
Полная версия
Çırpınan Sular, Uyuyan Hatıralar
Her yeni gelen için birçok fikir ileri sürülüyor, tenkitler yapılıyor, bazı masalardan samimi el hareketleri ile davetler oluyordu.
Memleketin en güzel kadınlarından biri olan bir doktor karısı, henüz masasına yerleşmekte idi. Kayısı gülü renkli saten tuvaleti, dirseklerine kadar uzun siyah eldivenleri ve siyah atlas iskarpinleri tenkit süzgecinden geçiyordu. Saç tuvaleti kendisine yakıştığı hâlde, saçlarının o tarz toplanışını beğenmemek isteyenler de vardı. Bazıları şakağındaki yara izinin örtülmesi için bu modeli tercih ettiğini ileri sürüyor; bir genç kadın da “İz diye bahsettiğiniz o minimini beyazlığı yakından gördüm, hiç de yüzüne çirkinlik vermiyor. Bilakis yakışıyor bile!” diye güzel kadını müdafaa ediyordu.
O, biraz küçük, fakat çok parlak gözlerinin tatlı bakışlarını yakınındaki masalarda dolaştırarak başının zarif hareketleri ile dostlarını selamlıyordu. Çok geçmeden pırıl pırıl üniforması içinde dimdik yürüyen, yüksek boylu ve biraz şişmanca bir albayın yanında beyazlar giymiş karısı ve bir müteahhit karısı olan yakın arkadaşı kocası ile beraber doktorların masasına yaklaştılar.
Şimdi masanın etrafında üçü de ayrı tip, manalı ve çekici üç arkadaş toplanmıştı. Albayın karısı saçlarını yukarıya kaldırarak geniş alnını tamamıyla açıkta bırakmıştı. Gözlerinin yeşili tutuşmuş bir ocak gibi renk renk ışıltılarla yanıyordu. Ayrı ayrı tetkik edildiği zaman belki de orta güzellikte olan genç kadın konuşmaya, bilhassa karşısındakinin gözlerinin içine bakmaya başlayınca şayanı hayret bir şekilde güzelleşiyordu.
Müteahhidin karısı yuvarlak yüzlü, çok iri siyah gözlü, ince, uzun ve çok koyu kara kaşlı, küçücük ağızlı ve simsiyah saçlı, çok genç bir kadındı. Gayet geniş omuzlu ve pek uzun boylu kocasının yanında yürür, kollarında dans ederken binbir emekle meydana gelmiş bir bibloyu, bir minyatürü andırıyordu. O da beyaz satenden, uzun etekli bir tuvalet giymişti. Siyah saçlarının arasında pırıl pırıl taşlardan bir akarsu şeklinde bant vardı.
Tam bir neşe içinde konuşuyorlar, etrafları ile hiç alakadar görünmüyorlardı. Bu aralık kapının önünde, memleketin en güzel kadınlarından biri olan Afet Hanımefendi’nin yanında, ince, uzun bir hayal şeklinde o göründü. İkisi de siyah saten tuvalet giymişlerdi. Afet, mavi renkli, iri bir çiçekle tuvaletinin siyahlığını tadil etmişti. Kumral saçları pek itinalı dalgalarla güzel başını nefis bir bukete benzetmişti. Yeşil engininde binbir renk kaynayan lacivert çımgılı gözleri, pürüzsüz, pembe yüzüne özenilerek yerleştirilmiş iki eşsiz zümrüdü hatırlatıyordu. Lame iskarpinleri içinde dolgun vücuduna nazaran çok küçük olan ayakları şaşırmayan bir sadelikle ilerliyordu.
Orta boylu, zayıf, kemikli yüzlü, muaşeret kaidelerine pek vâkıf kocası ile Nahide’nin babası biraz arkalarında yürüyorlardı.
Nahide’nin göğsü yine sımsıkı kapalı idi. Arkası örgüden çapraz bir bantla tutturulduğu için yine mat renkli sırtı görünüyordu.
