bannerbanner
Paris’te Bir Türk
Paris’te Bir Türk

Полная версия

Paris’te Bir Türk

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
8 из 11

Hâlbuki Catalan karyesine verilen vizite bazı başka komşu köyleri dahi ziyarete lüzum göstermiş olduğundan Nasuh Efendi Marsilya’da ikamet süresini yirmi güne kadar uzatmaya mecbur olmuştur. Bu süre zarfında hemen iki günde bir kere yol arkadaşı Lehli Gardiyanski’yi görür ve Paris’e ne zaman gitme kararında olduğuna dair ettiği suallere Nasuh, “bakalım”dan başka cevap veremezdi. Nihayet İstanbul’dan Marsilya’ya kadar olan seyahatini anlatan ilk mektubundan başka, birisi büyük Marsilya şehrinin içini ve diğeri etraf ve civarını anlatmak üzere iki mektup gönderdikten sonra, bir gün ertesi sabah Lyon’a gideceğini Gardiyanski’ye ifade ve resmî vedayı dahi icra etti.

Gardiyanski gibi bir dosttan ayrılmak her kim için üzüntüye sebep olsa Nasuh için olmayacağına inanmalıdır. Ama Nasuh’ta dost kadri bilecek meziyet olmadığı için değil; ancak dostluğu, biraz güççe akdetmek ve dostluk akdolununcaya kadar ettiği nezaket ve insaniyeti ise yalnız alicenabane bir mürüvvetle etmek Nasuh’un yaradılışının gereklerinden bulunmasıyla Gardiyanski ile henüz böyle bir dostluk akdetmemiş bulunmasından ayrılmasından üzülmemişti.

Trenin ikinci mevkisinden Lyon’a kadar tedarik ettiği bileti mütesahhiben istasyondan katara yola çıkacağı zaman kendisini içinde kadınlar bulunmayan bir vagona bindirmesini kondüktörden rica etmesi üzerine “Tıpkı sizin gibi bir efendi daha vardır. O da kadınlar ile beraber seyahat etmeyi istemediğinden başlı başına bir yere kapadık. Sizi de onun yanına koyalım.” diye Nasuh’u bir göz vagonun içine koydular. Kadınlar ile birlikte seyahat etmek istemeyen o diğer efendi kim olsa beğenirsiniz? Lehli Gardiyanski değil mi? Hem de ta kendisi!

Gardiyanski ile ayrılmasından, o kadar üzülmemiş olan Nasuh, bu kere onu yolcu sıfatıyla görünce bilakis ziyadesiyle memnun olmuştu.

Nasuh: “Vay! Bu ne garip tesadüf?”

Gardiyanski: “Size böyle bir şaka yapmak istedim.”

Nasuh: “Ne? Yolcu değil misiniz yoksa?”

Gardiyanski: “Yolcuyum. Lyon’a kadar.”

Nasuh: “Ben de oraya kadar. Öyledir de niçin vaktiyle haber vermediniz?”

Gardiyanski: “Bir şaka yapmak istedim dedim ya? Hem de oynayacağım komedyanın tertibini iki hesap üzerine yaptım. Birisi size trende rast gelmek ve ikincisi dahi Lyon İstasyonu’nda yakalamaktı. Tren tertibi üzerine kondüktörden kadınsız bir yer istedim. Zira sizin dahi öyle bir yer arayacağınızı tahmin etmiştim. O hâlde ya sizi benim yanıma veyahut beni sizin yanınıza götürecekleri ihtimalini düşündüm.”

Nasuh: “Ya benim kadınsız yer arayacağımı nereden bildiniz?”

Gardiyanski: “Hey kuzum hey! Gardiyanski tanımak istediği adamı layıkıyla tanır. Ben size vaktiyle kardeş demiştim. Siz henüz birbirimizi kardeş sayacak kadar tanışıklık peyda etmemiş olduğumuzdan bahisle kabul etmemiştiniz. Hâlbuki ben kendiliğimce size kardeşlik teklif edecek kadar tanışıklık peyda etmiştim. İspatı ise işte sizin kadınlar ile birlikte seyahat etmeyi istemediğinizi anlayışımdır.”

