bannerbanner
Binbir Gece Masalları
Binbir Gece Masalları

Полная версия

Binbir Gece Masalları

Жанр: сказки
Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
6 из 14

Ben: ‘İstediğini yap.’ dedim.

Sonra kendine yas tutabileceği bir türbe yaptırdı. Tam ortasında bir kubbe vardı. Oraya âşığını yerleştirdi. Zenci, yarasından dolayı oldukça zayıftı, onunla beraber olamıyordu. Sadece şarap içebiliyordu. Üstelik yarasının verdiği acıdan konuşamıyordu da. Fakat zamanı gelmediğinden olacak ki hâlâ yaşıyordu. Her gün, akşam ve sabah, karım onun yanına gidiyor, feryat figan ağlıyor ve ona şarap ile birlikte kuvvetli ilaçlar veriyordu. Sonraki yıl da bunları yaptı. Bense sabrediyor ve onun yaptıklarına dikkat etmiyor gibi görünüyordum.

Bir gün ona fark ettirmeden yanına gittim ve onun ağlayıp dövünerek şunları söylediğini duydum:

‘Neden yanımda değilsin? Ah kalbimin neşesi… Konuş benimle. Hayatım, sevgilim…’

Sonra şu şiiri okudu:

Senden uzak kalalı yıprandı deli gönülHer zaman seni sevdi, ah yandı deli gönülŞu yanan vücudumu ne olur yanına alMezarda da benim ol, orda da benimle kalBaş ucumda durup da kulak verirsen banaRuhumun iniltisi seslenecektir sana…

Ve daha fazla ağlayarak devam etti:

Sana yakın olduğum gün yaşadığım günlerin en güzeliydiGittiğin günse kahrolduğumÖlüm korkusuyla titriyorum geceleriAma seni gördüğümde geçiyor bütün kederim…

Bir tane daha şiir okudu:

Sabahları mutlulukla uyanabilirimDünya benim olur ve kendimi sultan gibi hissedebilirimBana göre onlar bir sineğin kanatları kadar kıymetliSeni görmediğimde olur mu hiç değerleri

Sözlerini bitirdiğinde ve ağlamayı kestiğinde ona: ‘Ah, bu kadar gözyaşı yeter! Ağlamanın sana bir faydası yok!’ dedim.

‘Bana karışma!’ diye cevap verdi. ‘Bunu yapmazsam kendime zarar vereceğim.’

Bense sükûnetimi muhafaza ettim ve onu kendi hâline bıraktım. O da ağlamaya ve kederlenmeye bir yıl daha devam etti. Üçüncü yılın sonunda fazlasıyla uzun süren bu matemden sıkıldım ve bir gün beni rahatsız eden bir meseleden dolayı sinirle türbeye girdim. Orada karımı şunları söylerken buldum: ‘Ah benim efendim! Bana bir daha bir tek söz bile lütfedemeyeceksin. Bana neden cevap vermiyorsun?’ Sonra şu şiiri okudu:

Ah mezar, ah mezar… Onun güzelliğini nasıl gölgelersinGüneş gibi parlak bir güzelliği nasıl karartırsın?Ah mezar ah mezar… Bana dar cennet de dünya daSen ki birleştirdin güneşimi de ayımı da…

Bu sözleri duyunca öfkeden deliye döndüm ve bağırdım: ‘Seni kadınların en adisi, fahişelerin en iğrenci! Sen ki bir zenciyle kırıştırdın. Aslına bakarsan çok iyi bir şey yapmışım!’ Sonra onu öldürmek amacıyla kılıcımı çektim fakat o, sözlerimi ve kendisini öldürme niyetimi alaya alarak haykırdı:

‘Alçak adam! Seni köpek! Yazıklar olsun seninle geçirdiğim dönüşü olmayan zamana… Sen bana bunu yaptın ya, Allah da seni benim elime düşürdü. Bana öyle bir kötülük ettin ki yüreğim yandı. İçime hiçbir zaman sönmeyecek bir ateş düşürdün!’



