
Полная версия
Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı
“O hâlde?..”
“O hâlde yapılacak şey Eflak ormanlarına doğru yağacak yıldırım serper bulutu başka bir yola çevirmekten ibarettir.”
“Bu yolu bulabilecek misin?”
“Buldum bile: Macaristan!”
“Türkleri Macarların üstüne mi saldırtacaksın?”
“Evet, muhterem voyvoda. Hem de kolaylıkla!”
“Bana olmaz işler konuşuyoruz gibi geliyor. Fakat düşün ki ben, en küçük şakayı kazıkla cezalandıran bir adamım.”
Yaksiç, omuzlarını silkti.
“Lütfen…” dedi. “Dinleyiniz. Fikirlerimi beğenmezseniz istediğinizi yapabilirsiniz?”
“Söyle, fakat açık ve çabuk söyle delikanlı.”
“Bizim kralımız Matyas Korven, düpedüz piç olan Jan Hunyad’ın oğludur.”
“Biliyorum, eski kral Sigizmond, küçük Niyebolu’da Türk’ün gölgesinden korkup kaçarken Elizabet Morsine’yi bir köyde tanıdı, gebe etti, dokuz ay sonra Jan Hunyad çıktı. Fakat onun piçliğinden oğluna ne? İşte bugün Macar kralıdır!”5
“Macar kralıdır amma tahtını Macarların yüreğinde kuramamıştır. Bizim tasasız yaşamamız için Aşağı Tuna’dan korkumuz olmamak lazımdır. Hâlbuki kralın gözü hep yukarıda, Viyana tarafında. Çünkü Habsburglar’dan korkuyor, onlara karşı tahtını korumak istiyor. Bu yanlış politika da bizi kızdırıyor ve bize onun bir piç oğlu olduğunu hatırlatıyor. Kralın ikici bir saçma işi de sarayına İtalyan şairler doldurması, Latinceyi ve Latinleri Macarcadan, Macarlardan üstün tutmasıdır. Biz buna da içerliyoruz.”
Voyvoda bağırdı:
“Ben de sana içerlemeye başladım! Benim işimi bir yana koydun, sözü Macarlara çevirdin!”
“Bunları söylemezsem fikrimi iyi kavrayamazsınız. Türk bulutunu Macaristan’a nasıl çevireceğimi anlatabilmek için kralın durumunu göstermek gerektir.”
“Buralarını kısa kes bari.”
“Macarların kralı sevmediklerini anladınız, değil mi? Hâlbuki onun karısı Beatris, kocasını bir Sezar yapmak ister. Napoli kralının kızı olan bu kadın, kafasından aş yeren bir dişidir. Beyni gebelikten kurtulmaz, çeşit çeşit fikirler doğurur. İşte siz bu kadına yanaşmalısınız, Türklerle yapılacak bir savaşın kocasına getireceği şerefi anlatmalısınız.”
“Haydi ben anlatmaya çalışayım, kadın anlar mı? Anlasa bile kocasını kandırıp Türklere karşı savaş açtırabilir mi?”
“Bu, kullanacağınız dile bağlıdır.”
“Ne dili kullanacağım?”
“İstanbul’u ele geçiren Türklerin şimdi Roma’yı da zapt etmek istediklerini söyleyeceksiniz, Roma’nın Türk eline geçmesi bütün İtalya’nın Türkleşmesi demektir. Böyle bir durumda Kraliçe Beatris’in içinde doğup büyüdüğü Napoli Sarayı göçmüş olacak ve onun anası babası yurtsuz kalacaktır. Sonra Türklerin Roma’yı, bir taraftan da Belgrad’ı kendilerine merkez yaparak Viyana üzerine yürüyeceklerini yazacaksınız. Bu yürüyüş amacını bulursa Beatris’in şimdi başında taşıdığı taç da yuvarlanacaktır. İşte bu sözlerden telaşa düşecek olan Beatris kocasını sıkıştırmaya koyulacak ve zaten onu bir Sezar görmek istediği için elinden geleni yapıp kendisini Türklerin üzerine gönderecektir.”
“Bundan benim ve hele sizin kazancınız ne olacak?”