Nasuh: “Yok ama siz bunu Cartrisse ve Catherine’in teklif ettikleri arkadaşlığı kabul etmemiş olduğumdan anladınız, yoksa gemide…”

Gardiyanski: “Hayır! Gemide anladım. O arkadaşlığı kabul etmemeniz dahi görüşümde hatam olmadığını bana ispat etti.”

Nasuh: “Acayip!”

Gardiyanski: “Vakıa biraz acayiptir. Eğer benden başka birisi olsaydı, sizi kadınlarla arkadaşlığa can atar bir adam olmak üzere tanırdı. Öyle değil mi? Öyle ise benim sizi bilakis ve fakat hakiki veçhile tanımış olduğuma hayret etmeye hakkınız vardır.”

Nasuh: “Ey! Nasıl anladınız bakayım?”

Gardiyanski: “Şundan anladım ki Cartrisse, yolculuk hâlinde yabana atılmayacak ve özellikle Catherine her zaman için hava ve hevesi insanı meşgul edecek bir kadın oldukları ve size doğrusu ya kimseye etmedikleri iltifatı ve hüsn-i kabulü etmiş bulundukları hâlde, siz bunlarla hemen asla meşgul olmadınız. Hatta benim ile onlar hakkında heveskârane bir sözde bulunmadınız. Başka bir kadına da iltifatınızı görmedim. Muamelenizi, sohbetinizi daima mertçe gördüm. Bu ahvalinizin de yapmacık olmayıp ciddi olduğunu epeyce sonra anladım. Artık bu kadar emareler ve alametler biraz da zekâ ile ittifak eder ise cümlesinin toplam yekûnundan hakiki bir hüküm çıkarılamaz mı?”

Bizim iki arkadaş, daha bu sohbetin ortalık yerinde iken lokomotif hareket ederek Lyon hattı üzerinde tekerlenmeye başlamıştı. Bunlar şu istizah ve izahı bitirdikten sonra sözü Cartrisse ile Catherine’e intikal ettirerek o konuda dahi bir hayli laflar ettiler. Nasuh tarafından sözün netice-i hükmü Cartrisse’in pek ziyade hürmete layık, olgun bir kadın olması ve Catherine’in ise Cartrisse’in yaşına geldikten sonra belki onun derecesinde hürmete mazhar olabileceği ve şimdiki hâlde, bir kadınperestin riyakârlığından başka bir şeye mazhar olamayacağı suretinden ibaret olup Gardiyanski dahi bu fikre iştirak ederek şu kadar var ki Cartrisse’in yalnız hürmet ve riayete değil, hatta muhabbete dahi şayan bir kadın olduğunu ve insan bir kadın sevecek ise Cartrisse’ten başkasına bel bağlamamak lazım geleceğini ilave etti.

Bir seyahatte arkadaş uygun olur ve bahis dahi usanç vermeden değişir ise sözün arkası kesilmek mi bilir? Cartrisse ile Catherine hakkındaki fikirlerini beyandan ibaret olan bu konuya dahi, son verdikten sonra biraz dereden tepeye intikal eden söz gele gele Gardiyanski’nin tercüme-i hâli üzerine geldi ve orada karar kıldı. Vakıa Gardiyanski başından geçen hâlleri hikâyede naz göstermemişti. Ama tam Nasuh tarafından bu konudaki sual irat olunur olunmaz, koca Pulak’ın tavrına derhâl bir değişiklik gelerek rengi kızardı. Gözleri başkalaştı. Âdeta pür-gazap diye hükmolunabilecek emareler meydana çıkıp bir ahı diğerini takip ederek, aşağıdaki gibi hâlini hikâyeye başladı.

On Altıncı Bölüm

“Ey arkadaş!

Artık arkadaş diye ettiğim hitabı da kardeş diye ettiğim hitap gibi reddetmeyerek kabul edeceksin.

İşte ben isminden, şekil ve simasından derhâl Pulak olduğu anlaşılacak Pulaklardanım. Hatta Varşova şehrinin merkezinden ve oldukça da aristokrat sayılan bir ailedenim. Yaşım için çehremin ettiği delalet ve şehadet yanlıştır. Çehrem beni elli yaşına varmış gibi gösterir ise de yaşım henüz kırka varmamıştır.

