bannerbanner
Çırpınan Sular, Uyuyan Hatıralar
Çırpınan Sular, Uyuyan Hatıralar

Полная версия

Çırpınan Sular, Uyuyan Hatıralar

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 7

Görüyorum ki, bu basit masalı anlamak istiyorsun.”

Mahir, ince büklümlerle havaya yükselen sigarasının dumanlarına uzun uzun baktı. Sonra biraz ezilmiş ve büzülmüş bir sesle devam etti:

“İstanbul’un eski, muhteşem yalılarından birinde, boğazın sayılı güzellerinden genç bir kadın yaşamaktadır. Eski paşalardan birinden dul kalan, gayet zarif, şen, sazdan sözden anlayan, hoş meşrep bir kadın… Günün birinde köyün fakir delikanlılarından birine delicesine âşık olmuştur. Çocuk henüz Tıbbiye talebesidir. Kendisinden sekiz on yaş büyük bir kadının çılgın sevgisinden tam dört yıl haber almamıştır. Kadın yaşını, mazisini, delikanlıyla aralarındaki yaşayış farkını ve nihayet muhit telakkilerini düşünerek bu aşka basıp geçmek istemiştir. Fakat ne boğaz sularını heyecanla ürperten saz geceleri ne cuma ve pazar günlerinde eğlence yerlerine muntazaman devam ediş ne de seyahat, hiçbiri kalbinin coşup taşan hislerine tesir yapamamışlardır. Kafasının hükmü, kalbinin istekleri karşısında zaafa uğrayınca genç kadın, bu müthiş aşkı nihayet sahibine duyurmuştur.

Mektebini henüz bitiren genç doktor, boğaz kıyılarını şiddetle alakadar eden bu harikulade kadının aşkını büyük bir lütuf olarak kabul etmiş, bu kalp davetine çılgın gibi koşmuştur. Ama ‘Çok koşan çabuk yorulur.’ derler. Genç doktor da bu kaideden kendini kurtaramamış, hızını pek çabuk kaybetmiş.

Birleşik hayatları, genç kadın için müthiş bir işkence hâlini almış, bir tarafta susturulmaz, sönmez bir aşk, diğer tarafta havai bir koca… Ve kıskançlık ateşi… Bu ateşi yenmeye çalışan asil bir gurur… Artık hayat, kadın için cehennemden farksızdır. Vefasız kocasının her hareketini sükûtla karşılamaktadır. Gözyaşlarından, izzetinefis isyanlarından, kalbinin onmaz yarasından kimseye bahsedememiştir. Derin bir tahammül içinde kararan gözlerinin arkasına takılıp sürüklenmiştir.

Doktor, nihayet karısını ve çocuğunu görmeyecek, düşünmeyecek bir şekilde bir başka aşka bağlanarak çekilip gitmiştir.

Giden ve bir daha asla dönmeyen, babamdır dostum. Onu çeken, sürükleyen, yuvasından, kadınından, çocuğundan alan kuvvet gençliktir. ‘Gençlik, gençliğin cazibesinden kurtulamaz!’ Mehmet Rauf’un romanlarından birinin tezi budur. Pek beğenirim, ne sağlam bir hakikattir bu!

Bedbaht olması için annemin ne gibi eksiklikleri vardı? Zamanına göre pekâlâ okumuş, müziğe aşina, hoşsohbet, zarif bir kadındı. Fakat buna rağmen babama karşı göz yumulmaz bir kusuru vardı: Ondan yaşlı olması. Ne yapsalar, her iki taraf da bütün hüsnüniyetlerine rağmen aradaki sekiz on yılın uçurumunu aşıp birbirlerini bulamayacaklardı.

Onları görünüşte hayat, yani bir kadın ayırdı ama dostum, asıl ayıran tabiattı. Tabiatın değişmez kanunlarından biri!

Aşk ve heyecan gençlerindir. Yaşlılara yasak…

Bir gün Nahide’yi ihtiyarlamış, benim henüz tam genç sayılacağım çağlarda çökmüş, saçlarına kır düşmüş ve yüzü kırışmış olarak tahayyül etmek beni ölümünden çok korkuttu. Ölen bir kadın, ama sevilen bir kadın için yas tutulur. Belki hatta arkasından gidilir. Fakat hislerimizin en çılgın demlerinde çöken, yıpranan, heyecanları solan, ihtirasımızı, aşkımızı aşındıran, yarıda kesen bir kadından nefret edilir.