“Siz, uzunca bir zaman Türk bulutundan düşen yıldırımlardan uzaklaşmış olacaksınız. Kardeşiniz Radol’e bir oyun oynamak için düşünmekte serbest kalacaksınız. Ben de yurttaşlarımın ayaklanıp Matyas Korven’i kovduklarını, Macar tahtına bir piçin soyundan gelmeyen temiz kanlı bir kral oturttuklarını görüp uzaktan sevineceğim. Çünkü Matyas Korven Türklere yenilmezse de sarsılacaktır. Macarların ayaklanmasını bastıramayacaktır.”
Vlad, oda içinde bir aşağı bir yukarı gezinmeye koyuldu. Bir taraftan başını kaşıyor, bir taraftan bıyıklarını büküyordu. Dört yüz delikanlıyı bir sözle ateşe atan bu adam, Türk korkusuyla iradesini kaybetmişe benziyordu. Duruşu, düşünüşü yüreğindeki korkunun beyninde bir kargaşalık yarattığını apaçık gösteriyordu.
Demitriyos Yaksiç sessizdi, bulunduğu yerden göz ucuyla Kazıklı Voyvoda’nın sersemliğini süzüyordu. Neden sonra Vlad, dolaşmayı bıraktı, delikanlının yanına geldi, ellerini onun omuzuna koydu.
“Düşüncen…” dedi. “Boş değil. Yalnız bir pürüz var. Onu da giderirsen dediğini yapacağım.”
“Bu pürüz nedir asaletmeap?”
“Henüz bugün yaktırdığım dört yüz genç Macar’ın hatırası!.. Onların ateşe atıldıklarının haberiyle benim Beatris’e yazacağım mektup bir günde Budapeşte’ye varırsa durumumuz çok gülünç olmaz mı?”
Yaksiç gülümseyerek cevap verdi:
“Aman asaletmeap, düşündüğünüz şeye bakın. Kocasını Sezar yapmak istediğiniz bir kadın, o büyük şerefin kuruntusu ile sarhoş olurken dört yüz delikanlının yanışını mı düşünür? Hele siz, Boğdan topraklarını alıp Beatris’e armağan edeceğinizi mektubunuzun bir yanında söyleyiverirseniz yurttaşların ölümü Budapeşte Sarayı’nda dile bile alınmaz.”
Ve birden hatırlamış gibi sevinçle ilave etti:
“Yazacağınız mektupta bu delikanlılar işini ön söz olarak koymanız da mümkün. Onların Bükreş’te Türk propagandası yaptıklarını, Samajeste Matyas Korven’e karşı boyarlarda sevgisizlik uyandırmaya çalıştıklarını ve bu alçakça hareketlerin benim tarafımdan size haber verilmesi üzerine kendilerini cezalandırdığınızı yazarsanız, akan sular durur; Beatris de kocası da size teşekkür eder. Bu ön sözün ardından dediğim şeyleri sıralarsınız.”
Vlad, kısa bir düşünüşten sonra bu fikri de beğendi.
“Şimdi…” dedi. “Sana büyük sırrı açmaktan çekinmem. Çünkü anladım ki beni seviyorsun ve bana yâr olacaksın.”
Yaksiç’in gözlerinde gene hain bir pırıltı doğup söndü, fakat dudakları kapalı kaldı. Vlad, onun içinde kaynayan ve ışığı göz bebeklerine kadar yükselen sevinci sezmedi, sır dediği şeyi anlatmaya koyuldu:
“Fatih Sultan Mehmet, gözdesi olan kardeşim Radol’ü benim yerime geçirmek istediğini bana sezdirmemek istiyor. Dolaşık yollardan yürüyor. O, birine atılmayı tasarlayınca ilkin ortaya bir sürü ağır dilekler atar. Bunlar yapılamayınca kızmış görünür ve savaşa çıkar. Benden de geçenlerde beş yüz seçme delikanlı ve hediye ödenmek üzere on bin altın da vergi istedi. Delikanlı istemesinin sebebi beni boyarların, Eflak halkının, Boğdanlıların, Macarların yanında küçültmektir. Onun sarayına böyle bir alay genci gönderirsem düpedüz muhabbet tellalı sayılacağım. Sonra bu delikanlıları halk arasından seçeceğim için üstüme bulaşacak kir katmerleşecek. Şu veya bu küçük hükûmetler Türk sarayına vergi veriyorlar. Benim de o çirkin yükü omzuma alışım pek ayıp sayılmaz amma beş yüz delikanlı göndermek meselesi kötü. Bunu yaparsam kendini güle güle bir erkeğe sunduktan sonra o erkeğe etek dolusu para da veren bir orospu durumuna düşeceğim.”6
Biraz durdu, sonra gene söze başladı:
“Ben bu ağır dilekler önünde çıldırasıya kızmakla beraber Fatih Sultan Mehmet’i oyalamak istedim. Gergin sinirlerimi şunu bunu kazıklayarak uyuşturmaya çalıştım, ona karşı ise uysal göründüm, kendini birkaç ay oyaladım.”