Dirseklerine kadar uzun, siyah eldivenler giymişti. Saçlarını, yandan iri bir siyah gül ile tutturmuştu. Çiçeğin şöyle gelişigüzel iliştirilivermiş gibi görünüşü, bu kadın başına başka iklimlerin manasını, belki de biraz İspanyol kadınlarının ihtirasını veriyordu. Fakat yüzüne bakılınca düzgün alnı, masum çizgili yüzü ve şeytani bir gülüş gizleyen dudakları onu birden ilahileştiriveriyordu. Birkaç masadan davet edildiler. Nahide’nin her adımında, birçok kalbe basıp geçen bir kudret vardı. Ağır ağır, beğenildiğinden, sevildiğinden, salonun en üstünlerinden biri olduğundan emin, sağına soluna selamlar vererek arkadaşı ile beraber masaya yerleşti. Babası ve arkadaşı ile konuşurken gözlerinin derinlerinde sonsuz sevgi pırıltıları çakıp sönüyor; dudakları en yumuşak çizgilerle hareket ederek gayet tatlı ve cana yakın şeyler söylediği anlaşılıyordu.
Sermet, boğazına bir şeyler tıkandığını, renginin solduğunu, konuşmak için ağzını açacak olsa titreyen sesi ile bir şey söylemeye muvaffak olamayacağını hissediyordu. Yanında oturan arkadaşı, salondaki muhtelit11 gruplarla alakadar olduğu için onun ne hâle girdiğini pek fark etmiş görünmüyordu.
Baloda, Sermet’in bir zamanlar o kadar ehemmiyet verdiği, içlerinden biri ile belki bir gün evlenmeye muvaffak olacağını sandığı kızlar da vardı. Yıldız beline kadar gayet dar, belinden aşağı alabildiğine geniş ve kabarık, pembe taftadan bir tuvalet giymişti. Genç, dik göğsü, düzgün beyaz kolları, sempatik hareketleri birçok gencin bakışlarını üstüne çekiyordu. Altın renkli saçlarını kalın bir örgü hâlinde başının üstüne dolamış, kulaklarının arkasından ensesini boydan boya küçük buklelerle kapamıştı. Başı, arkadan bakıldığı zaman, iri bir kayısı gülünü andırıyordu. Önden kalın örgüsü yüzüne ihtiraslı bir kadın ifadesi veriyor, küçük pembe kulaklarını iki damla gözyaşı gibi bir çift inci küpe öpüyordu. Durmadan dans ediyordu. Genç subayların birçoğu ayın etrafında dolanan hale gibi etrafını sarmışlardı. Dururken narin bir bibloyu, dans ederken yaldızı ellerde kalacakmış gibi esatirî görünen bir kelebeği andırıyordu.
Sermet, ötekine bakmamak için, birçok bakışları üstünde toplayan minyon kıza bakıyordu. Oya, kalabalık bir öğretmen grubu içinde oturuyordu. Giyinişi şatafatlı değildi. Bu gece biraz durgundu. Yanı başındaki masada ailesi ile oturan Vacide’ye dönerek ara sıra onunla konuşuyordu.
Sermet bir zamanlar beğenmiş, hatta bir gün belki de seveceğini ummuş olduğu kızlara baktıkça ağlamak istiyordu. Onlardan birine bağlanmış olsaydı şimdi böyle, dünyanın en taşınmaz yükünü sırtına almış gibi yorgun ve bezgin, bir köşeye sinmeyecekti. Dümdüz bir akışı olan hayatını meşum bir tesadüfle bulandırmış, pek vakitsiz hayatı kendine zindan etmişti.
Şimdi herkes, hoş, zarif, güzel ve sempatik her genç kız onun yanında sönük kalmaktan kendini kurtaramıyordu. Bunun niçin böyle olduğunu, her zamanki gibi yine düşünüyordu. Sevdiği, bu defa yürekten sevdiği, hakiki aşkın ne demek olduğunu tanıdığı için mi böyle idi? Nahide’de gördüğü harikuladelik nereden geliyordu? Etrafına dikkat ediyordu. Masalarının yanında gittikçe genişleyen halkalardaki erkeklerin birçoğu onunla alakadardı. Ona bir selam verebilmek, tatlı bakışlı gözlerini bir defacık yüzlerinde hissetmek için dikkatlerini son haddine kadar onun başında toplayanlar göze çarpıyordu.
