bannerbanner
Binbir Gece Masalları
Binbir Gece Masalları

Полная версия

Binbir Gece Masalları

Жанр: сказки
Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
9 из 14

İranlı cevap vermiş: “Bu atın hikmeti şudur ki üzerine bineni istediği yere götürür, binicisiyle birlikte göklerde uçar ve bir yıllık mesafeyi bir günde aşar.”

Bu üç gizemli eşya, aynı gün içinde gördüğü bu inanılmaz şeyler, hükümdarı hayretler içinde bırakmış. Bilgeye dönüp şöyle demiş:

“Her şeye gücü yeten yüce Rabb’ime yemin olsun ki eğer sözlerin doğruysa ve dediklerin gerçeklerşirse dile benden ne dilersen!”

Hükümdar, bilgeleri üç gün daha ağırlamış ki hediyelerini deneyebilsin. Adamlar sundukları eşyaların gizemini hükümdara göstermişler. Davul çalmış; tavus kuşu civcivleri gagalamış; İranlı bilge abanozdan yapılma ata binmiş. At süzülerek havalandıktan sonra aşağı inmiş. Bunları gören Hükümdar Sabur ise iyice şaşırmış ve kafası karışmış, sevincinden âdeta havalarda uçuyormuş.

“Şimdi sözlerinizin doğruluğuna ikna oldum. Bana düşense sözümü yerine getirmektir. Şimdi sizlere soruyorum: Gerçekleştirmemi istediğiniz şey nedir?”

Hükümdarın kızlarının methini duyan bilgeler şöyle cevap vermiş:

“Eğer hükümdarımız bizden razıysa ve hediyelerimizi kabul ettiyse kendisinden ricamız bizleri kızlarıyla evlendirmesidir. Hükümdarımızın sözlerine ne kadar bağlı olduğu herkesçe bilinir.”

Hükümdar: “Dileğinizi gerçekleştireceğim.” demiş ve derhâl kâtibi huzuruna çağırtmış ki kızlarının bilgelerle evlenebilmesi için gerekli hazırlıklara başlansın.

Talih bu ya prensesler perdenin ardından bütün konuşulanları dinlemekteymiş. En genç olan prenses, müstakbel kocasının; yüz yaşında, saçları dökülmüş, kaşları pis, kulakları yarık, saçı sakalı boyalı, pörtlek gözlü, yanakları çökmüş, burnu patlıcan gibi, yüzü köseleye benzeyen, dişleri çarpık çurpuk, dudakları sarkık bir adam, kısacası görenleri korkutan bir canavar gibi olduğunu görmüş. Dünyanın en iğrenç, en çirkin görünüşlü adamıymış ve bu hâliyle, insanları korkutan bir cine benziyormuş. Prenses ise güzeller güzeli, ceylan kadar zarif, ay gibi parlak, narin bir kadınmış ve diğer kız kardeşlerinden daha güzelmiş. Evleneceği adamı görünce odasına gidip saçını başını yolmaya, kıyafetlerini parçalamaya ve dövünerek ağlamaya başlamış.

Kızın abisi, Kamer El-Akmar (Ayların efendisi), seyahatten yeni dönmüş ve kardeşinin feryat figan ağladığını duyup hemen yanına gitmiş -prens en çok bu kardeşini severmiş- ve ona sormuş:

“Seni üzen nedir? Ne oldu söyle bana. Benden saklama.”

Kız haykırarak “Ah sevgili ağabeyim, saklayacak bir şey yok! Eğer saray babama dar geliyorsa giderim. Eğer böylesine korkunç bir şeye karar verdiyse buralarda durmaz giderim. Nasıl olsa Allah bana yardım eder.”

Kamer: “Bana ne demek istediğini söyle, seni böylesine üzen ve sıkıntıya sokan şey nedir?” diye sormuş.

“Ah ağabeyim…” demiş prenses. “Biliyor musun babam beni kendisine tahtadan yapılmış bir at hediye eden korkunç bir sihirbazla evlendirmeye karar verdi. Adam korkunç güçleriyle babama büyü yaptı. Bana gelince; kesinlikle o adamla evlenmek istemiyorum. Bu dünyaya gelmez olaydım!”

