bannerbanner
Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı
Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı

Полная версия

Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 8

Alay, şehrin dışındaki büyük meydana gelince Vlad, atını ileri sürdü, uzun bir gevezelik yaptı, yirmi yıldan beri Türklerle kendi arasında geçen işleri anlattı, bir zamanlar İkinci Murat tarafından Gelibolu’da nasıl zindana konulduğunu söyledi, oradan kurtulur kurtulmaz Macarlarla el birliği yapıp giriştiği savaşları sayıp döktü, 1444’teki Varna boğazlaşmasında ve Jan Hunyad’la beraber bozguna uğradığı zaman Türklerden öç almaya nasıl yemin ettiğini hikâye etti ve sonra haykırdı:

“İşte bu öç şimdi alınmaya başlanıyor. Yaşasın Vlad diye beni alkışlayın ve neler yaptığımı görün!..”

Her şey önceden düşünülmüş, hazırlanmıştı. Bir tarafta sıra sıra kazıklar, bir tarafta kazanlar, tencereler, onların biraz ötesinde bir sürü keçi, daha ileride küme küme odun yığını göze çarpıyordu.

Vlad, kendince öç almak adını verdiği vahşi oyuna başlanmak üzere işaret vereceği sırada hatırına bir şey gelmiş gibi, birden duraladı, Demitriyos Yaksiç’i yanına çağırdı.

“Benim…” dedi. “Bu adamları nasıl öldüreceğimi biliyorsun. Fakat istiyorum ki şu sayılı günde birkaç ta yenilik gösterelim. Seninle ilk tanıştığımız gün bana bir şeyler söylemiştin. İşte imdi parlak bir fırsat var. Adam öldürmekte usta olduğunu göster!..”

Yaksiç eğildi ve gülümseyerek cevap verdi:

“Ben de bir şeyler yapmak, sizi memnun etmek için kendi kendime hazırlanıyordum. Şu emriniz şevkimi çoğalttı. İlk işaretinizle beraber işe başlayacağım. Düşüncem şudur: Sizin alıştığınız zevki gene size tattırmak ve bu arada biraz yenilik göstermek!”

“Öyleyse kollarını sıva, işe başla!..”

Yaksiç, Çakırcı Hamza Paşa ile Yunus Bey’i, vali kâhyasını, ağalarından ileri gelenleri bir yana ayırdı, geri kalanları da birkaç kümeye böldü. Bu işler bitince Kalafat’ta ayık olarak yakalanan çocuğu getirtti.

“Senin…” dedi. “Adın neydi babayiğit?”

“Mustafa!”

“Ağanınki?”

“Kara Murat.”

“Nerede bu Kara Murat?”

Genç irisi yavru Türk, küme küme ayrılan tutsakları şöyle bir gözden geçirdi ve bir kümeye parmağını uzatarak gösterdi:

“İşte ağam orada!”

Yaksiç, iki asker gönderdi, Kara Murat’ı arkadaşları arasından çıkarttırdı, küçük Mustafa’nın yanına getirtti. Sonra, kafasında tasarladığı işleri sırasıyla görmeye ve gördürmeye koyuldu.

Onun ilk yaptırdığı iş, elli Türk’ün ayak altlarındaki deriyi yüzdürmek oldu. Bu vahşi operasyonu yapmak için seçilen adamlar, Yaksiç’in işaretine göre, keskin usturalarla adamcağızların ayak derilerini kesip çıkarıyorlardı. Bu acıklı işkenceye uğrayan Türklerden hiçbiri küçük bir inilti çıkarmıyordu, ayaklarından deri değil de sanki çorap çıkarılıyormuş gibi kayıtsız görünüyorlardı. Yalnız Kara Murat, bütün gözlerin o mazlum ayaklara dikili olmasını fırsat sayarak yanı başında duran kardeşi Mustafa’ya doğru eğilmişti, fısıldamıştı:

“Görüyorsun ya, Türk’e neler yapıyorlar?”

“Görüyorum ağa.”

“Ecelimiz gelmemişse bu çukurdan da kurtuluruz, fakat gördüklerimizi unutmayalım!”

“Ölsek unutmayız ağa!”

