Полная версия
İçinde biner dinar para olan keseler taşıyan kölelere parayı vezire vermelerini söylerim. Bin dinar kızı için başlık parası, bin dinar da benden kendisine hediye olarak ki cömertliğimi, zenginliğimi, ruhumun yüceliğini ve dünya malının benim nazarımda ne kadar önemsiz olduğunu görsün. Onun bana söyleyeceği on söze karşılık iki kelime cevap veririm. Sonra evime dönerim. Gelin tarafından biri yanıma geldiğinde ona hediyeler ve para veririm. Olur da bana hediye getirirlerse reddeder ve iade ederim ki böyle bir şeye tenezzül etmeyecek kadar gururlu olduğumu anlasınlar. Böylece statümü ve konumumu belli etmiş olurum. Bunu yaptıktan sonra da düğün gecesini belirler, evimi gösterişli bir şekilde süslerim. Gelin geldiğinde ise en güzel kıyafetlerimi giyer, altınla süslenmiş yatağıma otururum. Dirseğimi bir yastıkla destekler, sağa ya da sola dönmeden direkt önüme bakarım. Ay yüzlü güzel karım, en güzel kıyafetleriyle karşımda durur. Bense azametimden ve soyluluğumdan dolayı o bana şunları söylemeden dönüp bakmam: ‘Ah efendim, ben sizin karınız, hizmetçinizim. Bana bir bakış lütfedin. Karşınızda durmaktan yoruldum.’ Sonra önümde yeri defalarca öper, ben de bunun üzerine gözlerimi kaldırır, şöyle bir bakar, sonra tekrar önüme dönerim. Daha sonra onu gelin odasına getirirler, ben bu kez daha da güzel bir kıyafet giyerim. Gelini ikinci kez getirdiklerindeyse bana defalarca yalvarmadan dönüp bakmaya tenezzül etmem. Bu kez de gözümün ucuyla şöyle bir bakar, kafamı yere eğerim. Düğün bitinceye dek böyle devam ederim.
Böyle böyle bir zaman sonra harem ağasına bana beş yüz dinar getirmesini emrederim, sonra parayı gelin alayına bahşiş olarak verir, beni gelin odasına götürmelerini emrederim. Beni onunla baş başa bıraktıklarında ne bir söz eder ne de dönüp yüzüne bakarım. Kendisini hor gördüğümü anlasın diye yanı başında duvara bakar dururum. Ne kadar büyük olduğumu anlamasını sağlarım. Sonra annesi yanıma gelip başımı, ellerimi öperek bana şöyle der: ‘Kızım sizin cariyenizdir, zavallı sizden iyilik bekler durur, kırık kalbini onarın!’
Bense ona cevap vermem, o da bunu görünce ayağa kalkar, ayaklarımı öpmeye başlar ve şöyle der: ‘Ah efendim, benim kızım gerçekten de çok güzeldir. Hiçbir erkeğin eli eline değmemiştir. Eğer siz onu umursamamaya devam eder, ondan yüz çevirirseniz kalbi çok kırılır. Onunla biraz ilgilenin ve onu rahatlatın.’ Sonra ayağa kalkar ve bir kadeh şarap getirip kızına şöyle der: ‘Al bunu ve efendine götür.’ Fakat ben onu öylece ayakta bekletirim. Dirseğimi altınla süslü bir yastığa dayar, öylece durur, geriye yaslanırım. Böylelikle o da benim ruhumun ne kadar asil olduğunu anlar ve benim bir sultan olduğumu düşünür.
Sonra bana şöyle der: ‘Ah efendim, Allah aşkına, kölenizin elinden bir kadeh şarap için! Gerçekten de ben sizin cariyenizim.’ Fakat ben onunla konuşmam. O da ısrar eder: ‘Bunu içmelisiniz.’ Ben de onu yumruklar ve tekmelerim.
Böyle böyle hayal kurarken bir anda kardeşim sahiden tekmesini savurmuş ve tepsiyi yere düşürmüş. İçindeki bütün eşyalar paramparça olunca kendi kendine:
İğrenç, zavallı ben… Bütün bunlar kibrimden dolayı başıma geldi! diyerek ağlayıp sızlanmış.