Galip Bey, tanınmış bir avukat olan balo komiseri ile hararetli hararetli konuşuyordu. Nahide ile Afet az konuşuyorlardı. Fakat arada bir başlarını yekdiğerine çevirdikleri zaman, kendilerine birçok şey ifade ettiği belli olan bakışlarla anlaşıveriyorlardı. Nahide kumral arkadaşına bakar ve bir şey söylerken masum bir çocuk, nazlı, narin bir genç kız manasını alıyordu. Genç arkadaşını sevdiği kadar saydığı da aşikârdı.
Mahir, karşılarındaki masa ile pek fazla alakadar olan arkadaşına, salonda toplanan grupları ayrı ayrı tanıtmak istiyordu:
“İlerideki masaya dikkat et Sermet. Oksijenle sarartılmış saçlarını iri buklelerle başında toplayan şu sarışın kadına bak. Yanındaki incecik kızın annesidir. Doğrusu çok zarif giyiniyor. Hoşsohbet olduğu belli. Çünkü masası daima kalabalıktır. Yalnız, dansa kalktığı zaman siniri tutar. Müthiş gülmeye başlar; o kadar ki kavalyesini ortada bırakıp kaçmak mecburiyetinde kalır. Şimdi sen de görürsün ya.”
“Kızın yüzü çok güzel. Su kıyılarında açan çiçekler gibi. Lakin pek zayıf.”
“Elbet zayıf olacak. Hangi toplantıya gelsem onu da görüyorum. Geç vakitlere kadar uykusuz kalır, durmadan dans ederse tabii böyle olur.”
“Kabahat ailesinde, getirmesinler.”
“Bizde buna maalesef birçok aile dikkat etmiyor. Bana kalırsa bu kız henüz bir ortaokul talebesidir.”
“Talebe olsa baloya gelemez.”
“Talebe olmasa da o çağda ya, sen ona bak. Vakitsiz sosyeteye atılmış demektir. Lakin Mahir, beni dedikoduya alıştırıyorsun. Niçin bize ait olmayan şeylere burnumuzu sokuyoruz?”
“Öteki masadan biraz alakanı kesesin diye. Yanındaki masalara bir baksana. Deminden beri sana dikkat ediyorlar. Nahide’ye yiyecek gibi baktığının farkında olmadıklarını mı sanıyorsun?”
“Tabii. Aralarındaki genç kızları bırakıp bir genç kadınla alakadar olmak günahtır da ondan.”
“Elinden gelse dört tarafa duvar çekeceksin. Mamafih mazursun. Âşık, âlemi kör sanırmış ama ortada fol yok, yumurta yok.”
“Belki bir gün çok şey olacak!”
Nahide’nin arkadaşı, ondan boylu, esmer bir gençle dansa kalkmıştı. Mahir, Afet’i çok beğeniyordu.
“Enfes kadın doğrusu!” dedi. “Şahane bir güzelliği var. Sesi de öyle tahrik edicidir ki… Bir defa dinlemek şerefine nail oldum. Şu Denizkızı Eftalya için deli divane olan çoktur ya. Afet Hanım’ı bir kere dinlemiş olsalar, başka bir kadın sesini beğenmelerine pek imkân olmaz sanırım.”
“Ben de dinlemek isterdim.”
“Ötekinin arkadaşı olduğu için tanışmak isterim, de, daha doğru.”
“Öyle de kabul edebilirsin.”
“Hani kaçmak, karşılaşmamak istiyordun?”
“Ümitsiz aşkların arkasından gelecek ızdıraba göğüs vermekten ürken insanlar kaçmayı tercih ederler. Ben aksini yapacağım artık.”
“O kadar cesursun demek. Nefsine itimadın yerinde.”
“Belki de dediğin gibi bu, bir cesaret meselesidir. Sonu nereye varırsa varsın ona yaklaşacağım.”
“Haydi gel öyleyse, masasına gidelim.”
Sermet yine sarardı. Arkadaşının alay ettiğini sanmıştı. Mahir o kadar ısrar ediyordu ki, nihayet kalbinin binbir şekle giren çarpışları içinde ona doğru sürüklendiğini fark etti.