Bu sırada Yaksiç, elli tane keçi getirtmişti ve bunların her birini oderileri yüzülmüş ayaklara yanaştırmıştı, akan kanları yalatıyordu. Vlad, bu manzaranın tadıyla geviş getirmekle beraber ortada bir eksiklik olduğunu da sezdi, bağırdı:

“Heriflerin tabanlarına tuz sürmeyi unuttunuz. Kan tuzludur ama keçiyi iştahlandırmaz!”

Yaksiç, “Haklısınız asaletmeap!” dedikten sonra tuz getirtti, kanayan yaralara bol bol sürdürdü. Aç ve susuz bırakılmış olan keçiler, şimdi büsbütün şevke gelmişlerdi, harıl harıl o kanlı ayakları yalıyorlardı. Fakat Türkler, yaralarına tuz ekilen o elli kişi gene sessizliklerini bozmuyorlardı, bu alçakça oyunu -kendileriyle ilgili değilmiş gibi- seyrediyorlardı.

Yaksiç, beş on dakika bu kümenin başında durdu, sonra ikinci kümeye geçti, oradaki Türkleri birer et tahtası önüne sürükletti, kafalarını o tahta üstünde kestirdi ve ardından cesetleri doğratmaya başladı. İki düzine Türk, Bükreş’in en usta kasapları tarafından kıymalanıyordu.

Bu iş bitince yığılan etler, kemikler kucak kucak taşındı, büyücek tencerelere kondu, pişirilmeye girişildi. Yaksiç hem bu vahşi aşçılığı yaptırıyordu hem voyvodaya sebebini anlatıyordu.

“Vidin valisi dostunuz acıkmıştır. Henüz sağ kalan şu adamların da mideleri boştur, kendilerini doyurmak istiyorum.”

Çakırcı Hamza Paşa, bu sahneye dayanamadı, yanındaki Yunus Bey’in dilmaçlığıyla12 voyvodaya bir hakikat haykırdı:

“Boşuna yoruluyorsunuz. Şu pişirdiğiniz aştan tek bir lokmayı ne bana ne yoldaşlarıma yediremezsiniz. Ölürüz, bu zehri yutmayız!”

Ne Vlad ne Yaksiç bu haykırışa cevap vermedi. Onların durumlarında “Görürüz!” diyen güvenli bir anlam vardı. Türk’e Türk eti yedirmek kuruntusuyla dirilen bir zevk geçiriyorlardı. Bir aralık Vlad, dayanamadı; “Etler…” dedi. “Pişmiştir. Biraz çiy de olsa zararı yok. Tencereleri indirt de herifleri doyur!”

Fakat bu iş, ayakların derisini yüzdürmek kadar kolay olmadı. Hiçbir tutsak, ağzına sokulmak istenen et parçasını almıyordu. Sille, yumruk değil kamçı ve topuz da gösterilen inadı kıramıyordu. Zevkinin sarsıldığını gören Vlad, tutsakları korkutarak bu etleri yedirmek için birkaç tanesinin bütün dişlerinin sökülmesine emir verdi ve gelişigüzel seçilen birkaç Türk’ün ağızları zorla açılarak inci gibi düzgün, taş kıracak kadar sağlam dişleri kerpetenle söküldü. Lakin bu vahşilik de fayda vermedi. Ne onlar ne de dişleri sökülmeyenler, erce davranmaktan vazgeçmediler, ağızlarına tek bir lokma sokturmadılar.

Bunun üzerine voyvoda o perdeyi kapattı, yarı pişirilmiş etleri köpeklere dağıttırdı, dişleri sökülen Türkleri de aç domuzlarla dolu bir ağıla attırdı, parçalattı.

Şimdi sıra gene Yaksiç’teydi. O, başka bir kümedeki tutsakların bütün oynak yerlerini ayrı ayrı kırdırtmaya başlamıştı. Parmaklardan başlayan bu operasyon bel kemiklerindeki her halkanın ayrıca kırılmasıyla bitiyordu ve bu işkenceye uğrayanlar birer yığın hâline geliyordu.

Yaksiç, oyuna biraz da komedi çeşnisi vermek için kımıldanmalarına imkân olmayan o zavallılara yürümelerini, Çakırcı Hamza’nın önünde eğilmelerini emrediyordu. Yerlerinden kalkamayan kurbanlar, zorla ve kollarına girilerek ayağa dikiliyorlar ve bırakılır bırakılmaz gene düştükleri için kahkahalarla alkışlanıyorlardı.