Demitriyos, işin içyüzünü kavrayabilmek kaygısıyla dayanamadı, sordu:
“Nasıl oyalayabildiniz asaletmeap?”
“Düşüneyim, dedim. Para bulmaya savaşıyorum, dedim. Delikanlıları kendim seçmek istiyorum, dedim. Sözün kısası, her dereden su getirdim, birkaç ay işi savsakladım. Artık söylenecek yalan kalmadı, Fatih Sultan Mehmet de ekşi söz söylemeye başladı. Dün akşam gelen bir çavuş bu sözlerin en ağırını getirdi.”
“Bizim haberimiz yok asaletmeap, bu çavuş ne vakit geldi?”
“Dün akşam. Fakat ben kendisiyle baş başa kalıp görüştüm. Kâtiplerime bile neler konuştuğumu belli etmedim.”
“Herif, demek ki, canınızı sıktı.”
“Canımı sıktı da söz mü be çocuk. Yüreğimi ağzıma getirdi, sinirlerimi altüst etti. Bugün döktüğüm kanlar hep onun yüzündendir.”
“Ne konuştuğunuzu sorarsam suç işlemiş olur muyum asaletmeap?”
“Seni dost tuttuğum ve dost tanıdığım için sorabilirsin, ben de işte anlatıyordum: Çavuş, benimle Fatih Sultan Mehmet arasındaki durumun sağlamlaştırılmasının artık gerektiğini ve bu işe Vidin Valisi Çakırcı Hamza Paşa’nın memur edildiğini söyledi. Çakır’ın yanında hünkârın bir kâtibi de bulunacakmış.”
“Bu kâtip kim ola asaletmeap?”
“Yunus adlı bir Rum dönmesi. Öz adı Katabolinos’tur. Fatih’in gözdelerindendir. Çavuşun dediğine bakılırsa Çakırcı Hamza ile Yunus benimle görüşecekler, vergi ve beş yüz delikanlı işini sağlam bir kazığa bağlayacaklarmış. Çavuş bu tebliği yaptıktan sonra bir şey daha söyledi, gözlerimi fal taşı gibi açtırdı. Fatih, vergiyi ve delikanlıları gönderir göndermez benim de İstanbul’a gidip ayağını öpmekliğimi istiyormuş!.. Onun kurmak istediği tuzak pek belli. İlkin paramı alacak, sonunda da İstanbul’a götürüp asacak!..”
“Siz ne cevap verdiniz asaletmeap!”
“Vidin valisine bir elçi heyeti göndereceğimi, müzakereye girişeceğimi, sırası gelince de İstanbul’a gideceğimi söyledim, herifi de gece yarısı yola vurdum, Bükreş’ten uzaklaştırdım. Onu ve efendisini paramparça edememenin hıncını metresimden, senin yurttaşlarından, dilencilerden ve şundan bundan çıkardım.”
Elini alnından geçirdi, gamlı gamlı sordu:
“Şimdi bana bir yol göster. Kraliçe Beatris’e mektup yollamakla, Macar kralına kavuk sallamakla Fatih Sultan Mehmet’in sillesinden kendimi kurtarabilecek miyim?”
“Yüzde yüz asaletmeap. Elverir ki biraz zaman kazanalım, Budapeşte sarayını harekete getirelim. Umduğum gibi Macarlar, Sırplıları da kendilerine uydurarak Türklerin üzerine saldırırlarsa siz, birkaç yıl geniş nefes alabilirsiniz. Bu yıllar içinde ise çok şeyleri düşünülür, çok şeyler başarılır.”
Vlad, bıyıklarını yiye yiye gene dolaşmaya koyuldu ve birden Yaksiç’in ellerine yapıştı.