Caz durmuştu. Masaya dönen Afet Hanımefendi’ye Sermet’i takdim ettiler, aralarında hararetli bir konuşma başladı. Sermet dalgın ve perişan, bakışları gelişigüzel köşelerde dolaşarak susuyordu.
Nahide, ruhların örtüsünü dalgalandıran kendine mahsus gayet nefis, tahrik edici kokusu, düşünürken de konuşan kaşları ve binbir cihan yaratan gözleri ile o kadar yakında idi ki… Saçlarının arasına iliştirdiği için daha güzel olan siyah gül, siyah tuvalet, siyah atlas iskarpinler ve gayet zarif bir çanta. Hep siyah. Sermet Göğsü açık olup da siyah kadife bir bantla boynunu sarmış olsaydı ne kadar Anna Karenin’e benzeyecekti! diye düşündü. Bir aralık Sermet’ten tarafa dönerek yumuşak bir sesle “Hiç konuşmuyorsunuz.” dedi. “Sıkılıyorsunuz galiba!”
Genç adamın ürkek bakışlı yeşil gözleri Nahide’nin siyah uçurumlar gibi koyulaşan, derinleşen, baş döndüren gözlerine dikildi:
“Dinliyorum.”
“Bazı susuşlar muğlak kitaplara benzerler.”
İkisi de başlarını çevirdiler. Afet Hanımefendi yeşil bakışlarında muammalı pırıltılarla söze karışmıştı. Nahide arkadaşına baktı. Bakışları ile hiçbirinin anlayamayacağı bir dille sanki konuşmuş oldular.
“Muammalı konuşmayı ne kadar seversin Afet.” dedi Nahide.
Galip Bey’le konuştuğu hâlde onların da konuşmalarını takip edebilen Bahri Doğru, gülerek “Karım çok roman okur. Onun tesiri ile olsa gerek.” diye söze karıştı.
Hep birden gülüştüler, Afet berrak kahkahalar arasında “Kocamın kulakları, pek hassas bir ses toplama aleti gibidir!” diye şaka yaptı. Mahir sordu:
“Hangi romanları seversiniz hanımefendi?”
“Eserinin içine yaprak yaprak felsefe kitaplarından alınmış gibi ukalaca şeyler karıştırmayan muharrirlerin romanlarını!” diye cevap verdi.
“Ben düşündüren, ızdırap veren, feragatle dolu ve muhal12 aşkların yaşadığı romanları tercih ederim.” diye Nahide fikrini söyledi.
“Bugünlerde kimleri okuyorsunuz hanımefendi?”
Bunu Nahide’ye Sermet sormuştu.
Genç kadın “Rus hikâyelerini!” diye cevap verdi. “Rus edebiyatına karşı derin bir alakam var. Rusça bilmediğime çok esef etmekteyim.”
“Dilimize çevrilen Rus eserlerinin çoğu da Fransızca nüshalarından alınıyor zannediyorum.”
“Evet, hemen hemen öyle.”
“Hangilerini tercih ediyorsunuz?”
“Bir zamanlar Puşkin’in şiirlerine bayılıyordum. Sonra hikâyeye ve romana düştüm. Gorki’yi, Turgeniyef’i, Dostoyevski’yi ihtirasla okudum. Fakat Tolstoy’a hayranım. Ciltler dolusu eserlerinin hiçbirini vermemiş de sadece Anna Karenin’i yazmış olsaydı, beynelmilel olmasına yine kâfi idi bence. Bu kitabın üzerimde çok kuvvetli tesiri vardır. İlk okuduğumda on altı on yedi yaş arasında bir talebe idim. Tabii eserin ruhunu anlamış değildim. Felsefeye başladığı sırada yaprakları çevirir, köylüden, topraktan, Rusya’nın içtimai hayatından örnekler vermek için kahramanlarını uzun uzun konuşturunca yine konferans başladı, derdim. Fakat yaşım ilerledikçe şüphesiz fikirlerim, kanaatlerim de değişti.”
Afet “Ben orijinal aşk hikâyelerini, kaprislerle, esprilerle dolu romanları severim.” diye fikrini söyledi. “Anna Karenin’de baştan Kiti pek hoşuma gidiyordu. Onu Voronski’ye pek yakıştırıyordum. Fakat o, haşin Levin’le evlenince o da gözümden düştü.”