Bu sözlerin ardından ayağa kalktı, anlaşılmaz şeyler mırıldandı ve şöyle dedi: ‘Sihrimin gücüyle yarı insan yarı taş ol!’ ”

“Sonrasını zaten biliyorsun; ayağa kalkamıyorum. Ölü ya da diri değilim. Bununla da kalmadı ve bütün şehri büyüledi. Bütün caddeleri ve sokakları… Yaptığı sihirle dört adayı da dört dağa dönüştürdü. Senin bana sorduğun gölün etrafındaki dağlar var ya işte onlar… Şehir halkı dört farklı dine mensup insanlardan oluşuyordu. Müslüman, Hristiyan, Yahudi ve Mecusi… Büyü yoluyla insanları da değiştirdi. Müslümanları beyaz, Mecusileri kırmızı, Hristiyanları mavi ve Yahudileri sarı renkli balıklara çevirdi. Bana her gün yüz kırbaç vurdu ve çeşitli işkenceler etti. Her bir kırbaç darbesi vücudumdan sel gibi kan akıttı. Dahası vücudumun üst kısmına kıldan yapılma bir elbise giydirdi; üzerime işte bu cübbeyi sardı.”

Sonra sultan ağlayarak şu şiiri okumaya başlamış:

Sabırla, katlanıyorum Tanrı’m, kaderimeNe olursa olsun tahammül edeceğim senden geleneBana baskı yaptılar, hayatımı zindana çevirdiler, gördüm işkenceAma cennet mutluluğu unutturur acılarımıEvet acılar ve nefret kısıtladı hayatımıAma Mustafa ve Murtaza açacak bana cennetin kapılarını…

Bunun üzerine sultan, genç adama dönerek şunları söylemiş:

“Ah genç adam, bir acın tükenmeden yenisi başlamış. Fakat şimdi o kadın nerede? Yaralı zencinin yattığı türbe ne tarafta?”

“Zenci, şu taraftaki kubbenin altında yatıyor.” demiş genç adam. “Kadınsa şuradaki odada. Her gün güneşin doğmasıyla birlikte yanıma gelir. Önce kıyafetlerimi çıkarır, bana deri kırbaçla yüz defa vurur ve ben çığlık çığlığa kalır, ağlarım. Fakat vücudumun alt kısmını hareket ettiremediğimden onu kendimden uzak tutamam. Bana işkence etmeyi bitirdikten sonra kölenin yanına gider. Ona içki ve haşlanmış et götürür. Bu her gün böyle devam eder.”

“Allah’ın rızasını kazanmak için genç adam, sana bir iyilik yapacağım. Öyle bir iyilik ki ben öldükten sonra bile hatırlanacak.”

Sonra sultan, genç adamın yanına oturmuş ve gece oluncaya dek onunla sohbet etmiş. Konuşmaları bittiğinde ise uzanıp uykuya dalmış. Şafak söker sökmez kıyafetlerini çıkarmış. Kılıcını bilemiş ve aceleyle zencinin yattığı yere gitmiş. Adam, mumların, lambaların, güzel kokulu parfümlerin, envai çeşit merhemin olduğu bir kubbenin altında yatıyormuş. Sultan, tek bir bıçak darbesiyle adamı oracıkta öldürüp saraydaki bir kuyunun içine atmış. Sonra zencinin yattığı yere tekrar dönüp onun kıyafetlerini giymiş ve kılıcını yanına alarak adamın yattığı yere uzanmış.

Bir saat kadar sonra melun cadı gelmiş. İlk önce kocasının yanına gidip kıyafetlerini soyduktan sonra onu kırbaçlamaya, zalimce dövmeye başlamış.

Adam “Şu çektiğim yeter! Bana merhamet et amca kızı…” diye ağlamış.

Kadın: “Çok sevdiğim tek aşkımın hayatını mahvederken sen bana acıdın mı?” demiş.

Sonra yapağıdan yapılma kıyafeti adamın çıplak ve kanayan bedenine giydirmiş. Cübbesini de sardıktan sonra bir kadeh şarap ve bir tas haşlanmış et ile kölenin yanına doğru yola koyulmuş. Feryat figan ağlayarak kubbenin altına gitmiş.

“Ah, ah!..” demiş ağlayarak. “Ah efendim, konuş benimle. Bir şey söyle!”

Sonra şu şiiri okumuş.

