
Полная версия
Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı
“Bu nice olur Mahmut?.. Çakırcı onunla savaş mı yaptı?”
“Savaş yapmadı hünkârım. Kâtip Yunus’un sözüne aldandı, bir düzen kurup voyvodayı yakalamak istedi. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı, kazılan kuyuya kendi düştü, kazıklandı…”
“Sen onun Yunus gidisine uyup düzen kurduğunu biliyor muydun?”
“Bana yazmışlardı şevketlu hünkâr, biliyordum.”
“Biliyordun ve susuyordun, öyle mi?”
“Ben kulun ne yapabilirdim?”
“Düzen kuranların düzene kapılacaklarını söyleyebilirdin. Sustun ve herifi öldürttün!”
Mahmut Paşa, gözlerini yere eğdi, sessiz kaldı. Fakat Fatih susmuyordu, boyuna söylüyordu. Sadrazamın suçlu olduğunu dile dolayarak ağır kelimeler kullanıyordu. Bir aralık kızgınlığını yenemedi ve yerinden fırladı:
“Beni en iyi bir adamdan ayırdın, Çakırcı’ya kıydın kıydırdın, herif!..” diye bağırarak Mahmut Paşa’nın üzerine atıldı, sakalından tuttu, silleledi, silleledi, silleledi.
Bizanslı tarihçi Kalkondil, Fatih’in attığı bu dayağı anlatırken, “Çöplükten ipekli sedirlere yükselen köleler için padişahlardan tokat yemek utandırıcı bir şey değildir, belki şereftir.” diyor. Hâlbuki Mahmut Paşa’nın, bu ağır hakarete dayanması hiç de “şereflenmek” duygusundan ileri gelmiyordu. Belki kendini suçlu saydığından dolayı dövülmeye tahammül ediyordu. Gerçekten de suçluydu. Çünkü Fatih’in Çakırcı’ya vaktiyle verdiği emre karşı gelmemişti, göz yummuştu. Kendi suçunu hatırlamayan Fatih, onun tahammülünü alabildiğine kullanmadı, kızgınlığı tavsayacak kadar sille attıktan sonra yerine çekilip oturdu.
“Çakırcı öldü, ya…” dedi. “Şimdi eline kına yak; lakin onun öcünü almazsan ben de elime senin kanınla kına yakarım!”
“Voyvoda Bulgar iline de leşker döküyormuş. Oralarda bol askerimiz yok. Korkarım ki bize ziyan verir.”
“Vay, o melun bana silah çekmeye bile yelteniyor ha… Sen de bunu hiç sıkılmadan söylüyorsun!”
“Duyduklarımı söylemek borcumdur hünkârım. Voyvoda, Macar eline elçi yollayıp efendimin -haşa sümme haşa- amcası olduğunu söyleyen Davut’u kışkırtmak istiyormuş!”18
Bu amca oğlu sözü, Fatih’in henüz düzelmemiş olan sinirlerini büsbütün titretti, altüst etti. Gözlerini kızıllaştırdı ve Mahmut Paşa yeni baştan dil ve el bombardımanına uğradı, tartaklandı, hırpalandı.
Fatih için, Macaristan’daki bir amca oğlu meselesi, Eflak işlerinden de Mora işlerinden de önemliydi. O, babasının ölümüyle beraber küçük ve biricik kardeşi Ahmet’i öldürterek, İstanbul’u alınca da Yıldırım’ın torunu ve kendinin büyük amcası oğlu Prens Turhan’ın ölüsünü buldurarak tahtın tek vârisi olmak neşesine ermişti. Şimdi ta Macaristan’da bir amca oğlu peyda olması, içine yaman bir üzüntü getiriyordu, beynini kara düşüncelere boğuyordu.
Bununla beraber o günün ve gelecek günün inceliklerini kavramaktan da geri kalmıyordu. Sınırdan dışarıda bir amca oğlu varsa ve Eflak voyvodası gibi düşmanlar ondan kazanç elde etmek istiyorlarsa Fatih’in ilk yapacağı iş sınır içinde kuvvetli bulunmaktı. Bunun için de başta sadrazam olmak üzere bütün vezirlerle, beylerle hoş geçinmek gerekti. Çünkü eski devirlerde tahtın elden ele geçmesinde onların büyük, tesirleri olmuştu.
Fatih böyle düşündü ve birden yumuşadı.