“Ben daima Anna’yı şayanı dikkat buldum Afet. Zaman zaman bu kitaba kapanarak birçok şey düşünürüm. Fakat hep Anna ile Voronski faslını okurum. Aşk dediğin bir humma, bir sara, nasıl söyleyeyim öldürücü bir hastalık gibi insanı sarmalı. Yıldırım gibi çarpmalı.”
Sonra, “Biz de baloda nelerden bahsediyoruz.” diye güldü. “Bunları konuşacak o kadar çok zamanımız var ki… Bu gece gülenler, içenler, dans edenler, kısaca hayatın tadını çıkaranlarla alakadar olmak daha doğru.”
Afet güldü:
“Biz hayatın tadını çıkaramayanlar grubuna dâhil miyiz ki?” diye sitemle arkadaşının yüzüne baktı.
“Lakin bunu pek senin için söylememiştim yavrum.”
“Sen, yaradılışta biraz fazlaca melankoliye müstait bir kadınsın Nahide. Fakat yavaş yavaş seni değiştireceğim.”
Sonsuz bir sevgi ile deminden beri Nahide’nin yüzüne bakan Sermet’in içi titredi. Değişmesin. Hiç ama hiç değişmesin. Onu böyle daima muğlak, kapalı, bir uçurum gibi mühlik ve erişilmez bir mahluk gibi uzak görmek isterim! diye içinden söylendi.
Nahide, ağır bir tangoya başlayan cazın ahengine ruhunu vererek artık etrafındakilerle meşgul görünmüyordu. Afet, kocası ile dansa kalkmıştı. Mahir, Oya ile dans ediyordu. Nahide’nin babası eski arkadaşlarından biri ile büfede kalmıştı. Bu suretle onlar baş başa bulunuyorlardı. Genç kadın sükûtu dağıtmak için “Ne güzel müzik.” dedi. “Ne derin bir tango. Bu kadar manalı parçalara bu dekor kâfi gelmiyor. İnsan, etrafını nihayetsiz bir boşluk sarsın, uçsun, çok, pek çok uzaklara çekilip gitsin istiyor.”
Sermet, kendisinin de şaştığı bir cesaretle “Demin insanları çarpan, ölüme sürükleyen, hastalık gibi yere vuran aşkları tercih ettiğinizi söylemiştiniz. Sorabilir miyim niçin?” diye sordu.
Nahide biraz kızardı. O tahrik edici sesi ile “Lakin romanlarda diye işaret etmiştim, değil mi?” dedi.
“Romanlar da hayattan alınmış şeyler, cemiyete ait örnekler değil mi hanımefendi?”
“Pek hepsi değil Sermet Bey. Mamafih benim de söylediğim şey bir hayli romantikti ya…”
Sermet azarlanmış bir çocuk utancı ile önüne baktı. Genç kadın, karşısında renkten renge giren, yüzüne bakarken solan, konuşurken titreyen bu çok toy gencin kırılmasını istemiyordu:
“Baloda söylenen sözlerin üstünde pek durulmaz, değil mi?” dedi. “Kalabalık, bozuk hava, içki, müzik ve nihayet karmakarışık renk, koku ve tipler insanı âdeta sersem ediyor.”
“Biliyor musunuz siz bu gece, daha kapıdan girdiğiniz dakikada bana Anna Karenin’i hatırlatmıştınız. Tuhaf tesadüf. Sözleriniz de ona intikal etti. Voronski ile tanıştığı, pek tanıştığı demeyelim de nasıl söyleyeyim, Voronski’yi çıldırttığı gece böyle, sizin gibi siyahlar giymişti.”
Bunu söyledikten sonra gayriihtiyari gözleri, genç bir subayın kolunda dönen, pembeli kıza ilişti. Zeki kadın onun ne düşündüğünü, kafasında nasıl bir ölçü yaptığını derhâl fark etti. İçinden Kiti de pembe giymişti, diye düşündü.
“Ben Anna gibi tehlikeli bir kadın değilim ki Sermet Bey. O bir yıldırım gibi çarpıyor, bir güneş gibi gözleri kamaştırıyordu.”