Onu bu müthiş akıbetten korumak için ben aşkımdan geçtim. İmtihanı kazanmaklığım da ızdıraplarımı hazmetmeme çok yardım etti. Uzun tahsil yıllarında onu çılgın gibi aradığım, özlediğim olmadı mı? Dişimi sıktım, tatil aylarında cazibesinden kurtulunmayan maceralara atıldım. Değişik yüzler; renkleri, kokuları, huyları daima değişen bir sürü çılgın insan sinirlerimi hükümleri altına aldılar. Ve nihayet onu unutmaya muvaffak oldum.”

“Sen onu sevmemişsin dostum. Çünkü ilk aşkın izi her şeye rağmen yürekte kalır. Ve bir gün bu aşkın nüksetmesi ihtimali o kadar kuvvetlidir ki… Onu böyle harikulade bir mana ile canlı ve muhteşem görmek, nasıl oluyor da sende bir sarsıntı yapmıyor? Hem ondan öyle bir dille bahsettin ki, işiten, aranızda cidden mevzubahis olmaya değer bir yaş farkı var sanacak!

Hâlbuki nedir? Bir uçurum olarak gösterdiğin bu fark da nedir? Üç veya dört yıl gibi ehemmiyetsiz bir şey değil mi? Bugünün hayat telakkilerine göre bu sebep, ağza bile alınmaz.”

“Hissinden tarafa çıkarak konuşmak istiyorsun.”

“Hayır. Yakınlarımızda yaşayanları dikkatlice gözden geçirecek olursan sen de bana hak verirsin.”

“Sen ne dersen de, onu bir vakitler sevmiştim, fakat talebe aşkına bel bağlanır mı? Bence o çağlarda yaşayan aşklar, nefis bir kokudan ibarettir. Uzun veya kısa bir zaman duyulan, sonra da bir gün belirsizce kayboluveren bir koku.”

“Evet, üst üste sürülen losyonlara karışarak kaybolan nadide bir esans kokusu!”

“Seni dinleyeceğim yerde ben saçma sapan konuştum. Fakat ben bugünkü hâlimden memnunum yavrum. Hiçbir ciddi bağım yok. İşimin haricinde mükemmel bir şekilde eğleniyorum. Evlenmeyi şimdilik aklıma bile getirdiğim yok. Çünkü annemin idare ettiği bir evde bekârlık, mahrumiyeti duyulacak gibi değil. Her şeyim temin ediliyor. Ne sökük çoraplarımın örülmesini ne kahvaltımın hazırlanmasını ne de elbiselerimin ütüsünü düşünüyorum.”

“Kızlar senin bu manasız sözlerini duymasınlar! Sen karını bütün bu gibi maddi şeylerle meşgul olması için mi hayatına karıştırmak istersin?”

“Eh, aşağı yukarı öyle…”

“O hâlde derli toplu bir işçi kadın kâfi bu işe…”

“Ben de onun için değil midir ki evlenmeyi aklıma bile getirmiyorum.”

“Her insanın kendine göre zevkleri, hususiyetleri, telakkileri ve itiyatları vardır. Bunlara karışılmaz şüphesiz. Fakat ben senin gibi düşünmüyorum, hayatıma karışacak kadının, kafama ve kalbime hitap etmesini istiyorum. Kendisiyle her mevzu üzerinde dil sürçmeden konuşulmayacak bir kadını, ben aşkıma layık görmem Mahir!”

“Kadının diplomatı, evlilik yıllarında insanın başına öyle bir bela kesilir ki, durmadan işleyen çenesinden kaçmak için insan sokulacak kovuk bulamaz. Fazla zeki, fazla güzel, fazla alımlı ve iyi konuşan kadından da koleradan kaçar gibi kaçmalı yavrum!..”

“Neden?”

