denemek için sandala gelmesini teklif edince kabul ederek iki delikanlı sandala bindiler. Rüzgâr hafifçeydi; fakat sandal, yine iyi yürüyordu, istihkâmlara doğru yükseldiler. Süreyya, eski maharetini göstermek için dümene geçmişti; merak ederek, “Acaba dayanır mı?” dedi. Oradan Kavaklar’a doğru geçtiler. Döndükleri zaman Süreyya, memnundu; Necib, Süreyya’yla sandalcıları pazarlık yapmak için bırakarak içeri girdi. Onlar gezerken balkonda dayanmış duran Suad’ın yanına çıktı, “O nasıl?” dedi. Necib övdü. Suad: “Hava her zaman böyle olmuyor ki!” diyerek dalgalı olduğu zaman binilemeyeceğini anlatıyordu; Süreyya da geldi, “Yemek yiyelim de Beykoz’a sandalla gideriz,”dedi.

Sandalı, kışa kadar tutmuştu. Şimdi oturup küçük bir bayrak dikmek için uğraştılar; bu uğraşıları arasında Süreyya havayı kolluyor, gittikçe artan rüzgâra bakarak seviniyordu.

Yemekten sonra balkona çıktıkları zaman rüzgârı o kadar uygun buldu ki, bir iki saat geçirip öyle gitmek üzere verilen kararı bozdurmak için uğraşmaya başladı; fakat Suad’la Necib saat sekizden evvel çıkmamakta ısrar ediyor, gizli hileler bularak işi ertelemeye uğraşıyorlardı. Süreyya, nihayet aciz kaldı, sandal sekizden önce hareket edemedi.

Suad, sandala girip oturunca, “Oo, büyükmüş,” dedi.

Dışarıdan küçük görünen sandalın içi pek geniş ve rahattı. Sandalcı, yelkenleri açıp tekne, rüzgârın önüne dökülünce dubaya doğru hızla akmaya başladılar. Büyükdere’nin üstünden güneş, onları rahatsız ettiğinden Suad, şemsiyesini açtı. Bu, siyah beyaz ve kurşuni renklerden satrançlı küçük bir şemsiyeydi. Necib şemsiyeye, çarşafa, peçeye, eldivene, bu kadın şeylerindeki inceliğe, ruhunun derinliklerinde özlemle titreyen bir tutkunlukla bakıyor; sonra Suad’ın küçük, küçük bir kuş denilecek ellerinin şemsiyeyi tutuşundaki şiirselliğe hayran olarak perişan oluyordu.

Dalgalar açıklarda büyümeye başlamıştı. Sandal, korkusuzca atılıp, ardı arası kesilmeyen suların üstünde dalgalandıkça Suad’ın gözlerinde bir bulut, bir endişe ve ıstırap bulutu duruyordu; fakat dubadan Serviburnu’na doğru bükülüp rüzgârı pupaya aldıkları zaman sallantı kesildi. Süreyya gibi Suad’la Necib’in de keyfine artık diyecek yoktu. Sandalın etrafını kucaklayan çırpıntı sesleri, tereddüt eden bir musiki gibi şakıyan su serpintisi onları oyaladı. Beykoz’un Hünkâr iskelesine vardıkları zaman yarım saat geçmişti.

Onlar çıktığı halde Süreyya çıkmıyor, ilk hevesle sandalcıya yardım ediyordu. Suad’la Necib rıhtımdan bakıyorlardı. Sonra üçü beraber çayıra ilerlediler. Rüzgâr, önce çayırdan esinti getirmeye başladı; birçok çiçeğin, otun kokusunu barındıran bu esinti serin, taze, nemli kokuydu. Biraz sonra çayırın bir kısmını gördüler, uzaktan burası sarı çiçeklerle bir fulya tarlası gibiydi. İlerledikçe ötesinde berisinde kırmızı, mor, beyaz çiçekler de fark edildi. Bol yeşilliklerin arasında bol renkler, çiçekler tarladan taşıyor, rüzgârla dalgalanıyordu. Rüzgâr, parça parça her dalgadan güzel kokuların öpüşüyle dolup estikçe, koylarda koşuşan esintinin su üstünde meydana getirdiği titremeler gibi perişan dalgalar oluşuyordu.