Bu acımasızlığa, bu sevgisizliğe ne kadar dayanırımYetmedi mi bu kadar gözyaşım?Bizi kasten mi ayırıyorsun birbirimizdenSevinecek misin düşmanımı mutlu edersen?

Sonra ağlayarak devam etmiş: “Efendim konuş benimle, konuş…”

Sultan, sesini değiştirerek zenciler gibi konuşmuş:

“Ah, ah, Allah’tan başka sığınılacak hiç kimse yoktur. Göklerin ve yerin sahibi odur.”

Kadının bu sözleri duymasıyla sevinçten bayılması bir olmuş. Kendine geldiğinde sormuş:

“Efendim, konuşma kabiliyetinizi kazandığınız doğru mu?”

Sultan sesini değiştirerek cevap vermiş:

“Lanet kadın! Seninle konuşmamı hak ediyor musun ki?” “Peki neden?”

“Sebebi şu ki; gün boyunca kocana eziyet edip duruyorsun, o da yardım dilemek için gece gündüz demeden göklere sesleniyor. Acısından lanet okuyup küfürler ederek gürültü yapıp bana uykuyu haram ediyor. Eğer böyle olmasaydı sağlığıma çoktan kavuşur, seninle yeniden konuşabilirdim.”

Bunun üzerine kadın: “Senin rahatın için ona yaptığım büyüyü bozarım. Yeter ki sen huzurlu ol!” diye cevap vermiş.

“Onu serbest bırak ki biraz olsun dinlenebileyim.”

“Emrin başım üstüne!” demiş kadın ve oradan ayrılıp saraya gitmiş.

Sabah olduğundan Şehrazat masalına burada ara vermiş; ertesi akşam da hükümdarın isteği üzerine devamını anlatmaya başlamış:

Kadın metal bir kâse alıp içine su doldurduktan sonra suya bir şeyler okuyup üflemiş. Bunun üzerine su, ateşin altına konulmuşçasına kaynayıp fokurdamaya başlamış. Kadın, suyu kocasının üzerine serpiştirerek şöyle demiş:

“Şayet benim yaptığım kara büyü seni bu hâle getirdiyse eski hâline geri dön!”

Aniden titreyip sarsılan genç adam, ayağa kalkmış. Kurtuluşuna sevinerek yüksek sesle: “Şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve yine şahitlik ederim ki Muhammed onun kulu ve elçisidir.” demiş.

Sonra kadın çığlık çığlığa:

“Yoluna git ve sakın buralara dönme! Eğer dönersen şuna emin ol ki seni öldürürüm!” diye bağırmış.

Böylece adam, kadının elinden kurtulmuş. Kadınsa türbenin olduğu yere dönmüş, kubbeye yaklaşmış ve:

“Ah benim efendim… Bana yaklaş da sana bakabileyim, güzelliğini seyredebileyim…” demiş.

Sultan, donuk ve alçak bir sesle cevap vermiş: “Sen ne yaptın? Sadece daldan kurtuldun. Kökten değil.”

“Ah sevgilim, benim güzel sevgilim! Ne demek istiyorsun?”

“Yazıklar olsun sana lanet kadın! Dört adanın ve bu şehrin insanları her gece kafalarını sudan kaldırıp göklere yalvarıyor. Hani şu senin balığa çevirdiğin insanlar… Sana ve bana lanet okuyup duruyorlar. İşte bu sebepten vücudum sağlığına bir türlü kavuşamıyor. Git ve onları özgür bırak. Sonra gel ve elimi tutup beni ayağa kaldır. Şimdiden bir parça güçlendim.”

Kadın, sevgilisi olduğunu düşündüğü sultanın sözlerini duyduğunda sevinçle haykırmış:

“Ah efendim… Her şeyimle senin emrindeyim. Bismillah…”

Büyük bir keyif ve memnuniyet duyarak ayağa kalkmış. Göle koşup avucuna biraz su almış, üzerine anlaşılmayan sözler okuyup üflemiş.

Balıklar kafalarını kaldırmışlar ve bir anda insana dönüşüvermişler çünkü artık büyünün etkisi altında değillermiş.

Gölün olduğu yer ise yeniden kalabalık bir şehre dönüşmüş. Pazarlar alışveriş yapan halkla dolmuş ve herkes tıpkı eskisi gibi işleriyle meşgul olmaya başlamış.

