
Полная версия
Çırpınan Sular, Uyuyan Hatıralar
“Pek memnun olurum.”
“Amma gününüzde değil. Çok kalabalık olunca iyi konuşulmuyor.”
“Daha iyi.”
Afet “Bana haber yollama Nahide.” dedi. “Doktorun o kendini beğenmiş karısı hiç hoşuma gitmiyor.”
Sabiha mevzuyu yine değiştirdi:
“Geçen gece uzun boylu sizi konuştuk.” dedi. “İçimizden biri ortaya bir sual attı; erkek olsaydınız kiminle evlenirdiniz diye. İşte o zaman bir gürültü, kıyamettir koptu. Diyebilirim ki memleketin dikkate şayan bütün kadınları gözlerimizin önünden geçit resmi yaptılar. Ben hiç düşünmeden ancak erkek olsaydım seninle evlenebileceğimi söylemiştim Nahide Hanım! O zaman aramızda bulunan bir doktor ne dedi biliyor musunuz? Çok tehlikeli bir işe girişeceğimi, bir aşk hastası olacağımı!”
Nahide “Mesleğinin diliyle konuşmuş olmak için böyle söylemiş doktor.” dedi.
Afet de “Bu hastalığa giriftar olunca tedavi etmeniz için size başvururdum deseydin.” diye alay etti.
Sermet’i tamamıyla unutmuşlardı. Ancak Mahir’i büfeden zarif bir kızla dönerken görünce hatırladılar. Afet orijinal bir aşk hikâyesinin başlamak üzere olduğunu sezmişti. Genç kızı masasına bıraktıktan sonra kendilerine doğru gelen Mahir’in havadisle dolu olduğunu hissediyordu.
“Arkadaşınız gitti mi Mahir Bey?”
“Aşağıki salonda hanımefendi.”
“Desenize, genç arkadaşınızın ruhu pek ölgün. İnsan bu yaşta baloyu en civcivli zamanında bırakabilir mi? Biraz da fazlaca sıkılgan galiba. Salonda o kadar genç kız var, birini kaldırıp dans etmedi.”
Mahir, gayet lakayt bir sesle “Sermet henüz talebe iken ancak evleneceği kızla dans edeceğini söylerdi.” dedi.
“O, bu ne kadar hislilik? Bu asırda kızlar bile buna riayet etmiyorlar.”
“Arkadaşım da bir kız kadar temizdir efendim. Lakin hanımefendi, sesinizi bir kere daha işitmenin benim için ne büyük bahtiyarlık olacağını tahmin edemezsiniz.”
“Benim canım ancak ayda âlemde bir şarkı söylemek ister.”
“Ne yazık. Niçin sesinizden herkesi faydalandırmıyorsunuz hanımefendi? Plaklarda niçin bu harikulade ses zapt edilmesin? Sanat bakımından buna acıyorum. İsminizi vermez misiniz? İleride çocuklarınıza, hatta torunlarınıza sizden kalacak en kıymetli hatıra bu plaklar olmaz mı?”
Sonra Bahri Doğru’ya dönerek “Kabahat sizde mi beyefendi?” diye sordu.
“Karım her hususta tam salahiyet sahibidir Mahir Bey, ne dilerse o olur. Ben, kendi hesabıma hayranı olduğum o sesi, sık sık dinlemek saadetine mazhar oluyorum. İlerisi için de kendi arzusu hâkimdir şüphesiz.”
Nahide “Ben de her zaman Afet’e bunu söylerim Mahir Bey.” diye söze karıştı. “Kadın sesleri içinde Safiye’nin sesine hayranım. Onun sesinde beni benden alan bir tesir var. İlk defa bu derin sesi Küçük-çiftlik Parkı’nda dinlemiştim. Vakit epey ilerlemişti. Gelişini, bahçeyi dolduran alkış seslerinden anladık. Masamız, havuz başındaydı. Fıskiyeden dökülen tatlı bir musiki yaratan suyun sesini bile onu daha iyi dinlemek için dindirmişlerdi.”
‘Neredesin’ diye başladı.
Bunu yalnız ses ile, bakışları ve yüzü ile sormuyor, söylemiyordu, bütün vücudu vect ile, nihayetsiz bir hüzün ve sitemle gidip de gelmeyeni araştırıyordu. Onu huşu içinde dinleyenlerin çoğu muhakkak ki benim gibi bahçeden çok uzaklara gitmişlerdi.