Onlar hep, “Ah, ne güzel!” diye ilerliyorlardı; fakat karşıdan görünen büyük yolun heybetli ağaçları altına gelip çayır, bütün genişliğiyle önlerine serildiği zaman sonsuz bir hayret ve memnuniyet hissettiler. Bu, dalgaların akışıyla serilen bir deniz enginliği ve büyüklüğüyle rüzgârın önünde dalgalanan çayır onları etkiledi. İlk hisleri, memnuniyetin verdiği büyülenmenin getirdiği şaşkınlık oldu.

Çayırların içinde yürümek, otların arasında yuvarlanmak ihtiyacıyla titreyerek baharın bütün bolluğu, yeşillik ve kokusu içinde kendilerinden geçmiş olarak mutlulukla ilerledikçe derenin öbür tarafındaki tepelere doğru çayırın yeni ufuklarını görüyorlardı. Bunlar; orada küçük bir tepe, berideki çayırın arasında kıvrılan ve sonra ağaçların içinde kaybolan küçük bir yol, birbirinin omzundan bakan küçük setler, dere boyunu gölgeleyen söğütlerdi. Dere, orada hışırtısıyla, burada damlaların serpintisiyle sakinleşiyor, akıyor; bazen otların arasından fısıldıyor; sonra derinleşerek, sessizlik içinde aktığı fark edilmeyerek sanki düşünüyordu. Bazen, zevkli bir ahenkle çağlayan bir kurbağanın aralıksız ötüşünden sonra bu sessizliğin içinde, bir tek ah gibi yükselip susan sesler oluyordu. Çayırın asıl otları arasında bu yeşil zemin üstüne nakşedilmiş papatyaların; sarı, mor, kırmızı çiçeklerin birbirine karışan renkleri ara sıra yalnız bir renge bürünerek küme küme orada hep beyaz, burada hep mor, ötede hep sarı dalgacıklarla köpürüyor; dere kenarı damla damla ağlayan söğütlerin yeşil gölgeleri altında parlak yeşil çimenlerle bir seccade gibi seriliyordu.

Süreyya: “Oturalım,”dedi.

Necib: “Yatmalı,” diye söylendi.

Doğrusunu isterseniz, coşan duygularının etkisiyle haykırarak bu otlara, bu topraklara karışmak istiyor, bir türlü karşı gelemediği bu istekle azap çekiyordu. Kendisini en çok hayran bırakan güzellikler karşısında daima hissettiği ezilmek, ölmek arzusu şimdi daha kuvvetli, daha dayanılmaz bir inatçılıkla onu eziyordu.

Suad, şemsiyesine dayanarak ahenkli bir tavırla yürürken onun, kocasının koluna yaslanan vücudunu görüyor; her yerde, her zaman, aynı özlem ve vefayla bir kadının eksikliği ve ateşiyle titreyerek inlemek, düşüp ölmek istiyordu. O, her aşkta zehirlenmişti; önceden kendini bir kere görmek için canını feda etmeye razı bir iki kadın; parası mı, yoksa kendisi için mi teslim olduklarında tereddüt ettiği birkaç kız; hayvan gibi gelip ayaklarının altına, gençliğinin önüne yatan dört beş kadın… Hep öyle hürmetsiz, nefret ve aşağılama veren aşklar olmuştu. Sonra “Evlenmek mi?” diyordu. Tanımış olduğu kadınların dördü mü, beşi mi kocalıydı. Bunların kendisinde bıraktığı etkileri düşünerek, “Evlenmek!” diye omuz silkiyordu.

Çayırın ta öbür ucundaki taş köprüye kadar ilerlediler, orada önlerine başka bir yol, yine gölgeli bir yol çıktı. Suad: “Aman biraz da buradan,” dedi. Bu, Tokat’a gidiyordu. Necib, bu yolu, sonundaki büyük ormanı tarif ederek bir kere buralara geldiğini anlatıyordu. Etraf, hep bahçeydi? İspinozlar, burasını neşeleriyle doldurmuştu. Yanlarından sessizce geçen rüzgârın yapraklarla öpüşmesinin şarkısı duyuluyordu.