Onlardan birtakımı bu kaldırılıp bırakılma sırasında ölmüşlerdi. Cellatlar, gene koltuklayıp bırakmaktan geri kalmıyorlardı. Vlad, bir hayli zaman bu manzarayı seyrettikten sonra yeni bir oyuna başlanılmasını istedi, Yaksiç de “Eh canlı sahne başlıyor!” diyerek Kara Murat’la Mustafa’yı ortaya getirtti.

Saatlerden beri çeşit çeşit kanlı sahneler seyreden iki kardeş küçük bir sendeleyiş göstermeden sürüklendikleri yere gelmişlerdi. Yüzlerinde ne solukluk vardı ne bozukluk. Yalnız kaşları çatıktı ve bu çatıklık onların gözlerinde yanan kıvılcımlara daha başka bir canlılık getiriyordu.

Demitriyos Yaksiç, üst üste yığılıp bu yapılan korkunç işleri titreye titreye seyretmekte olan halkın işiteceği bir sesle ilkin bir söylev verdi:

“Şu adam…” dedi. “Bir akıncıdır. Birdenbire içiniz titredi, değil mi? Hayır! Korkmayınız, titremeyiniz. Akıncılar atlarına, palalarına güvenip hepimizi korkutmaya alışmışlarsa da önünüzde duran adam yayadır, belinden silahı alınmıştır. Artık Dalila’nın elinde kalan Samsun’dan ayırt edilir yeri yoktur. Ne kımıldanabilir ne saldırabilir. Burada ölmeye, sizi güldüre güldüre ölmeye mahkûmdur. Onun için korkmadan boyuna bosuna, gözüne kaşına bakabilirsiniz. Fakat benim onu size göstermekten asıl maksadım, bir akıncının bile muhterem voyvodamız gibi keskin zekâlı bir kahramana mağlup olabileceğini söylemek, aynı zamanda akıncıların en büyük zevk tanıdıkları tatlı bir ölümden şu adamı mahrum etmekten duyduğum bahtiyarlığı anlatmaktır. Akıncılar kendilerinin at sırtında doğup gene at sırtında öleceklerine inanırlar. Bu ne demektir, bilir misiniz? Bütün yeryüzünü kendilerinin beşiği ve mezarı saymaktır. Rüzgârların nasıl sınırı yoksa ve diledikleri gibi sağda solda esip dururlarsa akıncılar da sınır filan tanımazlar, bugün batıda iseler yarın doğuda dolaşmakta kendilerini özgür tanırlar. Her akıncı, kendinin sönmez bir şimşek olduğuna inan taşır. Şimşeğin şanı ele avuca sığmamaktadır. Akıncı da ne ağa ne tuzağa düşmeyeceğini sanır. Biz, şu akıncıyı ele geçirmekle bir rüzgârı yakalamış, bir şimşeği iple bağlamış oluyoruz. Siz de şimdi muhterem voyvodamızın rüzgârları nasıl kamçıladığını, şimşekleri nasıl ateşe attığını göreceksiniz. Ne dedeleriniz ne komşu milletlerin ataları böyle bir sahne görmedi. Onun için siz sonsuz bir kıvanç duyabilirsiniz ve bu hakkınızdır. Şu akıncıya gelince: O, belki at sırtında doğdu, fakat at üstünde ölmeyecektir. Kendisine her şeyden ziyade bu ummadığı ölüm acı verecektir. Bununla beraber biz ona başka acılar da tattıracağız.”

İpe bağlı bir akıncı, orada toplanan halka gerçekten inanılmaz bir şey gibi görünüyordu. Bütün Avrupa için akıncı, rüyalarda görünen korkunç ejderhaların, insan kılığına bürünmüş devlerin atlı, palalı ve Türk börkü giyen canlı bir örneğinden başka bir şey değildi. Onların Türkçe konuşmalarına, Türk olduklarının söylenegelmesine rağmen Türk’ten başka bir mahluk oldukları zannolunurdu. Çünkü alışveriş yapan Türk, hak yerlerinde veya başka kuramlarda görünen Türk, hatta harp alanlarında rastlanan Türk çelebi kişi idi. Sert, fakat dürüst olan bu Türklerle akıncılar arasında büyük bir ayrılık vardı. Türk gönül almayı, okşamayı, düşmüşlere el uzatmayı, ezileni korumak için ezilmeyi göze almayı bilen bir centilmen milletti. Akıncının yüzü kalkan, dili kılıç, eli mızraktı. Yalnız boyun eğdirmek ister ve eğilmeyen boyunları koparıp geçerdi.