“Bre Mahmut!” dedi. “Bugün besmelesiz kalkmışsın. Hem beni üzdün hem kendin incindin. Şu tatsız haberleri biraz sonra versen ve hepsini birden söylemeyip de yavaş yavaş bildirsen olmaz mıydı? Fakat olan oldu, ikimizin de kalbi kırıldı. Şimdi geçeni unutalım, açık yürekle konuşalım. Et tırnaktan ayrılmaz. Sövsem de dövsem de senden geçemem. Çünkü değerin vardır, sadıksın.”
Mahmut Paşa mırıldandı:
“Kul, yediği ekmeğin kıymetini bilir. Bilmezse o nimet gözüne, dizine durur. Ben senin kölenim. Kanım, canım senindir.”
“Bilirim Mahmut, inanırım Mahmut. Şimdi sen bana anlat. Bu haberleri kimden aldın?”
“Bir küçük akıncıdan!”
“O da kim?..”
“Mustafa adlı bir genç irisi. Sizin de tanıdığınız Kara Murat’ın kardeşi.”
“Şu bizim Turhan’ın Kara Murat’ı mı?”
“Evet, şevketlu hünkâr, o Kara Murat. İstanbul savaşında bizimle idi, çok yararlıklarını görmüştük. Zavallı, Çakırcı Hamza’ya yoldaşlık etmiş, tuzağa düşüp ölmüş…”
Mahmut Paşa, bildiğimiz faciayı, küçük Mustafa’dan dinlediği gibi anlattı:
“İşte o Yaksiç hınzırı, Kara Murat’ı çevirme ettirdikten sonra çocuğu buraya yolluyor. Küçük akıncı, dün gece ben uyurken geldi. Ulak olduğunu söyleyip dizdarlara kale kapısını açtırmış. Beni uykudan uyandırdı, kaziyeyi bildirdi. Yaksiç, bizim küçüğü yola vururken bir köşeye çekmiş, bütün bu işleri voyvoda ile şevketlu hünkârın arasını açmak için yaptırdığını fısıldamış. Güya Vlad, dört yüz Macar delikanlısını ateşe vurasıymış. Yaksiç de bundan hınçlanıp düzen kurmuş ve Vlad’ı bir çıkmaza sokmuş imiş.”
Fatih, Yaksiç denilen Macar delikanlısının karışık bir rol oynadığını çarçabuk sezdi.
“Anlıyorum…” dedi. “Bu herif hem nalına hem mıhına vuruyor. Vlad’dan öç alır gibi görünüp bizi onunla çarpıştırmaya çalışıyor. Öbür taraftan da öz yurdunu rahata erdiriyor. Boş bir düşünce değil ama bize yarar yeri yok. Biz, her şeyden önce bu Vlad işini temizlemeliyiz. Çakırcı’nın ve onunla bile ölenlerin ruhunu sevindirmeliyiz. Bu işi yaparken şu bizim amca oğlunu da boşlamamalıyız. Kim olduğunu öğrenip giderilmesine çare bulmalıyız. Sen, Eflak seferi için hemen hazırlığa giriş, küçük akıncıyı da bana gönder. Onu gözümle görmek, kulağımla dinlemek isterim.”
Bir saat sonra küçük Mustafa, Fatih’in yanındaydı. Vidin’den çıktıkları günden başlayarak kendisinin Bükreş’ten yola çıkarıldığı güne kadar olup biten işleri birer birer anlatıyordu. Onun ruhu, yüreği ağzına çıkmış, içindeki acı yas, kelime ve cümle olmuştu. Bundan ötürü sözünde yaman bir yanıklık vardı. Fatih’in de içini yakıyordu.
Ruhuyla, yüreğiyle konuşan Mustafa’nın sözü bitince hünkâr, alevli bir hava içinden sıyrılıyormuş gibi geniş bir nefes aldı.
“Ne kötü şeyler!” dedi. “İliğime kadar titredim. Fakat o yüreği karaları da yaptıklarına pişman etmezsem yazık bana!”