Döndüler, oradan geçen bir adama derenin öte tarafındaki yolu sordular, onun gösterdiği yerden geçtiler. Bu, derenin öbür sırtında, otların arasında kaybolmuş bir patikaydı ki, küçük söğütlerle belli oluyordu; yanı başından ince, bir kuş gibi öten ince bir su akıyordu. Burada çayır; yolun iki yanındaki ağaçların büyüklüğü, derenin yılan gibi kıvrılıp bükülen şeridi, çayırın bütün renk ve dalgacık olan yüzüyle baygın baygın serpiniyordu.

Onlar coşkudan coşkuya, sevinçten sevince geçip neşelerinden kuşlar gibi cıvıldadıkça Necib, birçok zaman kendisini çok konuşturan üzüntüsünün ve acısının ara sıra yaptığı gibi sessiz ve karanlık, ruhunu ezen o acıklı can sıkıntısı içinde çok bahtsızdı. “Ya ben! Ben ne yapayım?” Ah, niçin o daima böyleydi? Dünyada sakinliğin ve rahatın hep kuruntu olduğunu görüp kendini üzen şeylerin de hep kendi hayalinin, kendi dileğinin icatları olduğunu düşünerek kendisine, ruhuna karşı bir şey yapamadığından, kendini iyi etmek için bir çare bulamadığından deliren bir hiddet ve öfke hissediyordu. Önce, birden uçmak için gökyüzünü yeterli bulmayan bir anlayışla, hayallerle, yüksek bir istekle, saf bir istekle boğulur; o zaman bir hiç için canını verecek hale gelirdi. Fakat sonra yine o hiçlerden biriyle uçma arzusu tamamen yaralanır, her şiiri bir yara yapan inceleme duyguları uyanır; hayatın, dünyanın, insanların, ruh ve kalbin ne olduğunu soğukkanlı, kendine karşı bile düşmanca olan bir damla şiire yenilmeyerek arzularının ne iğrenç, isteklerinin ne gülünç, başarılarının ne miskin, mutluluklarının, neşelerinin ne kadar süslü olursa olsun ne kirli olduğunu düşünmekten doğan ümitsizlik ve bezginlikle harap olur; sisli, küflü kalırdı.

Ah, ruhunu heyecanla ara sıra ürperten o masumluk ve anlayışa her zaman meyledebilseydi. Herkes gibi o da hayatı sade, ilk renkli masum gözlerle görseydi…

Hayat, onu kollarının arasına alıp tırnaklarıyla, dişleriyle paralayarak bu hale getirmemiş olsaydı…

“Oysaki” diyordu. Evet, bilirdi ki ona sakinlik ve anlayış ne kadar gerekliyse fırtınaya, karanlığa, bilinmezlere de ruhunda öyle derin bir özleyiş vardı. Bu sessizlik dönemlerinden sonra şimşek ve yıldırıma, düşüncesizce hareket etmeye ve gevşekliğe de muhtaç olacağını bildiği için başını eğerek, “Oysaki” diyordu. Şimdi, tabiatın bu bereketli gelişmesi içinde, suyla şişkin toprakların, otların, çiçeklerin içe işleyen güzel kokularıyla bütün duyguları coşarak onu, ateşli bir arzuyla ihtirastan titretiyordu. Her şeyin böyle çiçekli, güzel kokulu olduğu, önünde böyle fısıldayarak giden bir karı koca bulunduğu bir zamanda, ruhunun ta derinliğinde titreyen acıklı bir istekle beğenmemekten, iğrenmekten, kadınsız geçen yoksun hayatının bütün verimsiz ihtiyaçlarıyla mutluluk isteğinin taştığını hissediyordu. Fakat onda diğer sebepleri işlemez bir hale sokan zihni, yine işlemeye başlamış; yine hücum etmiş, kendisi Süreyya’ya benzemediği için onlar gibi mutlu bir evlilik hayatı kurmuş olsa bile yine bir şeyler icat edeceğini; hem bu hayatın da kim bilir ne kirli, ne acı köşeleri bulunduğunu düşünmeye başlamıştı.

“Evet, kim bilir sizde de neler vardır? Uyuyan veya yazılmamış neler vardır?” diyordu.