Ağabeyi, kardeşini teselli edip sakinleştirdikten sonra babasının yanına gitmiş ve “En küçük kardeşimi evlendireceğin bu sihirbaz da kim? Sana ne hediye getirdi de kardeşimi üzüntüden öldürecek bir karar aldın? Bu yaptığın doğru değil!” demiş.

Prens bunları söylerken İranlı, hükümdarın yanındaymış, bir yandan kendini küçük düşmüş hissediyor, diğer yandan öfkeden kuduruyormuş.

Hükümdar, “Oğlum, atı bir görsen senin de aklın karışır ve hayranlık duyarsın.” demiş.

Sonra kölelere atı getirmelerini emretmiş. Prens atı çok beğenmiş. Usta bir şövalye olarak ata binmiş ve kırbaçlamış ama at yerinden kıpırdamamış. Hükümdar da bilgeye şöyle demiş:

“Git ve oğluma atın nasıl hareket ettiğini göster, o da senin dileğinin gerçekleşmesine yardım etsin.”

Bilge, prense, kardeşini kendisine layık görmediği için kin besliyormuş. Prense atın sağ tarafındaki yükselme düğmesini göstermiş ve “Düğmeyi çevir!” demiş.

Prens de düğmeyi çevirmiş ve birden havalanmış. Âdeta bir kuş gibi, atla birlikte havada süzülmüş ve gözden kaybolmuş. Bunu gören hükümdarın kafası karışmış ve endişelenmeye başlamış. İranlıya şöyle demiş:

“Ey bilge, onu nasıl aşağı indireceksin?”

Adam, “Efendim, yapabileceğim bir şey yok. Onu kıyamet gününe dek bir daha asla göremeyeceksiniz çünkü kibrinden ve cehaletinden bana nasıl alçalacağını sormadı. Ben de söylemeyi unuttum.” demiş.

Bunu duyan hükümdar, büyük bir öfkeye kapılmış ve büyücünün dövülerek hapse atılmasını emretmiş. Bu arada kederinden dövünürken tacını bile yere düşürmüş. Dahası, sarayının kapılarını kapattırıp oğlunun ardından gözyaşı dökmeye başlamış. Karısı, kızları ve halkı da acıyla kahrolmuş. Tüm neşeleri öfkeye dönüşmüş. Mutlulukları ise yerini büyük bir kedere bırakmış.

Prense gelince… Genç adam, at ile havada uçmaya devam etmiş; ta ki güneşe yaklaşıncaya kadar. Kendini meçhule bırakmış ve bu göklerde başına gelebilecek korkunç ölümü düşünmüş. İçinde bulunduğu durum, prensin kafasını çok karıştırmış. Ata bindiğine bineceğine pişman olmuş ve kendi kendine şöyle demiş: Belli ki bu, kardeşimi kendisine uygun bulmadığım için bilgenin beni mahvetmek üzere oynadığı bir oyun ama tek galip Allah’tır ve her şeyin en doğrusunu o bilir. Onun yardımı olmadan ben bir hiçim. Acaba yükselme düğmesi koyan alçalma düğmesi de koymuş mudur?

Prens akıllı ve zeki bir adam olduğundan atın sağını solunu yoklamaya başlamış. Fakat horoz kafasına benzeyen vidalardan başka bir şey görmemiş. İçinden şöyle demiş:

Düğmeye benzeyen bu şeylerden başka bir şey görmüyorum.

Sağ taraftaki düğmeyi çevirmiş ve at büyük bir hızla göklere doğru yükselmeye başlamış. Daha sonra sol taraftaki düğmeye dokunmasıyla yaratığın yükselişi durmuş ve yavaş yavaş alçalmış. Bu arada genç adam, hayatı için endişe etmeyi bırakmış. Artık atı nasıl kullanacağını öğrendiğinden içine bir ferahlık gelmiş ve mutlu olmuş. Yüce Allah’a kendisini bu sıkıntıdan kurtardığı için şükretmiş.