“Kendimi…” dedi. “Sana veriyorum. Beni artık sen kullanacaksın. Fakat benim bu güvenime karşı senin de bana candan bağlı olmanı isterim.”
“Candan da yürekten de size bağlıyım ve size bir köle gibi hizmet edeceğim.”
“Buna inanabilmek için birbirimize daha yakın olmalıyız.”
“Ne gibi asaletmeap?”
“İstanbul sarayında kardeşim Radol’ün aldığı yeri sen de benim sarayımda ve yüreğimde almalısın!”
***Kazıklı Voyvoda’nın birinci gözdesi olarak ortaya çıkan Demitriyos Yaksiç, yorulmak bilmez bir çalışma içinde İstanbul ve Budin saraylarıyla mektuplaşmaya girişti, her iki tarafa yalanlar savurdu, dalkavukluklar yaptı, birkaç ay -her bakımdan- dostu olan Vlad’ı şen yaşattı, Eflak topraklarını barış tadına erdirdi.
Matyas Korven -karısının zoruyla- birtakım teşebbüslere girişmişti. Türklere karşı siyasal ve süel7 bir çember kurmak kuruntusuna kapılmıştı. Midilli’yi almak, Venediklilere sert bir ders vermek isteyen İstanbul sarayı, bir müddet Bükreş’te dönen entrikalara göz yumar gibi göründü, lakin Macarların Eflak ve Boğdan işlerine önem verdiklerini, gizliden gizliye hazırlıklara başladıklarını anlayınca bu hoş görüşlüğü birden bıraktı, Kazıklı Vovyoda işini öbür meseleden önce sona erdirmeyi düşünür oldu.
Fatih, kendi gözdesi Radol’ü Eflak voyvodası yapmak istiyordu. Lakin bu dilek, bu sütü bozuk delikanlıyı memnun etmek düşüncesinden ziyade bir imparatorluk şeklini almaya başlayan Osmanlı Devleti’nin şimal sınırlarını genişletmek, sağlamlaştırmak kaygısına dayanıyordu. Bununla beraber o, hesaplı davranıyordu, adımlarını tartarak atıyordu. Çünkü Eflak işiyle uğraşırken Macarların, Venediklilerin, Bosnalıların, Karamanlıların hücumuna uğramak ihtimali vardı.
Fatih bütün bu ihtimalleri göz önünde tutarak Eflak üzerine yürümek için en uygun günü bekliyordu. Lakin Kazıklı Voyvoda’yı da boş bırakmıyordu. Vidin Valisi Çakırcı Hamza’yı araya koyarak onu, gün geçtikçe artan bir sertlikle sıkıştırıyordu. Bir aralık, ordular yürütmeden şu işi başarabilmeyi sınamak istedi. Çakırcı Hamza’ya gizli bir emir gönderdi, iyi bir düzenle Voyvoda Vlad’ı yakalarsa çok memnun kalacağını bildirdi.
Çakırcı Hamza, Fatih’in bir kat daha gözüne girmek için yaman bir hırsa kapıldı, yanında bulundurulan Yunus Bey’le baş başa verip bir plan kurdu, ilkbahar günlerinden birinde bir gezinti yapmayı, Eflak’la Bulgaristan arasında bir yere çıkılarak voyvodanın av bahanesiyle oraya çağırılması kararlaştırıldı. Vlad bu çağırışa uyup da gelirse yakalanacak, bir semerli beygire atılıp İstanbul’a yollanacaktı.
Planı tasarlayan Yunus Bey’di. O, Türklerin konuklarına ihanet etmeyeceklerine, evlerinde veya çadırlarında bulunan bir adamın -düşman da olsa- canına kıymayacaklarına bütün dünyanın inanmasını göz önünde tutarak böyle bir düzen kurmayı faydalı bulmuştu. Çakırcı Hamza da fikrin kendinden doğmadığını düşünerek Yunus Bey’e “peki” demişti
Lakin Yunus Bey’in İstanbul’daki kardeşine yazdığı bir mektupta “Kimseye söyleme, yakında Voyvoda Vlad’ı kafese koyacağız!” diye bu düşünülen düzeni bildirmesi üzerine iş, umulmayan bir yola girdi. Yunus Bey’in kardeşi henüz dinini bırakmamıştı. İstanbul’un yeni sahiplerine yan bakmaktan da vazgeçmemişti. Kardeşinin mektubunu alır almaz bir yolunu buldu, Bükreş’e haber uçurarak Vlad’ı kurulan düzene karşı uyanık bulunmaya zorladı.
