
Полная версия
Lâ Havle – Lütfî Divânı
10
Mustafa Pehlivanoğlu’nun idam edildiği gece yazıldı.
11
“Doğuş Edebiyat” dergisinde yayımlandı. 12 Eylül sonrası… Yürekler inkılap(!) ardından şaşkın, ürkek, şüpheci, şüpheli… “Doğuş”ta zaman zaman sohbet ediyoruz. Ama bir şey kopmuş… Bir şey… Ne o?
12
Nerede yayımlandı, unuttum. Bu da Eylül şiirlerinden biri… İkindi bir şifre… Akşam, yani kıyametimiz yakındır ve biz derin sohbeti onda ederiz. Günümüzdür ikindi, yaşadığımızdır. Hüzün, aşk ve sanki evlilik mevzubahis… Oysa baştan aşağı dava şiiri… Tükenmeye yüz tutan davanın dirilişi ümidi…
13
Mapushaneden çıkınca yazıldı. Naci’ye ithaf olundu. Aynı koğuşu paylaştık uzunca bir müddet. Naci “Yıldızlar” şiirini yazmıştı sevgilisine… Zulada fotoğraf saklayan kimler yoktu ki?.. B Blok 7. Koğuş’tan bir arkadaşın da iki fotoğrafı vardı zulasında… Biri sevgili karısı -ki yeni evlenmişti- diğeri kamyonu… O kamyon şoförünün ne kadar da naif bir kalbi vardı…
14
“İçerde”, “İçerde – Dışarda”, “Dışarda” bu sürecin -Eylül süreci- şiirleri… Kuş kafesten çıkmıştır ama nereye gideceğini bilmiyor…
15
“Hareket”(1977) sayı 8
16
Mamak 1982. İki yıla yaklaşan süre içinde, gelmediği görüş günü yok. Karda kışta, ayazda, temmuzun sıcağında zorla okutulan İstiklal Marşlarından sonra yüzünü tel kafeslerin ve kirli kalın camların arkasından seçmeye çalıştığım annem için…
17
İstanbul’a tayin olmuştuk. Yıl 1968. 68 kuşağında ilkokul sıralarındayım. Kadıköy Ziverbey’de evimiz. Sabah vakti. Dört bir yandan sabah ezanı duyuluyor. Gurbetteki çocuk, elemle uyanıyor. Annesi de… Onun kucağında ezanı dinliyorum. Erzincan’dan İstanbul’a gelmiş ve koca şehre alışmaya çalışan küçük kalp titriyor…
18
Yahya Kemal şöyle dua ederdi: “Allah’ım bana söz kudreti ver!” Kudretin kalemi olduğu içindir ki mazlum olmanın dayanılabilir ağırlığına katlanabiliyoruz. Mapusane! Her taraf duvar. Sadece yukarıdaki gökyüzü sonsuzluğu hatırlatıyor. Avlu yirmi beş adım tamı tamına…
19
“Doğuş” 83… Nihat Genç’le bir yayınevi kurmuştuk. Kitapçı dükkânımız da var… Kitap satıyorduk. Fuara katıldık. Zarar ettik. Bizi icraya verdiler. Işıksız kitap kokan odalarda hürriyetimizi yaşıyorduk. En azından içeride değildik. Şiirdeki “bir” ne kadar da çok… Sonraları Atatürk Kültür Merkezi’nin başkanı olan Prof. Dr. Sadık Kemal Tural, dergimiz müdavimlerinden. Ne kadar da şenlikliydi eskiden… Oturmuş “bir”leri saymış… Ne anlattığımı hiç kimse anlamadı…
20
Yılma Durak. Doğu’nun Başbuğu! Mahkemeye verdiği savunmasında herkesi ağlattı. Evliydi. Eşi ve çocuğu vardı. Zindanın karşısında ev arıyordu hanımı… Ne de çok geçim sıkıntısı çekmişti. Küçücük bir adamdı. Türkiye’nin yarısı bilirdi onu. Onun yarısı da yanlış bilirdi. Bazıları kocaman biri sanırdı. Doğunun Başbuğu ve içeridekilerin işkencesi… Devran dönecekti işte…
21
“Divan” 1980. 12 Eylül’e az bir yıldan az bir zaman var. “Divan” dergisini çıkarıyoruz. Ziraat fakültesini bitireceğiz. Şehirde mücadele veriyoruz. Ama bir de köy var. Köy çocukları…
22
Sayfa 68’de “Pürtelaş” var. Her ikisi bir araya gelince Münzevi-Pürtelaş oluyor. Münzevi ve Pürtelaş; âdeta karakterim oluyorlar çoklukla… Münzevi-Pürtelaş Esra Yayınları arasından çıkan şiir kitabımın da adı.