Ah, eğer Suad ve Süreyya arkalarından bastonuyla otları kırbaçlayarak gelen, ara sıra birkaç sözle konuşmalarına katılmak ya da gördükleri şeyler hakkında bir düşüncesini söyleyen, hatta şen görünen Necib’in ruhundan neler geçtiğinden şüphe etselerdi, onu ne kadar iğrenç bulurlardı ve Necib, işte kendisi de kendinden iğreniyor ve onu, asıl bu azaba sokuyordu. Yine, zihninin sesini yükselterek, “Ama herkesin hayatında da böyle başkalarının iğrenç bulacağı anlar vardır,” demek istiyordu; fakat onu öldüren herkesten çok, kendisinin kötülüğüydü. Kendine hürmet edememek kadar ona azap veren bir durum yoktu. Kendinden korktuğu, ruhunun karanlığından ürkek bir iğrenme duyduğu zamanlar, “Ah, ne kirli bir bilmeceyim!” diyerek kendisindeki bu iki ruhu, bu bazen hep mavi ve saf; fakat çoğunlukla böyle kanlı, kirli maneviyatları düşünür; içinde, kendine sürekli, “Canavar!” diye seslenen bir vicdan bulurdu. Etrafında hep kötülükler, hayvanlıklar görmesi bunları kendinde bulmak kadar onu öldürmüyordu. Kendisi, yüceliklere o kadar tutkun olduğu halde bu kötülüklerden el çekemezse başkaları ne olur, diye düşünerek kendinden kaçmak ister; masumluk, hayvanlıkla zincirlenmiş gibi, Necip’te daima boğuşur; yapmadan önce, yaparken ve hele sonra ateşler içinde yanmadan başkalarının doğal bir akışla yaptığı adi kötülükleri bile yapamazdı.

Suad, birden döndü, “Susuyorsunuz siz,” dedi.

Necib, bir yalan bulmak için sıkılarak, “Şu yola bakıyordum,” dedi, sonra ekledi, “Galiba gelirken gördüğümüz küçük tepeye çıkıyor… Neydi o, Serviburnu mu diyorlar, ne diyorlar?”

Suad, şemsiyesiyle göstererek, “Şurası mı?” diye sordu. Süreyya, kopardığı bir çiçeği ceketinin iliğine iliştirmekle meşgul, “Ha, Serviburnu!” dedi. “Gidelim mi? Zannederim daha zaman var.”

Ve oraya çıktıkları zaman rüzgârın sönmüş, denizin gümüş bir gevşeklikle bayılmış olduğunu gördüler; zeminin dalgaları dağıldıkça içeri doğru tepeler, gittikçe sıralanan bayırlar, sonra dağlar meydana çıkıyor ve her noktası tatlı yeşil bir çimenle baştanbaşa örtülü görünüyor; oradan ta Hisar’a, Kaplıca’ya kadar görünüyor, ikisi arasında akan mavi suların dumanları içinden Boğaz’ın bu kıyılarında kıvranarak dolanan yol, fark ediliyordu. Güneş, Tarabya’nın üstünde, bir aynada görünüyormuş gibi göz kamaştıran ateş beyazıyla bir güneş değil; sınırsız, şekilsiz bir cehennem levhası gibi ufku bekliyordu. Kıyıdan geçen bir römorkun ağır adımının sesi sayılıyor; ılık hava nefessiz, dalgasız uyukluyordu.

Suad, biraz yüksek olan kenara yaklaşmış, “Oo!” dedi. Hepsi oraya gitti. Sığ sahilde kaya parçalarını gösterdi. Buranın camgöbeği kumları üstünde denizin kıvrımları gümüşlenerek parlak çizgilere dönüşüyordu. Dibindeki en ufak taşlar bile elle gösterilerek, sayılacak kadar berrak olan deniz; yeşili gitgide mavileşerek uzuyor, kırmızı rengiyle denizi boyayan dubadan sonra karşı sahile gittikçe kâh yeşil kâh mor kâh mavi olarak uzuyordu.

Suad, gülerek ve burundaki taşları, suyun altında görünmeyen kayaları göstererek, “İşte şurası tehlike burnu,” dedi. “Bütün gemiler Boğaziçi’nin dehşetli fırtınalarında buradan korkarlar.”

Necib sordu: “Acaba sandallar da mı?”

Süreyya, karşıdaki Büyükdere rıhtımının önünde durularak, dere gibi sahilin bütün binalarını koynunda aksettiren denizden başını çevirerek, bakıp güldü:

“Galiba yalnız sandallar, hatta durgun havada bile… Zannederim asıl durgun havalarda… Baksanız ya!”