Safiye’nin sesi bizi sürüklemiş, hayalimizin engininde, ızdıraplarımızın kaynağında kalplerimizi sanki eritmişti.
O kadar ısrarla alkışladılar, istediler fakat bir başka şarkı söylemedi. Bir gölge gibi bahçeden silindi gitti. O zaman yanımdakilere ‘Safiye’nin sesinden başka bir ses dinlemeye tahammül edemem.’ demiştim. Sonra aynı hayranlığı Afet’in sesi karşısında hissettim. Bu iki ses, tonları itibarıyla tamamen yekdiğerinden ayrıdırlar. Amma birleştikleri bir nokta vardır ki asıl kudretleri de oradan gelir: Tahrik edici, sürükleyici oluşları… Afet, ne olursun, bu gece söyle…”
“Kalabalık çekildikten sonra!”
Mahir, önce çocuk gibi ellerini çırptı. Fakat sonra “Bu kalabalığın arasında benim de çekilmemi emredecek misiniz hanımefendi?” diye boynunu büktü. Kalbi kuş kanadı gibi titremeye başladı.
“Koca çocuk.”
“Bu gece pek lütufkârsınız!”
“Bir romanı severek okuduğum, beğendiğim bir filmi zevkle seyrettiğim zamanlar hep şarkı söylemek isterim. Hâlbuki bu gece pek canlı, pek orijinal bir mevzuyu kendi kafamda roman hâlinde işlemeye başladım.”
Mahir “Zannederim kahramanlarınız arasında küçük dahi olsa benim de bir yerim olacak!..” diye güldü. İkisinin de bakışları Nahide’nin yüzünde toplandı. O, hiçbir şey anlamamış gibi oğlu ile dans eden Jülide Hanımefendi’ye bakıyordu.
“Bir hayli şişman olduğu hâlde ne kadar kıvrak dans ediyor.” diye konuştu. “Hareketlerine bayılıyorum. Sonra, ne kadar tatlı, cana yakın bir konuşması var. Yıllarca İstanbul’dan uzaklarda dolaştığı hâlde o güzel şivesini hiç kaybetmemiş.”
Mahir: “Daha az boyansa ve daha başka türlü giyinse ama.” diye tenkit etti.
Afet “Siz ileride karınıza çok karışacağa benziyorsunuz.” diye çıkıştı. “Nesi var? Pekâlâ giyinmiş işte. Bir siyah dantel tuvaleti bile çok görüyorsunuz kadıncağıza.
Avrupa kadınları altmış yaşlarını geçtikten sonra bile ipekler, elmaslar, danteller, kokular içinde en lüks balolara iştirak ediyorlar. Bir tutam beyaz saç, yüzde birkaç hain çizgi, yaşamak hakkını almalı mı elden? Bizde otuz yaşını geçen kadının her şeyi bitmiş zannedilir. Bu telakki ne kadar yanlıştır. Asıl, kadının olgunlaştığı, heyecanlarının, ruhi vasıflarının inkişaf ettiği çağ o yaştan sonra başlar. Ama şüphesiz kendisini idare etmesini bilen, neşeli, hoşsohbet, zarif kadınlar için söylüyorum. Kendini bırakan, dünya zevklerinden el etek çeken, ölgün ruhlu kadınlar ölüm kararlarını kendileri vermişler demektir.”
“Sözümü geri aldım hanımefendi.”
“Haydi, arkadaşınızı bulup getirin. Âlem burada ne güzel gülüp söylüyor, eğleniyor. Ne varmış aşağıdaki salonda?”
“Emredersiniz hanımefendi.”
Mahir tehalükle salondan çıktı. Nahide ince bir sitemle arkadaşının yüzüne baktı:
“Niçin bunu yaptın?”
“Acıyorum o çocuğa doğrusu. Demin ayrılırken o kadar içli, o kadar kırılmış görünüyordu ki…”
“Gelmezse daha kıymet alacak gözümde.”
“Geleceğini bildiğin için böyle söylüyorsun. Sevilen bir vücudun yakınına çağırılıp da gelmemek, hisli bir insanın elinden gelir mi?”