“Gayet basit. Zeki kadın atlatılamaz. Güzeli gönül huzurunu bozar, alımlı bir kadını zapt etmek güçtür. İyi konuşanı ise öyle bir muhit yapar ki kendine, asıl sahibine kalacak zaman, nihayet uykuya hasredilen mahdut saatler olur.”

“Bu saydıklarının üzerinde duracak değilim, yalnız zihnim şu noktaya takıldı:

Bu vasıfların hepsi Nahide’de mevcut. Daima onu göz önünde tutarak misaller alıyorsun gibi geldi bana, bu neden Mahir? Ne olur, açık konuş.”

“Şimdiden kıskanmaya başladın, dikkat et ve onu benden değil, ötekilerden, asıl etrafında arılar gibi dolaşan diğerlerinden esirge… Eğer elindeyse…”

Bir hayli yürümüşlerdi. Bir an ikisi de yorulduklarını hissettiler. Sermet’e kötü bir bezginlik çökmüştü. Arkadaşından ayrılırken ruhunu tırmalayan korkunç bir ses tekrar canlandı: “Dikkat et, ötekilerden esirge…”

***

Atatürk, seyahatlerinin birinde Balıkesir’e de uğramıştı. Şehir bayram yapıyordu. Mekteplerde, dairelerde, bütün halkta elle tutulur bir heyecan baş göstermişti. O gece, şehir sinemasında Büyük Şef’in şerefine zengin programlı bir müsamere tertip edilmişti.

Memleketin tanınmış aileleri, daire amirleri, umumi meclis azaları ve bazı muallimler fırkanın davetlisiydiler. Önce “Yıkılan Ocak” adlı bir piyes temsil edilecek, sonra halk opereti zarif vodvillerinden birini oynayacaklardı. Davetliler sık sık ve büyük bir sabırsızlıkla localara bakıyorlar, En Büyük’ün gelmesini derin bir heyecanla bekliyorlardı.

Son dakikalarda sinemanın salonu holden ayıran perdesi aralandı. Her yeni gelene olduğu gibi yine başlar çevrildi. Bazı kalplerde hisler çırpınmaya başladılar.

Nahide gelmişti, yanında sarışın bir kızla kır saçlı, kibar bir adam vardı. Vücudunu sımsıkı saran siyah bir manto giymişti. Boynu, mantosunun ince kürk yakasıyla çenesine kadar örtülmüştü. Yüzünün sol tarafını yarı yarıya kapayan az kenarlı, tuvaleti arkaya atılmış şapkası, saçlarının gerisini sarmıştı. Siyah eldivenlerin içinde kaplı kalan zarif ellerinden biri, çantasının madenî sapına dolanmıştı. Bakışlarını rastgele dolaştırmadan emniyetle yürüdü. Yerine oturduğu zaman, gayriihtiyari birkaç baş kendisinden tarafa döndü. Belki topladığı alaka biraz daha genişleyecekti. Fakat o anda coşkun bir alkış tufanı koptu. Herkes sevgi ve saygı ile ayağa kalkmıştı. Bütün başlar, ortadaki büyük locaya çevrilmişti. Herkes sanki sevgisini, bakışlarının ışığı ile ona ulaştırmak, bağlılığını bir kere daha açığa vurmak ihtiyacında idi.

Atatürk’ün locasına takılan bakışlar, onu böyle yakından görmenin yarattığı sonsuz saadet içinde sık sık çevrilen başlar, sahne ile zoraki bir şekilde alakadar oluyorlardı.

Piyes aksamadan yürüyordu. İsraf ve sefahat yüzünden bir yuvanın nasıl yıkıldığı sahnede canlandırılıyor, ara sıra alkışlanıyordu.

Sıra halk operetine gelmişti. Mavi ipeğin geniş kıvrımları içinde bir akarsu gibi sahnede boydan boya dolaşan genç kız, mimikleri ve jestleri ile herkesi hayran etmeye başlamıştı.

Çapkın gönlünü bir dala bağlamaya katlanamayan günahkâr güzel, bir araya gelen âşıklarına türlü umutlar veriyordu.

“Seni mevkin için!” diye ihtiyar paşanın uzun, sivri sakalını okşuyor; “Seni de servetin için!” diye zengin Mısırlının yanağına ince parmakları ile dokunuyor; “Seni de gençliğin için severim!” diye karşısında durduğu delikanlının ateşli bakışlarına ateşle bakıyordu.

Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Bütün ışıkları yanan şehir sineması, tarihî gecesini yaşamaktan gelen gurur içinde bambaşka bir mana almıştı. Ve bu müstesna gecede genç bir kimyager, aşkına düşmekten korktuğu mühlik5 bir kadının ruhunu saran esrarlı havası içinde, yine gönlü ve kafası ile karşı karşıya bulunuyordu.

Sahnedeki bir içim su kadar ince, şen, manalı kız, vücudunu saran mavi ipekten sıyrılarak siyahlara bürünüyor; açık renkli gözleri de elbisesinin rengine boyanarak ona durmadan, aynı şeyleri değiştirerek söylüyordu:

“Birini mevkisi, diğerini zenginliği, bir başkasını da gençliği için severim!”

Mevki… Mevki nedir? Sırasında dünya gibi fâni bir şey değil mi? Hangi sandalye, işgal edenin malı olmuştur? Ve bundan sonra da olacaktır? Memuriyet makamına “güvercinlik” diyenler doğru söylemişler. Güvercinlerin biri çekilince diğeri yerleşecektir. Kanatlarının altında yuvalarının sıcağını alıp gidenler var mıdır?

Zenginlik de öyle. Bir kötü talih yahut bir tesadüf veya herhangi bir afet, yıkılmaz sanılan kudreti bir anda yok edemez mi? Ve… Ve gençlik de öyle… Hatta ötekilerden daha kısa ömürlü…

O, hâlâ kendi kendine bile sevdiğini itiraf edemediği, fakat beğendiğini, tesirinden kurtulamadığını şiddetle hissettiği kadına ebedî olan bir şey vermek istiyor. Ama ne? Sadece kalbi mi? Bu kâfi gelse… Fakat kalbe de ölmez demek doğru mu? Mademki bir gün gelip duracaktır. Şu hâlde!..

Mahir, genç kadının oturduğu koltuğa dalgın dalgın bakan arkadaşını kolundan çekti. Kısık bir sesle “Dikkat et. Yanındakiler sana bakıyorlar.” dedi. “İşin farkına varırlarsa ikiniz için de iyi olmaz!”

“Bana artık her şey vız gelir.”

“Kendi başına gelecek şeyler sana vız gelebilir ama ona hayır. Düşünmelisin ki o, hürmete layık, gururunu hiçbir şeye feda etmeyen bir kadındır. İsmi etrafında şüphe bulutu dolaşmamalı.”

“Bana ilk günlerde, onun için yananlardan bahsetmiştin. Bu aşklar yahut bu alakalar dedikodu mevzusu olmadılar mı?”

“Oldular belki… Fakat Nahide, o masum sergüzeştlerden6 daima alnı açık çıktı.”

“Muhit onun temizliğine inandı mı?”

“Belki evet, belki hayır!”

“Korkma dostum. Ona benden kötülük gelemez. Çünkü onu, ölmüş annem kadar mukaddes tanıyorum.”

“Görüyorum ki, her geçen gün seni biraz daha ona yaklaştırıyor.”

“Maalesef.”

“Hani görmeyecektin? Kaçacaktın?”

“Elimden gelmiyor. Ondan uzak olduğum sıralarda verdiğim kararlar, ona rastladığım zaman denize serpilmiş bir avuç tuz gibi tesirsiz kalıyor. Korkarım ki, bir gün gelecek, ya o yahut hiç kimse, diyeceğim.”

“Senin gibi bir fen adamının ağzından bu sözleri dinlemek beni bir hayli şaşırtıyor.”

“Belki de eğlendiriyor.”

“Yok, o kadar da değil. Macera düşkünü bir adamım diye hislerimin de dumura uğradığını sanıyorsan, sen de haksızlık ediyorsun.”

“Şu hâlde, aynı suretle, fen adamlarının da hisle alakalarının kesilmiş olduğunu tasavvur etmemek lazım. Fenle meşgul olmak, aşkı hiçe saymak demek değildir.”