Sonra, yüce kumandanım, kendini hırpalamaya, üstündekileri parçalamaya ve dövünmeye başlamış.
Cuma namazı için toplanmış halk, zavallıyı görmüş. Bir kısmı ona acımış, bir kısmıysa hiç dikkate almamış. Elinde avucunda ne varsa kaybettiğinden hüngür hüngür ağlıyormuş. Sonra, misk kokuları sürünmüş güzel bir hanım yanına gelmiş. Kadın altından eyeri olan bir katır sürüyor ve birkaç muhafız eşliğinde yol alıyormuş. Kırık cam parçalarını ve kardeşimin ağladığını görünce yufka yürekli kadın ona acımış. Başına ne geldiğini sormuş. Kadına, kardeşimin hayatını kazanmak için cam eşya sattığını fakat eşyalarının kırıldığını söylemişler:
‘İşte başına gelenleri görüyorsunuz.’
Kadın muhafızlarından birini çağırmış ve ‘Elinizde ne varsa bu zavallı adama verin!’ demiş.
Adam da kardeşime içinde beş yüz dinar bulunan bir kese vermiş. Keseyi alan kardeşim, sevinçten bayılacak gibi olmuş ve kadına dualar etmiş. Sonra evine zengin bir adam olarak dönmüş. Kendi kendine sevinip dururken biri kapısını çalmış. Kapıyı açtığındaysa daha önce hiç görmediği yaşlı bir kadını görmüş.
‘Ah oğlum…’ demiş kadın. ‘Biliyorsun namaz vakti yaklaştı ve ben daha abdestimi almadım. Acaba rica etsem burada abdest alabilir miyim?’
Kardeşim, ‘Tabii, buyurun!..’ demiş.
Kadına kendisini takip etmesini söylemiş ve ona abdest alabilmesi için bir ibrik getirmiş. Sonra beline bağladığı kesede duran dinarları düşünerek sevinçle oturmuş.
İhtiyar abdestini alıp namazını kılmış ve kardeşime hayır duaları okumaya başlamış. O da kesesinden iki dinar çıkarmış ve kadına vererek şöyle demiş:
‘Bunlar benim gönlümden koptu.’
Kadın altını gördüğünde bağırmış:
‘Aman Allah’ım! Seni böylesine seven bir kadına sen ne yaptın? Paranı geri al, benim ihtiyacım yok. İstersen onu camların kırıldığında sana veren kişiye geri götür. Eğer onunla birlikte olmak istersen seni onunla tanıştırabilirim. Kendisi benim hanımım olur.’
‘Ah anneciğim!’ demiş kardeşim. ‘Onunla nasıl birlikte olabilirim ki?’
Kadın, ‘Ah oğlum, onun sana meyli var. Fakat kendisi zengin bir adamın karısı. Şimdi parayı al ve beni takip et. Ben de seni istediğine kavuşturayım. Yanına gittiğinde onu ikna etmeye ya da tatlı sözler söylemeye çalışma. Gözüne girebilmek için tüm parayı ona ver.’ demiş.
Kardeşim kadını takip etmiş, başına gelen harika şeylere inanmakta güçlük çekiyormuş. Kadın ara vermeden yürümeye devam etmiş; tabii kardeşim de kadını takip etmeye… Sonunda kocaman kapısı olan bir eve gelmişler. Kadın kapıyı çaldığında kendilerini Rum bir köle karşılamış. Yaşlı kadın kardeşimi kaliteli halılarla ve perdelerle döşenmiş büyük bir salona götürmüş. Kardeşim rahat bir koltuğa henüz oturmuş ki daha önce hiçbir gözün görmediği güzellikte genç bir kadın yanına gelmiş. Kadının üzerinde şaşaalı kıyafetler varmış. Kardeşim ayağa kalkınca kadın ona gülümsemiş ve:
‘Hoş geldin!’ deyip oturmasını işaret etmiş. Sonra kapıyı kapatmalarını emretmiş ve kardeşimin elinden tutup onu çeşitli mobilyalar ve altınlarla süslü bir odaya götürmüş. İkisi bir süre oturmuşlar ve kadın bir süre kardeşimle oynaşmışlar. Sonra kadın ayağa kalkıp:
‘Ben gelinceye kadar yerinden kalkma.’ demiş ve ortadan kaybolmuş.