Ailemin tarihini hiç sorma! Vatanımın tarihi kadar feci bir tarihtir. Ecdadım zamanından beri vuku bulan savaşlarda Gardiyanski Ailesi nam almıştır. Almıştır ama bu ismi kanları pahasına almıştır. Pederime ve ondan sonra dahi benden büyük diğer bir kardeşime gelinceye kadar ailemin erkekleri hep Moskof kurşununa hedef olmuş veyahut Moskof kılıcıyla kesilmiş veya Moskof ipliğiyle asılmıştır.

Validemiz vatanı uğrunda kurban etmek için rastgele bir tek kızdan başka kız doğurmayıp hep erkek doğurmuş ve bu kızcağız savaşta canını feda eden pek sevgili bir kocanın ayrılığına tahammül edemeyerek mezara kadar kocasına arkadaşlık etmiş olduğu gibi, validem dahi pederin vefatına ağlaya ağlaya hayatı terk etmiş olduğundan biz iki kardeş ömrümüz boyunca evlenmemeye ve laşemize ağlamaktan helak olacak kadınlar veyahut Moskof kurşunlarına hedef olacak erkekler tevlit etmekten45 ise etmemeye karar verdik. Vakıa bizden sonra ailemizin namının Lehistan içinde kaybolacağını da hesaba katmıştık. Ancak Lehistan tarihinde dünyanın son gününe kadar baki kalacak olan namımızın bize yine kifayet edeceğini düşündük de müteselli olduk. Bu verdiğimiz karar, geçenki Lehistan ihtilalinden önce verilmişti. Hatta ihtilalin vukusuyla Pulak cengâverlerinin tümü silaha gözü yaşlı olarak sarılmış oldukları hâlde, biz gözü kuru olarak sarılmıştık. Çünkü hepsi ya bir şefkatli anadan veya bir muhabbetli kız kardeş veya sevdalı zevce veyahut ciğerparesi evlattan ayrılıp vatan müdafaası savaşında kurban olmaya gittikleri hâlde, biz kimseden ayrılmayarak gidiyorduk. Kimimiz var ki kimden ayrılalım?

Lakin ne fayda ki savaşa katılışımız bu kadar mesut olduğu hâlde, neticesi pek feci oldu. Ben ilk savaşta üç yerimden yaralandım. Hastane ittihaz edilen bir ormanda altı hafta tedavi olunarak henüz yaralarımın üzerinde fitil bulunduğu hâlde, yine savaşa girip, tesadüf bu ya, üç yara daha aldım ve akabinde kardeşim ile beraber esir düştüm.

Allah için söyleyelim. Moskofların insaniyete en uygun bir hareketleri var ise o da esirlere ve bilhassa yaralılarına güzel bakmalarıdır. Beni hastaneye dayadılar ve hizmetçi olmak üzere dahi yanıma yine kardeşimi tayin ettiler. İki buçuk ay hastanede iyileşmeye yüz tuttum ise de ondan sonra yine kardeşimle beraber bizi bir zincire bağladıkları gibi, Sibir’e sürgün ettiler.

Gidenler yalnız biz değildik. Bizimle beraber otuz yedi çift daha vardı. Şimdi Lehistan’dan Ural Dağları’nın maverasına kadar olan mesafeyi yaya olarak katetmeyi zihninizde bulmalısınız. Karakoldan karakola teslim edilmek üzere tam yirmi beş gün yürüdüğümüz hâlde, ancak yüz saat mesafe katedebildik. Zira boyunlarımızda on sekiz yirmişer okka demir ve arkalarımızda bundan ağır birer yol çantasıyla günde dört saatten ziyade öldürseler yol alamazdık. Yirmi altıncı günü yarı yolda kardeşim ansızın vefat etmesin mi? Sebebi ise hiddetle ümitsizliğin birleşmesinden başka hiçbir şey değildi. Zira kendisi zayıf bünyeli olduğundan sürünün en arkasında daima biz kalırdık. Sevkimize memur olan kazakta ise merhamet dedikleri şeyin eseri bile bulunmadığından bizi yürümeye zorlardı. O gün ise zorlamaya bir de kamçı ilave etti. Kardeşim pek vakarlı bir zat olduğundan hakaretin bu derecesine tahammül edemeyerek, terk-i hayat etti.