Dört tepeye gelince; orası da eskiden olduğu gibi dört adaya dönüşmüş.

Sonra genç kadın, yani kötü yürekli büyücü, zenci sevgilisi sandığı sultanın yanına gitmiş, ona:

“Ah sevgilim, o güzel elini bana uzat ki kalkmana yardım edeyim.” demiş.

“Yanıma yaklaş!” demiş sultan zenciyi taklit ettiği sesiyle.

Kadın onu kucaklamak üzere yanına yaklaştığında adam kılıcını çekmiş ve kadının göğsüne bir darbe indirmiş. Öyle bir darbe ki kadını delip geçmiş. Sonra ona ikinci bir kez daha vurmuş kılıçla. Bu seferse kadın ikiye bölünüp yere yığılmış.

Bunun üzerine sultan, yola çıkıp genç adamı bulmuş. Büyüden kurtulmanın verdiği sevinç ve mutlulukla genç sultan, onun elini öpmüş ve sonsuz teşekkürlerini sunmuş.

Sultan, genç adama:

“Bu şehirde mi kalacaksın, yoksa benim şehrime mi geleceksin?” diye sormuş.

Genç adam da:

“Ey sultanım, kendi şehrinle bu şehir arasındaki mesafeden haberin yok mu?” diye cevap vermiş.

“İki buçuk gün.” demiş sultan.

“Uykuda mısın sultanım? Senin şehrinle burası arasında bir yıllık yürüme mesafesi var. Sen bu şehre sandığın gibi iki buçuk günde gelmedin ve bilmeni isterim ki sultanım senin yanından bir an bile ayrılmayacağım.”

Genç adamın sözlerine sevinen sultan, şunları söylemiş:

“Seni bana bağışlayan Allah’a şükürler olsun! Bu andan itibaren sen benim bir tanecik oğlumsun. Hayatım boyunca hiç sahip olamadığım oğlum…”

Bunun üzerine ikisi büyük bir sevinçle kucaklaşmış ve saraya gitmişler. Uzun bir süre boyunca büyünün etkisi altında kalan genç sultan, generallerine ve üst düzey idarecilerine kutsal topraklara hac ziyaretinde bulunacağını bildirip yolculuk için gereken her şeyi temin etmelerini emretmiş.

On gün süren hazırlıkların ardından memleket hasreti çeken sultanla birlikte yola çıkmışlar. Bir sürü değerli hediye ile birlikte memluk askerlerin eşliğinde gece gündüz demeden yol almışlar.

Hiç ara vermeden devam ettikleri bir yıllık yolculuk sonunda şehrin sınırına ulaşmışlar ve elçiler gönderip yaklaştıklarını haber vermişler.

Sultandan ümidi kesmiş olan vezir ve ordu, gelişlerini sevinçle karşılamış, önünde yeri öpmüş ve ona sıhhat dilemişler. Sultan tahtına yerleşmiş ve vezirine genç sultanın başına gelenleri anlatmış. Vezir de sıkıntısından kurtulmayı başaran sultanı tebrik etmiş. Hükümdarlığının başına yeniden geçen sultan, halkına değerli hediyeler dağıtmış ve adamlarına emretmiş:

“Balıkları getiren adamı huzuruma çağırın!”

Sultan, halkın büyüden kurtulmasını sağlayan adamı huzuruna çağırtmış. Ona birçok değerli şey hediye etmiş ve hâlini hatırını sorup çocukları olup olmadığını öğrenmek istemiş.

Balıkçı iki kızı bir oğlu olduğunu söylemiş. Sultan kızlardan birini kendine, diğerini genç sultana eş olarak almış. Oğlanıysa hazinedar yapmış. Dahası, vezirini eskiden genç sultana ait olan ülkenin sultanı yapmış ve yanına elli asker katıp üst düzey görevlilerini emrine vermiş.

Vezir de sultanın ellerini öpmüş ve yola çıkmış. Sultan ve genç adam da sarayda kalıp hayatın tadını çıkarmaya devam etmişler. Balıkçı zamanının en zengin adamı olmuş. Kızları da ölünceye kadar bu iki sultanın eşi olmuş.