Mustafa’nın dudaklarında ağlayışa benzeyen bir gülümseyiş belirdi, gözlerinde kardeşini yakan alevin alevi parladı, ağır ağır cevap verdi:
“Senin gücün yücedir, voyvodanın mülkünü altüst edebilirsin. Lakin onu kolay kolay tutamazsın. Eflak olmazsa Boğdan, o olmazsa Macar eli var. Herif, sana karşı dayanamayınca kaçar, bir köşede saklanır. Onun için voyvodayı bana bırak…”
Fatih, kendinin başaramayacağı bir işi omzuna alan bu on beş yaşındaki delikanlının temiz yüzüne derin derin baktı ve sordu:
“Sen tek başına onu nice yakalarsın çocuk? Herifin askeri var, leşkeri var.”
“O Kara Murat gibi yiğidi avladıktan sonra ben onu niçin tutamayayım?..”
“Kara Murat pusuya düştü?”
“O da düşer!”
“Kara Murat boş bulunup şarap içti, kendinden geçti.”
“O da içer, kendinden geçer!”
“Demek kendine bu kadar güveniyorsun?”
“Ben Türklerin krallar avladığını bilirim. Rahmetli kardeşim, Alp Sevindik’in Bulgar kralını nasıl kafese koyduğunu sık sık söyleyip dururdu. Ne ben Sevindik’ten aşağıyım ne bu voyvoda bir Bulgar kralından üstündür!”19
Fatih, kahraman ruhlu gencin hatırlattığı hikâyeyi biliyordu, bu yüzden yeni bir heyecan duydu, haykırır gibi konuşarak Mustafa’yı alkışladı:
“Sen gerçekten yiğit imişsin çocuk, gözüme girdin, yüreğimde yer aldın. İstersen seni burada alıkoyayım, çarçabuk paşa yapayım. Bana çok şey kazandıracağını umuyorum.”
Mustafa başını salladı:
“İstemem ulu hünkâr, paşalık istemem. Beni özgür bırak, yeter. Akıncı kanı sarayda su olur, durulur.”
“Biz de savaş eriyiz; atımız eyerli, belimiz kılıçlı durur. Sarayımız çelebi çergesi değil babayiğit.”
“Öyledir ulu hünkâr ama akıncı akmak ister. Onu saraya kapamak, bir çayı yatağından kaldırıp bir deliğe tıkmaya benzer, yapılamaz ki…”
Fatih düşündü, hem uzun düşündü, sonra tatlı bir sesle yeniden konuşmaya koyuldu:
“Rüzgâra köstek vurulmaz, demek istiyorsun. Doğrudur delikanlı. Bunu kimse yapamaz. Sen de ataların gibi, uçtaki20 yoldaşların, kardeşlerin gibi güle güle ve gürleye gürleye esedur. Bahtın açık, yolun ışık olsun. Yalnız sana bir iyilik etmek isterim. Dünya hâli bu. Bir gün öbür güne benzemez. Şimdi sağ olan yarın sakat olabilir, yardım aramak zorunda kalır. Bunun için sana bir kâğıt vereyim, koynunda taşı. Şayet bir sıkıntın olursa onu -dost olsun, düşman olsun- ilk gördüğün beye, paşaya, gospodine, voyvodaya göster. Ne dilersen onu yaparlar çocuğum.”
Küçük Mustafa, karnı tok bir adamın, önüne konulan değersiz bir aşa karşı gösterebileceği isteksizlikle yüzünü ekşitti:
“Bir akıncı ne dosta ne düşmana el açmaz hünkâr. Vereceğiniz kâğıt, korkarım ki, işime yaramayacaktır. Koynumda buruşup kalacaktır.”
Fatih kızmadı, düşüncesinden de dönmedi:
“Avuç içi kadar bir kâğıt, sana yük olacak değil a be çocuk. Muska yapar, boynuna asarsın. Şayet bir zora uğrarsan dediğimi yaparsın.”
Küçük Mustafa bu zorlayış önünde yumuşadı, “peki” dedi. Fatih de kendi kalemiyle açık bir buyrultu yazdı, mührünü bastı, imzasını attı, genç Türk’e uzattı. Buyrultu, yalnız Osmanlı işyarlarına, ilbaylarına, kumandanlarına hitap etmiyordu, komşu milletin kodamanlarını da muhatap tutuyordu. Kâğıtta Mustafa’nın adı yazılı değildi, “Bu yarlığımızı görenler onu gösterene yardım etsinler, dileklerini yapsınlar. Biz bu yardımın karşılığını öderiz.” deniliyordu.