23
Aruzla ilk tanışmam ortaokul sıralarında oldu. Ablalarım lisede okurken Nihat Sami Banarlı’nın lise edebiyat ders kitaplarından öğrendim aruzu. O sıralarda iki şiirim “Genç Şairler Antolojisi”nde yayımlandı. Aradan geçen çeyrek asırdan sonraki aruz denemelerimden biri de bu…
24
Bu da bir gazel. Yolda gazeli… Yol malum… Bu da Müstef’ilü, müstef’ilü, müstef’ilü, fa’lün vezninde… Vezin de redif de kafiye de naif… Ama burada hem serbest hem hece vezninin gizli hâkimiyet mücadelesi var. Yoldaki mücadeleler gibi…
25
Yeni bir tarz… Besteledim. Üç farklı bestesi var.
26
İlk kartvizitimi bastırmıştım. Artık işi, şanı belli adam, öyle mi? Kendiyle dalga geçen adam ne yapacak bu kartviziti?..
27
Kerim Abdülcabbar
28
Muhammed Ali Clay
29
Cat Stevans-Yusuf İslam
30
Neil Armstrong
31
Kaptan Kusto
32
Roger Garaudy
Tabii bütün bu şahıslar bahane… Onlarla bir alıp veremediğim yok… Burada eleştiri getirmek istediğim Müslümanlar arasında giderek yaygınlaşan ve daha çok da kâfirlere yakışan tavırlar… Üstelik de 2000’li yıllar henüz gelmemiştir… Bu şiir, 90’lı yılların başında yazıldı. Kalvinist İslamcılığın önceden keşfi…
33
Bu şiir o kadar hızlı yazıldı ki ertesi gün Diyanet İşleri Başkanlığının açtığı naat yarışmasına katıldı. “Naatlar” kitabında yer aldı. Nurullah Genç birinci, Şükrü Karaca ikinci olmuştu. Yoksa yanlış mı biliyorum? Bir de isimsiz bir naat göndermiştim.
34
1993 yılında hacca gitmek nasip oldu. Babacığım vefat etmişti aynı yıl. Hacer’ül Esved’in önünden çizilen bir hatta bütün hacıların “Bismillahi Allahuekber!” istilamları ve öpülen avuç içi ritüeli dönen mahşer yeriyle birlikte tekrar tekrar ihtida kavramını hatırlatıyor.
35
1993 yılında hacca gitmek nasip oldu. Babacığım vefat etmişti aynı yıl. Hacer’ül Esved’in önünden çizilen bir hatta bütün hacıların “Bismillahi Allahuekber!” istilamları ve öpülen avuç içi ritüeli dönen mahşer yeriyle birlikte tekrar tekrar ihtida kavramını hatırlatıyor.
36
“Edebiyat Otağı” dergisinde 2008 yılında yayımlandı.
37
Fırat, Hrant’ın nüfus kâğıdındaki adı. Fırat bir simge… Fırat’ın öte yanı var bir de… Sadakat ve merhamet; bu iki kavram içimizdeki emanetlerin bize, bizim de onlara yönelik derin davranış kodlarını ifade eden kavramlar… Ya onu vuran eli hangimiz kendi evladımızdan ayrı görebiliriz ki? Gözümüzü yumup balkonlu evlerin çocuklarını katil yapan süreci bizim yaratmadığımızı, her birimizin bunda mesuliyeti olmadığını nasıl inkâr edebiliriz ki?..