Gece epeyce ilerlemişti.
Programın son numarasında bir piyango vardı. Biletler satıldıktan sonra ortaya küçüklü büyüklü masalar kondu. Üzerleri renk renk eşya ile dolu idi. Önce numara, sonra eşya çekiliyordu.
Diş fırçaları, taraklar, kartlar, kalemler, losyonlar, eşarplar, boyun bağları, türlü küçük eşya çıkıyordu. Nahide’nin numarası masanın üstünde duruyordu. Kendisi pek kayıtsızdı. Numarası okunduğu zaman Bahri Doğru, Nahide’nin biletini alarak eşya numarasına yaklaştı. Döndüğünde “Kırmızı kurdele ile bağlı beyaz bir kutu çıktı size ama Nahide Hanım…” dedi, “piyangonun sonunda almanızı rica ediyorlar.”
Karısı “O da nedenmiş?” dedi. “Herkes iğne, düğme, ne çıktı ise alıp şansını deniyor ya.”
Bahri Doğru güldü.
“Sende bir şey var. Paketin içinden ne çıkacağını biliyorsun.”
“Olabilir.”
“Söyle Bahri.”
“Çocuk Esirgemecilerin bir sürprizini bekleyelim. Zevki bozulmasın.”
Nahide de merak etmişti. Acaba kutunun içinde ne vardı? Artık piyangonun neticesini sabırsızlıkla bekliyorlardı. Eşyalar dağılmıştı. Maddi kıymeti olan hediyelerin bazılarını tekrar kuruma iade edenler vardı. Onlar da bittikten sonra işletmede çalışan bir genç mühendis ortaya çıktı:
“Müsaadenizle en zarif hediyemizi göstermek istiyoruz.” diye kırmızı bandı çözmeye başladı.
“Bahri, manasız bir şey çıkacaksa bizim masayı işaret etmesin, fena sinirlenirim ha!” diye Afet söylenmeye başlamıştı ki, beyaz kutunun içinden beyaz kanatları heyecanla çırpınan bir güvercin çıktı. Kırmızı gözlerini bol ışık karşısında kısarak bir avuç kar parçası gibi zarif kanatlarını kımıldatıyordu.
Salonda alkış sesleri gürlüyordu. “Kime çıktı, kime çıktı?” diye soranlar vardı.
Genç mühendis, Bahri Doğruların masasına yaklaştı. Kibar bir şekilde masadakileri selamladıktan sonra minimini yüreciği çırpınan kuşu genç kadına uzattı. Nahide’nin uzun parmaklı elleri içine gömülen küçük güvercin titriyor, büzülüyor, çırpınıyordu.
“Bana bir memleket bağışlasalardı belki bu kadar heyecana kapılmazdım Afet.” dedi. “Bu geceyi ve ellerimde çırpınan bir küçük kuş kalbini daima hatırlayacağım. Sen ÇIRPINAN SULAR bilmezsin. İleride bir gün sana bu çocukluk hatıralarımdan bahsederim belki.”
“Niçin bu gece değil?”
“Ne bu gece ne yarın ne de belki hiçbir zaman!”
Salon çok tenhalaşmıştı.
Mahir yanlarına yalnız döndü. Çünkü arkadaşı hastalanmıştı. Balo komiseri olduğu için mütemadiyen dolaşan Bahri Doğru, genç adamın ayakta duramayacak kadar sarhoş olduğunu görmüştü. Meselenin üstünde durmadılar. Nahide hemen arkadaşından rica etti:
“Afet, bekliyoruz.”
Babası çoktan gitmişti. Geç vakitlere kadar uykusuz kalmaya dayanamıyordu. Böyle gecelerde Nahide ya Afetlerde kalıyor yahut arabaları ile önce onu evine bırakıyorlardı.
Mahir de rica etti:
“ ‘Şahane Gözler’i lütfetmez misiniz hanımefendi?”
Şahane gözler…
Ümitlerim hep kırıldı…
Fariğ olmam…
Ve daha Dede Efendi’nin en güzel, en ağır şarkılarından birkaçı…
Bu ilahi ses karşısında beyaz güvercin bile titremesini kesmiş, nefis kokulu, taze bir genç kadının göğsüne sokulup sinmişti.