Sonra at ile gönlünün istediği gibi gezmeye, kafasına estiği gibi yükselip alçalmaya başlamış. Böyle böyle atı sürme konusunda ustalaşmış. At gökyüzünde çok fazla yükseldiği için yeniden yere inebilmek oldukça vaktini almış. Yeryüzüne yaklaşırken prens, daha önce hayatında hiç görmediği şehirleri ve ülkeleri görme fırsatı bulmuş. Bu şehirlerin arasında, güzel, yeşil bir alana kurulmuş, ağaçlar ve ırmaklarla çevrelenmiş, ceylanların zarafetle dolaştığı bir yer gözüne çarpmış. Bu ihtişam karşısında büyülenen prens, kendi kendine:

Keşke bu şehrin adını ve nerede olduğunu bilseydim… demiş ve şehrin erafında dolaşıp güzelliğini incelemeye devam etmiş.

Bu arada akşam vakti yaklaşmış, güneş batmaya başlamış. Prens ise şunları düşünüyormuş:

Geceyi geçirmek için bu şehirden daha iyi bir yer bulamam. Sabaha kadar burada kalır, sonra dostlarıma, aileme ve krallığıma dönerim. Sonra da babama ve aileme başımdan geçenleri ve şahit olduğum ilginç şeyleri anlatırım.

Prens, bu düşüncelere dalmışken atıyla birlikte güvenle konaklayabileceği bir yer bulmak için etrafı araştırmaya başlamış. Öyle bir yer ki kimse kendisini görmesin ve rahatsız etmesin. Nihayetinde, yüksek duvarlarında uzun mazgalları olan, zırhlı ve silahlı kırk siyah köle tarafından korunan bir saray görmüş. Saray tam da şehrin ortasına kurulmuş. Prens kendi kendine, Burası güzel bir yer, demiş.

Sonra alçalma düğmesini çevirmiş ve at, yorgun bir kuş gibi süzülüp çatıya inmiş. Prens de atından inerek elhamdülillah deyip atı incelemeye başlamış. Kendi kendine şöyle demiş:

Allah biliyor ya seni yapan usta oldukça becerikli ve zeki biri. Eğer yüce Allah izin verir de ülkeme ve aileme sağ salim ulaşır, babamla yeniden bir araya gelirsem seni yapan ustaya cömert davranacak, ona istediği her şeyi vereceğim.

Bu arada gece olmuş ve prens, herkesin uykuya daldığından emin oluncaya dek çatıda kalmış. Babasının yanından ayrıldığından beri aç ve susuz kaldığından bitap düşmüş. Şöyle düşünmüş:

Muhakkak ki bu sarayda yiyecek bir şeyler vardır.

Ve atı bırakıp yiyecek bir şeyler aramak üzere merdivenlerden aşağı inip büyük bir salona ulaşmış. Yerleri mermer ve kaymak taşıyla döşenmiş bu salon, âdeta ay gibi parlıyormuş. Prens ince bir zevkle döşendiği belli olan bu yer karşısında hayranlık duymuş. Konuşan ya da yaşayan herhangi birine dair bir iz olmadığını görmüş ve şaşırmış. Hangi yöne döneceğini bilmeden sağa sola bakınmaya başlamış. Kendi kendine şöyle demiş:

“En iyisi atı bıraktığım yere döneyim, sabah olur olmaz da yola çıkarım.”

Kendi kendine konuşurken saraydan gelen ışık gözüne çarpmış. Işığın, harem kapısının önünde duran -Hazreti Süleyman’ın ifritlerinden birine benzeyen- bir muhafızın kafasının üstündeki mumdan geldiğini fark etmiş. Bu adam öyle iri yarı bir adammış ki boyu göklere uzanıyor, eni genişçe bir yer kaplıyormuş. Yerde yatan muhafızın kılıcı, mum ışığında parlıyormuş. Granit bir sütunda asılı deri bir çanta da yukarıdan sarkıyormuş. Prens bu yaratığı gördüğünde korkmuş ve kendi kendine, Ey yüce Rabb’im, beni daha önceki büyük sıkıntıdan kurtardığın gibi bu sarayın dehşetinden de kurtar. demiş.