38
Depremin olduğu gece -yazlıkta- depremden birkaç saat önce yazıldı.
39
Başını bir gâyeye satmış kahraman: Satılmış Gökmen.
Satılmış Serdar Gökmen’i yayın dairesine yönetmen olarak başladığı ilk günden, vefatını öğrendiğim güne kadar takdirle izledim.
Yönetmenlik sınavı yaptığımız o günü hiç unutamam. Hani genellikle kameraman, yapımcı, yönetmen, resim seçici, senarist gibi kadrolara daha çok iletişim mezunları müracaat ederler ya bir meslektaş olarak benim gibi, aynı zamanda bu konulara ilgili ve bilgili bir genç arkadaşı bulduğum için içten içe çok sevinçliydim. Öyle ya bize göre çiftçinin, köylünün, medya imkânlarını bütünüyle kullanarak mümkün olabilen en çok genişlikte ve derinlikte zirai yayımdan istifade etmesi hedefimizdi. Yapılan araştırmaları, yeni zirai teknikleri çiftçiye, köylüye ulaştırmamız lazımdı. Öyle ya artık her evde televizyon vardı ve bir yandan televizyonla bir yandan da basılı materyallerle bu hedef kitlemizin arzulanan üretim seviyesine, refah düzeyine, bilgi ve tecrübeye eriştirilmesi; bu toprağın insanının da çağdaş vasıtalardan yararlanması için seferber olmalıydık.
TYUAP’tan başlayarak yayın dairemiz kendisine biçilen rolü ve görev sahasını geliştirdikçe geliştirmiş, genişlettikçe genişletmişti. YAYÇEP’i devreye sokmuş, arkasında GAP yayım projesini geliştirmiştik. Neredeyse binleri bulan televizyon filmi yapmıştık. Hâlâ da yapacaklarımız vardı. Daha çok yönetmene, kameramana, yapımcıya, senariste, spikere, ışıkçıya vs. ihtiyacımız vardı. Genellikle devlet kapısı istihdam alanı olarak kötü kullanılmıştı. Devlet dairelerine eleman doldurulmuştu. Ama bizim ihtiyacımız ekmek gibi, su gibi elzemdi. Mademki devlet stüdyo kurmuş, mademki bu modern cihazlar alınmıştı; bunların hakkı verilmeliydi. Kamera, kurgu, stüdyo, matbaa boş durmamalıydı.
Dünya’daki bütün Tarım Bakanlıkları arasında bu kadar TV filmi yapan, açık öğretimi, yetişkin eğitimini uygulayan başka bakanlık yoktu. Yayın dairesi “Open University”, “Adult Education” alanında dünya birincisidir. Her ne kadar bu ehliyeti, kabiliyeti, birikimi ve ortaya koyduğu eserler gözardı edilmişse de ehliyet, emanet, liyakat, mesuliyet, samimiyet gibi kavramlar idarecilerimizin lugatinden çıkarılmışsa da burada görev yapanlar ne kadar önemli bir hizmeti deruhte ettiklerinin bilincindeydiler.
Satılmış Serdar Gökmen de bunların başında geliyordu. Yurdun her karışınnı gezip dolaştı; kameraman arkadaşlarıyla, metin yazarları, yönetmen yardımcıları, ulaşım görevlisi arkadaşlarıyla köy köy, bucak bucak, ilçe ilçe, il il dolaştı ve sayısız programa imza attı.
40
Şubat soğuğu… Yıl 1993. Babacığımı Hakk’a teslim ettik. Ben yıkadım. Yoksa imama yardım mı ettim?.. Elimden kayıp gitti. Oysa daha ne çok şey konuşacaktık.