Böyle tanılan ve adlarından bile korkulan akıncılardan birinin yakalanmış olmasını duymak, hele onun cezalandırılacağını işitmek herkesin kulağında bir masal tesiri yapmıştı, bütün gözlerde bir inanmazlık gölgesi belirmişti. İpe sarılmış bir kayaya benzeyen şu adamın bir akıncı olmasını mümkün görüyorlardı. Çünkü yapılışında ancak akıncılara yakışan bir başkalık vardı. İp içinde bile zincire sarılı büyük bir parça çelik gibi incinmez, hırpalanmaz görünüyordu. Lakin onun yok edilebileceğine inanan yoktu. Bu koca kütle çeliği hangi ateşte eritebilirlerdi ki?..

Halk böyle düşünürken ve bir akıncının nasıl yok edileceği üzerinde kulaktan kulağa münakaşalar yapılırken Yaksiç de voyvodanın yanına yaklaşmıştı, bir şeyler fısıldıyordu. O sırada küçük Mustafa, kardeşine doğru eğildi.

“Ağa!” dedi. “Bunlar bizi kesecekler.”

“Öyle görünüyor.”

“Biz de öbür zavallılar gibi hiç tınmadan ölecek miyiz?”

“Ben de düşünüyorum ama ne yapacağımı henüz kestiremedim.”

“Erce ölelim!”

“Evet kardeş, öyle ölelim. Hatta yol bulursak seninle sarmaş dolaş olalım, kanlarımızı birbirine karıştırarak can verelim!”

Şimdi iki kardeş bekliyorlardı, yaptıkları anlaşmadan içlerine bir ferahlık gelmişe benziyordu, enikonu sevinçli görünüyorlardı. Yalnız Kara Murat’ın küçük Mustafa’ya bakışında gizli bir acıyış vardı. Onunla birlikte ve kararlaştırdıkları gibi erce ölmekten sevinç duymakla beraber kardeşinin şu yaşta mezara düşmesine yanmaktan da geri kalmıyordu. Mustafa onun gözüne alev olmadan sönmeye mahkûm kalan bir kıvılcım gibi görünüyordu ve bu sönecek kıvılcımı kurtaramamaktan yüreğine ateş dökülüyordu.

Bu sırada Yaksiç de sözünü bitirmiş, düşüncelerini voyvodaya onaylatmış ve iki kardeşin yanına gelmişti. Ardında korucuların en iri boylularından yarım düzine adam bulunuyordu. İlkin Kara Murat’ın önünde durdu.

“Voyvoda…” dedi. “Senin şişte kebap edilmekliğine emir verdi. Ancak burada iyi çevirme bilen bir usta yok. Siz akıncılar kuzu çevirmesini çok seversiniz, kardeşin de elbette o işin nasıl yapıldığını öğrenmiştir. Onun için seni şişe kardeşin geçirecek, çevirmeyi de o yapacak.”

Kara Murat da küçük Mustafa da bu biçim ölümü hatırlarına getirmemişlerdi. Kazıklanmak, kıymalanmak, kazana atılmak, aç domuzlara yem olmak ve her şey onların zihninden geçmişti, kendilerini bütün bu ölümlere hazırlamışlardı. Lakin kardeş eliyle ölmek Kara Murat’ın; kardeşini şişe geçirip ateşte kebap etmek küçük Mustafa’nın hatırına gelmemişti. Bundan ötürü birdenbire sarardılar, sarsıldılar, birbirlerine baktılar: İkisinin de gözünde ıslak birer kıvılcım yanıyordu, dudaklarında -o güne kadar tatmadıkları- bir acı titriyordu.

Yaksiç kötü kötü gülüyordu. Eti değil ruhu acıtmanın bu parlak sınancını bulup ortaya attığından dolayı kıvanç duyuyor gibiydi. İki kardeşin ölüme karşı takındıkları kayıtsızlıktan birdenbire ayrılarak tasalanmaları ayrıca hoşuna gidiyordu, cehennemlik bir hazla kurbanlarını süzüyordu.