Bu adam, yaptığı casusluktan ne gibi hadiseler doğacağını tahmin edemiyordu. Yahut küçük bir çapta da olsa Türklerden hınç almak istiyordu. Fakat bu ülkü uğrunda kardeşine de ziyan geleceğini -şüphe yok ki- bilmiyordu. Eğer bunu bilse veya sezseydi şimdi anlatacağımız kanlı sahnenin yaratılmasına -uzaktan olsun- alet olmazdı.
Evet, Yunus Bey’in gevezelik edip kardeşine o mektubu yazması, onun da miskin bir hınca kapılıp Bükreş’e haber yollaması üzerine tarihte çok seyrek görünen bir vahşi dram perdesi açıldı. Bu perdeyi kuranlar, dramı oynayanlar Voyvoda Vlad’la Demitriyos Yaksiç’tir.
Onlar İstanbul’dan gönderilen jurnali alır almaz baş başa vermişler, Çakırcı Hamza Paşa’nın kurduğu düzene karşı yapacakları işi güzelce tasarlamışlardı. O sırada Macar Kralı Matyas Korven ve karısı Beatris pek yakında Türklerin üzerine hücum edeceklerini -inandırıcı bir dille- bildirmiş bulunuyorlardı. İstanbul’daki casuslar, Türklerin denizde ve Mora’da Cinevizliler’e, Venedikliler’e harp açmayı düşündüklerini yazıp duruyorlardı. Eflak’ta büyücek bir ordu, silah başında bulunuyordu.
Ne Vlad ne Yaksiç, İstanbul’dan korkmaya yer göremiyorlardı. Hatta Macarların Sırplarla, Bosnalılarla, Arnavutlarla yaptıkları el ve dil birliğini canlı bir akış hâline koymak, Venediklileri de Türklere karşı harekete geçirmek için ilk adımı atmayı kendileri için bir borç tanıyorlardı. Eflak’tan İstanbul’a doğru atılacak bir tükürüğün Balkanlar’da bir tufan yaratacağına inanıyorlardı.
İşte bu inanla yüreklerinde korkuya yer vermediler, korkunç bir plan çizdiler. Çakırcı Hamza Paşa’dan gelecek haberi beklemeye koyuldular. İstanbul’dan gelen jurnalin doğruluğunu gösteren bu haberin gelmesi çok gecikmedi ve bir gün Vidin valisinin mektubunu taşıyan bir ulak Bükreş sarayında boy gösterdi.
Mektup, yazdığımız düzene uygun bir davet getiriyordu. Vlad, böyle bir çağırışın kendisi için büyük bir şeref olduğunu söyledi, hemen teşekkürlü bir cevap yazdı, ulağa da bol ikramlar yaptı, paralar ve kumaşlar verdi, sevindirerek geri yolladı.
İki taraf ta artık sevinç içindeydi, Yunus Bey -voyvodanın cevabı gelir gelmez- İstanbul’a tatarlar8 çıkarmıştı, saraya müjdeler uçurmuştu. Onun inanışına ve yazışına göre Vlad, çantada keklik gibi bir şeydi. Bu kekliğin -kebap edilmek üzere- İstanbul’a yollanması bir gün işi oluyordu.
Vlad’la Yaksiç de sevinçlerinden zil takıp oynuyorlardı. Bunların taşıdığı kanaate göre de Çakırcı Hamza Paşa ile yanındaki saray kâtibinin yakalanması, pınar başında su içmek kadar kolaydı, bu hadiseden bütün Balkanlar’ı ayaklandıracak sarsıntılar kopması da enikonu elle tutulacak kertede olgun bir hakikatti.
İşte bu vaziyette Çakırcı Hamza Paşa, göz kamaştırıcı bir alayla Vidin’den çıktı, Tuna üzerinde yukarıya doğru bir gezi yaptıktan sonra geri döndü, Kalafat noktasında karşı yakaya geçti, çadır kurdu, avlanmaya başladı. Bükreş sarayıyla yaptıkları anlaşmaya bakılırsa Voyvoda Vlad da oraya gelecekti, kendisiyle birleşecekti.