O vefat etti, kurtuldu. Ama şimdi ben ne yapacağım, onu da düşünüyor musun? Kardeşimin naaşını sırtıma yüklenip götürmek lazım geldi. Zira boğazımızda olan zincir halkalarının anahtarı sevkimize memur olan kazakta olmadığı gibi, yol esnasında demiri kırıp, cenazeyi deriden ayırmanın da ihtimali yoktu. Çünkü yabanın çölünde bunun için gerekli olan alet ve edevatı nereden bulmalı? Hemşehrilerin dahi fikir birliğiyle biraderin kafası kesilip, naaşının benden ayrılmasına razı oldum.

Bu ameliyat icra olundu. Fakat yalnız benim değil; hemşehrilerin dahi gözlerinden kan revan olurdu. Biraderimin vefatından sonra dahi, boynu Moskof kılıcına gelmesi gibi bir tecelliye kim ağlamaz?

Hasılı sevgili kardeşimi Tataristan çöllerinde etlerini kurtlar, kuşlar yemek üzere terk ettim. Biz yola revan olduk. Ancak gitmekle biter, tükenir yol değil ki gide gide bitirebilelim. Özellikle mamureden uzaklaşıp da Asya’nın vahşet hâli bizi karşılamaya başladıkça bütün bütün zihnimiz perişan olurdu. Nihayet üç beş kişi, kurtulmaya değil, mutlaka ölmeye karar verdik. Şu kadar var ki bütün bütün bedava harcanmayıp kurtulmak gayreti yolunda ölmeye söz verdik. Yavaş yavaş bu sırrı hemşehrilerin hepsine bildirdik. Boyunları zincirli ve elleri kelepçeli olmak üzere yetmiş üç sürgünün muhafazasında topu topu on nefer ile bir de onbaşı süvari vardı. Akşamları vardığımız karakollarda ikişer onbaşı takımı asker bulunup bunlarla beraber otuz nefere varan askerî kuvvet bizden ancak yirmişer neferin ellerini çözüp yarımşar saat rahatlandırabilmeye müsaade gösterirlerdi. Tam Orenburg vilayetindeydi ki bir akşam içimizde olanı icraya karar verdik. Şöyle ki:

Karakola varışımızda içinde benim dahi dâhil olduğum yirmi mahpustan ibaret bir postanın kelepçeleri açıldığı zaman, çünkü yoldan gelen on süvari hayvanlarının hizmetiyle meşgul olduklarından, bu meşguliyetten dahi istifade ederek, biz hemen karakolda mevcut yirmi asker üzerine hücum ettik. Ama nasıl hücum ediş? Sıkıştırılıp sıkıştırılıp da tam tamamen ümitsizlik hâline gelen kedinin insanın gözlerine sıçraması gibi bir hücum ki bu yıldırım gibi sürat ve şiddetli hareketimize kazaklar şaşıp kaldılar ve biz onların gırtlaklarına sarıldıktan sonra hareketimizin hakikatine varabildiler.

Bir kızılca kıyamettir koptu. Kazakların sivri uçlu kamalarına biz tırnaklarımızla mukabele ettiğimiz hâlde, ahır hizmetiyle meşgul olanlar yetişinceye kadar biz mevcut yirmiden, on ikisinin gırtlağını kopardık!

Sonra bunların elimize geçen silahıyla kuvvetimizi arttırarak yalnız dört tanemizden başkası ahır tarafından imdada gelenler ile cenk ederdik. Dört tanemiz ise derhâl tedarik edilebilen nalbant çekici vesaire ile bağlıların kelepçelerini kırardık.

Ah! Bu muharebe görülecek bir muharebeydi! Boğazlarından birbirine hâlâ bağlı olan zincirli iki Lehlinin bir Moskof’u aynen sansar boğar gibi boğduklarını görmüş olaydın bunları çıldırmış mecnunlar zannederdin. Ama biz hakikaten çıldırmıştık. Galebemizin yalnız iki sebebi olup birisi bu çılgınlık ve diğeri dahi iki adamın bir halka ile yekdiğerine bağlanmış olmasıydı. Çünkü çıldırmış olmasaydık kama ucuna tırnakla mukabeleye çıkışamazdık. Bağlı olmasaydık iki adamın birbirini Moskof pençesinde terk edebilmeleri muhtemeldi. Hasılı Moskoflar demir pençeli bir canavar oldukları hâlde biz dahi dörder ayaklı, dörder elli, ikişer kafa ve ikişer ağızlı bir mahluk olduğumuzdan ve o müdafaada şu serbest olan azamızın hepsini kullandığımızdan muvaffak olduk.