Çağlar gibi, taştan taşa çarpa çarpa köpüren, kıyılarda parçalanan, kumsallarda çırpınan sular gibi söylüyordu. Ne ses, ne sesti o!..
Nahide, bakışlarını arkadaşının yeşil ışıklı gözlerinden ayıramayarak vect içinde dinliyordu. Gözlerinin siyah kadifesi nemlenmişti. Dudakları bir kızıl yakut gibi yanıyor, parlıyordu. Her şarkının sonunda, bitecek, bir başkasını belki de söylemeyecek diye içi titriyordu.
Bu sesin içinde salonun ışıkları değişiyor, ortalığı birçok kollu şamdanlardan dökülen titrek mum alevleri, menşurlarında mavi, mor, kızıl, turuncu renkler tutuşan avizeler aydınlatıyordu.
Kübik eşyaları, koltukları, masaları ve sandalyeleriyle salon gözlerinde siliniyor, ağır halılarla döşenmiş, kırmızı sedirli, kırmızı perdeli bir şark odası canlanıyordu. Solgun yüzlü bir kadın, ipek yastıklar arasına uzanmış, gözleri yarı kapalı bu nefis musikiyi dinliyordu.
Bu seste; Şark musikisinin hüznü, melali, kudreti, mistik zevki vardı. Zenci rakkaseler, bu sesin içinde binbir inhina13 ile kıvrılan vücutlarını teşhir ediyorlar; ince belli cariyeler gümüş tepsiler içinde bu sesin büyüsü ile şerbet dağıtıyorlar; tombul elli bir Şark güzeli, bu sesle ortaklarının kalbine saplanan kahkahalara ağlıyor; bu sesle sevenler mesut veya bedbaht oluyorlardı.
Afet sustuktan sonra, sanki yaşadıkları âlemin bütün füsunu dağıldı. Mahir sonsuz bir hayranlıkla “Harikulade demek de bir şey ifade etmiyor hanımefendi!” dedi. “Bu ilahi ses için ne söylemek, size büyük lütfunuz için nasıl teşekkür etmek lazım geldiğini bilemiyorum!”
Sonra Bahri Doğru’ya döndü:
“Ne mesutsunuz beyefendi!”
Zeki avukat, karısının beyaz elini avuçlarının arasına aldı. Zarif bir şekilde eğilerek öptü. Birkaç kere öptü. Derin ve samimi bir sesle “Cidden çok, pek çok mesudum Mahir Bey.” diye genç adamın sözünü tasdik etti.
Salondan çıktıkları zaman, Sermet’i, merdivenin parmaklığına dayanmış, vect içinde, gözleri yaşlı buldular. O kadar perişan, o kadar muzdaripti ki, niçin burada durduğunu, içeriye girip oturmadığını soramadılar.
Ancak genç kadınları selamlayabildi. Onlar merdivenlerden kol kola inip kaybolduktan sonra Mahir’in elini tuttu.
“Âşığım!” dedi. “Çılgın gibi seviyorum. Ölesiye seviyorum. Ne idi oses, o ses ne idi?!..” diye tekrarladı. “Az daha deli gibi salona girecek, sevdiğim kadının dizlerine kapanacaktım!”
“Bir bu eksikti. Yarın Türk Dili için orijinal bir mevzu çıkardı!”
Sokağa çıktılar. Afet’in sesini konuşuyorlardı. Sermet “Alaturkaya gittiği kadar alafrangaya da gidiyor sesi. Ona çok şaştım.” diyordu.
“Çok iyi bir musiki terbiyesi almış doğrusu. Yedi yaşından beri ut, keman, piyano ile meşgul oluyormuş. İyi bir aile kızı. Babası güngörmüş, iyi yaşamış, zevkiselim sahibi bir adamdı. Yakında öldü. Kızlarını çok iyi yetiştirmiş. Tabii iyi bir izdivaç yapmasaydı, meziyetlerinin çoğunu kaybederdi ya. Kocası çok zarif, diplomasiye vâkıf, zeki bir adamdır, hassastır. Karısının zevklerine, itiyatlarına, isteklerine, kısaca karısının hayatına ömrünü bağlamış, âşık bir kocadır.