Bir gün, iki gün, hatta üç gün geçti. Vlad’dan bir haber çıkmadı, bir iz belirmedi. Çakırcı Hamza Paşa da sinirlenmeye başladı. Ne o ne Yunus Bey, voyvodanın kurulan düzeni sezinsemiş olmasından kuşkuya düşmüyorlardı. Yalnız herifin bu görüşmeyi, herhangi bir mülahaza ile kendi için yersiz bularak Kalafat taraflarına gelmekten vazgeçmiş olmasından korkuyorlardı. Böyle bir şey, Fatih Sultan Mehmet’e karşı kendilerini çok küçük düşürecekti, kellelerinin bile bu durumda düşmesine imkân vardı.
Fakat bir gün Bükreş yolundan bir kalabalık göründü, Çakırcı ile Yunus’un da yüzü güldü. Gelenler bir aşçı ve bir saz takımıyla birkaç boyardan, bir iki katar katır yükü yiyecek, içecekten ibaret olup başlarında Demitriyos Yaksiç bulunuyordu.
Genç Macar, terbiyeli ve keskin duygulu finolar gibi yaltaklanarak, tatlı diller dökerek voyvodanın saygılarını, selamlarını Vidin valisine bildirdikten sonra efendisinin İstanbul’a gönderilecek delikanlıları ve on bin altın vergiyi yanına alıp gelmek üzere bulunduğunu, kendisinin ilk peşkeşleri getirmek ödeviyle yollandığını anlattı, Çakırcı’ya ve Yunus Bey’e hayli değer taşır armağanlar sundu. Aynı zamanda voyvoda gelinceye kadar onları konuklamaya memur edildiğini söyleyerek hemen mutfak çadırları kurdurdu, kazanlar sıralattı, bir düzine aşçıyı çalıştırmaya koyuldu.
Artık Çakırcı Paşa memnundu, Yunus Bey geniş bir nefes alarak çadırında yan gelip uzanmıştı, şu Vlad işini başardıktan sonra bir yolunu bulup Eflak voyvodalığına geçmek kuruntusuyla beynini yelpazeliyordu.
Yaksiç’in, oraya gelir gelmez ayağının tozuyla kurduğu sofra, gerçekten ağız sulandıracak bir biçimdeydi. Ta Macaristan bahçelerinden devşirilmiş çeşit çeşit yemişler, Kıbrıs malı şaraplar, lezzetleri kokularında uçuşan yemekler, ilk bakışta en ölgün iştihaları şahlandıracak bir güzellik taşıyorlardı.
Çakırcı Hamza’yı obur ve çok obur bir duruma düşüren, sofranın pek nefis oluşundan ziyade sofracıların seçkinliği idi. İkinci Sultan Murat’ın şerbetçiliğinden yetişmiş olan Hamza Paşa, ne Edirne ne de İstanbul sarayında bu biçimde sofracılar görmemişti. Vlad, gerçekten zevk ehli olduğunu yalnız bu genç hizmetçileri giydirişiyle belli etmiş oluyordu. Koca voyvoda, Eflak topraklarına adım atan Vidin valisine hizmet için sofracı değil, Tuna kıyılarında bir gönül karışıklığı yaratmak için sanki canlı bir ebemkuşağı (kavsikuzah)9 yollamıştı.
Çakırcı Paşa’yı, her şeyden artık, işte bu ebemkuşağı oyalıyordu. Kuşağın çizgileri demek olan her uşak, bir başka biçimde giyinmişti. Kimisi Hint alacasından kimi Mirza boğasından kapama taşıyor ve şal kuşak kuşanıyordu. Bir kısmı Kırım kesimi beyaz gömlek giymiş ve som sırma kuşak takmıştı. Süt mavisi bezden yelek, Venedik kadifesinden üstlük giyenler bu alaca kümeye başka bir renk veriyorlardı. Bunların hepsi çakşırsızdı, gömleklerinin yırtmaçları da hayli uzun olup altın kopça ile ilikli bulunuyordu. Fakat bu düğmeler, uşakların yürüyüşleri sırasında gümüş topukların pırıldamasına engel olmuyordu.
Bu manzaraya kıvrak ırlayışlarla kulaklarda tatlı bir sarhoşluk yaratan usta çalgıcıların hünerini de katarsak Çakırcı Paşa’nın durumunu biraz daha canlı olarak göstermiş oluruz.