Eliyle geniş bir hat çizerek bir dalgasız denizi, bir rüzgârsız gökyüzünü gösterirken Suad gülüyor, Necib’e bakıyordu, “Gemici bey keşif yapıyor, harita çizecek olmalı…”

Süreyya omuzlarını kaldırdı, “Unutuyorsunuz ki sandal yürümek ve bizi taşımak için rüzgâra muhtaçtır. Şimdi nasıl gideceğimizi düşünün. Bakınız, puf yok.”

Suad dudak büktü, “Kürekleri siz çektikten sonra… Çünkü dünya şahittir ki bu işin içinde hiç suçsuz iki kişi varsa Necib Bey’le benim.”

Süreyya düşünüyor, bir karar veremiyordu. Sonra dedi ki: “Buradan kürekle Tarabya’ya geçer, oradan bir arabaya bineriz; sandalı da bırakırız. Yenimahalle’ye ağır ağır gelsin.”

Necib, başını sallıyordu. Acaba akıntı müsaade edecek miydi? Tarabya’ya geçmek için galiba biraz yükselmek gerekirdi. Ya sonra?

Suad gülüyor, “Gemici bey akıntıyı unuttu,” diyor, Süreyya’nın fikrini savunmak için söylediği sözleri gürültüye, haksızlığa boğmak için uğraşıyordu.

Süreyya haykırarak, “Yenimahalle’ye kadar çıkmak daha kolay değildir ya!” demek istiyordu. Sonra karar verildi ki bu sahilde sular yukarı olduğu için yükselecekler, oradan Yenimahalle’ye kürekle geçeceklerdi.

Suad, şemsiyesini sallayarak, “Herhâlde şimdiden sandala gitmeliyiz, yoksa bu gidişle galiba yemeği denizde yiyeceğiz.”

Sonra yürürken kocasının koluna girip eliyle şurada burada rüzgârla atılmış kalmış, tül dalgalar gibi olan dumanları göstererek ve gizli bir sesle sokularak, “Bunlardan korkmuyor musunuz?” diye sordu.

Süreyya bu sesten, bu sokuluştan memnun, “İşte, kadınların gemiciliği bu kadar olur,” diye eğlendi, “Onlar sadece ağırlık vermeyi bilirler, hele yorgun olurlarsa… Başka çare yok Suad, gemici karısı gemici olmalıdır. Yoksa ben kürek çekerken sadece misafir olmayı elbet sen de istemezsin.”

“Eğer gemicilik, rüzgârsız kalıp geceyi denizde geçirdikten sonra yağmura tutulup hastalanmaksa…”

Süreyya gülerek, “Ah kadınlar!” dedi. “Eksik söyledin Suad, bir kere gelecek belâlardan söz ettiniz mi merdiven gibi yükselerek arkası gelmez. Hasta olmak, yataklarda sürünmek, hortlamak… Sonra… Ne bileyim, gebermek demeliydin; Allah, insanı sizin elinize düşürmesin, hele dilinize hiç!”

Suad, kolunu kurtararak ve şuh bir gülüşle dişlerini göstererek, “Elimize mi, dilimize mi?” diye tekrar etti. “Bizim elimize ha! Ama bizim elimiz olmasaydı siz ne olurdunuz bilir misiniz?”

Süreyya, şüphe duyarcasına başını sallayarak sordu. Suad, saydığı şeyleri anlatmak için küskünlüğünü yüzünde göstermek isteyerek, “Şu burundaki kayalar kadar vahşi, somurtkan, sümsük…”

Süreyya kahkahalarla gülerek, “Aman neler, neler…” dedi; sonra ciddiyetle döndü, “Ya siz?” dedi. “Ya siz, ya siz?”

Karı koca tekrar yan yana geldiler. Necib, onların söylediklerine artık dikkat etmeyerek kendi kendine: “Evet sizin elleriniz,” dedi. “Ben de onun için mi böyle vahşiyim acaba?” Sonra başını sallayarak, “Beni bu hale getiren sizin elleriniz, o sisin örülüşündeki nezakete, zarafete bakarak insanın ağlamak istediği güzel kadın elleri değil mi?” diye düşünüyordu; fakat acaba harap eden eller olduğu gibi şifa, hayat veren eller de var mıydı?