“Tolstoy eğer bu harikulade kadını hayalinde yarattı ise bu gece bu salonda bulunmuş olsaydı ‘İşte kahramanım!’ diyecekti.”
“Yok canım!” diye Nahide yine güldü. Yanlarına gelen Afet’e “Çok dans ediyorsun.” dedi.
“Senin yerine de yavrum.”
“Teşekkür ederim. Lakin daha fazla yanımda oturmanı tercih ederim de…”
Sermet vurulmuşa döndü. Mahir, Oya’yı büfeye götürdüğü için masaya dönmemişti.
Kalkmak, kaçmak istiyordu. Manasız konuşması ile Nahide’yi sıkmış, hatta belki de sinirlendirmişti. Salonun dans için epey daralan pistinde neşeli bir grup kadril için hazırlanıyordu.
Afet, “Buna bayılırım doğrusu.” dedi. “Ama karşıdan bakmaya…”
Sermet ayağa kalktı. Kırık bir sesle müsaade istedi. Birkaç dakika evvel kendisini yedi kat yerin dibine geçiren kadın nazlı bir gülüşle elini uzattı:
“Şüphesiz baloyu terk etmeyeceksiniz. Yine masamıza bekleriz Sermet Bey.”
“Sizi sıkmamayı tercih ederim hanımefendi. Bir fen adamının, daha doğrusu benim gibi konuşmayı bile tam manasıyla beceremeyen bir insanın, edebiyat münakaşalarına girişmesi ne gülünç. Bunu ancak şimdi fark edebiliyorum.”
Nahide elini çekmeden “Rica ederim!” dedi.
Sonra söyleyeceği şeyi söylememeyi tercih ederek elini çekti:
“Güle güle beyefendi.”
Sermet uzaklaşır uzaklaşmaz Afet kati bir sesle “Bu çocuk seni seviyor.” dedi. “Bu çocuk senin için çıldırıyor.”
Nahide siyah bir gül demeti hâlinde göz alan biçimli başını sarsarak “Yine başladın.” dedi. “Sana kalırsa bana tutulan âşıklarımın sayısı sayılmaz olacak.”
“Sayılır mı sayılmaz mı onu bilmem ama bu çocuk senin için deli oluyor. O rengindeki değişme ne öyle!.. O bakışlar, o manalı sözler… Edebiyat münakaşasından bahsediyordu. Nedir o?”
Nahide güldü. Söylememek istiyordu. Afet zeki bakışlarını arkadaşının gözlerine daldırdı:
“İlk defa benden bir şey saklamak istiyorsun Nahide… Yoksa sen de ona karşı zayıf mısın?”
“Oo, oo!” diye itiraz etti. “O, benim için daima toy bir çocuktur. O kadar genç, o kadar tecrübesiz ki…”
“Sevmemek için bunlar kâfi mazeretler değil.”
“Bilirsin ki ben sevgimi nihayetsiz bir titizlikle ancak kalbime layık olan bir adam için saklıyorum. Beni yakından tanıyan, hislerimi, isteklerimi, heyecanlarımı, ne uzatıyorum, her şeyimi tam manasıyla bilen sen, nasıl ihtimal verebiliyorsun ki bu basit çocuğu sevebilirim.”
“Hiç belli olmaz yavrum.” diye Afet tekrar etti. “Aşk bir rüya gibidir. Uyuduğumuz zaman nasıl irademiz haricinde binbir tabii güzellik yahut korkunç uçurumlar içinde yaşar, sever, sevilir, güler, ağlar, ölür, öldürürsek aşkın pençesine de yine böyle, irademizin haricinde düşeriz. Bir an olur ki nasıl ve ne zaman sevdiğimizi kendimiz bile tayin edemeyiz.”
“Yook yavrum, yok. Herhâlde hareketleri bu kadar alelade, bu kadar basit bir genci beğenecek, sevecek değilim.”
“Ama onun tarafından sevilmek de seni sinirlendirmeyecek sanıyorum.”