Fatih’in böyle bir şeyi yapmayı gerekli görüşü ve buyrultuyu çocuğa vermek için uzun uzun zorlayışı başka bir düşünceden ileri geliyordu. Nitekim kâğıdı Mustafa’ya sunduktan sonra yavaş yavaş düşüncesini açmaya girişti:
“Çocuğum!” dedi. “Seni tanıdığıma çok memnunum. Adını sık sık anacağıma da inan. Zaten sen kendini bana da bütün yurda da andıracak işler göreceksin. Bakışın, duruşun hep bunu gösteriyor. Çok yakında bir Malkoç, bir Turhan da sen olacaksın. Ben senin izini gözümden kaybetmeyeceğim, her vakit seni arayacağım. Büyük savaşlarımda da seni yanımda bulunduracağım. Şimdi git, yoldaşlarına karış, akınlar yap. Yalnız bana söyle: Kimin bayrağı altında akına çıkacaksın?”
“Mihal oğlu Ali Bey’in!”
“İyi başbuğ seçmişsin. Ali, yiğit bir Türk’tür. Gözünü budaktan esirgemez. Ben onu Eflak üzerine saldıracağım. Kendim de gelmek niyetindeyim. Bizim Çakırcı’yı kazıklayan, senin de kardeşini yakan Vlad’ı yeryüzünden kaldırmak isterim. Orada gene görüşürüz inşallah…”
Ve birden hatırlamış gibi davrandı:
“Şu Eflak işi bitince seni Macar eline yollamak isterim. Gider misin çocuğum?”
“Tek başıma mı?”
“Orasını sonra düşünürüz. Sen yalnız Budin’e kadar gitmeyi göze alır mısın, almaz mısın? Onu söyle.”
“Vlad’dan kardeşimin öcünü almadan bir yere gidemem ulu hünkâr. O işi başardıktan sonra Kafdağı’na da Kızılelma’ya da giderim. Elverir ki görülecek büyücek işler olsun.”
“Orada benim tahtıma göz diken soyu belirsiz bir adam var. Onu gidermek için sana güveniyorum.”
“Kimmiş bu ulu hünkâr?”
“Davut adlı bir düzme kişi. Benim soyumla sopumla ilgisi yok. Frenklerin elinde oyuncak oluyor, hiç yoktan külah kapmak istiyor. Sen onu bulup da giderirsen Vidin beyi olursun. Nasıl, işine gelir mi?”
Küçük Mustafa şöyle bir düşündü, derin derin hesaplar yaptı, sonunda yıllarca denemeler, sınavlar geçirmiş yaşlı bir adam ağırlığı takındı.
“Vallahi ulu hünkâr…” dedi. “O adamın adını şimdi senin ağzından duydum. Nicedir, kimin nesidir bilmiyorum. Lakin Frenk yurdunda oturuyor, Frenk ekmeği yiyor ya, sağlam bir ayakkabı değil demektir. Gene senin sözünden onun bize bir çorap örmek istediğini de anladım. Rahmetli kardeşim, İstanbul savaşında buna benzer birinin Türk’e ok attığını iğrene iğrene söyler dururdu.21 Bu da o çeşit biri olacak. Bundan ötürü dileğini yerine getireceğim. Fakat bir daha seninle karşılaşıp karşılaşmayacağımı bilmiyorum. Bugün buradayım ama yarın kim bilir nerede olacağım. Onun için şu Davut işini bana bir iyi anlat ki, ilk fırsatta Budin’e gideyim, dileğini yerine getireyim…”
“Bunu Eflak’ta konuşsak olmaz mı?”
“Ben akıncıyım ulu hünkâr. Akıncı buluta benzer, ağar geçer. Gemi değil ki dümene bağlı olsun, istenilen yere çevrilsin. Sen de beni ya bulursun ya bulamazsın. İyisi şimdiden ne yapacağımı bana öğret.”
Fatih, kendini buluta benzeten genç Türk’ün açık bir yürekle konuşmasından haz aldı, Davut için düşündüklerini uzun uzun anlattı, ne yaptırmak istediğini en ince yollarına kadar söyledi. Bir vezirle konuşuyormuş gibi davranıyordu, hatta Mustafa’yı vezirlerden daha üstün tutarak pek tatlı bir dil kullanıyordu. Fikrini böylece açtıktan sonra genç Türk’e sordu:
“Anladın, değil mi?.. Güç fakat seni yükseltecek bir iş. Budin’e nasıl gideceğini sen tasarlarsın. Ben yalnız o soyu belirsizin kafasını isterim.”