“Fakat şahım…” demiş Şehrazat. “Bu masal berberin hikâyesinden daha ilginç değil…”

Berberin Hikâyesi

Sonraki gece Şehrazat şöyle demiş:

“Berberin, kendi hikâyesini ve kardeşlerinin hikâyesini anlattığı bir masal var ki…”

El-Mustazi Billah’ın oğlu, Halife El-Mustanzir Billah’ın zamanında Bağdat’ta yaşardım. Halife, fakirleri ve ihtiyaç sahiplerini korur kollar, âlim ve ariflerle arkadaşlık ederdi. Bir gün halifenin ülkesinde on eşkıya yolcuları soydu. Bunu duyup öfkelenen halife, Bağdat valisine, Büyük Festival’in yıl dönümünde onları yakalayıp huzuruna getirmesini emretti. Böylece vali harekete geçti. Adamları tevkif ederek bir gemiye bindirtti. Onların gemiye binmesine ben bizzat şahit oldum. Kendi kendime şöyle dedim:

Bu adamlar herhâlde düğün merasimi için bir araya geldiler. Bana kalırsa günlerini o gemide yiyip içerek geçiriyorlar. Onlara benden daha iyi içki arkadaşı olamaz.

Böylece ayağa kalkıp güzel bir yolculuk geçirecekler gibi görünen bu gruba yaklaştım vakarla ve nezaketle. Onlarla gemi yolculuğu yaptım, kendileriyle sohbet ettim. Karşılıklı kürek çekiyorduk. Olur da gemi bir yere demir atarsa gardiyanlar, boyunlarına zincir takarak onları gözlerinin önünden ayırmıyorlardı. Beni de onlarla birlikte zincirlediler. Ey insanlar, inanın böyle davranmamın sebebi nezaket ya da ukalalık değil. Bunun sebebi başka… Pranga taktıklarının ertesi günü bizi El-Mustanzir Billah’ın huzuruna çıkardılar. O da on eşkıyanın da boyunlarının vurulmasını emretti. Sonra bir cellat geldi, herkesi yere oturttu ve kılıcını çekti. Birbiri ardına onunun da boynunu vurdu. Sadece ben kaldım.

Halife bana baktı ve cellada sordu:

“Neden sadece dokuz kişinin kafasını vurdun?”

Cellat: “Tövbe tövbe… Dokuz kişinin kafasını vurmadım çünkü siz bana on kişiyi öldürmemi emrettiniz.” diye cevap verdi.

“Görünen o ki sadece dokuz adamın kafasını kestin. Önündeki bu adam da onuncusu.”

“Yüce halife!” dedi cellat. “On kişinin kafasını kestim.”

“Sayın!” diye bağırdı halife; onlar da saydılar ve on kişi olduğunu gördüler. Sonra halife bana baktı ve şöyle dedi:

“Böyle bir durumda sessiz kalmanın sebebi nedir? Ayrıca kana susamış bu adamlarla ne işin var? Bana bütün bunların sebebini söyle. Yoksa yaşına başına rağmen aklı kıt biri olduğunu düşüneceğim.”

Bu sözleri duyunca ayağa kalktım ve halifeye cevap verdim:

“Bilmenizi isterim ki yüce halifem, ben Sessiz Şeyh’im. Bana böyle hitap etmelerinin sebebi, beni diğer altı kardeşimden ayırt etmektir. Ben bir ilim adamıyım; idrakim kuvvetli, zekâm kıvrak ve ağzım sıkıdır. Bana ‘Berber’ derler. Dün sabah dışarı çıktığımda bu adamları gemide gördüm ve onların bir düğün merasimi için bir arada olduğunu düşündüm. Onlara katıldım ve aralarına karıştım. Bir süre sonra gardiyanlar onlarla birlikte benim de boynuma zincir vurdular. Ama nezaketimden sessizliğimi korudum ve bir tek söz bile söylemedim. Bizi sizin huzurunuza getirdiler. Siz de onunun da boynunun vurulmasını emrettiniz. Buna rağmen kendimi size tanıtmadım ve celladın karşısında sessiz kaldım. Cömertliğim ve nezaketim beni onlarla birlikte ölüme götürecekti. Hayatım boyunca insanlarla mertçe mücadele ettim fakat onlar bana, en kötü, en iğrenç yollarla karşılık verdiler.”