Lakin böyle sızacak hâle gelinceye kadar içmenin manası ne? Yavrum, ümitsizliğe düşünce içip içip kendinden geçmek eski zaman modası idi. Âşık mısın, şair misin? Ver elini meyhaneye… Bunların mevsimi çoktan geçti. Şimdi her şeyden önce pısırıklığı bırakmalı. Zarif, nüktedan olmalı. Giyinmesini, konuşmasını, kadına edilecek muameleyi bilmeli.
Durdun, durdun da Nahide’yi bir roman kahramanına benzetecek zamanı buldun. Bence, ha Greta Garbo’yu14 hatırlatıyorsunuz, bakışlarınız tıpkı Jon Kravfort15 gibi demişsin ha Anna Karenin’i hatırlatmışsın. İkisi de bir. Sinema artistlerine, herhangi bir roman kahramanına benzemek hoppa, tecrübesiz, az tahsilli kızların koşuna gider ama olgun, kafası işleyen, okuyan kadınların asla…
Birine benzemekten hoşlanan bir kadının şahsiyeti kalmamış demektir.”
“Bunu hiç düşünmedim Mahir. Mamafih ben içimden geçeni söyledim. Samimi olmak günah mı?”
“Samimi olmak şüphesiz ki iyi. Fakat içten geçen her şey de samimiyet nişanesi diye ortaya dökülmez, değil mi?”
Mahir, küçük kardeşini azarlayan bir ağabey gibi konuşuyordu. Onu evine kadar götürdü. Ayrılırken “Nahide, kendisine fena hâlde tutulduğunu hissetmiş.” dedi.
“Bunu nasıl anladın?”
“O bir şey belli etmek istemiyor tabii. Afet Hanım’ın bazı manalı sözlerinden sezinledim. Yepyeni bir roman mevzusunu kafamda işliyorum.” dedi.
“Nahide sinirlendi mi bu imadan sonra?”
“İşitmemiş göründü.”
“Şu hâlde ümit edebilirim!”
“Pek fazla hayale kapılmamak ve biraz becerikli, temkinli davranmak şartıyla…”
***Nahide’nin oturma odasında idiler. Afet divana yerleşmişti. Dudaklarının arasında kızıl renkli, incecik ağızlığı vardı. Ara sıra sigarasının dumanını gözlerinin zümrüt ışıklarıyla takip ediyordu. Nahide kabarık bir yer minderine ilişmiş, arkadaşının dizlerinin dibinde konuşuyordu:
“Bu çocuğun günden güne artan, âdeta bir iptila hâlini alan sevgisinden ürkmeye başladım Afet! Başta işin bu kadar ciddi bir şekle döküleceğini ummamıştım. Beni beğendiğini, çok genç ve tecrübesiz olduğu için gözü kapalı bana yaklaştığını, fakat asla benden bir şey beklemeyeceğini ümit etmiştim. Onun kadar temiz bir çocuğun, benim gibi ızdırap çekmiş, iyi ve fena günler yaşamış, acıklı bir mazi hatırasına bağlı, ona nazaran yaşça, görgü ve itiyatlarca daha ileri bir kadından macera bekleyeceğini aklıma bile getiremezdim. Nitekim o da buna hiç teşebbüs etmedi. Bana olan düşkünlüğünü, günden güne artan sevgisinin içliliğini ancak bakışlarından ve değişen renginden anlayabiliyordum. Bir gün öğleden evvel parkta yalnız oturuyordum. Önümde takip ettiğim mecmualardan biri vardı. Fakat dalgındım. Okuduğumu anlayamıyordum. Hayalimin, havuzun durgun sularına çizdiği binbir şekille meşgul oluyordum. Yanıma geldi. Birkaç dakika oturmak ve bana mühim bir şey söylemek için müsaade istedi. O kadar ürkekti ki, yer gösterdiğim zaman çok sıkılgan bir mektepli gibi şaşırarak koltuğa oturdu. Bu çocuğun daima şaşıran bakışları, ürpertilerle dolu sesi, biliyor musun, hoşuma gitmeye başlamıştı. Bir şeyler söylemek istiyordu. Açılması için yardım ettim. Damdan düşer gibi ‘Balıkesir’i terk etmek mecburiyetindeyim. Gideyim mi, kalayım mı?’ diye sordu.”