Bu arada elinde kılıç tutan iri cüsseli zenci bir köle, kardeşimin yanına gelmiş ve ‘Allah seni kahretsin! Buraya nasıl geldin ve ne istiyorsun?’ demiş.
Kardeşim korkudan ona cevap verememiş. Bunun üzerine zenci, kardeşimin kıyafetlerini çıkarmış ve onu kılıcının keskin olmayan tarafıyla dövmüş; ta ki zavallı yere düşüp bayılıncaya kadar. Lanet olası zenci, kardeşimin ölmek üzere olduğunu düşünmüş ve şöyle bağırmış: ‘Tuz nerede kız!’ Bunun üzerine hizmetçi, koca bir tepsi tuz getirmiş. Köle de tuzu kardeşimin yaralarına sürmeye başlamış. Fakat kardeşim ölü olmadığını anlayıp kendisini öldürünceye kadar döver korkusuyla sesini çıkarmamış.
Sonra tuzu getiren kız gitmiş ve köle tekrar bağırmış: ‘Bodrum bekçisi nerede?’
Bunun üzerine yaşlı kadın gelmiş ve kardeşimi bir bodruma sürükleyip onu birkaç ölü adamın yanına fırlatmış. Kardeşim bu yerde tam iki gün kalmış. Allah da kardeşime yardım etmiş. Şöyle ki üzerine döktükleri tuz, zavallının akan kanını durdurmuş.
Kardeşim hareket edebilecek kadar güç kazandığında ayağa kalkıp korkudan titreyerek kapıyı açmış ve sürünerek dışarı çıkmış. Allah’a şükürler olsun ki gün ağarıncaya kadar orada karanlıkta saklanmayı başarmış. Kocakarıyı yeni bir av ararken görmüş. Kadına fark ettirmeden onu takip etmiş. Sonra evine dönmüş ve yaralarını sarıp kendini iyileştirmeye çalışmış.
Bu arada yaşlı kadını izlemeye devam etmiş. Her defasında bir adama yaklaşıp onu eve götürdüğünü görmüş; fakat kardeşim hiçbir şey söylemiyormuş. Sağlığını ve gücünü yeniden kazanır kazanmaz paçavralardan bir çanta yapıp içine cam parçaları doldurmuş. Kendisi de Acem kılığına girmiş ki kimse onu tanıyamasın, kıyafetlerinin altına da bir kılıç gizlemiş. Sonra yaşlı kadının karşısına çıkmış, İran aksanıyla Arapça konuşarak ona şöyle demiş:
‘Hanımefendi, ben buralarda yabancıyım ve kimseyi tanımıyorum. Bin yüz dinarımı tartabileceğim bir yer biliyor musunuz? Zahmetinizin bedelini size öderim.’
‘Benim bir oğlum var, para işleriyle uğraşır. Onda her türlü tartı vardır. Şimdi sen benimle gel, işini halledersin.’
Kardeşim, ‘Siz yolu gösterin.’ demiş.
Kadın, kardeşimi eve götürmüş. Kapıyı daha önce gördüğü genç kadın açmış. Bunun üzerine yaşlı kadın gülümseyip sessizce ona, ‘Bugünkü enayiyi getirdim.’ demiş.
Sonra genç kadın, kardeşimin elini tutmuş ve onu daha önce gördüğü odaya götürmüş. Bir süre onunla birlikte oturduktan sonra ayağa kalkıp ‘Ben gelinceye kadar yerinden kıpırdama.’ demiş.
Sonra zenci köle elinde kılıçla kardeşimin yanına gelmiş ve ‘Ayağa kalk seni lanet olası!’ demiş.
Kardeşim de ayağa kalkmış, kıyafetinin altına gizlediği kılıcı çekmiş ve zencinin kafasını uçurmuş. Sonra cesedini bodruma götürmüş ve bağırmış: ‘Tuz nerede kız!’
Sonra hizmetçi kız bir tepsi tuz ile gelmiş. Kardeşimi elinde kılıçla görüp kaçmaya çalışmış fakat kardeşim onun da kellesini kesmiş. Kardeşim tekrar bağırmış: ‘Bodrum bekçisi nerede?’ Sonra yaşlı kadın gelmiş.