Yine gür bir alkış sesi sinemanın duvarlarına çarpa çarpa derin bir uğultu yarattı. “Yaşa!” sesleri içinde En Büyük Türk uğurlanıyordu.

Sinemanın önündeki otomobil dizisi hep birden hareket etti. Karşıki Fenerci Sokağı’na dizilen paytonlar, caddenin ıslak yüzünden tekerleklerinin lastiklerini geçirdiler.

Nahide, sarışın genç kızla arabanın arkasına yerleşti. Yaşlı adam karşılarına oturdu. Gocuğuna sarılan arabacı, kamçısını hayvanların nemli sırtlarında dolaştırdı. Onlar da çabucak Anafartalar Caddesi’nde yol aldılar.

Mahir, Sermet’in koluna girdi.

“Gel, muhallebiciye girelim. Vakit epey geç.”

“Canım bir şey istemiyor.”

“Aşk karın doyurmaz. İnsanlar yemeden, içmeden ne sevebilirler ne de yaşayabilirler azizim. Çünkü melek değildirler…”

Zarbali Otelinin hizasındaki ve karşısındaki muhallebici dükkânlarının ikisi de hıncahınç dolu idi. Mahir, camekânlarda sıra bekleyen tatlılara, keşküllere hasretle baktıktan sonra “Şans yolunda…” dedi, “bu kadar kalabalık içinde ne rahat bir şey yenir ne de iki çift laf edilir!”

Paşa Camii’nin şadırvanı önünde ayrıldılar.

***

Halkevinin resmen açılması yaklaşmıştı. Hararetli bir çalışma göze çarpıyordu. Birçok şeyde olduğu gibi yine öğretmenler ön safta bulunuyorlardı.

Sermet köycülük şubesine girmişti. O gece toplantıları vardı. Avrupa’dan yeni dönmüş, uyanık fikirli, memleketin tanınmış ailelerinden birinin çocuğu olan reis, arkadaşına ayrıca telefonla da içtimayı7 hatırlatmıştı.

Sermet’le aralarındaki samimiyet günden güne artıyordu. Buluştukları zaman o kadar iyi mevzular üzerinde konuşuyorlardı ki, yüksek tahsil yapmış, zengin kütüphanelere malik şehirlerde yaşamış iki genç, bu konuşmaların içinden daima fikrî cepheleri tatmin edilmiş olarak çıkıyorlardı.

Sermet, başkan odasına girdiği zaman, Esat Adil’i hararetli bir münakaşaya dalmış buldu. Arkadaşına yer gösterdikten sonra odadakilerle tanıştırmayı, meşhur dalgınlığı içinde hatırlamadı.

Temsil kolu, açılış gecesi için Aka Gündüz’ün “İkizler”ini hazırlayacaktı. Edebî eserler üzerinde çalışacak, seçim yapacak heyet, birkaç gün evvel kararını vermiş, bunu reise de bildirmişti. Fakat fazla kadın eleman bulunamayacağı için eserde bazı tadilat yapılması keyfiyeti, hakem heyeti arasında ihtilaf doğurmuştu.

Edebiyat öğretmenlerinden biri “Muharririne danışmadan esere el sürülmez.” diye iddia ediyor; diğeri “Bu işte zaruret vardır.” diye fikrini müdafaa etmeye çalışıyordu. “Mademki kadın eleman azdır ve kimse kokot rolünü yapmak istemeyecektir. Her yeni işe başlamak güçtür. Arkadaşların çoğu fedakârlık yaparak sahneye çıkacaklardır. Muhitin, bu fedakârlığı ne şekilde karşılayacağı, nasıl tenkitler baş göstereceği henüz malum değildir. Bana kalırsa birçok mahzuru nazar-ı itibara alarak eserde değişiklik yapmakta serbest olmalıyız!”

Nihayet hakem heyetinden diğer ikisi de fikirlerini ileri sürünce mesele halledildi. Biraz sonra aşağı salonda “İkizler” temsil kolu azalarına okunacak, ekseriyetin muvafakati olduğu takdirde rol bölümü yapılacaktı.

Hakem heyeti çıktıktan sonra Esat Adil, arkadaşına sigara paketini uzattı. İkisinin de sigaraya düşkünlükleri hemen hemen aynı derecede idi.