Halife bu sözlerimi duyduğunda ve küstahlıktan uzak, iyi yürekli bir adam olduğumu anladığında öyle bir güldü ki sırtüstü yere düştü. Sonra bana şöyle dedi:

“Ah Sessiz Şeyh, diğer altı kardeşin de bilgelikte, akılda ve konuşmada sana benzer mi?”

Ben: “Asla! Onlar benim gibi değiller. Bana iftira atıyorsun yüce kumandan. Onların benle uzaktan yakından alakası yok. Onlar çok konuşurlar, nezaket fukarasıdırlar. Ayrıca hepsinin de bir sakatlığı var. Biri tek gözlü, diğeri felçli, üçüncüsü kör, dördüncüsü kulağı kesik, beşincisinin iki dudağı da kesik, altıncıysa kambur ve kötürümdür. Görmüyor musunuz yüce kumandanım! Ben az konuşan bir adamım ama onların başından geçenleri mutlaka size anlatmalıyım ki hepsinden daha değerli bir adam olduğumu anlayasınız. Her birinin sakatlıklarının başlarına nasıl geldiğine dair bir hikâye var ve bunları size anlatabilirim.” diye cevap verdim.

Böylece halife onu dinlemeye başlamış…

BERBERİN BİRİNCİ KARDEŞİNİN HİKÂYESİ

“Anlatayım yüce kumandanım. İlk kardeşim El-Bukbuk, yani geveze olanı, kambur bir adamdı. Bağdat’ta çok zengin bir adamdan kiraladığı bir dükkânda terzilik yapardı. Dükkânın sahibi üst katta yaşar, alt katında ise bir un değirmeni bulunurdu. Bir gün kambur kardeşim, dikiş dikerken kafasını kaldırdığında dükkân sahibinin evinin balkonunda dışarıyı seyreden ay yüzlü bir güzel görmüş. Kardeşim ona baktığında kalbi aşkla dolmuş ve bütün gün boyunca işlerini ihmal etmiş.

Ertesi gün dükkânını açmış, işini yapmak üzere oturmuş. Her zamanki gibi dikiş işiyle meşgul olurken pencereden dışarı bakıp o kadını görmüş ve ona olan tutkusu bir kat daha artmış. Üçüncü gün her zamanki yerinde oturup yine ona bakıyormuş fakat bu kez kadın, onun bakışını yakalamış ve kendisine âşık olduğunu anlamış. Kardeşimin yüzüne gülmüş, o da ona gülümseyerek karşılık vermiş. Sonra kadın oradan ayrılıp bir köle kızla kırmızı ipekten bir miktar kumaş yollamış. Genç kız ona yaklaşmış ve şöyle demiş:

‘Hanımım size selam söyledi ve ona bu kumaşlardan güzel bir elbise dikmenizi rica etti.’

Kardeşim de: “Başüstüne!” diyerek cevap vermiş ve aynı gün içinde ona bir elbise dikmiş.

Ertesi gün kız tekrar gelmiş ve ona: ‘Hanımım size selam söyledi ve dün geceyi nasıl geçirdiğinizi sormamı istedi çünkü kendisi sizin aşkınızdan bir saniye bile uyumamış.’ demiş.

Sonra kardeşime sarı satenden bir miktar kumaş verip şöyle devam etmiş:

‘Hanımefendi bugün yetişmek üzere kendisine iki parça iç etekliği dikmenizi söyledi.’

‘Başım üstüne!’ diye cevaplamış kardeşim. ‘Ona benden bol bol selam söyleyin ve deyin ki: Köleniz emrinize amade, ona istediğinizi buyurabilirsiniz.’

Sonra kendini işine vermiş ve çok çalışarak iç etekliğini dikmiş. Bir saat kadar sonra kadın pencerede görünmüş ve onu başıyla selamlamış. Gözleri kendisine baktığından ve yüzüne gülümsediğinden kardeşim, yakında kadının gönlünü fethedeceğinden eminmiş. İki parça iç etekliği dikmeyi bitirene kadar kardeşim başka bir yere gitmemiş. Kadın köle kızı yollayarak eteklikleri aldırtmış ve kendi işine geri dönmüş.