Kardeşim, ‘Benim kim olduğumu biliyor musun lanet olası cadı?’ demiş.
‘Hayır efendim.’ diye cevaplamış kadın.
‘Ben beş yüz dinarın sahibi olan adamım. Hani şu abdest almak için evine girdiğin ve tuzak kurup buraya getirerek ihanet ettiğin…’
Kadın, ‘Allah aşkına beni bağışla!’ diyerek ağlamış fakat kardeşim bunu umursamayarak onu kılıcıyla dörde bölmüş. Sonra, genç kadını aramaya koyulmuş. Kadın, kardeşimi gördüğünde kaçmaya yeltenmiş ve ‘Aman, bana merhamet et!’ demiş.
Kardeşim onun canını bağışlamış ve ‘Bu zenciyle neden evlendin?’ diye sormuş.
Kadın, ‘Ben bir tüccarın kölesiydim. Yaşlı kadın da beni ziyaret eder, bana hoş görünmeye çalışırdı. Bir gün bana gelip şöyle dedi: Evimizde çok güzel bir düğün var keşke sen de gelip eğlensen.
Başüstüne! dedim ben de. Sonra en güzel kıyafetlerimi giyip süslendim. İçinde yüz altın olan bir keseyi de yanıma aldım. Kadın beni buraya getirir getirmez de zenci beni yakaladı. Ben de şimdi böyle kocakarıyla birlikte fesatlık eder dururum.’
Sonra kardeşim ona, ‘Bu evde değerli eşya var mı?’ diye sormuş.
‘Çok fazla var hem de. Eğer taşıyabilirsen hepsi senindir.’
Kardeşim kadınla birlikte gitmiş. O da içinde para keseleri olan sandıkları açmış. Kardeşimin şaşırdığını görünce: ‘Şimdi git ve parayı götürebilecek birilerini getir. Ben burada kalırım.’ demiş.
Kardeşim de gitmiş ve on tane adam kiralamış fakat geri döndüğünde kapıyı açık bulmuş. Kadının, ufak tefek eşya ve az miktarda para dışında her şeyi götürdüğünü görmüş. Bunun üzerine kadının kendisini kandırdığını anlamış, sonra dolapların kapılarını açmış ve içlerinde ne var ne yok almış. Paranın kalanını da alarak evde hiçbir şey bırakmamış. Geceyi keyifle geçirmiş fakat sabah olduğunda yirmi kadar askerin kapısında olduğunu görmüş. Kardeşime, ‘Vali seni görmek istiyor!’ demişler.
Kardeşim evine dönmesine izin vermeleri yalvarmış. Adamlara para bile teklif etmiş fakat onlar teklifini reddedip onu bağlayarak götürmüşler. Yolda giderken kardeşimin bir arkadaşına rast gelmişler. Adam, kumandanın eteğine yapışmış ve affedilmesi için yalvararak onu kurtarmaya çalışmış. Ona ‘Vali bu adamı kendisine götürmemizi emretti. Biz de onun dediğini yapıyoruz.’ demişler.
Kardeşimin arkadaşı, onu bırakmaları için ısrar ederek onlara beş yüz dinar teklif etmiş ve ‘Valiye gittiğinizde onu bulamadığınızı söylersiniz.’ demiş fakat onlar, adamın sözlerini dinlememiş, kardeşimi sürükleyerek götürmüşler.
Vali, kardeşime sormuş: ‘Bu parayı ve eşyaları nereden buldun?’
‘Yalvarırım bana acıyın!’
Kardeşim, yaşlı kadınla yaşadıklarını, genç kadının kaçışını başından sonuna kadar anlatmış ve sözlerini şöyle bitirmiş:
‘Elimdeki paradan istediğiniz kadar alın. Ben kalanıyla geçinmenin bir yolunu bulurum.’
Fakat vali elindeki tüm parayı ve eşyayı almış. Sultanın kulağına gider korkusuyla da kardeşime, ‘Bu şehirden git. Yoksa seni asacağım.’ demiş.