Kara Murat tasalanmaktan bir şey çıkmayacağını çarçabuk hatırladı, eski sert durumunu takındı.

“Orospu oğlu!” dedi. “Beni kardeşime çevirme yaptıracaksın, anladık. Ya bu çocuğu ne yapacaksın?”

Yaksiç kaşlarını çattı, şu cevabı verdi:

“Onu diri bırakacağım. Ölünceye kadar yaptığı işi hatırlasın, dövünüp dursun. Seni şişe geçirişi, ateşe koyuşu, uzun uzun çevirişi, etinden çıkacak kokuyu yutuşu, inleyişlerini dinleyişi yüz yıl yaşasa onun içinden silinmeyecektir. Bu küçük çapkına da bu ceza yetişir!”

“Onu diri koyacağına ant içer misin?”

“Ant içmeye ne lüzum var?.. Kardeşine acıdığımdan dolayı böyle bir iyilik yapmıyorum. Onu ölünceye kadar kıvrandırmak için sağ bırakmak istiyorum. Böyle bir şey yapmaya başka bir sebeple de mecburuz.”

“O sebebi anlayabilir miyiz?”

“Bir ölüye her sır söylenebilir: Kardeşini İstanbul’a elçi yollayacağız. Efendiniz olan sultana neler yaptığımızı bildireceğiz. Kendi adamlarımızdan birini göndersek senin, arkadaşlarının, şu Çakırcı Paşa’nın öcünü almak isterler, belki öldürürler. Onun için kardeşini yollamayı düşündük.”

“Demek kardeşim yaşayacak. Öyleyse kanım ona helal olsun. İşte ben kendine izin veriyorum, beni şişe geçirip çevirsin. Fakat bir akıncı elinden geleni yapmadıkça ölmez. Bu, bizim töremizde çirkin sayılır. Sen de benim yapacağımı hoş gör delikanlı!”

İlkin yavaş konuşan Kara Murat, sözünün sonuna doğru sesini yükseltmişti, iri ve diri söylemeye başlamıştı. Aynı zamanda kollarını, bacaklarını geriyor, iplerin içinden sıyrılmaya savaşıyordu. Demitriyos Yaksiç, sıkı ve pek sıkı bağlanan akıncının böyle bir harekete girişeceğini ummadığı için önce pek aldırış etmedi, hatta gülümser gibi göründü, fakat Kara Murat’ın kara bir bulut gibi birden şiştiğini, iplerin çatırdamaya başladığını görünce şaşırdı, koruculara haykırdı:

“Aman, atılın, yakalayın, bırakmayın!”

Fakat oynar ve eğilip bükülür bir bulutu andıran Kara Murat, inanılmaz bir hızla iplerini kırmıştı, korucular kımıldanmadan sıçramıştı, yaman bir sille ile Yaksiç’i devirdikten sonra voyvodanın yanına süzülmüştü, “Al bre kodoş, beş parmağımın izi yüzünde kalsın!” diyerek hükümdar bozuntusu celladın yüzüne bir tokat savurmuştu.

Neye uğradığını anlamayarak bir paçavra gibi yere yuvarlanan Vlad’ın ağzından burnundan kan geliyordu, korku ve acı içinde anlaşılmaz bir şeyler homurdanıyordu. Kara Murat onunla ilgili olmadı, sağına soluna yumruk sallamaya koyuldu. Artık boyar, subay, korucu, seyirci kime rast gelirse yıkıyordu, deviriyordu, ortalığı altüst ediyordu.

Panik başlamıştı, seyirciler birbirini çiğneyerek kaçışıyorlardı. Bu gidişle Kara Murat’ın oradan savuşması bile mümkün görünüyordu. Fakat yediği sillenin sersemliğinden kendini kurtaran Yaksiç’in yerinden kalkması, “Kaçan kazıklanacaktır!” diye bağırması üzerine durum değişti, yarın ölmemek için bugün akıncı yumruğu yemeyi göze alan koruculara bir yürek pekliği geldi, silahsız Kara Murat’ın üzerine birkaç düzine kılıç çekildi, bir sürü kement atıldı ve uzun süren bir boğuşmadan sonra yiğit adam yakalandı, zincire vuruldu.