Sonra Suad’a bakarak içinden, “Acaba senin ellerin gibi yüce eller bu yaraları sarabilir mi?” diye sordu. Eğer Süreyya da kendi gibi hayat yaralısı olsaydı Suad gibi bir kadın, öyle bir yarayı tedavi etmekte etkisini gösterecekti; fakat Süreyya kendini neşelerinde, mutluluklarında bile öldüren o hastalığın zehrinden kurtulmuş bir ruh; temiz, habersiz bir ruhtu.

Suad, birdenbire durdu, kocasıyla konuştuğu söze devam ederek yanlarına gelmesini bekledi, “Allah aşkına Necib Bey!” diye iddialarına katılmasını rica etti. “Erkekler mi olmasa kadınlar fena olurdu, kadınlar mı olmasa erkeklerin hali yaman olurdu?” Bunu soruyor, cevabını merakla bekliyordu.

Necib, gülerek dedi ki: “Bütün fikrimi söylememe izin verir misiniz Suad Hanım? İkisi de olmasa daha iyi olurdu; fakat şimdi mademki ikisi de var, ona göre fikir vermeli. Erkeğine, kadınına göre çeşitli fikirler verilebilir. Erkekler var ki olmasalar iyi olmazdı; fakat kadınlar da var ki, olmasalar hiçbir şey olmazdı. Acı da mutluluk da.”

Suad, Süreyya’ya dönerek, “Gördün mü?” dedi.

Necib devam etmek istedi, “Fakat sonra öyle kadınlar da var ki…”

Süreyya, gülerek Suad’ı zorluyordu, “Devamı var, devamı var… Onu bekle,” dedi.

Onlar iddialarına devam ederek, gülüşerek haykırarak devam ediyorlardı, Necib arkada sersem, perişan gidiyordu. Kadınlar… Onların hepsinden şüphe etmek… “Ah, ihanet!” diyordu; şimdi, daha şimdi Suad’ın kendine bakan gözlerindeki derin, uçsuz bucaksız temizlik, saflık; kendi kirli hayalinin bile bir leke göremediği o temiz saf yüz onu eritmiş, ruhunu ezmişti.

“Bu bakış, dünyada bana böyle bakanlar da var? Ah, bana böyle bir bakış, bana böyle bir yüz! Ben kurtuldum,” diye inliyordu.

O zaman bazen ilk tazeliğindeki gibi bir Necib olup hayallere daldıkça düşündüğü ruhunun kadınını, arzuladığı kadını hep mükemmel olarak ortaya çıkardığı o genç kızı düşünmeye başladı. Bütün hayallerini güzelliklerle süslediği halde, ona bu kadar saf ve ince, bu kadar pak ve nurlu bir bakış verememişti. Suad, elbette onun kadar güzel, onun kadar mükemmel olmadığı halde bile hayalinin yetişemediği güzelliğe sahipti. Onun ruhunun ne kadar, ah ne kadar temiz olması gerekirdi.

Şimdiye kadar böyle kendini saflığıyla, sessizliğiyle ve yumuşaklığıyla, iyiliğiyle etkileyen gözler görmediğini düşünerek, “Ya, nerede göreceğim?” diyordu. Hep tanıdığı kadınları düşündükçe ya sefaletin sürüklediği, namusları pahasına servet ve tantana içindeki kızları ya da salon hayatının çeşitli sebeplerle solmuş evli kadınlarını görüyor, “Pislik içinde temizlik aramak… Bulunmayacağı belli olan yerde inci avlamak,” diye gülüyordu.

Böyle yüce meyillerle, kocasına bağlılığıyla temiz ve aydın kalmış kadınların ne kadar nadir olurlarsa olsunlar niçin bulunmayacağını kendi kendine soruyordu. Sonra şüphe, tırnaklarını tekrar çıkarıyordu: Namus ve saflık hakkında bir sürü yıkıcı teorileri vardı ki bir kısmı düşündüklerinden, bir kısmı gördüklerinden oluşan şeylerdi, bunları uygulamak istiyordu. Ve böyle saflığın ve melekliğin mümkün olmasını, bunun kendine rastlamayacağını kabul ettiği halde de bu temizlik ve sessizlik içinde, ruhundaki ne olduğunu bilmediği gizli ihtiyaçla ne yapacağını düşünüyordu.