Artık ayrılacaklardı. Fatih, öpülmek üzere elini uzatıyordu. Birden hatırladı:
“Sana…” dedi. “Biraz harçlık vereyim.”
Mustafa başını salladı:
“İstemem ulu hünkâr. Benim akçeyle alışverişim yok.”
“Demek zenginsin. Kara Murat’tan epey şey mi kaldı?”
“Bir yürek, bir bilek hünkâr. Onlar da bana yeter.”
Fatih, onun bu tok gözlülüğünü de beğendi, kendisine para vermek fikrinden vazgeçti. Çünkü burada böyle davranan delikanlının herhangi bir durumda para canlılık göstermeyeceğini, para uğrunda söz dönekliği yapmayacağını anlamıştı. Kendine de bu ayarda bir adam gerekti.
***1462 yılının ilkbaharında idi. Büyük bir Türk ordusu Tuna’yı geçiyordu. Yirmi beş kadırga ile yüz elli çektirmeden mürekkep bir donanma da Karadeniz yolu ile Tuna’ya girmişti, Vidin’e kadar çıkmıştı. Ordunun başında Sadrazam Mahmut Paşa ile Fatih Sultan Mehmet bulunuyordu. Bütün Eflak, dinmeyen bir yer sarsıntısı geçirir gibi korku içindeydi. Kimse evinde oturmuyordu, oturamıyordu, ormanlara çekiliyordu. On binlerce kişi de gerilere, Ulahların Praşova dedikleri Kronştat taraflarına kaçmışlardı.
Eflak diyarını böyle altüst eden hadise, Türk ordu ve donanmasının gelişinden ziyade Turhan oğlu Ömer’in, Evranos oğlu Ahmet’in, Mihal oğlu Ali’nin, Malkoç oğlu Bali’nin yüz bin akıncı ile Tuna boyuna gelmeleriydi. Yüz bin akıncı, yüz bin yıldırım demektir: Atlı, mızraklı, kılıçlı yüz bin yıldırım!.. İşte Eflaklılar, suyu yüzerek, ovaları süzülerek, dağları uçarak aşan bu yıldırım kümesinden korkuyorlardı, kaçıyorlardı. Ordu, gene ordu ile çarpışıyordu. Lakin akıncılar, tabiatla dövüşen kimselerdi. Onlar şu veya bu milleti yenmek değil, küreyi Türk kılıcına boyun eğdirmek için uğraşıyorlardı. Bundan dolayı coşkun nehirleri, ıslak bir şerit gibi çiğneyip geçiyorlardı. Uçsuz ve sonsuz ovaları bir yağlık, bir mendil atar gibi, bir yana fırlatıp gözlerin alamayacağı mesafelere ulaşıyorlardı. Kartalların ancak eteklerini öpebildiği dağların tepelerinde at kişnetiyorlardı. Bu akış, bu süzülüş, bu uçuş önünde akıncı ne insan tanırdı ne hayvan. Sular nasıl kendilerine yol veriyorsa, ovalar nasıl önlerinden siliniyorsa, dağlar nasıl eğilip atlarının nallarını öpüyorsa, köpekten aslana kadar her hayvanın, Bulgar’dan Alman’a kadar her insanın aynı saygıyı göstermesini isterlerdi.
Daha doğrusu tabiatı yenmek, kürenin efendisi olmak isteyen akıncı için hayvan ve insan mefhumu yoktu, yalnız ülkü vardı. Onlar ülkülerine doğru uçarken canlı veya cansız bütün varlıkların ya silinip ortadan çekilmesini ya gölgeleşip sürünür bir biçim almalarını gerekli bulurlardı. Bunu yapmayıp da elle tutulur bir varlık hâlinde önlerine çıkanları çiğneyip geçerlerdi. Fakat hakikatte bu bir çiğneyiş değildi. Herhangi bir fırtınanın, boranın, kasırganın uğrağında görülen tabii bir şeydi. O fırtına, o bora, o kasırga bir kaynaktan çıkar, bir amaca doğru yürür. Hakkı yürümektir. Çünkü kudretlidir. Ülküsü de amacını bulmaktır. Çünkü onun için harekete geçmiştir. Artık önüne orman veya köy çıkması bahse bile değmez. O, kendi yürüyüşünü köstekleyecek olan her engeli yıkar, devirir ve geçer. Akıncılar da öyleydi ve öyle yapıyorlardı. Canlı ve cansız hiçbir engelin kendilerini yürümekten alıkoymalarına göz yummuyorlardı, yumamıyorlardı.