Voyvodanın yüzünü silen, kırılmış dişlerinden akan kanı dindiren gene Yaksiç’ti. Yediği sillenin izi ta yüreğine işlemiş olan Vlad’ın gözü artık dünyayı görmüyordu, bar bar bağırıyordu:

“Şu hınzırı parçalayın, yakın, yok edin!”

Yaksiç yalvarıyordu:

“Herifi sevindireceksiniz asaletmeap. Müsaade edin de onu önceden düşündüğümüz gibi ağlata ağlata, inlete inlete öldürelim.”

Vlad, pek güçlükle bu dileği kabul etti ve bütün yeryüzü tarihinde eşi az görünen facia başladı. Kara Murat, upuzun yere yatırılmıştı, ayakları bağlı bırakılıp yalnız elleri çözülen Mustafa da yanına getirilmişti, eline sivri uçlu ve on santimetre kalınlığında uzun bir şiş verilerek kardeşine geçirmesi emrolunuyordu.

Kara Murat’ın yakalanması üzerine geri dönüp eski yerlerini alan kalabalık, kardeşi kardeşe şişleten vahşi düşünce önünde korku ile karışık bir meraka kapılmışlardı, dumanlı bir bakışla faciayı seyrediyorlardı.

Küçük Mustafa’nın başı üstünde dört yalın kılıç parlıyordu, arada sırada boş böğrüne13 tekmeler de vuruluyordu. Buna rağmen genç yavru, istenilen şeyi yapmaya yanaşmıyordu, yanaşamıyordu. Bir aralık Kara Murat başını kaldırdı:

“Mustafa!” dedi. “Beni kepaze ettiriyorsun. Şu şişi sok, ne olacaksa olsun. Dört yanımızda toplanan gidilerden sıkılıyorum.”

Küçük gene durumunu bozmadı, kılıçların boynuna sürülmesine ve boş böğründe birkaç tekmenin dolaşmasına dayandı, şişe el vurmadı, kardeşine de istenilen işi yapamayacağını söylemekten geri kalmadı, yanık yanık inledi:

“Beni de öldürsünler kardeş. Seninle bile gömülelim. Kötü bir can için sana kıyamam, seni kendi elimle öldüremem.”

Kara Murat artık kızmıştı. Kardeşini azarlıyordu:

“Beni öldürmezsen canımı mı kurtarmış olacaksın çocuk! Alıklığı bırak da dediklerini yap. Çünkü bağlı yatmak, ateşte yanmaktan daha ağır.”

Ve birden sesini yumuşatarak ilave etti:

“Kendini de bana benzettirirsen sinimde14 rahat edemem. Sen sağ kal ki kanım yerde kalmasın. Benimle bile ölürsen öcümüzü kim alır?”

Öç kelimesi küçük Mustafa’nın durumunu birden değiştirdi. Şu yapılan işlerin bir gün hesabını sormak; düzinelerle Türk’ü parçalatan, yiğit kardeşini kendine öldürten şu adamları er geç sorguya çekmek ümidi o dakikanın bütün ızdırabına kül serpti ve birden silkinerek bağırdı:

“Peki, kahpe oğulları, dediğinizi yapacağım!”

Sonra bağlı ayaklarıyla süründü, Kara Murat’ın yüzünü gözünü öptü, kendi yüzünü gözünü, onun ayaklarına sürdü.

“Seni öldüren…” dedi. “Ben değilim ağa. Fakat şu tende can kaldıkça seni unutmayacağım, senin öcünden başka bir şey düşünmeyeceğim.”

Küçük Mustafa çıldırmış gibiydi, gözlerinde yaş bir perde vardı, yeri göğü görmüyordu, ne yaptığını bilmiyordu. Eline tutuşturulan sivri uçlu şişi, bir kuzuya sokar gibi kardeşinin apışı arasından daldırıvermişti, gene o kör ve sağır durum içinde istenilen şeyleri yapıp duruyordu.