Suad, birdenbire yine döndü, “Canım, siz hâlâ susuyorsunuz,” dedi.

Bu, sandalın iskelenin yanında göründüğü zamandı. Süreyya ilerlemiş, sandalcıya işaret etmişti. Arkadan Necib’le Suad rastgele konuşarak gelirken, Süreyya’nın sandala atlayıp yelkenlerle, iplerle meşgul oluşuna bakıyorlar, gülüyorlardı.

Suad, Süreyya’ya seslenerek, “Boşuna, bey, boşuna!” dedi. “Herkes cezasını çekmeli… Küreklere sarılmaktan başka çare yok!”

Necib sandala girmek için Suad’a yardım ederek, “Hava bu kadar durgun olunca onu galiba hepimiz yapacağız,” dedi.

Palamarları çözdüler, sandalcı kancayla rıhtıma dayandı. Yelken, dalgalanarak sandal denize açıldı ve ilk hız geçtikten sonra durdu.

Süreyya gülerek, “Çala kürek bakalım… Suad, sen de dümene geç,” diye kürek çekmeye başladı.

Suad, başını sallayarak ve dümeni kullanmak için şemsiyesini güvenli bir yere bırakmaya çalışarak, “Şemsiyemi koymak için yer bulmak mümkün değil ki!” dedi.

Kürekler o kadar büyüktü ki kolay idare edilmiyordu. Süreyya bunlarla uğraşırken, “Kürek çekmiyorsun ya şükret!” dedi.

Sandal, ağır ağır ilerledi.

Suad birdenbire, “Oh, bakınız!” dedi; güneş Büyükdere koyunun üstünde hafif dumanlar arasında kırmızı bir billûr gibi, heybetli bir şekilde kararıyordu. Etraflarını serin bir deniz havasının keskin kokusu sarmıştı; deniz, uzakta bir pervane sesiyle homurdanıyor, arkalarında Tarabya’ya doğru bir gümüş parlaklığıyla yumuşak, sevimli dalgacıklarla akıyordu. Tekrar kürek başladı, Süreyya ara sıra Suad’a dümeni anlatıyordu. Suad: “Böyle mi?” diye söz dinliyordu; Servi burnuna kadar böyle yükseldiler. Necib: “Tam on sekiz dakika!” dedi. Biraz daha gayret ettiler.

Suad: “Siz gurubu görmüyorsunuz ki…” dedi. Şimdi, Büyükdere koyu ateşli bir cilayla kadifelenmişti; güneş, Bentlerin vadisi üstüne iyice inmiş, köşe bucağı dumanla, karanlıklarla dolu olan yeşilliklerin üstünde dumanlarla boğuşarak kana bulanmış, bulutlara karışmış, titreyerek batıyordu.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Romandaki saatler alaturka (ezani) saattir.

2

Asma filizi biti veya asma uyuzu. Toprakta yaşayan filoksera zararlısı asma köklerini emerek beslenmektedir.

3

Kalem: Devlet dairesi

4

Acuze (Ar.) : Güçsüz, çok yaşlı kocakarı

5

Adieu (Fr.) : Hoşça kal

6

İstanbul Boğazı’nın, Avrupa Yakası’nda karaya yaptığı en büyük girintilerden biridir. Koyun kıyılarında kendisiyle aynı adı taşıyan Büyükdere, kuzeyinde Çayırbaşı, güneyindeyse Kireçburnu semtleri yer alır.

7

Mesar Burnu ya da Mesarburnu, İstanbul Boğazı’nda kıyının denize doğru yaptığı küçük çıkıntıdır. Bu burun ile Yenimahalle arası Sarıyer ilçesinin merkezini oluşturmaktadır. Bu burnun sırtlarında yer alan bir Rum Mezarlığı nedeniyle Mezarburnu denilmiş, bu isim zamanla değişerek Mesarburnu olmuş ve günümüze kadar bu isimle gelmiştir.

8

La Traviata, Giuseppe Verdi’nin bestelediği Francesco Maria Piave’nin librettosunu yazdığı üç perdelik opera eseri

9

Osmanlı döneminde şehrin su ihtiyacını karşılamak için çeşitli zamanlarda değişik kişilerce yaptırılmıştır.Belgrad Ormanlarının içinde altı tane bent bulunmaktadır.

На страницу:
5 из 6