bannerbanner
Paris’te Bir Türk
Paris’te Bir Türk

Полная версия

Paris’te Bir Türk

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
9 из 11

Ne yalan söyleyeyim? İşin bencesini sorar isen kadının şirinliği hâlâ gözlerimin önündedir. Kadın, kendisine verdiği süsü günden güne arttırır ve bana olan nezaketi genişletir ve hatta pek zannederim ki benim kendisini bir nazar-ı tahassürle imtihan etmekte bulunduğumu gördükçe mutlaka mütelezziz olurdu. Ancak!..

Bu ancak yok mu? Bu pek büyük bir ancaktır. O kadar büyük bir ancaktır ki şu içinde bulunduğumuz Avrupa kıtasında henüz tekellüm edilmemiş olduğu dava edilse yeridir. Zira beş buçuk altı ay müddet Çemsay Hanım’ın evinde misafir kaldığım hâlde köylüden hiçbirisinin, bu içtimayı tehlikeli görmemesinden dahi anlayacağınız üzere Çemsay Hanım’ın şehit kocasına vermiş olduğu sadakat vaadinin tehlikeye düştüğü hiçbir dakikayı tasavvur bile edememekteyim. Meleklerin hâlini nasıl tasvir ederler bilirsiniz ya?

İşte Çemsay dahi kanatları eksik bir melekti. Ahmet Şemayil Bey bu müddet zarfında Rusça okudu, yazdı. Tam mevsim bahar dahi geçip de ortalık gereği gibi yaz olduğu zaman bizim de ayrılık zamanı geldi. Bereket versin ki hem Çemsay’dan hem Şemayil’den bir anda ayrılmadım. Zira mutlaka çıldırmak nevinden bir tehlikeye düçar olurdum.

Hanım, genç Şemayil’i ta beni Karadeniz kenarına kadar götürmeye memur ettiğinden ikimiz dahi gözlerimizden pınar gibi yaş akıttığımız hâlde birbirimizden ayrılabildik!

Niçin ağlardık? Onu ne ben bilirim, ne hanım! Şu kadar var ki yolda ben Şemayil’i, Çemsay nazarından başka bir nazar ile görmediğimden müteselli olabilirdim.

Adige ve Abaza vilayetlerinden geçerek ta Karadeniz sahilinde bulunan Sohum Kalesi’ne gelinceye kadar bir buçuk ay müddet ettiğimiz seyahatin tadını kimse tatmamıştır. Hayvanlarımız ve maiyetimizdeki kölelerimiz mükemmel! Hangi beyin evinde misafir olsak, Şemayil namı en büyük beylerin bile hürmetine mazhar olmaktaydı. Beğendiğimiz yerlerde birkaç gün misafir kalarak avlanarak eğlenerek gelirdik. Bir acı günümüz dahi Sohum Kalesi’nde İngiliz vapurunun içinde Ahmet Şemayil’den ayrıldığımız günü oldu ise de bu hanedanla geçirdiğim vakitte aldığım lezzet hiçbir zaman dimağımdan zail olamayacağını iyi bildiğimden onunla müteselli olmaktayım.

On Yedinci Bölüm

Gardiyanski’nin buraya kadar başından geçenleri hikâye etmesi müddetinde Lyon treni bir iki istasyon geçmiş idiyse de Nasuh yerinden bile kımıldamayıp hikâyeyi harfi harfine âdeta ezberlercesine dinledi. Bittikten sonra dahi Sohum Kalesi’nden sonra nereye gittiğini ve o zamandan bu zamana kadar ne suretle vakit geçirdiğini sual etmesi üzerine; Gardiyanski İstanbul’a geldiğini ve İstanbul’dan Viyana’ya gidip oradan Varşova ile haberleşerek ailesinin ne kadar emlakı var ise sattırıp pahasını bankalara yatırdığını ve İstanbul’da, Viyana’da, Paris’te, Londra’da dahi vatanı olan Lehistan gayretiyle gerek kale-men ve gerek fiilen pek çok hizmetler gördüğünü ve hâlen Lehistan’la haberleşmesinin eksik olmayıp hatta bu kere Paris’e gidişi dahi Fransa ve Rusya politikasının biraz şekerrenk49 kesbetmesi üzerine mücerret bir millî istifadeye muvaffakiyet için olduğunu anlattı.

Üç beş dakikalık bir sükût Gardiyanski hikâyesine bir ara verdikten sonra o dahi Nasuh’un sergüzeştini sual etmişti. Nasuh: “Benim de hayatımda az gariplikler yoktur. Lakin sizin hayatınız tam bir tarih olmayıp benimki ise gayet bir roman olabilir. Aralarındaki fark bu nispettedir.” dedi. Ve o da aşağıdaki gibi hâlini hikâyeye başladı:

“Ben İstanbul’da ulemadan bir adamın sulbünden doğmuşum. Lakin ulemadan dediğim adam öyle devletçe yükseltilmiş menasıb-ı ilmiyye50 ashabından değildi. Vaktiyle birkaç defa kadılık etmiş ve o zamanın kadılarının bekledikleri yaverî-i tali’ Azrail’in himmetine raci olmasıyla servet erbabından vefat edenlerin metrukat-ı rüsumu pederi başlı başına yaşayabilecek kadar zengin etmiş.