Afet gülmekten kendini alamadı:
“İtirafın bu çeşidini de şimdiye kadar ne bir romanda okudum ne de duydum doğrusu. E, sen ne dedin?”
“Onun gayritabiiliklerine alıştığım için hiç şaşırmadım. Sualini bir başka sorgu ile karşıladım: ‘Bunu niçin bana soruyorsunuz?’
Mümeyyiz karşısında ter döken bir mektepli gibi heyecanlı idi; gözlerini kaldırdı. ‘Ümitsiz olduğum için gitmek lüzumunu hissediyorum. Ve… Bu mecburiyet size olan aşkımdan geliyor.’ ‘Unutmak, daha doğrusu vazgeçmek için gitmeye lüzum yoktur Sermet Bey.’ diye cevap verdim. ‘Gözlerinizi biraz da hayata çeviriniz. Gençsiniz. İyi bir istikbaliniz var. Sevmek için telaş edecek çağda değilsiniz. Ben size ancak yakın bir dost olabilirim. Daha fazlası elimden gelmez.’
‘Ben kadınla erkek arasında başlayan herhangi bir arkadaşlığın gönül sınırları haricinde kalabileceğine inananlardan değilim.’
‘Öyle dostluklar vardır ki tadı aşkta bulunmaz. Öyle samimi, kardeşçe rabıtalar vardır ki, yıllar geçer de aşınmaz. Ama nihayet karakter meselesi. Kalbine ve terbiyesine güvenebilenler için!’
‘Ben bu vadide kendime güvenemiyorum hanımefendi. Ya hep ya hiç!’
‘O hâlde hiç!’
Gitmek üzere davrandı. O zaman anladım ki bu çocuk beni alakadar ediyor. Kalmasını istemediğim gibi gitmesini de istemiyordum. Karışık bir hâletiruhiye içinde idim.
‘Durunuz!’ dedim. ‘Pek kestirme konuştuk. Bana bir itirafta bulundunuz. Fakat benim kim olduğumu biliyor musunuz?’
‘Sizi sevdiğimi bilmek kâfidir hanımefendi.’
‘Hiç ama hiç kâfi değil.’
‘Peki, ne lazım, ne yapmaklığım icap ediyor? Emrediniz. Bana yol gösteriniz.’
‘Çocuksunuz, hem çok çocuksunuz!’ diye güldüm. ‘Sevenler yollarını kendileri bulurlar!’
Aşkla, kuvvetle gözlerimin içine baktı. Kendisinde hiçbir zaman görmediğim emniyetle ‘En doğru yolu bulmakta gecikmeyeceğim sanıyorum.’ dedi. ‘Sonsuz sevgim, rehberim olduktan sonra!’
Gülerek şaka yapar gibi ‘Dikkat edin!’ diye cevap verdim. ‘Her kılavuza pek güvenilmez. Mamafih sizi dinlemek hoşuma gidiyor. Bir gün bize uğrayınız. Önce telefon edersiniz.’
Çılgın bir sevinçle ayağa kalktı. Belki göğsünün içinde bir fatih gururu çalkanıyordu. Buz gibi soğuyan elleri ancak parmaklarımın ucuna dokunabildi.
Arkasından ‘Ben deliyim!’ diye söylendim. ‘Şüphesiz ben deliyim. Bu kadar tecrübesiz bir gençle, bulanmamış, yıpranmamış bir kalple oynamak hiç iyi değil. Pekâlâ gidiyordu. Niçin bırakmadım?’ diye kendimi yemeye başladım. Telefon ettiği zaman reddedeceğimi kararlaştırmıştım ki, onu da yapamadım Afet. Yarın gelecek. Geldiğini istemediğim gibi, gelmemesine de razı olamıyorum. Ne çapraşık şey bu!”
Afet’in bir hayli canı sıkılmıştı. Nafiz bakışlı gözlerini arkadaşının ürpertilerle solan yüzüne dikerek “Sen de onu seviyorsun.” dedi. “Fakat bunu kibrinden, azametinden kendine bile itiraf edemiyorsun. Mamafih fikrimi sana açıkça söyleyeyim: Mesut olamazsınız.”
“Niçin?”
“Birbirinizin küfüvü16 değilsiniz.”