Gece olduğunda kardeşim kendini yer yatağına atmış ve sabah oluncaya dek bir sağa bir sola dönüp durmuş. Sabah olup dükkânına gittiğinde genç kız yanına gelip şöyle demiş:

‘Hanımım sizi çağırıyor.’

Bu sözleri duyması üzerine kardeşimin büyük bir korkuya kapıldığını gören hizmetçi kız şöyle demiş: ‘Kimsenin niyeti size zarar vermek değil. Olsa olsa iyilik bekler sizi. Hanımım sizi beyefendiyle tanıştırmak istiyor.’

Böylece kardeşim, yani terzi, büyük bir mutlulukla onların evine gitmiş. Ev sahibinin -kadının kocasının- huzuruna geldiğinde önünde yeri öpmüş. Evin beyi de onun selamına karşılık vermiş. Ona büyük miktarda keten kumaş vererek şöyle demiş:

‘Bana bu kumaşlardan güzel gömlekler dik.’

‘Emriniz başım üstüne!’

Sonra tekrar işe koyulmuş. Kesip biçmeye ve dikmeye başlamış.

Yirmi tane gömleği akşama kadar dikmiş, bir lokma bile yemek yemeden…

Evin efendisi ona sormuş: ‘Bunun için ne kadar istiyorsun?’

‘Yirmi dirhem.’

Bunun üzerine beyefendi, köle kızı çağırmış ve: ‘Bana yirmi dirhem getir!’ demiş.

Bu arada kardeşim hiç konuşmuyormuş. Kadın ona işaret etmiş: Ondan hiçbir şey alma.

Bunun üzerine kardeşim de adama: ‘Sizden para almam.’ demiş.

Ev sahibi ona yeni gömlek siparişleri vermiş ve kardeşim dükkânına beş parasız bir hâlde geri dönmüş. Yeniden işiyle meşgul olmaya başlamış. Büyük bir iştahla bir parça ekmeği ve az miktarda suyu midesine indirmiş; üç gündür boğazından geçen tek şey bunlarmış.

Sonra hizmetçi kız gelmiş ve ‘Ne yaptın?’diye sormuş.

O da ‘İşi bitirdim.’ diye cevap vermiş. Sonra gömlekleri para alırım umuduyla kadının kocasına götürmüş fakat korkusundan yine ‘Hiçbir şey almam.’ demiş. Dükkânına dönmüş, bütün gece açlıktan uyuyamamış.

Meğer kadın, kocasına durumu anlatmış ve ikisi birlik olup kardeşimi para vermeden çalıştırmaya ve onunla alay edip gülmeye karar vermişler. Ertesi gün kardeşim dükkânına gitmiş. Orada otururken hizmetçi kız gelmiş ve ‘Efendim sizinle konuşmak istiyor.’ demiş.

Kardeşim kadının kocasına gitmiş; adam ona, ‘Bana beş tane uzun kollu sabahlık diker misin?’ demiş.

O da kumaşları almış ve dükkânına dönmüş. Sonra diktiği sabahlıkları beyefendiye götürmüş. Adam işçiliğini takdir etmiş ve ona bir kese gümüş para vermek istemiş. Kardeşim keseyi almak üzere elini uzatmış fakat kadın yine, ona bunu yapmamasını işaret etmiş. Kardeşim de ‘Ah efendim, acelesi yok. Nasılsa daha zamanımız var.’ demiş.

Böylece o evden, bir eşekten bile daha onursuz ve sefil bir hâlde ayrılmış. Artık yakasını bırakmayan beş felaket varmış: Açlık, aşk, dilencilik, çıplaklık ve öküz gibi çalışmak. Bununla beraber kalbi, kadının gönlünü kazanma umuduyla doluymuş.

Karı koca bütün işlerini yaptırdıklarında ona bir oyun daha oynamışlar ve onu kendi köleleriyle evlendirmişler fakat kardeşim, kızın yanına gideceği gece ona şöyle demişler:

‘Bu gece değirmende yat, ertesi gün çok güzel olacak!’