Eflaklılar işte bu değişmez hakikati bildikleri için yüz bin akıncının Tuna kıyısına geldiklerini duyar duymaz çıldırmışa dönmüşlerdi. Tek bir yıldırım ateşine dayanmak gücünü taşımayan o çörden çöpten köyler içinde on binlerce yıldırım akışına göğüs germek mümkün olamayacağına göre onların korku içinde kalmaları da pek tabii idi.
Kazıklı Voyvoda da Eflak köylülerinden ayrı bir durumda değildi. Yemekten içmekten kesilmişti, uykuyu unutmuştu, deli gibi söyleniyordu. Durup dinlenmeden dolaşıyordu, Demitriyos Yaksiç’le de boyuna dalaşıyordu.
Yaksiç onun sitemlerine karşı hiç aldırış etmiyordu, sarsılmaz bir soğukkanlılıkla hep bir biçimde cevap veriyordu:
“Korkmayın asaletmeap. Kral Matyas Korven yardımınıza koşacaktır, Türkleri buraya geldiklerine pişman edecektir.”
Eğer bu teselli olmasa ve Yaksiç’in şahsında Macar ordusunun beklenen, umulan yardımını canlanmış görmese Vlad’ın, genç dostunu çoktan kazıklatacağına şüphe yoktu. Fakat içli dışlı bir ilgi ile bağlanarak gündüzleri değil geceleri bile yanından ayırmadığı bu delikanlıya onun güveni pek derindi. Macar kralı da sık sık gönderdiği mektuplarla Yaksiç’e sevgi gösteriyor ve onun çizdiği plana göre davranacağını temin etmekten geri kalmıyordu. Hatta Türk ordu ve donanmasının Tuna’ya doğru yürüdüğü haber alınır alınmaz Yaksiç’in Budapeşte’ye gönderdiği ulaklar da aynı cevabı getirmişlerdi. Matyas Korven bütün Macarları silah altına çağırdığını, Moldavya üzerinden yürüyüşe hazırlandığını ve telaşa düşülmeden Türklerle savaşa girişilmesini bildiriyordu.
Vlad işte bu yardım vadine kapıldı, Yaksiç’in pohpohlarına kandı, Macar ordusu gelinceye kadar Türkleri -çete harpleriyle- oyalamayı tasarladı. Birçok köyler boşaldığı, tarlalar yakılıp ağaçlar söküldüğü için Türk ordusunun ileri yürüyüşü de şimdiden güçleştirilmiş bulunuyordu.
Fakat Vlad akıncılara karşı ne yapılacağını bir türlü kestiremiyordu. Demitriyos’la uzun uzun görüştükten sonra bir karar verebildi, dört yana gözcüler dağıtılmasını ve akıncıların yürüyüş kolları sezilince önlerinden kaçılarak onların -mümkün olursa- arkalarında yer alınmasını kararlaştırdı.
Lakin günler geçtiği hâlde onlar, o bir yerde durmasına, durdurulmasına imkân olmayan akıncılar harekete geçmiyorlardı. Tuna kıyılarında duruyorlardı. Vlad, bu hareketsizliğin sebebini, gece gündüz düşündüğü hâlde bulamıyordu. Çete harbi yapmak için çizdiği planlar ise tuhaf bir karışıklık içinde yürümez olmuştu. Sağa veya sola ayırdığı müfrezeler ordudan ayrılır ayrılmaz sır oluyorlardı, bir daha kendilerinden haber çıkmıyordu. Bunların, henüz Tuna’yı aşmamış olan Türklerin eline düşüp toptan yok edildiklerini kabul etmek mümkün değildi. Fakat yok oldukları muhakkaktı.