“Evet, ben daha yaşlıyım.”
“Bu, bugünün telakkilerine göre hiç engel değil. Kadının yaşı; hisleri, heyecanları, ihtiraslarıyla ölçülür.”
“Benim mazim var.”
“Onun yok mudur acaba?”
“Fakat o erkek.”
“Ne sade ruhlusun Nahide. Seni karşıdan görenler böyle temiz bir mahalle kızı gibi düşüneceğine asla ihtimal vermezler. Benim telakkime göre ne mazin ne hatıraların ne yaşın, hiçbiri, üzerinde ciddi bir şekilde durmaya değer sebepler değillerdir. Aranızda doğacak anlaşmazlığın en mühimi, görgülerinizin arasındaki aykırılık olacaktır. Sen tam manasıyla ayrı bir terbiye almışsın. Baban seni aşağı yukarı bir Garplı zihniyetiyle yetiştirmiş. Müzik bilirsin, okursun, konuşursun, sosyeteye alışıksın. Senenin muayyen17 zamanlarında seyahat etmeyi itiyat edinmişsin. Bir salona girdiğin zaman yakışırsın. Kendine çabuk muhit yapabilirsin. Fakat Sermet öyle değil. Görüşlerimde yanılmadığıma herkesten çok senin itimadın vardır. Onun için cesaretle söylüyorum. O basit, pek mütevazı bir genç. Ömrü mektep odaları, laboratuvar tüpleri, potaları arasında geçmiş. Hayata yeni karışıyor, medeni yaşamanın icap ettirdiği şartlara pek vâkıf değil. Sonra müthiş kıskanç.
Evlendiğiniz takdirde ya sen ona uyacaksın; dört duvar arasında gayet sessiz, durgun bir ömür süreceksiniz ya da o sana uyacak; daima yadırgayacağı cemiyet âlemine karışacak. Her iki şekilde de aksaklık olacak. İleride aşkın sesini dindirdiği, alışkanlığın hâkim olduğu günlerde yanlış adım attığınızı anlayacaksınız. Fakat ne çare ki iş işten geçmiş olacak.”
“Doğru söylüyorsun Afet. Muhakkak ki bu çocuğu beğenmiyorum. Dediğin gibi basit, fazla mütevazı bir genç! Bugünün hayatına ayak uydurmak için yalnız işinin ehli olmak kâfi değil elbet. Gündüz vazifesini başaran bir erkek, evine döndüğü zaman karısının ruhi ihtiyaçlarını da tatmin etmeyi bilmeli. Gülmeli, gezmeli, dans etmeli, müzikten, toplantılardan, çaylardan, balolardan hoşlanmalı. Bu da doğru. Lakin yapamazsa, elinden gelmezse, bu yüzden bedbaht mı olmalı Afet?”
“Onu iltizam ediyorsun,18 müdafaa ediyorsun!”
“…”
“Haydi çekinme, itiraf et ki toy bir gencin işlenmemiş kalbi seni alakadar etti. Onu avuçlarında dilediğin şekilde yoğurmak istiyorsun.”
Nahide’nin bakışları derinleşti. Gülerek “Heykeltıraşlık bizde de yeni yeni inkişaf ediyor, değil mi?” diye şaka yaptı.
Arkadaşı da “Güzel sanatların bu şubesine başlamak niyetindeysen ilk tecrübe için neden bu çocuğu seçiyorsun.” diye cevap verdi. “Taptaze bir yürekten ne istiyorsun?”
“Hiçbir şey istediğim yok. Yahut daha doğrusu ne istediğimi ben de layıkıyla bilemiyorum.”
Nahide ayağa kalktı. Radyonun düğmesini çevirdi. Odada tatlı bir kitar sesi dalgalandı. Arkadaşının ince sigarasını yakarken “Kitarı çok severim!” dedi. “İnleyen telleri, sanki görünmez ilmiklerle kalbime bağlıdırlar. Her titreyişlerinde ruhumun yaprak yaprak açıldığını, varlığımda binbir cihan doğduğunu zannederim.”
Masanın üstünden yün yumağı gibi kabarık saçlı Arap bebeği eline aldı. Kulaklarında sallanan iri halkalardan birini çekince Arap rakkase arkaya doğru kaydı. Kabarık eteklerin kapattığı sepeti arkadaşına uzattı.