“E, ne var ne yok bakalım, anlat.” diye Esat Adil, Sermet’ten yana dönmüştü ki, oda kapısına vuruldu. Çok geçmeden odada onun narin gölgesi belirdi. Yanında yine o kır saçlı, temiz giyinmiş, gözlüklü erkek vardı.

İki arkadaş saygı ile ayağa kalktılar. Genç kadın köşedeki koltuğa geçtikten sonra biraz havanın rutubetinden ve sokakların çamurundan şikâyet etti:

“Babam şehir içinde araba ile gezmekten hiç hoşlanmaz. Beraber çıktığımız zaman çok defa yürürüz. Mamafih çamur da olsa, kar da olsa yanımda babam olduktan sonra yürümekten hazlanırım.”

Esat Adil, genç kadının babasına sigara ikram etti. Zile basarak ne içmek istediklerini sordu.

Nahide bütün ısrarlara rağmen bir şey almadı. Babası ile Sermet, birer kahve söylediler. “İkizler”den, köy gezintilerinde muzika ve köylüyü sıkmayacak, kısa, vazıh söylevlere yer verilmesinden, içtimai yardım şubesinin programından konuştular.

Galip Bey, içtimai yardım şubesinde çalışacaktı. Kızına halkevini göstermek için şöyle bir uğramışlardı. Ve Sermet, kaçınmak istediği tesadüflerin elinde oyuncak oluşuna sinirlenmek mi icap eder, yoksa bu tesadüfleri bir lütuf olarak kabul etmek mi lazımdır, diye düşünüyordu.

Bir aralık Esat Adil, onun kanepenin bir ucunda sessiz sedasız oturuşunu fark etti. O, dalgın gülümsemesi ile “Dostlarım huylarımı bildikleri için bir hayli kusurlarımı hoş görürler.” dedi. “Sizleri tanıştırmayı pek geç hatırlamış bulunuyorum.”

Büyük kitap ciltleriyle dolu etajerin yakınındaki koltukta oturan genç kadın ince parmakları arasında evirip çevirdiği masa bıçağını bırakarak “Sermet Beyefendi’yi bir yemek davetinde tanımıştım zannederim.” dedi. “Şayet benim de dalgınlığıma gelmiyorsa!”

Sermet o kadar kızardı ki, bu perişanlık Şair Esat Adil’in gözünden kaçmadı. Nahide’nin babası ile Sermet, kimyevi maddeler üzerinde derin bir konuşmaya dalmışlardı. Genç kimyagerin dudakları mihaniki8 bir şekilde mesleğine ait sözler üstünde durur ve münakaşa ederken kafası tamamıyla öte tarafta idi. O da konuşuyordu. Sanat ve tiyatroya dair fikirlerini izah ediyordu. Öyle güzel buluşları vardı, öyle yerinde tenkitler yapıyordu ki, bir an oldu, genç adam zehirli gazlara ait bahsi hiç takip edemez hâle geldi.

Galip Bey, üst kattaki müsamere salonunu gezmek için müsaade alarak ayağa kalktı. Sermet, bakışları genç kadının muntazam başına dalıp gitmiş olarak ayakta duruyordu.

Uzun parmaklı, ince bir el uzandı. Boyasız dudaklarda gülüşün en güzellerinden biri canlandı. Ve biraz kalın, tahrik edici sesi “Sizi tekrar gördüğüme memnunum Sermet Bey.” dedi. “Babam misafirlerini her gün dörtle altı arası kabul eder.”

Sermet, kalbinde ses veren yüksek duyguların humması içinde gözlerinin yeşiline kadar değişti. Titreyen dudakları aralandı. Fakat boğazında düğümlenen kelimecikler, çok beğenilen kadının ince iltifatına ve pek nazik davetine lazım gelen karşılığı vermekte aciz kaldılar.

Odanın havasında hangi çiçeklerin gönül gönüle vererek yarattıkları belli olmayan uçuk, baygın bir koku kaldı; iki arkadaş önce bir şey söylemeden bakıştılar. Sonra Esat Adil “Kültürlü kadın.” dedi. “Halkevinde çalışmayı kabul etseydi çok istifade edecektik.”