Ardından deri çantayı almış ve içinde bir sürü lezzetli yiyecek olduğunu görmüş. Karnını iyice doyurmuş, susuzluğunu gidermiş. Daha sonra çantayı yerine asmış ve uyuyan kölenin kılıcını almış. Tabii bu arada adamın dünyadan haberi yokmuş. Prens, saray içinde gezinmeye devam etmiş; ta ki önünde perde asılı olan ikinci bir kapının önüne gelinceye dek. Genç adam perdeyi kaldırmış. İçeride, beyaz fil dişinden yapılma, inci ve envaiçeşit mücevherlerle süslenmiş bir koltuk varmış. Dört tane köle kız, koltuğun etrafında uyuyormuş. Prens ne olduğunu iyice anlayabilmek için yaklaşmış ve genç bir kadının koltukta uyuduğunu görmüş. Öylesine etkileyici bir kadınmış ki âdeta ay ışığı gibi parlıyormuş. Işıltılı saçları, kırmızı yanakları ve yüzüne bambaşka bir güzellik katan beniyle zarif bir kırlangıca benziyormuş. Genç prens, gördüğü güzelliğe hayran kalmış ve artık ölümden bile korkmaz olmuş.

Prens, bütün hücreleriyle titreyerek ve zevkten kendinden geçerek kadının yanına gitmiş ve onu sağ yanağından öpmüş. Bunun üzerine kadın derhâl uyanmış ve baş ucunda duran prense, “Sen kimsin ve nereden geldin?” diye sormuş.

Prens, “Ben senin sadık kölen ve âşığınım.” demiş.

“Seni buraya kim getirdi?”

“Yüce Rabb’im ve talihim…”

Sonra Şems El-Nahar -kadının adı buymuş- şöyle demiş:

“Demek ki sen dün beni babamdan isteyen adamsın. Babam senin pisliğin teki olduğunu iddia ederek reddetmişti ama yalan söylediği çok belli; çünkü sen çok güzelsin…”

Meğer Hint kralının oğlu, genç kadınla evlenmek istemiş fakat babası, çirkin olduğu gerekçesiyle kızını o adama vermemiş. Kadın, prensin o adam olduğunu düşünüyormuş. Prenses, prensin yakışıklılığını ve inceliğini gördüğünde ona âşık olmuş ve yüreği bu aşkın ateşiyle yanmaya başlamış. İki genç oturup sohbet etmeye başlamışlar fakat bir zaman sonra kadının hizmetçilerinden biri uyanmış ve hanımının prensle birlikte olduğunu görüp “Hanımım, bu adam da kim?” diye sormuş.

“Bilmiyorum, uyandığımda onu yanımda buldum. Umarım benimle evlenmek isteyen adam odur.”

Hizmetçi kız, “Ah hanımım… Bu sizinle evlenmek isteyen adam değil. O adam gerçekten çok çirkindi. Bu beyefendi ise oldukça yakışıklı ve hoş biri. Aslına bakarsanız o, bu beyin kölesi olmaya bile layık değil…” demiş.

Daha sonra hizmetçiler, muhafızın yanına gidip onu uykusundan uyandırmışlar. Adam paniklemiş. Kadınlar, “Sen bu sarayı ne biçim koruyorsun? Uykumuzda yanımıza bir adam geldi. Buna nasıl izin verirsin?” diye çıkışmışlar.

Bunları duyan zenci, ayağa kalkmış ve kılıcına davranmış; fakat kılıcı bulamayınca korkudan titremeye başlamış. Sonra şaşkın bir vaziyette hanımının yanına koşmuş. Orada prensi görünce sormuş:

“Aman Allah’ım… Sen insan mısın yoksa cin mi?”

Öfkeden deliye dönen prens bağırmış: “Sen ne cüretle soylu Hüsrev’in oğlunu imansız şeytanlarla bir tutarsın?” Sonra kılıcını eline almış ve köleye, “Ben hükümdarınızın damadıyım. Beni kızıyla evlendirdi ve bu gece onun yanında kalmamı emretti.” demiş.

Bu sözleri duyan muhafız şöyle cevap vermiş:

“Efendim, eğer iddia ettiğiniz kişiyseniz onun için sizden iyisi olamaz. Ona herkesten çok siz layıksınız.”

Bunu söyler söylemez köle, feryat figan hükümdarın huzuruna çıkmış. Üstünü başını parçalayıp dövünmeye başlamış. Onun bu hâlini gören hükümdar şöyle demiş:

“Ne oldu sana? Çabuk konuş ve bana ne olduğunu anlat. Yüreğimi ağzıma getirdin!”