‘Başüstüne!’ demiş kardeşim ve başka bir şehre gitmiş. Yolda eşkıyalar onu yakalamış ve üstünü başını parçalayıp bir güzel dövdükten sonra zavallının kulağını kesmişler. Ben onun başına gelenleri duydum ve onu bulup üstüne başına bir şeyler giydirdikten sonra gizlice şehre getirip yiyecek içecek parası verdim.”
Halife dinlemeye devam etmiş…
BERBERİN ALTINCI KARDEŞİNİN HİKÂYESİ
“Altıncı kardeşimin adı El-Şakaşık’tır yüce kumandanım. Kendisinin iki dudağı da kesiktir. Bir zamanlar zengin olan kardeşim, servetini kaybetti ve hayatını dilenerek kazanmaya başladı. Bir gün aylak aylak gezerken birden gözüne güzel bir malikâne ilişmiş dediğine göre. Evin yanında yüksek bir girişi olan bir tane daha bina varmış. Burada birkaç muhafız kapıda bekliyormuş. Kardeşim bir tanesine o evde kimin yaşadığını sormuş. Adam ona şöyle cevap vermiş:
‘Saray, Balmakilerden birinin oğluna aittir.’
Kardeşim onlardan sadaka istemiş; adamlar, ‘Büyük kapıdan içeri gir. Vezir Efendimiz sana istediğini verir.’ demişler.
Böylece kardeşim içeri girmiş ve uzun bir koridordan geçerek muhteşem güzellikte, mermer kaplı, zarif perdelerle döşeli, ortasında şahane bir bahçesi olan malikaneye varmış. Hangi yöne döneceğini bilemeden bir süre ayakta durmuş. Sonra ileride bir oda görmüş. Oraya doğru yürümüş ve içeride yakışıklı bir adam görmüş. Adam kardeşimi gördüğünde ayağa kalkmış ve ona: ‘Hoş geldin!’ demiş, ardından hâlini hatırını sormuş. Kardeşim yoksul ve sadakaya muhtaç olduğunu söylemiş. Bu sözleri duyan asil adam kardeşimle ilgilenmiş ve ‘Ne yani, benim olduğum bir şehirde sen aç mısın? Böyle bir rezilliğe tahammülüm yok benim!’ demiş.
Sonra ona birçok güzel yiyecek vadederek şöyle demiş:
‘Benimle kalıp yemek yemekten başka çaren yok.’
‘Ah efendim!’ demiş kardeşim. ‘Daha fazla bekleyemem. Gerçekten de çok açım!’
Bunun üzerine adam, ‘Haydi gel de elini yıka dostum.’ demiş.
Kardeşim elini yıkamak üzere ayağa kalkmış fakat ibrik ya da leğen görememiş. Ev sahibiyse elini görünmez sabunla ve görünmez suyla yıkamaya başlamış, sonra da şöyle demiş:
‘Masayı getirin!’
Fakat kardeşim yine hiçbir şey görmemiş.
Ev sahibi, ‘Bu eti yiyerek beni onurlandır ve lütfen utanma.’ demiş.
Sanki yemek yercesine elini sağa sola oynatmış ve kardeşime ‘Görüyorum ki çok az yiyorsun. Lütfen çekinme. Biliyorum ki açsın.’ demiş.
Kardeşim yer gibi yapmaya devam etmiş. Bu arada ev sahibi, ‘Şu ekmeğin güzelliğine ve beyazlığına bir bak!’ demiş.
Fakat kardeşim hâlâ hiçbir şey görmüyormuş. Sonra kendi kendine şöyle demiş:
Bu adam insanlarla alay etmeye pek meraklı.
Adama cevap vermiş: ‘Ah efendim, ben hayatım boyunca bu ekmekten daha güzel, daha beyaz, daha lezzetli bir ekmek görmedim!’ Ev sahibi, ‘Bu ekmek, beş yüz dinar karşılığında aldığım bir hizmetçi tarafından pişirildi.’ demiş. Sonra bağırmış: ‘Bize biraz daha et getirin, bol yağlı olsun!’
Kardeşime dönerek devam etmiş: ‘Allah aşkına söyle dostum. Hayatında bu etten daha lezzetlisini yedin mi? Lütfen hatırım için ye ve sakın utanma.’ Ardından tekrar bağırmış:
‘Bize hindi güveci getirin!’
Ve yine ‘Lütfen ye, sen açsın ve benim misafirimsin.’ demiş.