Vidin valisi işte bu dekor içinde içti, yedi, içti, yedi, gece yarısına kadar sofra başında kaldı. Voyvodayı, Eflak işlerini, Fatih Sultan Mehmet’i ve her şeyi hemen hemen unutmuştu. Kanmadan, kanamadan şarap içiyordu; doymadan, doyamadan çerez yiyordu; durmadan, duramadan gümüş topuk seyrediyordu.
Yunus Bey’in de ondan aşağı kalır yeri yoktu. Sinir pekliği, mide sağlamlığı bakımından Hamza Paşa’ya göre pek cılız olduğu için küngürlemesi10 de daha çabuk olmuştu. Gece yarısından biraz sonra Çakırcı Paşa’nın da çelik sinirleri yumuşadı, obur midesi şişti ve gözleri kapandı. Artık gümüş topukları düşte görüyordu ve yıkıldığı yerde bozuk düzen şarkılar sayıklıyordu. Canlı ebemkuşağını sihirbaz gibi ince ve sezilmez bir ustalıkla saatlerden beri fırıl fırıl çeviren, Çakırcı ile Yunus Bey’i bir yığın salyalı et hâline getiren Demitriyos Yaksiç, otağ dışında da aynı şeyi yaptırmış, Vidin’den Kalafat’a geçen irili ufaklı bütün paşa takımını çadırlarında, ahır çergelerinde sızdırıp bırakmıştı.
Çakırcı ile Yunus’un haykırmakla değil, kamçılanmakla da gözlerini açamayacak bir durumda olduklarını gören genç Macar, oraya geldi geleli takındığı finoluğu birden bıraktı, dört yana sert sert emirler vermeye koyuldu ve kısa bir zaman içinde Vidin valisini de adamlarını da bağlattı, katırlara yükletti, ölü götürür gibi yola vurdu.
Uyuşturucu maddeler karıştırılmış keskin şarapların ona kazandırdığı bu zaferden yenilenlerin haberi bile yoktu, hepsi sımsıkı bağlandıkları katırlar üstünde horuldayıp duruyorlardı. Yaksiç, şen bir tehalükle11 kendi atına binip de oyun yerinden uzaklaşacağı sırada bir uşak geldi:
“Boyar!” dedi. “Burada ayık bir çocuk var. Kollarını göğsüne kavuşturarak bizi gözetliyor.”
Bükreş’ten gelenlerden başka olarak orada sızmamış bir adam bulunabilmesi Yaksiç’in gözlerini dört açtı ve bağırdı:
“Ne duruyorsunuz eşekler, onu hemen yakalayın, ipe sarın, yanıma getirin!”
Üç beş dakika sonra on dört on beş yaşlarında bir Türk çocuğu, ipler içinde, Yaksiç’in yanına sürüklenmişti. Bu, aslan yavrusunu andıran bir genç irisi idi. Pençesi henüz olgunlaşmamakla beraber gözlerinde taşıdığı kanın alevi, yapılışında yiğit bir ırkın bütün güzelliği beliriyordu.
Yaksiç, bir iki saniye bu insan güzelini süzdükten sonra sordu:
“Senin burada işin ne?”
Çocuk Romence cevap verdi:
“Ben de paşalıyım, ağamla birlikte Vidin’den geldim.”
“Ağan kim?”
“Akıncı Kara Murat benim öz kardeşimdir, ağamdır.”
“Nerede o şimdi?”
“Kızıl cinli (şarap) içip kendinden geçti, ipe sarıldı, bir katıra atıldı, götürüldü.”
Yaksiç, Romence konuşan aslan yavrusunu derin bir dikkatle yeni baştan süzdü, kaşlarını çatarak bir hayli de düşündü, sonra hain bir gülüşle dudaklarını bezedi.
“Sen…” dedi. “Niçin içmedin?
“Ben daha çocuğum. Ağamın yaşına gelmeden öyle şeyler yapamam.”
“Peki, şimdi ne düşünüyorsun, bizim yaptığımız şu işe ne diyorsun?”
“Hiç, ne diyeceğim. Kancıklık, orospoğluluk!”
“Demek biz kancığız, öyle mi?”