Muhafız, “Ah efendim, kızınıza yardım edin. Prens kılığına girmiş bir cin onu ele geçirdi. Acele edin!” diye cevap vermiş.

Bunu duyan hükümdar, onu öldürmeyi düşünmüş ve “Nasıl bu kadar dikkatsiz olup bu şeytanın kızıma yaklaşmasına izin verirsin?” demiş. Sonra prensesin yanına gitmiş ve köle kızların kendisini beklediğini görmüş.

Hükümdar, “Kızımın yanına gelen kim?” demiş.

“Ah kralım!” diye cevap vermişler. “Farkında olmadan uyuyakalmışız. Uyandığımızda ay yüzlü genç bir adamın kızınızın yanında oturup onunla konuştuğunu gördük. Onun kadar güzelini daha önce hiç görmemiştik. Ne yaptığını sorduk. O da bize kızınızı evlendirmek üzere kendisine verdiğinizi söyledi. Bildiklerimiz bu kadar. Onun insan mı cin mi olduğunu bilmiyoruz ama oldukça mütevazı ve iyi biri. Herhangi bir fenalığına da şahit olmadık.”

Bu sözleri duyan hükümdarın öfkesi yatışmış. Perdeyi yavaşça kaldırmış ve güzel yüzlü genç prensin, kızıyla konuştuğunu görmüş. Ancak kendine hâkim olamamış ve kızının onuru için endişe ederek kılıcını çekmiş. Öfkeden âdeta kuduruyormuş. Bunu gören prens, prensese sormuş:

“Bu adam senin baban mı?”

“Evet.”

Sonra prens ayağa kalkmış, hükümdara öyle bir bağırmış ki adam şaşırmış. Prense kılıçla saldırabilirmiş; fakat genç adamın kendisinden daha cesur olduğunu görünce kılıcını kınına sokmuş ve bir süre beklemiş. Prens, yanına gelince sormuş:

“Genç adam, sen cin misin yoksa insan mı?”

Prens cevap vermiş: “Size ya da kızınıza bir saygısızlık mı ettim? Şuracıkta öldürürüm sizi! Beni, istese krallığınızı darmadağın edip bütün servetinize el koyacak asil Hüsrev’in oğlunu, nasıl şeytanlarla bir tutarsınız?”

Bu sözleri duyan hükümdar dehşete kapılmış ve şöyle cevap vermiş:

“Eğer iddia ettiğin gibi asil bir soydan geliyorsan sarayıma neden izinsiz girdin ve kızımın kocasıymışsın gibi davranıp onuruma leke sürdün? Sen bilmezsin, ben ne hükümdarların oğlunu öldürdüm kızımla evlenmek isteyen. Peki şimdi seni benim elimden kim kurtaracak? Eğer adamlarımı çağırır ve seni öldürmelerini emredersem bundan nasıl kurtulacaksın? Seni benim elimden kim alacak?”

Hükümdarın bu sözlerini duyan prens cevap vermiş:

“Gerçekten de aklınız ne kadar kıt! Kızınıza benden daha yakışıklı bir adam bulabilecek misiniz? Hayatınızda benden daha yürekli, daha güçlü, daha zengin birini gördünüz mü?”

“Hayır, görmedim. Keşke kızımı soylulara yakışır bir şekilde şahitler önünde benden isteseydin. O zaman seni onunla evlendirirdim fakat şimdi seni onunla gizlice evlendirecek olsam bile bu, senin bana saygısızlık ettiğin gerçeğini değiştirmez.”

Prens, “Doğru söylüyorsun hükümdarım; ama olur da dediğin gibi beni öldürtürsen bu senin zararına olur. Kendi halkını ikiye bölersin çünkü halkının bir kısmı seni haklı bulurken diğer bir kısmı haksız olduğunu düşünür. Bu fikirden vazgeç ki sana ilginç bir teklifte bulunayım.”

“Söyle bakalım neymiş teklifin?”

“Benimle düello yapın. Rakibini yenen daha güçlü ve daha büyük ilan edilsin ya da bu gecenin sabahında piyadelerinizi, süvarilerinizi ve kölelerinizi karşıma çıkarın. Fakat önce bana kaç kişi olduklarını söyleyin.”

“Kölelerim ve askerlerim kırk bin tane, bir o kadar da süvari var.”