Kardeşimse yemek yer gibi çenesini oynatmaya devam etmiş. Bu arada ev sahibi sürekli farklı türlerde yemek getirmelerini söyleyip duruyormuş fakat ortada yiyecek hiçbir şey yokmuş.
Sonra tekrar bağırmış: ‘Bize fıstıkla doldurulmuş tavuk getirin!’
‘Lütfen ye, çekinme. Bu tavukları fıstıkla doldurttum. Hayatında böyle bir şey yememişsindir!’
‘Ah efendim, gerçekten de her şey çok leziz…’ demiş kardeşim.
Sonra ev sahibi, kardeşime yemek yedirir gibi elini oynatmış ve çeşitli yemekler getirmelerini emredip kardeşimin açlığının daha da artmasına sebep olmuş. Zavallı kardeşim bir parça ekmeğin bile hasretini çeker olmuş.
Ev sahibi, ‘Bu yemeklerden daha lezzetlisini yedin mi hiç?’ demiş.
‘Hayır efendim.’
‘Lütfen ye ve utanma.’
‘Gerçekten de karnımı doldurdum.’
Bunun üzerine ev sahibi tekrar bağırmış: ‘Bunları götürün ve bize tatlı getirin!’
‘Bu badem tatlısını ye. Gerçekten de çok güzeldir. Bu ballı gözlemelerse bir acayip. Lütfen ye. Hatırım için!’
‘Merak etmeyin yiyorum efendim.’ diye cevaplamış aç kardeşim ve tatlının içinde neler olduğunu sormuş.
‘Bu benim özel tarifimdir.’ diye cevap vermiş adam. ‘İçine bir miktar misk, bir miktar da esmer amber koydurttum.’
Bütün bu süre boyunca kardeşim, yemek yer gibi çenesini oynatıyormuş; ta ki evin efendisi ‘Bize biraz da kuruyemiş getirin!’ deyinceye kadar.
Adam sonra şöyle demiş:
‘Bu bademlerden, cevizlerden, fıstıklardan ye ve sakın utanma!’
‘Efendim, gerçekten de doydum. Daha fazla yiyemeyeceğim.’
‘Ah benim kıymetli misafirim…’ demiş adam. ‘Yiyeceklerde gözün kaldıysa ye. Aç durma!’
Kardeşim de ‘Ah efendim, bu kadar yemeği yiyip de aç kalmak mümkün mü?’ diye cevap vermiş ve kendi kendine şöyle demiş:
Bu eşek şakasından utanmasını sağlayacağım!
Ev sahibi: ‘Bize şarap getirin!’ demiş.
Âdeta kendisine şarap koyuyorlarmış gibi ellerini havada oynatıyormuş. Kardeşime bir kadeh vermiş ve ‘Bu kadehteki şarabı iç. Eğer beğenirsen bana söyle.’ demiş.
‘Ah efendim! Kokusu güzel ama ben en az yirmi yıllık olan şarapları içmeye alışkınım.’
‘Bunu bir dene sen. Emin ol ki hayatında bundan daha lezzetlisini içmemişsindir.’
‘Çok kibarsınız.’ demiş kardeşim ve elini içiyormuş gibi oynatmış.
‘Sağlığınıza!..’ demiş ev sahibi ve bir kadeh daha doldurur gibi yapmış.
Kardeşim, ev sahibine fark ettirmeden kolunu kaldırmış. Adamın ensesine öyle bir tokat indirmiş ki ev inlemiş. Sonra adama bir tane daha indirmiş. Ev sahibi bağırmış:
‘Ne yapıyorsun be adam!?’
‘Ah efendim…’ diye cevaplamış kardeşim. ‘Ben kölenize o kadar kibarlık gösterdiniz, evinizde ağırladınız, yiyecek bir şeyler verip sarhoş oluncaya kadar şarap içirdiniz ama ümit ederim ki bu cahilliğimi ve kabalığımı bağışlarsınız.’
Adam, kardeşimin sözlerini duyduğunda kahkahalarla gülmüş ve şöyle demiş:
‘Uzun zamandır insanlarla alay eder, kafa bulurum ama bütün bu eğlencelerime sabırla katlanan senin gibi birine daha hiç denk gelmedim. Seni affediyorum. Bundan sonra benim içki arkadaşım olacak, yanımdan hiç ayrılmayacaksın.’