Yaksiç, o zalim rejisör, facianın aksaksız yürümesi için gerekli olan emirleri vermekten geri kalmıyordu. Kara Murat’ın şişlenmesi üzerine dört korucuya işaret etmiş, yiğit akıncıyı alevsiz, fakat kuvvetli bir ateş kümesine götürterek iki demir çatal arasına koydurmuştu. Başı çatallardan birinin içindeydi, ayaklarının sokulduğu çatalın dibinde de küçük Mustafa oturmuştu, o kalın şişi yavaş yavaş çeviriyordu.

Kara Murat, iri ve ağır bir vücuttu. Onu şiş üstünde çevirmek pek güç bir işti. Mustafa da şuursuz hareketine rağmen, bu güçlüğün ağırlığıyla ter döküp duruyordu, bununla beraber kardeşini ateş üstünde evirip çevirmekten geri kalmıyordu.

Yanandan ziyade yakanı eriten, bitiren, harap eden bu çevirme ve çevrilme sahnesi bütün seyircilerin tüylerini diken diken etmişti, bütün saçlar ürpermiş, bütün yürekler durmuş gibiydi. Yalnız Vlad, sarhoşluk veren bir haz içindeydi, vahşi bir heyecanla kıvrım kıvrım kıvranıyordu. Çakırcı Hamza Paşa, bulundurulduğu yerde gözyaşı döküyordu, Yunus Bey hafakanlar geçiriyordu, bayılıp ayılıyordu.

Ara sıra küçük Mustafa’nın eli yorulmuş gibi duruyordu, o vakit Yaksiç’in sesi çınlıyordu.

“Durma, çevir, koyun yanmasın!..”

Ateşin elbiseleri yakması için pek az bir zaman yetmişti. Don ve gömleğin yarattığı alevler geçtikten sonra yiğit akıncının eti kızarmaya, yağı erimeye başlamıştı. Şişin girdiği yerden sızan kan, yanık etle eriyen yağdan peyda olan sızıntı ile karışıyordu, ateş üstünde fasılasız bir cızırtı vücuda getiriyordu. Bu ses, yapılan vahşi cinayete karşı o ateşin ağladığı hissini veriyordu, duyanları titretiyordu.

Kara Murat, ne şişlenirken ne çevrilirken küçük bir inilti çıkarmamıştı. Ateş etini geçip de kemiklerini yakınca, ciğerlerini kavurunca demir çatal arasındaki başını belli belirsiz kaldırdı, ölgün bir sesle mırıldandı:

“Öcümü unutma Mustafa, artık ölüyorum!”

Gerçekten ölmüştü de. Gözleri kapalı idi, dudakları kilitlenmişti, fakat ateşten uzak kalan yüzünde yaptığı vasiyetin unutulmayacağına inan taşıyan bir ölünün sevinci görünüyordu. Yiğit akıncı, gülerek ölmüş demekti.15

Küçük Mustafa, kardeşinin mukaddes bir emir haykıran son mırıldanışı üzerine delilik buhranından sıyrıldı, o iki demir çatal arasında uzanıp yatan yanık ve dökük naaşa baktı ve birden elindeki şişi bıraktı, haykırdı:

“İşte kardeşim öldü! Onun ölüsünü bana çevirtemezsiniz! İsterseniz beni de ona benzetin, razıyım! Fakat elimi artık kımıldatamam!”

Yaksiç de densizlik etmedi:

“Eh…” dedi. “Yeter. Kardeşini şişe geçirdin, şişi ateş üstünde çevirdin. Şu çevirme ölünceye kadar, senin gözünün önünden gitmez. Benim de istediğim budur: Kardeşi kardeşe öldürtmek ve öleni son nefesine kadar inim inim inletmek!.. Dediğim oldu, yapılacak başka bir şey kalmadı.”

Küçük Mustafa’nın ayaklarındaki ipleri çözdükten sonra voyvodanın yanına gitti, sordu:

“Bir emriniz var mı asaletmeap?”

“Büyük büyük teşekkürler Yaksiç. Gerçekten sevinç duydum, kıvanç duydum. Bir adamın hem etini hem ruhunu yakmak ince bir hüner. Fakat herifin hiç inlememesine ne dersin?”

“Akıncılar gürlemeyi bilirler, inlemeyi bilmezler asaletmeap!..”

“Herif gürlemedi de!..”

“O at üstünde olur, asaletmeap. Ateşe konan akıncı ancak susar!”

“Dayanıklı şeyler!”