“Şafak söktüğünde ordunuzu toplayın ve onlara: ‘Bu adam kızıma talip, onunla evlenebilmesinin şartı tek başına sizinle savaşıp galip gelmek. Çünkü bunu yapabileceğini iddia ediyor. İşin aslı şu ki bunu yapabilir.’ deyin. Sonra onlarla savaşayım. Olur da beni yenerlerse onurunuz temizlenir ve şanınız yücelir. Eğer onları bozguna uğratırsam beni damadınız olarak kabul edersiniz.”

Hükümdar, prensin teklifini kabul etmiş ve genç adamın cesareti karşısında dehşete düşmüş. İçten içe prens karşısında mağlup olacağını hissediyormuş. Bu sebepten onurusuzlukla itham edilmeden önce bu işten kurtulmak istemiş. Bunun için muhafıza derhâl vezirini çağırmasını emretmiş. Vezir de hükümdarın emriyle bütün orduyu toplamış ve savaşa hazırlamış.

Vezir, bölgedeki bütün kuvvetli ve gözü pek askerlerle birlikte savaş alanına gitmiş. Hükümdara gelince, o da bir süre genç prensle konuşmaya devam etmiş. Prensin konuşmalarından ne kadar aklı başında ve iyi yetişmiş bir beyefendi olduğunu anlayan hükümdar, bu duruma memnun olmuş. Gün doğduğunda sarayına dönmüş ve tahtına oturduktan sonra ülkesindeki en iyi, en asil atları prense getirmelerini emretmiş fakat genç adam:

“Hükümdarım, savaş alanına gelinceye kadar ata binmek istemiyorum.” demiş.

“Nasıl istersen.” diye cevap vermiş hükümdar.

Sonra ikisi birlikte askerlerin konuşlandığı alana gitmiş, genç prens onlara bakmış ve sayıca ne kadar fazla olduklarını görmüş. Sonra hükümdar, askerlere seslenmiş:

“Bu genç, kızımla evlenmeye talip, kendisi oldukça iyi huylu, cesur ve güçlü bir adam ve şimdi, burada sizleri tek başına bozguna uğratabileceğini düşünüyor. Siz ki yüz bin kişilik bir ordusunuz fakat o bunu çok da önemsemiyor. Size saldırdığı anda mızraklarınız ve kılıçlarınızla ona karşılık verin. Gerçekten de başına büyük bir iş aldı.”

Sonra prense: “Hadi oğlum, göster bakalım hünerini!” demiş.

“Hükümdarım, böyle bir mücadele adil değil. Onlar at üstündeyken ben onlarla nasıl savaşabilirim?”

“Ben sana ata binmeni teklif ettim fakat sen reddettin. Ama madem öyle istediğin atı seçebilirsin.”

“Bu atlardan hiçbirini istemiyorum. Kendi atımdan başka hiçbir ata binmem.”

“Peki senin atın nerede?”

“Sarayın en üstünde.”

“Neresinde?”

“Çatıda.”

Bu sözleri duyan hükümdar bağırmış:

“Senin aklın başında mı? Bu söylediklerin deli olduğunun en büyük işareti. Bir at nasıl çatıda olabilir? Ama önce bir görelim bakalım doğru mu söylüyorsun yoksa yalan mı!”

Sonra kumandanına dönmüş ve “Saraya dön ve çatıda ne bulursan bana getir!” demiş.

Orada bulunan herkes, prensin sözlerine şaşırmış. Birbirlerine şöyle diyorlarmış:

“Bir atın merdivenlerden inmesi mümkün mü? Hayatımda böyle bir şey duymadım.”

Bu arada hükümdarın görevlendirdiği kumandan, sarayın çatısına çıkmış. Orada daha önce hiç görmediği güzellikte bir at görmüş. Yaklaşıp incelemeye başladığında atın, abanoz ve fil dişinden yapıldığını fark etmiş. Kumandanın yanında bulunan diğer askerler ata bakıp gülmeye başlamışlar. Birbirlerine:

“Gencin bahsettiği at bu muydu? Belli ki çılgının teki ama nasıl olsa yakında gerçeği öğreniriz. Bu hakikaten de oldukça ilginç bir olay.” diyorlarmış.