Ben babamı tanıdığım zaman evimiz adi bir esnafın hanesi kadar bereketliydi. Validemi hiç tanımam. Çünkü ondan iki yaşındayken ebedî ayrılmışız. Pederim ise Arabi ilimlerde gerçekten behremend51 ve İran edebiyatına vâkıf ve İslam filozoflarının felsefi eserlerini hafız olduktan başka her şeye meraklı bir adam olmak hasebiyle evimiz içinde marangozluk ve demirciliğe kadar merak ettiği sırada efrenc52 ilimlerini dahi merak etmiş. Strazburglu Doktor Hell namında bir dostu vardı ki ne Almanlıktan bütün bütün çıkmış ve ne de bütünüyle Fransızlaşmış bir adam olup oryantalist53 bulunmak hasebiyle vaktini şark tarafında geçirmek için İstanbul’a gelmiş.

Lakin o zamanlar İstanbul’da bir Frenk ile bir Türk’ün ihtilafı o kadar kolay bir şey değildi. Merhum peder, filozof-meşrep bir adam olduğu için Doktor Hell ile ihtilafta bir güne güçlük görmemiş.

Doktor Hell, hekimlikten başlayarak sefaret tercümanlığına kadar her işe girer, yani ekmeğini bin kapıdan toplar bir adam olup fakat asıl maksadı Şark ilimlerinde derinleşmek olduğundan haftada mutlaka dört beş geceyi pederle beraber geçirir ve her ikisi birbirine malumat verirdi.

Pederin benden başka evladı olmadığından artık beni istediği gibi terbiye etmek için hiçbir şeyi esirgemezdi. Ama onun istediği gibi terbiye nasıl olur düşünebiliyor musunuz? Her şeye başvurmak bu terbiyenin mebna aleyhi54 idi. Terbiye yöntemini size şu şekilde tasvir edeyim ki her birinde ikişer üçer ay kalmak üzere otuz farklı sanatı dolaştık. Ondan sonra bizi yanından ayırmayarak her türlü adamın sohbet meclisine soktu. Dindarane sohbetler de işittik dinane olmayan sözler de. Felsefi sohbette de bulunduk, zahidane konuşmalarda da!..

Zekâ ve hafıza kuvvetim yerinde olduğu cihetle gördüğüm ve işittiğim şeyleri asla unutmazdım. Tahsil cihetine gelince Türkçe, Fransızca, Arapça ve Farsçanın hepsine birden başladık. Hatta pederim Rumcaya dahi bunlar ile beraber başlatamamış olduğuna üzülürdü. Doktor Hell’in ailesi halkı Kule Kapısı’nda ikamet ettiği cihetle Fransızca dersleri almak için haftada üç gün ikametgâhımız olan Beşiktaş’tan oraya kadar giderdim. Zira benden büyük bir kızı ile benden küçük iki oğlu ve karısı benimle Fransızca konuşmaya mecbur olduklarından o dersi kendi evimizde almak yasaktı. Tahsilim müddetince dahi farklı farklı kitaplar okudum. Fikrim bir hâle geldi ki kırkambar!

İşte bu suretle serpilip meydana çıktıktan, yani on üç yaşıma geldikten sonra pederin vefatı vukuya geldi. Biz yetim! Hâlbuki Doktor Hell’den başka bana vasi tayin edilmemesi dahi pederin hâl-i hayatından beri ettiği vasiyetler hükmündendi. Ölüm yatağına girdiği zaman da beni Doktor Hell’e emanet edip terbiyemi kendi bildiği gibi tamamlamasını rica etti. Binaenaleyh kassam55 tarafından satılacak olanlar satıldıktan ve alınacak olanlar alındıktan sonra Doktor Hell bizi aldığı gibi kendi evine götürdü.

On üç yaşımda bulunmakla beraber eğer Doktor Hell’in hitap56 mevkisinde bulunabilecek ve her söylediği sözün hükmünü anlayıp fikrimi dahi kendisine tercüme ve tefhim57 edecek kadar terbiye ve tahsil görmemiş olsaydım, onun evi ve ailesi benim için pek tehlikeli bir yer olacağı şüphesizdi. Bilakis kabil-i hitab58 olacak derecede bulunmam ise yine bilakis ziyadesiyle istifademi icap eyledi.