Vlad, üçer beşer yüz kişilik müfrezelerinin iz bırakmadan kayboluşlarındaki sırrı nihayet anladı. Onlar, şurada, burada pusu kurmak veya gözcülük etmek vazifesiyle ordudan ayrılır ayrılmaz dağılıyorlardı, gerilere çekilip saklanıyorlardı. Bir kısmı da Moldavya’yı boylamıştı. Vlad, ordunun sayı dolgunluğunu eriten bu hâli anlar anlamaz çetecilikten vazgeçti, birkaç yüz Ulah’ı kazıklatarak kaçma düşüncesini şöyle böyle köstekledikten sonra bütün askeriyle sağlam bir yer tuttu, Türkleri beklemeye koyuldu. Fakat bir gözü önde ise bir gözü arkadaydı. Durduğu yerde kalabilmesi, Macaristan’dan ordular gelebileceğini ummakla mümkün olabiliyordu.
Bununla beraber Türklerin hareketsiz duruşları, hele akıncıların Tuna’yı aşmayışları onun kafasında kargaşalık yaratmaktan geri kalmıyordu. On binlerce yıldırımın bir su kıyısında kümelenip duruşunda tabiata aykırı düşen bir biçim vardı. Yıldırımın şanı yürümek, Türk’ün de şanı ileri atılmaktı. Hâlbuki Tuna kenarındaki ordu ve akıncı fırkaları günler geçtiği hâlde harekete geçmiyorlardı.
Vlad’ın hiçbir sebebe bağlayamadığı bu hareketsizlik Fatih Sultan Mehmet’in emrinden ileri gelme bir durumdu. O, Karadeniz yoluyla Tuna’ya girip Vidin’e kadar çıktıktan sonra birdenbire bir fikre saplanıp kalmıştı: Küçük akıncıyı buldurmak!.. Onun Eflak üzerine yapılacak akınlar sırasında bir kazaya uğramasından, bu suretle de Şehzade Davut işini başaracak en yarar bir elin kaybolmasından korkuyordu. Çocuğun Vlad’a karşı beslediği derin hıncı bildiği için akın sırasında delice davranacağına, hayatını daldan budaktan sakınmayacağına şüphe etmiyordu. Onun için hem küçük akıncıyı kızdırmayacak hem de onu koruyacak bir yol aramıştı, bulmuştu. Bu, Kara Murat’ın kardeşini Eflak’a yürüyüş günlerinde yanında bulundurmaktan ibaretti. Bu düşünce ile de akıncıların ayrıca yürüyüşe geçmemelerine, ordu ile birlikte hareket etmelerine emir vermişti.
İşte ordunun, akıncıların Tuna kıyısında beklemeleri bu emir yüzündendi. Küçük Mustafa’nın bir türlü bulunmaması da hareketi geciktiriyordu. Fatih bu genç akıncının mutlaka bulunmasını istiyordu. Hâlbuki Kara Murat’ın yiğit kardeşi ortada yoktu.
Ne Turhan oğlu Ömer’in, ne Evranos oğlu Ahmet’in, ne Mihal oğlu Ali’nin, ne Malkoç oğlu Bali’nin fırkaları içinde Mustafa bulunamamıştı. Onu zaten Bali Bey’in akıncıları tanıyorlardı, öbür akıncılar Kara Murat adını saygı ile anar olmakla beraber kardeşini görmüş değillerdi.
Koca bir ordu, koca bir akıncı kümesi, küçük bir adamın bulunmaması yüzünden günlerce hareketsiz kalamazdı. Bu, karşıdaki düşmanı kuvvetlendirecek bir tedbirsizlik demekti. Lakin Fatih, açık veya kapalı yapılagelen ihtarlara karşı da çocuğu aratmaktan, orduyu da hareketsiz bırakmaktan vazgeçmiyordu. Çünkü daha İstanbul’da iken Macaristan yoluyla Yaksiç’ten bir mektup almıştı, bu delikanlının tam yerinde Voyvoda Vlad’a ihanet edeceğini öğrenmişti. Bundan dolayı da Eflak topraklarında yapılacak korunma hazırlıklarına değer vermiyordu.
Bir hayli böyle geçti, küçük Mustafa bulunamadı, Fatih de bir perşembe günü gün doğar doğmaz bütün ordunun Tuna’yı aşmasına emir vermek zorunda kaldı. Akıncılar, gene birlikte hareket edeceklerdi, sağ ve sol yanlarda yürüyeceklerdi.
Bu emir, bir salı akşamı verilmişti, çarşamba günü silahlar yeni baştan bilendi, atlar güzelce tımar edildi, yeniçeri ve sipahi çadırlarında başlayacak savaş şerefine eğlenceler yapıldı, akıncılar tarafından at ve mızrak oyunları gösterildi ve perşembe gecesi tatlı rüyalar içinde geçirildi.