“Hangi kadın vardır ki, kendisine perestişle bakan gözlerin karşısında bir an haz duymamış olsun. Sevmeden sevilmek, gerçi hoş bir şey değildir. Fakat menfaatsiz sevilmek, ümit vermeden, müsamaha göstermeden bir erkek tarafından huşu ile, yüksek duygularla benimsenmek güzel bir şeydir. Dediğin gibi sahiden bu çocuk bana bağlanmak istidadını gösteriyorsa sinirlenmem. Ama bu da ona mukabele edeceğim demek değildir.”
“Görürüz.”
“Canım Afet. Niçin bir hiç üstünde duruyorsun böyle? Haydi büfeye gidelim.”
Bahri Doğru hürmetle önlerinde eğildi. Afet, arkadaşının koluna girerek “Sana ötekiler için böyle bir şey söylememiştim.” dedi. “Sevildin, beğenildin. İstesen birini seçer, pekâlâ mesut olurdun. Fakat ruhen hasta idin. Kalbinin geçmeyecek diye inat ettiğin yarası kabuk bağlamamıştı. Hâlbuki zaman o harikulade eli ile ruhunun acılarını, kalbinin o hazin yarasını sildi götürdü. İddia edebilir misin ki, birkaç sene evvelki ruh hâletini hâlâ muhafaza ediyorsun?”
Nahide durgunlaşmıştı. Geniş alnı üstünde sol kaşı tatlı bir bükülüşle yükseldi. Kirpiklerinin arasında gece renkli gözlerinin ışıltısı kayboldu. Afet, arkadaşının titrediğini hissetti.
“Nahide, muzdarip misin yine?”
“Muzdaribim. Fakat öteki için değil Afet. Onu tamamıyla unuttuğumu bu gece daha iyi hissediyorum.”
“Öyleyse niçin değiştin?”
“Bir başka balo gecesi aklıma geldi de ondan.”
Büfenin tenhaca bir yerinde yavaş sesle konuşuyorlardı. Bahri Doğru kibar bir hareketle önlerinde eğilerek “Hâlâ ne içmek arzusunda olduğunuzu söylemediniz. Ama sormak da fazla değil mi?” dedi. “Karşı karşıya geçtiniz mi vermutsuz olamazsınız.”
Afet: “Sodasız içelim Nahide.” dedi. Sonra sesini yavaşlatarak “Hangi baloyu hatırladın?” dedi.
“Yanında ilk defa karısını gördüğüm baloyu. O gece kıyıları döven denizin karanlık dalgalarına bakarak ölmek istemiştim. Yine böyle soğuk bir kanun gecesiydi. Başım ateşler içinde, balkona çıkmıştım. Onlar dans ediyorlardı. Elini emniyetle kocasının avuçlarına bırakan, büyük bir samimiyetle sevdiğim adama sokulan kadın, o gece beni çıldırtıyordu: ‘Kalbimle oynamayınız. Ben size ne yaptım? Niçin öldürüyorsunuz?’ diye haykırmak istiyordum. Ve yine kendi kendime bir kere değil, belki bin kere tekrarlıyordum ki, ‘Ne olursa olsun onu unutamayacağım. Bu muhal aşk bir gün beni öldürecek!’ diyordum.”
“Çocukluk.”
“Evet, şimdi ben de böyle söylüyorum. Çocukluk, hatta delilik diyorum. Fakat o zaman hiç de böyle değildim. O gece sevdiğim için muzdariptim, bu gece unuttuğum için harabım.”
“Bu da çocukluk Nahide, manasız düşünüyorsun. Unuttuğun için sevinmeli, bayram yapmalısın.”
Onların, büfenin bir ucunda gayet yavaş sesle konuştuklarına dikkat eden Bahri Doğru, karısının bakışlarına karşı “Emriniz.” diye yetişti.
“Birer vermut daha Bahri.”
Bardaklarını kaldırırlarken önlerinde Hakkı Raşit Bey derin bir saygı ile eğildi. Nahide’nin yüzü hoşnutsuzlukla karıştı. Binbir iltifat içinde gözlerinin içine bakan, kendisinden bir şeyler beklediği her hâlinden belli olan bu adam, artık tamamıyla sinirlerine dokunuyordu. Bardağını son yudumuna kadar boşalttıktan sonra “Biraz üşür gibi oldum Afet.” dedi. “Salona girelim.”