“Etmiyor mu?”

“Teklif etmedim tabii.”

“Niçin?”

“Halkevi, hiçbir davete lüzum kalmadan kendisine koşan elemanları bekler. Burada çalışmak bir yurt işi olduğuna göre vatandaşın kendiliğinden vazife alması lazımdır. Mamafih ben ümitsiz değilim. Balıkesir, bu kültür müessesesinin işaret ettiği yolda da aksamadan yürüyecektir. Konseri, konferansı, sergiyi ve samimiyeti burada bulacak bir ferdin, bu samimi ocaktan uzun müddet uzak kalmasına imkân kalmayacaktır. Çünkü ben muhitimde menfi ruhlu insanları hiç görmüyorum.

Halkevi sadece münevverleri değil, asıl halkı, asıl memleketin başına ümit bağladığı gençliği bağrında topladığı gün, vazifesini yapmış olacaktır.”

Odacı, Sermet’i komite odasında beklediklerini haber verince konuşmaları yarıda kaldı. O çıkarken “Bu gece bize gidelim Esat.” dedi. “Şiirlerini dinlemeye ihtiyacım var!”

Genç reis bir şey soracaktı, vazgeçti.

Birkaç saat sonra halkevinin salonlarına, okuma odalarına, hole derin bir sessizlik sinince iki arkadaş bahçeye çıktılar. Kıyılarına yeni çam fidanları dikilmiş, düzeltilmesi henüz bitmemiş kumlu yolları geçerek Milli Kuvvetler Caddesi’ne çıktılar.

Sermet, yeni yapılan apartmanlardan birinin üst katında oturuyordu. Çalışma odasına girdikleri zaman yine tiftik yumağı gibi iri tüylü kediyi, yazı masasının önündeki ayı postunun üstünde uyurken buldular.

Esat Adil, rafları dolduran ciltlerden birini çekerek karıştırmaya başladı. Sermet, arkadaşına çay hazırlamak için semaveri yakmaya gitmişti. Önce memlekete ait işlerden, biraz siyasetten ve günün en hararetli mevzusu olan halkevinin açılış merasiminden konuştular. Söz şiire intikal edince “Defterimi almaklığım için ne kadar ısrar ettin.” dedi Esat Adil. “Son günlerde şiire bu düşkünlük neden? Yoksa âşık mısın?”

“Zannederim.”

Kimsenin hususiyeti ile meşgul olmak istemeyen, kendisini kültüre ve memleket işlerine bağlayan genç adam, garip bir gülümseme ile arkadaşının yüzüne baktı:

“Okurum öyleyse…”

Bir müddet hiç konuşmadan durdular. Belki her ikisi de geçmişte kalan hatıralarına, ruhlarının ellerini sürüyorlardı.

“Oku, Esat. Bana en içli ve muğlak olan şiirlerinden oku.”

Biraz sonra küçük bir defterde gömülü kalan birbirinden güzel gençlik şiirleri, sahibinin sesinde ikinci defa yaratılmaya başlayınca odanın havası manasını değiştirdi. Sermet, romantik bir âleme dalıp gitmiş; yüksek bir şiir dünyası içinde, gündelik hislerden, heveslerden, binbir kayda bağlı sürülen maddi bir ömürden uzaklaşmıştı. Bazılarını o kadar beğeniyordu ki, tekrarlaması için arkadaşına rica ediyordu. Günlerini birçok işe bağlayarak, büyük bir yorgunlukla geceleri bulan genç başkan da belki bu gece çok uzakta kalmayan hatıraları ile baş başa idi. Nazlanmıyor, arkadaşının samimi isteklerini yerine getiriyordu.

Hırçın ve dize gelmez gönlünün muğlak isteklerinden biri tekrar sesine bağlanmıştı:

İÇİN, İÇİNBilmek istememBeni bildiğini.Anlamasın, duymasınSakınSevildiğini…Susun,UyusunBu sevgi içimizde!DönelimBiz yine her akşam aynı yerdenBenim izimde oOnun izinde ben…SakınO beni bilmesinGörüp irkilmesin.Ben severkenSevilmek istemem,Sevdiğimi bilmek istemem.