Sonra hizmetçilerine sofrayı donatmalarını söylemiş ve alay ederken bahsettiği bütün yemeklerden getirtmiş. O ve kardeşim karınlarını doyuruncaya kadar yemişler. Yemekler bitince de içki salonuna geçmişler. Orada onları ay parçası gibi güzel genç kızlar bekliyormuş. Şarkılar söyleyip çalgılar çalarak kardeşimi ve yeni dostunu eğlendirmişler. İkisi de iyiden iyiye sarhoş olmuş. O kadar ki ev sahibi, kardeşime kırk yıllık arkadaşı gibi davranmaya başlamış. Böylece biraderime kardeş muamelesi yapıp ona bir siropa hediye etmiş ve onu kanı kaynamış.
Ertesi gün, ikisi de yiyip içip eğlenmeye devam etmiş. Böyle böyle yirmi seneyi beraber geçirmişler. Sonunda ev sahibi ölmüş. Sultan da adamın bütün mal varlığına el koymuş, kardeşimin elinde de ne var ne yoksa almış. Sonunda zavallı, beş parasız bir hâlde sokakta kalmış. Nihayet şehirden ayrılmış ve canı nereye gitmek isterse oraya gitmiş. Bir gün iki şehir arasında bir yolda yürürken vahşi Araplar onu yakalayıp bağladıktan sonra kamplarına götürmüşler. Orada ona işkence ederek ‘Canını kurtarmak istiyorsan paranı ver, yoksa seni öldüreceğiz.’ demişler.
Kardeşim ağlayarak ‘Allah biliyor ya ne gümüşüm ne de altınım var. Sizin esirinizim, ne istiyorsanız onu yapın.’ demiş.
Sonra liderleri olan bedevi, bir bıçak çekmiş. Öyle geniş, öyle iyi bilenmiş bir bıçakmış ki bir devenin boğazını rahatça kesermiş. Bu bıçakla kardeşimin dudaklarını kesmiş ve para istemeye devam etmiş.
Bu bedevinin güzel mi güzel bir karısı varmış ve kocasının yokluğunda kardeşimle beraber olmak istermiş fakat kardeşim ondan uzak dururmuş. Bir gün kadın, yine kardeşimi baştan çıkarmaya çalışmış ve kucağına oturmuş. Bir anda bedevi ortaya çıkmış. Onları bu hâlde görünce bağırmış: ‘Yazıklar olsun sana! Lanet herif! Benim karımı baştan çıkartırsın ha!’
Bir bıçak çıkarıp kardeşime saplamış. Sonra da onu bir deveye bindirip dağa götürerek orada bırakmış. Nihayet onu görüp tanıyan biri, kendisine yiyecek götürmüş ve bana haber göndermeye karar vermiş. Ben de gidip onu Bağdat’a geri getirdim ve hayatını idame ettirecek kadar para verdim.
İşte yüce kumandanım, altı kardeşimin hikâyesi böyle. Size bunları anlatmazsam benim onlar gibi olduğumu düşünürsünüz diye korktum. Şimdi biliyorsunuz ki altı kardeşime birden bakıyorum ve onlardan daha düzgün biriyim.”
Halifeye kardeşlerimin hikâyesini anlattığımda güldü ve bana şöyle dedi:
“Gerçekten de doğruyu söylüyorsun. Sen de ukalalık ya da küstahlıktan eser yok. Şimdi bu şehirden çık ve başka bir yere git!” Böylece beni şehirden kovdu.
Ben de Bağdat’tan ayrıldım ve halifenin ölüp de yerine yeni birinin geldiğini duyuncaya kadar gezdim durdum. Şehre geldiğimde bütün kardeşlerimin öldüğünü öğrendim Size denk gelinceye kadar bir sürü ülke gezdim.
Ve Şehrazat, güneşin doğduğunu görüp hikâyesini bitirmiş. Dünyazat şöyle demiş:
“Ah kardeşim… Gerçekten de hikâyen çok ilginç, çok değişik ve çok güzel!”