Hele hiç gözümün önünden gitmez ki ikisi bir zincirde bağlı, gayet gürbüz iki çocuk, birer asker kazağı yakalayıp kıskıvrak zapt etmiş oldukları hâlde, öldürmenin bir kolayını bulamayınca herifleri sürüye sürüye eli kelepçeli olanların yanına götürdüler ve onlar dahi demir bağ ile bağlı olan kollarını başlarından yukarıya kaldırarak demiri Moskofların kafalarına indirdikleri anda fare ezer gibi ezdiler.

Bu muharebenin neticesinde otuz nefer kazaktan on sekizi cansız ve dördü son nefesinde yaralı görülüp bizden dahi yirmi beş vefat ve üç yaralı vuku bulmuş idiyse de kalan sekiz kazak firar ederek karakol zabtımız altında kaldı.

Sağ ve salim kalan kırk beş kişi bir meşveret meclisi akdeylediğimiz zaman en evvel kesin olarak karar verdiğimiz şey, asla vakit kaybetmemek lüzumu idi. Zira sağda solda olan karakolların mesafesi beşer altışar saat olup şu hâlde nihayet sekiz on saat geçince takibimize adamlar çıkarılacağı ortada idi. Bu müzakere ve karardan sonra firara müsaraat46 gösterdik. Vakıa kaçan kazaklar hayvanlarını bırakıp yaya oldukları hâlde firar etmişler idiyse de mevcut olan otuz hayvan kırk beş kişiye yetmediğinden ve bunları başka türlü taksime dahi imkân bulamadığımızdan kuraya müracaat lazım geldi.

Bereket versin ki ben, ismine beygir isabet eden mesutlardan oldum.

Yaralıları orada terk etmek lazım geldiği cihetle öpüştük, koklaştık, ağlaştık, sızlaştık onlarla vedayı icra ederek hayvanlara bindik. Hayvan üzerinde dahi bir meşveret akdederek bunda hepimiz toptan bir tarafa yönelmeyerek, her birimiz farklı taraflara dağılmamız kararlaştı. Zira toplu olduğumuz zaman takibimiz kolaylaşıp dağınık olduğumuz hâlde ise güçleşeceği ve birazımız yakayı ele verir ise birazımızın mutlaka kurtulacağına şüphe olmadığı ortada idi.

Bu hâlde yekdiğerimiz ile ettiğimiz veda ise dünyada burnumu en ziyade sızlatmış olan acılardan olduğunu itiraf ederim. Ta yekdiğerimizi gözden kaybedinceye kadar hiçbirimiz yolumuzun ilerisini teftiş etmeyip daima boynumuzu geriye büker ve sevgili hemşehrileri bir kerecik daha olsun görmek lezzetini elden kaçırmamaya çalışırdık.

İşte bu suretle ayrılıktan sonra ben bir buçuk ayda Hazar Denizi kenarına inmeye muvaffak olabildim ama anamdan emdiğim sütün burnumdan geldiğini dahi âdeta kendi gözümle görür gibi gördüm. İlk üç gün zarfında hayvan aç susuz olduğu hâlde âdeta gece gündüz ılgar eylediğimden hayvanın çatlaması üzerine bir Tatar’ın ahırına hırsız gibi girerek hayvan çalmak ve kendimi hiçbir kimseye göstermemek için köylere daima gece girerek ve haneleri açarak ekmek çalmak gibi cinayetlerde dahi bulundum. Ne yaparsın? Rusya’da bir köy yoktur ki içinde birkaç nefer süvari bulunmasın. Bir kere izimi belli eder isem kurtulmanın imkânsız olduğuna kesin hükmeylemiştim.