Şiir biter bitmez Sermet “Ötekini de…” diye yalvardı ve “Ne olursun, Kandil’i de oku!” dedi.

Genç adamın alnındaki ince çizgiler derinleşti. Siyah bakışlarına gölgeler doldu. Dudakları artık kilitlenmek istiyordu. Çoğu, herhangi bir yerde neşredilmeyen şiirlerini soluk yapraklarında gizleyen defteri kapadı. Sonra biraz dalgın ve içli, arkadaşının yüzüne bakmadan, bakışları pencerenin arkasında uzayan karanlığa kayıp gitmiş olarak Kandil’in son mısralarını söyledi:

O, sade bir kandilDeğilBana bir güneş!GönlümünÖlgünHislerine aşina bir eşİşte biz böyle her geceGizliceVe yalnızBaş başa tutuşur, yanarız.Aynı sebeptenOnun yanışı.Benim gözlerimin yaşı…

Ve sonra pencereden istasyon caddesinin iki sıralı ışıklarına baka baka, belki de o ışıklarda cızıldayan bir mumun titrek alevini, aşkını yakarak eriyen mumun ızdırabını görmek istediler…

***

Çocuk Esirgeme Kurumu birincikanunun9 sonlarına doğru vereceği balo için hararetli bir şekilde hazırlanıyordu. Memleketin durgun havası, bu fevkalade olacağı tahmin edilen gecenin heyecanı ile çalkanmaya başlamıştı. Bu yüzden terzilerin işleri sıkışmış bulunuyordu. Manifatura ve tuhafiye mağazalarında her zamankinden fazla bir kalabalık göze çarpıyordu. Lame, çiçek, plaka, düğme, toka, çanta gibi ufak tefek süs eşyası İstanbul’a ısmarlanıyor, Kadri, genç kadınların siparişlerini not etmeye yetişemiyordu.

Adil Usta, vitrinlerini en şık iskarpinlerle süslemişti. Oğlu da durmadan sipariş alıyordu.

Kabul günlerinde günün belli başlı mevzusu olarak yalnız balodan konuşuluyordu. Giyinme hususunda fazla titiz olanlar, tuvaletlerinin rengini ve modelini saklaması için terzilerine lazım gelen talimatı vermiş bulunuyorlardı.

Balo tertip heyeti parti binasında, halkevi salonunda sık sık toplantılar yapıyordu. Kotiyonlar İstanbul’dan getirtilecekti. Her iş bölüşülmüştü. İnhisarlardan bir şube amiri ile bir önyüzbaşı büfeyi idare edeceklerdi. Bir avukat, balo komiseri seçildi. Cemiyet azalarından kadınlı erkekli bir grup teşrifatçılık için ayrıldı.

Memleketin ince zevkli iki resim öğretmeni, müstait10 öğrencilerinden birkaçını yanlarına alarak salonu süslemeye koyuldular. Piyango eşyaları alındı. Pamukçu’nun meşhur zeybeklerine haber gönderildi. Monolog söyleyecek, taklit yapacak gençler ayrıldı. Nihayet her şey tamamlandı. Ve çok soğuk bir kanun gecesi ileride şehir kulübü olarak umuma açılacağı söylenen Evkaf Otelinin bakımsız bahçesi önünde arabalar dizildi.

İki büyük sobanın kuvvetli ateşi salonu iyice ısıtmıştı. Köşelerden birer demet çiçek hâlinde renkli ampuller sarkıyordu. Masaların beyaz örtüleri itinalı bir şekilde kolalanmıştı. Kabartmalı tavanın lambalarından masa üstlerindeki yeşilliklere ve renkli çiçeklere bir ışık çağlayanı dökülüyordu.

Büyüklere ait resimler, vakur çerçeveleri içinde bu süslü salona uzaktan gülümsüyorlardı. Masalar erkenden kapatılmaya başlamıştı. Geniş camlı kapının her açılışında başlar da harekete geçiyor; vestonlu, smokinli erkeklerin yanında renk renk giyinmiş kadın kümeleri, yerlerine yerleşinceye kadar tecessüs dolu bakışlardan kurtulamıyorlardı.

На страницу:
2 из 7