Sonra atı kaldırıp hükümdara götürmüşler. Herkes, atın etrafında dolanıp ona hayranlıkla bakıyor, güzelliği karşısında hayrete düşüyormuş. Hükümdar da atı oldukça beğenmiş ve prense sormuş:

“Bu at senin mi genç adam?”

“Evet efendim, o benim atım. Birazdan mucizelerini siz de göreceksiniz.”

“Hadi göster bakalım!”

“Askerler uzaklaşmadan ata binmem.”

Hükümdar da askerlerine ata, bir ok menzili mesafesinde durmalarını emretmiş. Prens şöyle devam etmiş: “Efendim, şimdi atıma atlayıp askerlerinize hücum edeceğim ve onları parçalara ayıracağım.”

“İstediğini yap, hiçbirine acıma! Bil ki onlar da sana acımayacak…”

Sonra prens atına atlamış. Kumandanları askerlere, “Genç adam yaklaştığında ona mızraklarımızla saldırır, sonra da kılıçtan geçiririz.” demiş.

Diğer bir asker de “Allah biliyor ya yazık oldu. Böylesine genç ve temiz yüzlü bir adamı nasıl öldüreceğiz?” derken başka bir asker “Evet, biz ondan daha iyi olmak için çok çalıştık ama onun ne kadar cesur ve yiğit bir adam olduğu da ortada.” demiş.

Bu arada, prens atına atlamış ve yükselme düğmesini çevirmiş. Herkes onu izliyor, ne yapacağını merak ediyormuş. At, yükselmeye, sağa sola sallanmaya ve bir attan beklenmeyecek hareketler yapmaya başlamış. Karnı havayla dolunca da binicisiyle birlikte gökyüzüne doğru yükselmiş. Bunu gören hükümdar adamlarına bağırmış:

“Yazıklar olsun size! Kaçmadan yakalayın onu!”

Fakat generali ona şöyle karşılık vermiş:

“Efendim, uçan bir kuşu nasıl yakalayabiliriz? Muhakkak ki bu büyük bir sihirbazın ya da cinin işi. Dua edin de yüce Allah sizi ve ordunuzu ondan korusun.”

Prensin başarısını gören hükümdar, sarayına dönmüş. Kızının yanına giderek savaş alanında neler yaşandığını anlatmış. Bu haberi duyan genç kız, prens için yas tutmaya başlamış. Ayrılık acısı onu hasta ederek yataklara düşürmüş.

Onun bu hâlini gören hükümdar, kızına sarılmış ve alnından öperek şöyle demiş: “Ah kızım, yüce Allah’a şükret ki bizi o hain büyücünün, aşağılık adamın elinden kurtardı. O alçağın tek amacı seni elde etmekti.” ve kızına prensin gökyüzünde nasıl kaybolduğunu anlatmış. Prensesin, yani hükümdarın biricik kızının, kendisini ne kadar sevdiğini anlamadığı için budalanın teki olduğunu söylemiş. Fakat genç kız, babasının söylediklerine aldırmamış. Daha çok ağlamaya ve feryat etmeye başlamış. Kendi kendine şöyle diyormuş:

Allah’ın üzerine yemin ederim ki ona kavuşuncaya kadar ne yemek yiyeceğim ne de su içeceğim.

Babası, kızının durumuna çok üzülüyor ve onun için endişeleniyormuş fakat yapabileceği tek şey onu teselli etmekmiş. Kızı için oldukça üzülüyormuş.

Hükümdarın ve Prenses Şems El-Nahar’ın durumu böyleymiş. Prens Kamer El-Akmar’a gelince… Genç adam, atıyla birlikte havaya yükselip gökyüzünde ilerlemiş. Yolculuk boyunca prensesi ve güzelliğini düşünmüş derin derin. Gittiği yerlerde hükümdarın ülkesini ve prensesi soruşturmuş, nihayet hükümdarın şehrinin adının Sanaa olduğunu öğrenmiş. Bu bilgiyle bir nebze de olsa rahatlayan prens, hız kesmeden atıyla ülkesine doğru yol almış. Nihayet kendi şehrine ulaşınca bir süre şehrin etrafında dolanma isteği duymuş. Sonra sarayına varmış. Atı sarayın çatısında bırakıp indiğinde sarayın eşiğinde kül görünce aileden birinin öldüğünü düşünmüş. Babası, annesi ve kardeşleri yas kıyafetlerine bürünmüş. Herkesin yüzünde kederli, donuk bir ifade varmış. Babası onu gördüğünde büyük bir çığlık koparmış ve bayılmış. Kendine geldiğindeyse oğluna sarılmış, onu göğsüne bastırmış ve büyük bir mutluluk duymuş. Bunu gören annesi ve kız kardeşleri de onun yanına gelmiş ve sevinçten ağlamaya başlamışlar. Sonra ona başına gelenleri sormuşlar. Prens de yaşadığı her şeyi onlara anlatmış.