Afet itina ile boyanmış ağzına, aldığı çikolatayı götürürken “Bari Mısır’ı aç da müzik, dekoru tamamlasın!” dedi.
Artık ötekini konuşmamak için günlük hareketlerden, Türk Dili’nin yazdığı kız kaçırma vakasından bahsettiler. On üç yaşında bir kızı tarladan sürükleyen yaşı kırkı geçmiş bir adamın iğrenç ihtirası, mevzularının esasını teşkil etti.
Bahri Doğru, karısını almak için uğradığı zaman onlara bir havadis verdi: Evkaf Oteli yakında şehir kulübü olarak halka açılacaktır. Şimdiden teferruat üzerinde konuşulmakta, idare heyetini kimlerin teşkil edeceği münakaşa edilmektedir.
***Nahide telefonu kapadığı zaman arkadaşının yüzüne baktı. Bu bakışta gizlenemeyen bir elem göze çarpıyordu.
“Bu defa ben kaçıyorum.” diye söze başladı. “Sıra bana geldi.”
Afet işi şakaya boğmak, arkadaşının acısını tadil etmek istiyordu:
“Kaçanların ahı tuttu yavrum!”
“Onlara fenalık yapmamıştım. Beni sevenlere, benim yüzümden ızdırap çekmeleri için ben bir şey yapmış değilim ki… Mamafih ne de olsa bu, benim için bir mağlubiyettir. Ona, ziyaretini kabul edemeyeceğimi söyleyebilirdim. Ama diyeceksin ki söz verdikten sonra bu çirkin, kaba bir şey olurdu. Olsun. Şimdi ona karşı lakayt kalmadığımı, zayıf olduğum için kaçtığımı anlatmış oluyorum.”
“Şimdi de bunu düşünüp rahatını kaçırma rica ederim. Hemen hazırlan, tren vakti yaklaşıyor. Baban bu ani seyahati nasıl karşıladı? Yine açık açık mı konuştun?”
“Hayır. Şimdiye kadar kalbimden emindim. Harekâtımı bütün teferruatıyla babama anlatmak, hislerimin tahlilini yapmak kolay oluyordu. Bu defa böyle yapamazdım. Herkesten önce bu yakışıksız hâle babam gülecek, verdiği terbiyenin, güvendiği karakterimin bu kadar zaafa uğraması onu meyus edecekti. Çok sıkıldığımı, biraz gezmek istediğimi söyledim. Tamik etmedi.”19
“Rengin ne fena bozuldu. Doğrusu, öleceğim aklıma gelirdi de senin bu tipte bir adama gönül vereceğin hayalimden geçmezdi.”
“Afet, rica ederim anla beni. Buna sevgi demek caiz değil. Belki fazla hareketsizlik asabımı bozdu. Bu küçük seyahat sinirlerimi düzeltecek.”
“Bunun böyle olmasını çok temenni ederim. Sermet sözlerini nasıl karşıladı?”
“Baştan sesimi alınca sevincini ne şekilde ifade edeceğini bilemedi. Sözlerini yarıda keserek ne söylediğimi duydun. O vakit yere geçer gibi bir hâl aldığı parçalanan sesinden anlaşılıyordu. Neyse, bu da bitti. Bana mektup yaz Afet.”
“Uzun kalmaya bakma. Nereden çıktı bu vakitsiz yolculuk? Sen gittikten sonra memleket öyle boşalacak ki, neyle avunacağım, kiminle konuşacağım bilmem.”
Galip Bey araba getirdi. İki genç kadın arkaya yerleştiler. Nahide gözlerini babasının şefkatli bakışlarından kaçırmak istiyordu. Ekspresin gelmesine üç beş dakika kala istasyona inmişlerdi. Galip Bey kızını öperken gülümsemeye çalışıyordu:
“Rahatına bak kızım, istediğin kadar gez, dolaş.”
“Canım babacığım!”
Genç kadının sesinde sıcak gözyaşları titriyordu. Arkadaşının elini kuvvetle sıktı:
“Belki buralara bir daha hiç dönmeyeceğim Afet!”
“Öyle bir döneceksin, hem o kadar çabuk döneceksin ki…”