Şehrazat: “Fakat bu hikâye, eğer canımı bağışlarsanız size anlatacağım ‘Büyülenmiş Atın Masalı’ndan daha ilginç değil.” demiş Şehriyar’a.
Şah Şehriyar kendi kendine şöyle demiş:
Allah biliyor ya masalını duymadan onu öldürmeyeceğim. Bu anlattığı gerçekten de çok ilginçti.
Büyülenmiş Atın Masalı
Ertesi gün Şehrazat devam etmiş: “Derler ki şahım…”Bir zamanlar büyük ve güçlü bir Pers hükümdarı yaşarmış. Sabur adındaki bu hükümdar, zenginlikte, zekâda ve bilgelikte bütün hükümdarları geçermiş. Cömert, eli açık ve yardımsever bir adammış. Kendisinden isteyenlere verir, kendisine sığınanları geri çevirmezmiş. Kırık kalpleri onarır, muhtaçları gözetirmiş. Dahası, fakirleri sever, yolunu kaybetmişleri misafir eder, mazlumun ahını yerde bırakmazmış. Ay gibi parlak, çiçek gibi güzel üç kızı, yiğit de bir oğlu varmış. Her sene Nevruz’da ve Mihrgan’da (bahar başlangıcı) şölen düzenlemek âdetiymiş. Bu şölenler için saraylarını süsletir, halka hediyeler dağıtır, şehirdeki herkesin güvende olduğundan emin olmak için de en iyi adamlarını görevlendirirmiş. Halkı da onu selamlar ve hükümdarlarına hediyeler getirirmiş.
Hükümdar, ilme ve geometriye meraklıymış. Bir şölen gününde tahtında otururken üç bilge adam -marifetli, her türlü sanatta usta, insanın aklını başından alan nadir ve ilginç şeyler yapma konusunda becerikli, büyü ve gizem konusunda tecrübeli üç dahi adam- huzuruna gelmiş. Adamların üçü de farklı ülkelerden geliyor, farklı dilleri konuşuyormuş. Birincisi Hintli, ikincisi Rum, üçüncüsü İranlıymış.
Hintli, Hükümdar Sabur’un huzuruna gelip yeri öpmüş, festivalin neşeli geçmesini dilemiş ve hükümdarın büyüklüğüne layık bir hediye sunmuş. Çeşitli altınlar ve mücevherlerden oluşan bir hediye… Bu arada elinde de altından bir davul tutuyormuş. Sabur bunu gördüğünde sormuş:
“Ey bilge, bunun hikmeti nedir?”
Hintli cevaplamış: “Efendim, eğer bu alet şehrin kapısında durursa şehrinizi korur. Olur da düşman gelirse yüksek sesle çalmaya başlar. Bu sesi duyan düşmana aniden inme iner ve oracıkta ölür.”
Hayretler içinde kalan hükümdar bağırmış: “Allah şahidimdir ki eğer doğruyu söylüyorsan istediğin şey senindir!”
Sonra Rum, hükümdarın huzuruna gelmiş ve yeri öptükten sonra ona, etrafı yirmi dört tane altın civcivle çevrilmiş, üzerinde altından bir tavus kuşu olan gümüş bir leğen hediye etmiş. Sabur hediyeye bakmış ve Rum’a dönerek:
“Ey bilge, bu tavus kuşunun hikmeti nedir?” diye sormuş.
“Yüce hükümdarım! Her saat başı bir civcivi gagalar, ağlatır ve kanatlarını çırpmasına sebep olur. Yirmi dört saat tamamlanıncaya kadar bu böyle devam eder. Bir ay tamamlandığında ise ağzını açar ve gırtlağının dibinden yeni ayın hilali görünür.”
Hükümdar, “Eğer dediklerin doğruysa dile benden ne dilersen!” demiş.
Sonra İranlı, hükümdarın huzuruna gelmiş ve yeri öpüp ona abanoz ağacından yapılma, altın ve elmaslarla süslü, hükümdarlara layık bir koşum takımına ve eyere sahip bir tahta at hediye etmiş. Hükümdar Sabur bunu gördüğünde çok şaşırıp güzelliği ve orijinalliği karşısında büyülenerek sormuş:
“Bu tahta atın özellikleri nelerdir? Ondaki hikmet nedir?”