Hakkı Raşit fena hâlde bozuldu. Fakat etrafa bir şey belli etmemek için yine hürmetle eğilerek salonun kapısına kadar onlara refakat etti. Masalarında yalnız kaldıkları zaman Afet, arkadaşına çıkıştı:
“Pekâlâ şu adamla evlenip prensesler gibi yaşayabilirdin. Hâlâ da gecikmiş değilsin ya. Oldukça yakışıklı, kibar adam, zengin de… Sonra hakikaten seni seviyor. Niçin reddettiğini bir türlü anlayamıyorum.”
“Bıraktığım adamın da zengin, pekâlâ kibar ve oldukça yakışıklı olduğunu bildiğin hâlde, aşağı yukarı onun modeli olan birini niçin bana tavsiye ediyorsun Afet? Benim bu tiplerden hoşlanmadığımı, sevmek için büsbütün başka şeyler aradığımı bilmiyor musun?”
“Sen bukalemun gibi bir kadınsın yavrum. Ne istediğin hiçbir zaman tam manasıyla belli olmamıştır ki… Zaten ‘birini seviyorum’ dediğin zaman da sana pek inanmayacağım. Bu itirafına bel bağlamak için üstünden en aşağı bir yıl geçmesini bekleyeceğim.”
“Epey bir müddet.” dedi Nahide. “Fena değil. Yine o kadar kendimizle meşgulüz ki… Biliyor musun, seninle oturup saatlerce konuşmayı bütün bu toplantılara tercih ederim. Balo gecelerinin sabahında âdeta hastalanıyorum. Kulaklarımda mütemadiyen şu cazın sesi vınlıyor. Davulun uğultusu günlerce kafamdan çıkmıyor. Ama bunlar da lazım. Büsbütün bir köşeye çekilip hayattan el etek çekmek olmuyor ki…”
Halk mükemmel eğleniyordu. Pamukçu’dan bu gece için getirilen zeybekler coşkun bir neşe içinde oynamışlar, pek çok alkışlanmışlardı. Kotiyon dağıldıktan biraz sonra balo komiseri “Lütfen herkes masasının altındaki armağanları çıkarsın!” dedi.
Önce Avukat Bahri Doğru’nun şaka yaptığını sanmışlardı. Sonra kahkahalı, gürültülü bir araştırma başladı. Büyük sarı zarfların içine yerleştirilmiş konfetiler, serpantinler, şişirgen düdükler, başlıklar, irili ufaklı oyuncaklar, renkli gözlükler masalara serildiler. Raptiyelerle masaların altına yerleştirilen ince paketlerin o saate kadar farkına kimse varmamıştı. Bu, hoş bir sürpriz oldu. Herkes bu suretle şansını denemiş oluyordu.
Kotiyon dağılırken Nahide’ye mavi sorguçlu, yaldızlı bir taç verilmişti. Balonun en ağır kotiyonu o idi. Nahide giymek istemiyordu. Afet zorla başındaki siyah tülü çıkartarak “Bu altın tacı başına layık görmüyor musun?” diye uzattı. “Balo kraliçesi sensin bu gece.”
“Ben her zaman bu mevkiye seni layık gördüm Afet!”
Gülüştüler.
Afet’in yakın arkadaşlarından biri olan miralayın karısı, masalarına geldi. Bahri Doğru genç kadına yer verdi, saygı ile elini öptü.
Sabiha çok içmişti. Her zaman alevli, daima binbir mana ile dolu gözleri çakmak çakmak olmuştu. Beyaz elbisesinin geniş volanlarını düzelterek Afet’e bir hayli sitem etti:
“Artık hiç görünmüyorsun. Üç defa, beş defa geliyorum. Sonra artık gitmeyeceğim, biraz da o beni arasın, diyorum amma dayanamıyorum.”
Afet’in ince kumral kaşlarının biri alnında şikâyetle yükseldi.
“Yeni arkadaşların da sinirime dokunuyor. Karşılaşırım diye gelmiyorum.” diye cevap verdi.
Sabiha manalı bir şekilde sustu. Sonra Nahide’ye dönerek “Arkadaşlarım sizi çok seviyorlar, çok beğeniyorlar hanımefendi.” dedi. “Bir gün hep beraber size bir baskın yapacağız.”