Hele bir defasında hastalanmayayım mı? Artık ömrümün son günü geldiğine şüphe kalmadı. Ural Nehri sahilinde bir balıkçı kulübesine müracaat ettim. Bereket versin ki herif Müslüman’mış. Zira hâl-ü şanımdan kaçak olduğum besbelli olup herif ise zaten Moskof zulmünden şikâyetçi olduğu cihetle, benimle hemhâl oldu. Bir hafta beni kendi evinde saklayıp tedavi ettikten başka bana bir kat Tatar elbisesi dahi verdi.

Vakıa müfredatı veçhile, sayıp dökmesi ve hikâyesi pek uzuna varacak tehlikeler ile Hazar Denizi kenarını buldum ama henüz selametin kenarına çıkmış sayılmazdım. Hâlâ Moskof memleketinde bulunmaktan kat-ı nazar önümde Kafkasya dahi vardı. Hesabıma göre Kafkasya benim için iki cihetle tehlikeliydi. Birisi orasının dahi bir Moskof memleketi olması ve ikincisi için de elbette Hristiyanlığın düşmanı olması lazım gelen mutaassıp bir millet bulunmasıdır. Bu iki tür tehlike gözlerimin önünde olduğu hâlde bir Türkmen gemisine binerek Kafkas sahiline çıktım. Çıktım ama artık mahiyetim dahi dilenciden başka hiçbir şey değildi.

Açlığımı giderecek bir lokma ekmeği, lisanını, ahvalini, merhamet ve mürüvvet derecesini bilmediğim halktan dilene dilene Kafkas vilayeti içine girdim. Elimde büyücek bir sopadan başka mukavemet silahı dahi yoktu. Bir de tam yüksek dağlar içinde kışa tesadüf etmeyeyim mi?

Benim için karşı koyması imkânsız bir düşman var ise o da kış idi. Zira kendimi açlıktan, soğuktan, ele geçmekten muhafaza ettikten başka, bir de sürüsüyle gezen kurtların pençesinden muhafaza etmek mecburiyeti vardı.

Bunca felaketler içinde aralıkta bir kere Cenabıhakk’ın adlini, zulmünü, merhametini, şiddetini de muhakemeye vakit bulabilirdim. Derdim ki: ‘Ey Allah! Şu zavallı Lehistan sana ne fenalık etti ki o güzel memleketi bunca belalara uğrattın. Özellikle bizler sana ne fenalık ettik ki böyle rüyamda bile görmediğim yaban yerlerde beni zelil ve şaşkın süründürüyorsun? Azamet-i ilahiyyeni bu suretle mi tecrübe ediyorsun? Sen kavisin, azimsin, ezelî ve ebedîsin! Bunu dinsiz addettiğimiz vahşiler bile teslim etmektedirler. Artık senin tecrübe-i azamete ne ihtiyacın olabilir? Yoksa bu icraatın abes midir? Hâlbuki sen âlimsin, hakîmsin! Abesle iştigal sana gerekmez. Yoksa sen bizim hülyamızdan ibaret bir manasın da seni biz mi tahayyül ediyoruz? Aman! Acaba seni inkâr eden dinsiz felsefeciler, şimdi benim nazarımda iddialarını ispat mı edeceklerdir?.. Yok!

Yok! Haşa! Sümme haşa! Ben şu hâlde soğuğun şiddetiyle ayağımın parmaklarından dökülmekte olan tırnakların ve açlık tesiratıyla sızlamakta bulunan midemin ızdırabı gibi maddi ve tarife sığmaz manevi nice bin acılara tahammül edemeyecek kadar zaafa düçar olduğum için, bu küfür ve inkâr yoluna ayak atmaktayım. Rücu ettim ya Rab! Pişman oldum. Senin şu felaketli hâl içinde dahi üzerimden hiçbir zaman eksik olmayan büyük himayenin beni ne kadar belalardan muhafaza etmiş olduğunu şimdi gözümün önüne getirdim. Rabbani himayen olmasaydı ben buraya kadar dahi gelebilir miydim? Yolumun daha ilerisi için senin lütfundan başka hangi sığınağım var ki?’ diye tövbekâr müstağfir olurdum.