O gün tan yeri ağarırken bütün ordu ayakta idi. Güneşle beraber Tuna kıyısında heyecanlı bir âlem doğuyordu. On binlerce akıncı at sırtında bu büyük suyu geçmeye hazırlanmıştı. Yüzme zevkini sezen hayvanlar şen şen kişniyorlardı. Kulaklarını dikerek ve kuyruklarını sallayarak Tuna’ya atılmak emrini bekliyorlardı. Büyük bir köprü, yaya askerle topların geçmesi için göğsünü açmıştı, suyun üzerinde neşeli bir yüzle uzanıp duruyordu.
Sadrazam Mahmut Paşa da hünkâr da erkenden otaklarından çıkmışlardı, at üstünde bu geçişi seyre gelmişlerdi. Çünkü sahne, pek seyrek görülen bir manzaraydı. On binlerle alemcinin at sırtında büyük bir suyu aşması her gün veya her yıl görülebilen bir şey değildi. Bunda, bu geçişte dalgayı at ayağına çiğneten Türk gücünün göz kamaştırıcı ululuğu, yüceliği vardı. Bütün ordu gibi vezirle hünkâr da bu ululuğun, büyük bir nehir üzerinden silaha bürünerek akışını görmek istiyorlardı.
Akıncıların o devirdeki başbuğları, o ünlü beyler atbaşı beraber hünkârın yanına gelerek fırkalarının suyu geçmeye hazır bulunduğunu söylemişler ve son emri alıp geri dönmüşlerdi. Artık orada, o iki yüz binden fazla askerin, binlerce atın, öküzün, koyunun toplanmış olduğu geniş mıntıkada derin bir sessizlik başlamıştı. Hayvanlar bile böğürlerini, melemelerini bırakmışlardı, büyük geçişi seyre hazırlanmışlardı. Yalnız akıncıların atları ön ayaklarıyla toprağı eşiyorlar, sabırsızlık gösteriyorlar ve bu hareketle o derin sessizliği taklit olunmaz bir ahenkle işliyorlardı. Güneş, doğudaki beşiğinden fırlamıştı, Türk akıncılarının dalgaları nallara nasıl çiğnettiklerini görmek için ufuktan boynunu uzatıyordu.
İşte bu sırada, bu heyecanlı anda karşı yakadan iki kişi belirdi. Bunlardan biri önde yürüyordu, arkadakini yedekliyordu. Su kıyısına gelir gelmez öndeki biraz durakladı, ardında bulunanı omuzladı ve o yükle Tuna’ya atıldı, yüzmeye başladı. Şimdi akıncılar yürümekten geri kalmışlardı, ordunun gözü akıncılardan ayrılarak ağır bir yükle ırmağı aşmaya savaşan cesur yüzgece kaymıştı. Vezirle hünkâr dahi ister istemez bu gelişe, bu yüze yüze gelişe bakıyorlardı.
Suya atılışı uzaktan şöyle böyle seçilebilen yüklü yüzgeç, Tuna’nın köpüklü akışı arasında bozuk düzen bir tulum gibi görünüyordu ve güçlükle seçiliyordu. Ara sıra onun sularla örtüldüğü, akıştaki hızı yenemeyerek aşağıya doğru sürüklendiği seziliyordu. Fakat yüzgeç, sırtındaki yüke rağmen ne yapıp yapıyordu, yolundan geri kalmıyordu, beri yakaya doğru kulaç atıp geliyordu.
Akıncılar kendilerini yoldan alıkoyan bu kim olduğu belirsiz yüzgece karşı kızgınlık değil, sevgi duyuyorlardı, atlarının dizginlerini bırakarak ve elleriyle gözlerine siper alarak onun yüzüşünü beğene beğene seyrediyorlardı. Fatih Mehmet başta olmak üzere bütün orada bulunan ve manzarayı gören adamların içinde hem heyecan hem merak vardı. Ağır bir yükle Tuna’yı aşmaya savaşan adamın nereli ve neci olduğunu anlamak ihtiyacıyla kıvranıyorlardı. Fakat herkes bunun bir Türk olduğuna inan taşıyordu. Tuna’yı, bir yük altında yüze yüze geçmeyi Türk’ten başkasının başarmasına imkân mı vardı?