Babası:“Seni kurtaran Allah’a şükürler olsun! Gözümün nuru, kalbimin ışığı!” demiş.

Sonra hükümdar, şehirde bir festival düzenlemiş. Bu güzel haber, herkesi sevindirmiş. Davullar, zurnalar çalınmış, insanları saran keder dağılmış ve halk bayramlıklarını giyip caddeleri, pazarları süslemeye koyulmuş. İnsanlar, bu güzel haberden dolayı hükümdarlarını tebrik etmek için birbirleriyle âdeta yarışıyormuş. Hükümdar, genel af ilan edince hapishanelerdeki herkes salıverilmiş dahası yedi gün yedi gece sürecek büyük bir ziyafet düzenlemiş. Prensin gelişiyle şehirdeki herkes büyük bir mutluluk duymuş. Sonra hükümdar, oğluyla ata binmiş ki halk onu görüp daha da neşelensin. Bir süre sonra prens, atı yapan adamın durumunu sormuş: “Babacığım, o adama ne oldu?”

“Seni bizden ayırdığı için Allah ondan hiçbir zaman razı olmasın. Senin kaybolduğun günden beri hapiste yatıyor.”

Hükümdar, oğlunun isteği üzerine adamın salıverilmesini emretmiş ve kendisine bir elbise hediye etmiş. Ona, cezasını affetmek gibi büyük bir iyilik yaptığını, kızını artık kendisiyle evlendirmeyeceğini bildirmiş. Bunun üzerine Bilge, büyük bir öfkeye kapılmış ve atının sırrı artık ifşa olduğundan yaptıklarına pişman olmuş. Hükümdar ise oğluna şöyle demiş:

“Umarım artık o atın yanına bile yaklaşmazsın. Hele binmeyi aklından bile geçirme çünkü neyin nesi olduğunu bilmiyorsun. Yanlış bir şey yaparsan başına daha kötü şeyler gelebilir.”

Prens de babasına, Sanaa hükümdarı ve kızıyla yaşadıklarını anlatmış.

Babası, “Eğer kral seni öldürmek isteseydi öldürürdü demek ki zamanın gelmemiş.”

Kutlamalar bittiğinde insanlar evlerine, prens ve hükümdar da saraya dönmüşler. Keyifle oturup yemek yemişler. Hükümdarın iyi ud çalan bir hizmetçisi varmış. Onlar için âşıkların ayrılığından bahseden bir şarkı söyleyerek çalgısını çalmış.

Sanma ki yokluğun unutturdu seni banaZaten hatırlayacak neyim var senden başka?Zaman geçer gider ama sevgiliye olan aşk bitmezVe ben…Ancak senin aşkınla ölür,Ancak senin aşkınla dirilirim.

Şarkının sözlerini duyan prensin yüreğini bir ateş almış ve sevdiğine olan özlemi biraz daha artmış. Pişmanlık ve keder duygusuyla Sanaa hükümdarının kızını düşünerek acı çekiyormuş. Hemen ayağa kalkmış, babasının yanından uzaklaşıp ata binmiş ve yükselme düğmesini çevirmiş. Bunun üzerine at, kuş gibi havalanmış ve göklere doğru yükselmeye başlamış. Sabah olduğunda babası onu merak ederek sarayın üst katına çıkmış. Oğlunun gittiğini anlayıp endişelenmiş, büyük bir kederle atı saklamadığına pişman olmuş ve kendi kendine, Allah adına yemin ederim ki oğlum bana döndüğünde atı yok edeceğim. Bu sayede onun için üzülmekten kurtulurum, demiş.

На страницу:
9 из 14