Kışta kıyamette, bata çıka bin belaya, bin acıya tahammül ede ede Çeçen vilayetine kadar geldim. Lakin kışın şiddeti dahi kemalini bulduğu cihetle artık yolun daha ilerisine devam ihtimali kalmamıştı. Bir köye girdim. Görünüşü diğerlerinden daha muntazam olan büyücek bir evin kapısı önünde boynumu bükerek, bir yardım bekleyerek avcumu dahi açtım. Çünkü merhamet ve şefkat dileği için bundan başka lisan bilmezdim. Ama kapı henüz kapalıydı. Bu heriflerin Müslüman olduklarını bildiğim için kapıyı açıp içeriye girmek şöyle dursun çalmaya bile cesaret edemezdim.

Nihayet kapı açıldı. İçeriden gayet müzeyyen bir kadın çıkıp beni o hâlde görünce Çeçen lisanıyla birkaç lakırtı söyledi ve lakırtının şivesinden bana bir şey sorduğunu anladım ama ne sorduğunu tahmin bile edemedim. Kadın benden bir cevap alamayınca içeriye dönerek hızlı hızlı birkaç lakırtı söyledi. Bir de bakayım ki iki üç erkek, dört beş kadın bu hanımın emrine koştular.

‘Artık işi fenaya saldırdık.’ dedim. Çünkü bunların beni sille ile tokat ile kovup defedeceklerine şüphem kalmamıştı. Ama bu tahminim dahi yanlış çıktı. Her biri bana bir lisanla lakırtı söylerdi. Hatta Türkçe bile sorduklarını anladım. Ne yazık ki bende bu lisanların hiçbirisine vukuf yoktu. Ben şu hâlde iken on iki on üç yaşında bir çocuğun bana Moskof lisanıyla ‘Rusça anlar mısınız efendi?’ dediğini işitirsem ne kadar memnun olacağımı hesap edebilir misin?

‘Allah garibiyim Gospodin! Yabancıyım! Sizin en küçük bir merhametinize muhtacım!’ dedim. Çocuk bu sözlerimi hanıma bildirdi. Derhâl kadının yüzünde birçok merhamet ve şefkat alameti gördüm. Ama hâl-ü şanım da merhamet ve şefkati tahrik edebilecek bir suretteydi.

Kadının verdiği emir üzerine beni derhâl içeriye aldılar. Güzel bir ateşin başına oturttular. Isındım. Kurundum. Sıcak çorbadan başlayarak karnımı dahi bir güzel doyurdular. Fakat hanım orada bulunmayıp kapıyı açtığı zaman nereye gidecek idiyse gitti. Ta gece vakti yanında bir de ihtiyar adam dahi olduğu hâlde geldi.

Bu adam dahi Moskofça bilirdi. Hanım bunun vasıtasıyla beni sorgulamaya başladı. Ben de bütün başımdan geçenleri başından sonuna hikâye ettim. Zaten o yere gelinceye kadar bin yerde hikâye etmiş bulunduğumdan söyleyeceğim sözler hep ezberimdeydi. Hem şimdi size hikâye etmekte olduğum şu suretle hikâye etmedim. Müfredata47 dahi girişerek o şekilde naklettim.

Benim Moskof olmayıp da Lehli olduğuma hanım gayet memnun oldu. Zira onlar Lehlilerin Moskoflarla olan muharebelerini işitmiştiler. Hele başımdan geçenlerin ağlanacak yerlerine ağlamak derecesinde üzüntüsünü görünce artık hanıma olan emniyetim tam oldu. Sözü uzatmayalım. Burada üç gün müddet istirahatıma edilen hizmet ve yardımı ömrümde hiçbir yerde ve hatta babamın evinde bile görmemiş olduğumu teşekkürlerle itiraf ederim. Üzerimde lime lime yırtılmış olan Tatar elbisesini, daha ikinci günü soydular.

Yerine bir takım güzel Çeçen elbisesi giydirdiler ki kuzu derisinden mamul güzel kalpağın ve elbisenin her tarafının dikiş yerlerine beyaz kılaptan gaytanlar çekilmişti. Ne dersin? Ben bu elbiseyi beğenmez isem hayret eder misiniz? Fakat beğenmemekte özrüm vardı. Zira bu elbise ile seyahat edemeyeceğimi ve yolda hangi Çeçen beni görse merhamete şayan bulmadıktan başka elbiseme tamah ederek canıma dahi kastedeceğini hesap ederdim. Bakınız kardeşim, bakınız!.. İnsan bazı ahvale düçar olur ki o hâl içinde saadet dahi kendisine musibet yerine geçer!