“Kancığın da kancığı! Çünkü pusunuzu sofra başında kuruyorsunuz. Konuklarınıza kıyıyorsunuz.”
“Buna da peki. Yalnız bir şey soracağım. Doğru söyler misin?”
“Biz yalan bilmeyiz. Bilseydik pusunuza düşmezdik.”
“Peki babayiğit, bana açık söyle. Bir gün eline fırsat geçse bizden öç almaya kalkışır mısın?”
“Haydi bunu bileydin. Hiç elime fırsat geçer de sizden bu kancıklığın hesabını sormaz mıyım?”
“Öyleyse yürü, Bükreş’e gidelim. Orada göreceğin şeylerle hıncın biraz daha artsın!”
Yaksiç’in adını sormaya lüzum görmediği bu genç irisi Türk de bir katıra bindirildi, yola çıkıldı. Ancak gün doğduktan sonra gözlerini açabilen Çakırcı Hamza Paşa, kendini iple sarılı ve bir katıra bağlı bulunca ilkin düş görür olduğunu sandı, biraz sonra durumun açıklığını anladı, utancından gözlerini yumdu, ölümünü dilemeye koyuldu. Hiçbir şey bilmediği hâlde her şeyi anlamıştı ve alıklığının ağırlığından kurtulmak için ölüme özlem beslemeye başlamıştı.
Birer birer ve yavaş yavaş gözlerini açan bütün paşalılar da aynı düşünceye bağlanmışlar ve aynı özleyişe kapılmışlardı. Yalnız Yunus Bey, bir çuval gibi üstüne atıldığı katırdan bile yardım umacak bir şaşkınlıkla bu durumdan kurtulmak ihtiyacı içinde çırpınıyordu, için için ağlıyordu.
Vlad, bir konak yeri uzakta bekliyordu. Yanında bin atlı vardı. Eğer Demitriyos’un uyuşturucu ve uyutucu şarapları, çıplak topuklu sofracıları, Bükreş’te kurulan planın canlanmasına, verimli olmasına yetmezse voyvoda, yanındaki atlılarla bir gece baskını yapacaktı, Çakırcı Hamza’yı -yüz elli kişiyi geçmeyen- adamlarıyla uyurken yakalamaya savaşacaktı.
Demitriyos Yaksiç’in yolladığı müjdeciler, kararlaştırılan işin pek kolaylıkla yapıldığını haber verince Vlad’ın gözleri parladı, sevincinden göğsü kabardı ve yerinde duramayarak hemen atladı, Kalafat’tan gelenleri karşılamaya koştu.
Yaksiç, şarap, saz ve beyaz topuk kuvvetiyle yenip ipe bağladığı Vidin valisini, katıra konulduğu biçimde voyvodaya prezante etti.
“İşte asaletmeap!” dedi. “Sizi yakalayıp İstanbul’a götürmek isteyen adam. Şaşkınlıktan yolunu şaşırdı, Bükreş’e geliyor!”
Vlad, şerefsiz bir zaferin yersiz gururu içinde boynunu yükseltmeye çalıştı, emir verdi:
“Bunları katırlardan indiriniz, bir sürü biçimine koyunuz, Bükreş’e kadar yaya yürütünüz.”
Onun dediği gibi yapıldı. Çakırcı tek, öbürleri çift olmak üzere uzun bir dizi kuruldu ve her sıra önündekiler arkadaki çiftlere iple bağlandı, Bükreş’e doğru yürütülmeye başlandı. Uzun kamçılar, ara sıra, vahşi bir kahkaha gibi bu dizinin sırtlarında çınlıyordu. Vlad’la Demitriyos da kulaklarına çarpan bu sesi duydukça neşeden kaplarına sığamaz oluyorlardı.
Bükreş’e yaklaşılınca büyük bir kalabalık karşıya çıktı. Vlad, şarap sofrasında ve dostluk maskesi altında kazanılan bu büyük zaferin yıllarca dillerde gezecek bir biçimde kutlulanmasını istemişti, payitahtına o dileğini taşıyan sert emirler göndermişti. Genç ihtiyar, dişi ve erkek herkes, eli kanlı voyvodanın zulmüne uğramamak için erkenden yollara dökülmüşlerdi, çarçabuk yapılan taklar altında ve etrafında bu kahramanca gelişi alkışlamaya hazırlanıyorlardı.