“Öyle olmasaydılar, Türklerin arasında da parmakla gösterilmezlerdi. En yiğit Türk olmak kolay mıdır asaletmeap…”

“Onları pek yükseltiyorsun Yaksiç!”

“Öyle yapıyorsam, şu yaptığımız işin değerini çoğaltıyorum demektir.”

“Bu da doğru yavrum. Şimdi yapılacak ne kaldı?”

“Çakırcı Paşa ile Yunus Bey’in öldürülmeleri!”

“Haydi gel, şu işi benim sistemime uygun biçimde bitirelim…”

“Ne yapılmasını istiyorsunuz asaletmeap?..”

“Heriflerin kazıklanmasını! Yalnız, Çakırcı Hamza bir paşadır, şerefine saygı göstermek gerektir. Onu iki adam boyu bir kazığa vurdur. Öbürlerinin arasında yüksek görünsün!”

“Güzel bir düşünce asaletmeap. Hemen yaptırayım.”16

Biraz sonra Çakırcı Hamza ile Yunus Bey de kendileri için hazırlanan kazıkların yanına sürüklenmişlerdi. Hamza, bütün orada ölen Türkler gibi dimdikti. En küçük bir sendeleyiş göstermiyordu. Kazığın başına gelinceye kadar tek bir söz de söylemedi, kendi yurdunda ve işi başında bulunuyormuş gibi ağır davrandı. Yalnız sağına soluna selam vermiyordu, bunu da yapsa bir salhanede, cellatlar arasında, ölümün eşiğinde değil de Vidin’de dolaştığına herkesi inandırmış olurdu.

Çakırcı, üç beş kişi tarafından yakalanıp da kazığa oturtulacağı sırada şöyle bir silkindi, herifleri bir tarafa itti, kendinden beş on metre uzakta duran voyvodaya doğru elini uzattı:

“Bre kahpe oğlu!” dedi. “İyi yapıyorsun! Domuz yavrusunu besleyenlerin cezası işte böyle dişlenmek, ısırılmaktır. Otuz yıl önce sen benim elimdeydin, bir enüktün. Seni hoş tutup incitmedim, yedirip içirttim. Şimdi o alıklığımın karşılığını görüyorum. Kazığa değil, cehennem çatalına beni vursan haklısın. Lakin unutma ki Türkler öç almayı bilirler!”17

Vlad bağırdı:

“Söyletmeyin, kazıklayın!”

Korucular, kürklü kaftanıyla, iri kavuğu ile Çakırcı’yı o uzun kazığa oturttular, arkasından Yunus Bey’i de kazıkladılar. Fakat bu işlerin olabilmesini sarsak düşüncesiyle mümkün kılmış olan Rum’dan dönme kâtibin ancak ölüsü kazığa vurulmuştu. Çünkü o, Çakırcı’nın öldürüldüğünü seyrederken korkudan can vermişti, korucuların kucağına yığılıp kalmıştı.

Bu iş de bittikten sonra voyvoda emir verdi, halk dağıldı ve ölüler yerlerinde bırakılarak Bükreş’e dönüldü. Demitriyos Yaksiç’in, afyon karışık şarap sunarak, saz çaldırıp köçek oynatarak sızdırmak suretiyle yakaladığı paşa alayından sağ kalan yalnız küçük Mustafa idi, oda Yaksiç’in yanı başında, fakat yaya olarak şehre götürülüyordu.

KÜÇÜK AKINCI

Topkapı Sarayı henüz yapılıyordu. Fatih Sultan Mehmet şimdiki üniversitenin bulunduğu yerde yapılmış olan eski sarayda oturuyordu. Sadrazam Mahmut Paşa saraya geldi. Eflak işleri hakkında önemli haberler getirdiğini söyleyerek hünkârın yanına girdi.

“Ulu Tanrı…” dedi. “Ömrünü uzun etsin. Çakırcı Hamza öldü!”

“Öldü mü? Nasıl öldü? Ve nasıl ölür? Dinç bir adamdı, taşı sıksa suyunu çıkarırdı. Yoksa inmeye mi uğradı?”

“Ölmedi, şevketlu hünkâr, öldürüldü. Voyvoda Vlad, zavallı adamı kazığa vurdu!..”

На страницу:
3 из 8