Üç gün misafirlikten sonra gitmem için hanımdan izin istemekle beraber, bu elbisenin dahi değiştirilerek yerine bir takım fakir elbisesi inayet buyurur ise benim için daha büyük bir lütuf etmiş olacağını arz ettiğim zaman, hanım latif tebessümü gizleyemeyerek çocuk vasıtasıyla bana dedirtmişti ki: ‘Bu kışta kıyamette nereye gideceksin? Biz senden hoşlandık. Hem senden bir de hizmet beklemekteyiz. Eğer o hizmeti ifa ederek kışı dahi burada geçirir isen bizi minnettar etmiş olursun.’ Ne? Benden bir hizmet mi bekliyorlar? Benim gibi garip bir adam ne hizmete muktedir olabilir? Hem de kendilerini minnettar edecek hizmet ha?

Bu teklifi aldığım zaman hasıl olan şaşkınlığımı bir türlü tarif edemem. Nihayet teklif olunan hizmeti anladık. On üç yaşında dediğim çocuk bu hanımın oğluymuş. Babası bir Moskof savaşında şehit olmuş. Çocuk bir Moskof esirinden Rusya lisanını öğrenmiş ise de şimdi hanım çocuğa Moskofça yazdırmak ve okutturmak dahi istermiş.

Vakıa tam da benim yapacağım iş. Memnuniyetle kabul ederek artık oraya kendi evim gibi yerleştim ve yolun ilerisinde beni bekleyip duran bunca tehlikelerin bir anda gözlerimin önünde mübeddel-i sühûlet olduğunu görünce Cenabıhakk’a teşekkürler ettim.

Verdiğim dersleri sanki bakır levha üzerine hakkederdim. Bir kere zihnine nakşettim mi bir daha silinmek mümkün değil. Hele hanece muamelemiz bir dereceyi buldu ki hanımdan sonra evin işlerini ben emreder oldum. Köle ve cariyelere ve hanımın diğer elinin altındakilere gayet lütufla muamele ettiğimden hepsine kendimi sevdirdim.

Görüyorsunuz ki Çeçen lisanını dahi konuşmaya başlamışım. Ben Ahmet Şemayil’e Moskofça öğrettiğim kadar o da bana Çeçen lisanı öğrettiğinden, bir buçuk ay zarfında hanımla vasıtasız konuşmaya başladım.

Bu aralık hanıma mahsus olmak üzere iki çift sözü esirgemeyelim:

On üç yaşında bir Ahmet Şemayil’e malik olan hanımı kaç yaşında kıyas edersiniz? Ha! Bak siz Türk’sünüz ey Nasuh! Siz doğru tahmin edebilirsiniz. Avrupalı olsanız hanımı otuz beşten aşağı tahmin edemezdiniz. Zira Avrupa’da bir kadının yirmi yaşını geçmeyince ana olması hemen emsalsizdir. Ana olur ama… Analığı kendisine yüz karası olacağı cihetle!.. O imtiyazı melunca bir hissin yardımıyla mahvetmeye çalışır. Ahmet Şemayil’in validesi Fatıma Çemsay Hanım ise ancak yirmi altı yaşında vardı. Kafkaslı bir kadını vasfetmeye gerek mi vardır? O fidan gibi boy, o kumral saçlar, kaşlar, gözler, o beyazlık, o tenasüp dünyanın müsellemi48 değil midir? Çemsay ise dünyadan başka Kafkasyalıların dahi müsellemiydi. Nasıl? Derhâl zihnin bozuldu mu? Yirmi altı yaşında bir dul hanım! Ben ise otuz dört otuz beş yaşında bir Gardiyanski? Hem de nasıl Gardiyanski! Çeçen kıyafetini endamına pek ziyade yakıştırmış bir Gardiyanski! Şu içtima, tam ateş ile barutun içtiması addolunabilir ya?

На страницу:
8 из 11