Kardeşim bunun iyi bir amacı olduğunu düşünmüş ve geceyi değirmende geçirmiş. Adamın niyetiyse kardeşimi değirmende çalıştırmakmış; bunun için değirmenciyi görevlendirmiş. Gece yarısı olduğunda değirmenci şöyle demiş:

‘Bizim bu öküz işe yaramaz oldu; çalışmak yerine boş boş duruyor. Bu gece de değirmeni döndürmez. Ama elimizde çok fazla mısır var ve halk da un için sabırsızlanıyor.’ Böylece değirmeni mısır taneleriyle doldurmuş ve elinde bir urganla kardeşimin yanına gitmiş. Urganı boynuna bağlayıp şöyle demiş:

‘Haydi! Değirmeni döndür. Sen de öküz gibi hiçbir şey yapmadan anca yemeyi biliyorsun!’

Sonra bir kırbaç almış ve kardeşimin omzuna, baldırlarına vurmaya başlamış. O da yüksek sesle inliyor ve haykırıyormuş. Fakat kimse ona yardıma gelmemiş. Sabah oluncaya kadar ona zorla değirmeni döndürtmüşler. Evin efendisi gelmiş ve kardeşimin boynu bağlı bir hâlde dayak yediğini görüp geri dönmüş.

Öğle vakti değirmenci ara vermiş; fakat kardeşim yarı ölü bir hâlde hâlâ bağlıymış. Bir zaman sonra köle kız gelmiş ve onu çözdükten sonra ‘Ben ve hanımım başınıza gelenler yüzünden çok üzgünüz ve acınızı paylaşıyoruz.’ demiş. Fakat çok fazla dayak yediği ve yorgun düştüğü için kardeşimin ona cevap verecek gücü yokmuş. Sonra odasına dönmüş ve birden nikâhını kıyan kâtibi karşısında görmüş. Adam onu selamlamış ve ‘Allah sana uzun ömürler versin, evliliğini mübarek kılsın. Şu yüzünden anlıyorum ki sabahtan akşama kadar öpüşüyor, oynaşıyorsun.’ demiş.

‘Allah yalancıya huzur vermez. Başıma neler geldi bir bilsen…’ diye cevap vermiş kardeşim. ‘Allah biliyor ya bütün gece değirmeni döndürmekten başka bir şey yapmadım.’

‘Bana hikâyeni anlat.’ demiş kâtip.

Kardeşim de başından geçenleri anlatmış. O da ‘Yıldızınız barışmamış belli ki. Ama sen kaderini değiştirebilirsin.’ demiş ve devam etmiş: ‘Kaderini değiştirmelisin ki artık başına başka bir iş gelmesin.’

Kardeşim, ‘Umarım başka bir oyun peşinde değillerdir.’ demiş.

Sonra kâtip, kardeşimin yanından ayrılmış, o da dükkânında oturup rızkını çıkarmak için birinin kendisine iş getirmesini beklemiş. Birden hizmetçi kız yanına gelmiş ve ‘Hanımımla konuşmanız gerekiyor.’ demiş.

‘Defol!’ diye bağırmış kardeşim. ‘Senin hanımınla benim aramda hiçbir şey olamaz!’

Sonra hizmetçi kız hanımının yanına gitmiş ve kardeşimin söylediklerini anlatmış. Kadın da başını pencereden uzatıp ona bakarak şöyle demiş:

‘Neden seninle benim aramda herhangi bir şey olamaz sevgilim? Neden?’ Fakat kardeşim ona cevap vermemiş. O da ağlayıp kardeşime yalvarmaya başlamış. Değirmende olanları kendisinin onaylamadığını ve hiçbir suçu olmadığını söylemiş.

Kardeşim onun güzelliğine ve zarafetine bakıp konuşmasının tatlılığını duyduğundan içindeki keder birden geçmiş. Özrünü kabul etmiş ve güzelliği karşısında bir kez daha sarhoş olmuş. Onu selamlayıp kendisiyle konuştuktan sonra işine devam etmiş. Biraz sonra hizmetçi kız yanına gelip:

‘Hanımım size selam söyledi ve kocasının bu gece yakın arkadaşlarından birinin evinde kalacağını söyledi. O gittiğinde bize gelin ki geceyi onunla birlikte geçirebilesiniz.’ demiş.

На страницу:
6 из 14