Ben diyemem ki Doktor Hell Hristiyan’dır. Hell’e şimdiki muhakemem üzerine azıcık aklı kemale varanların Hristiyan kalamadıklarını dava etmekteyim ya! Doktor Hell İslamiyeti, Hristiyaniyeti, Museviyeti hasılı her şeyi kendisinde toplamış bir adamdı. Bildiği şeyleri bana birer birer öğrettikten sonra hepsinin nereye vardığını da gösterirdi. Bir yandan kendi talim ve terbiyesi altında bulunur ve bir yandan da aklam-ı devlete59 devam ederdim. Onun da fikir ve okuması merhum pederin okuması gibi olup zihnimi mevcudatla kuşatmayarak belki mevcudatı muhit etmek için her şeyi az çok görmek lazım geldiğini dava ettiğinden biz hiçbir kalemde bir sene kalamadık. Kalemin ehemmiyetine göre üç aydan altı aya kadar devamla hususi hâlini anladıktan sonra ondan çıkar bir diğerine girerdik. Elhasıl vukuf cihetiyle neye malik isem pederimden sonra hep Doktor Hell’e, ömrümün sonuna kadar unutulmayacak bergüzarıdır.

Yirmi yaşıma vardığımda ikinci babam olan Doktor Hell’i de ahirete gönderdik. Garip değil midir ki ta o güne gelinceye kadar ben pederimden bana miras kalmış olduğunu aklıma bile getirmediğim gibi, Doktor Hell dahi o konuda bana tek harf söylemezdi. Bir de hiçbir şeye muhtaç olmayan delikanlılar gibi ömür sürerdim. Ve bu inayeti dahi doktorun zatından bilerek teşekkürlerimi de ona göre yapardım. Bir de herif tekerlendikten sonra kendimin kimler eline kaldığımı ve bu dünyada dayanak noktamın ne olabileceğini hatırıma getirmeyim mi?

Bu hatıra beni bayağı sarstı. Örseledi. Zira hısım akrabadan bir kimseye malik olmadığım gibi bir dostum dahi yoktu. Pederim ile Doktor Hell bize her şeyi öğretmeye çalıştıkları hâlde dost kazanmak cihetine ehemmiyet vermemişlerdi. Dolayısıyla kendimi o gün öksüz kalmış bir biçare görerek Doktor Hell için ağladığım dereceden ziyade öksüzlüğüme ağlamaya başladım.

Bir de efendim doktorun vasiyetnamesi meydana çıkınca ne göreyim?! O, vasiyetname değil; âdeta bir muhasebe defteriymiş! Yedi seneden beri benim paralarımın ve malımın idare şekli müfredatı veçhile yazılıp zatıma ait masraflar dahi müfredatı veçhile tenzil edildikten sonra mevcut servetimin neden ibaret olduğu yine müfredatı veçhile gösterilmiş!

Bu hâlde dahi ağlamam daha da şiddetlendi. Zira henüz çocuk sayılacağım ortada olmakla beraber, âdemiyet ve insaniyetin bu derecesinin insanı ağlatacak kadar mesrur edeceğini muhakeme edebilen çocuklardandım.

Artık Hell ailesinden ayrılmak lazım geldi. Zira Madame Hell, kızını amcası oğluna vermek ve oğullarını dahi ileride kendileri için geçim vasıtası kazanabilecekleri birer büyük mektebe sokmak için Strasbourg’a dönmüştü. Bu aileden ayrılışım sizin Çemsay Hanım’dan ayrılışınıza dahi kıyas kabul etmez. Zira siz gönlünüzün pek ziyade hoşlandığı bir kadın ile zekâsını, güzelliğini takdir ettiğiniz bir çocuktan ayrılmıştınız. Ben ise anamdan, kız kardeşimden, kardeşlerimden ayrılmıştım!.. Ne ise sergüzeştlerin bu gibi müfredatına girişmeye bir defada ihtimal ve imkân yoktur ki ben de Hell ailesi içinde nasıl ömür sürdüğümü size müfredatı veçhile hikâye edebileyim. Hatta ömrümün bundan sonrasını dahi yine böyle kısaca hikâye edeceğim. Müfredat ise eğer daha uzun müddet birlikte bulunur isek o zaman sırası geldikçe meydana çıkar.

Tek başıma kaldıktan sonra bir kere kendimi yokladım. Sanatların ve memuriyetlerin cümlesini tanıdığım cihetle hangi sanata gireceğimi düşündüm. Mümkün değil hiçbirisini gönlüm istemedi. Yüreğim derdi ki: ‘Hangi sanata girsen kâinat gibi sınırsız mesafelerinden kendini menedip yalnız o sanatın dar sınırları içine hapsetmiş olursun.’ Bir sanat arardım ki her şeye karışabileyim. Göklerde uçayım, karalarda dolaşayım, denizler dibine dalıp çıkayım. Lakin bu sanatın ne olduğunu birdenbire kestiremezdim. Derken bu sanatın ne olduğu hatırıma geldi. Bu sanatın yazarlık sanatı olduğunu anladım. Lakin bir memleketteyim ki bu sanat icad rahminden doğmamış. Yazar olsam bir hatibe benzeyeceğim ki muhatabı yoktur.

Dolayısıyla yüreğim bu nokta üzerinden ayrılamadığı cihetle gece gündüz bunu etrafıyla düşünmeye başladım. Bir şey etrafıyla düşünülür ise mutlaka bir çıkar yolu bulunur. Ben de yolumu buldum. Servetimi hesap ettim. Ben İstanbul’da bey gibi değil ise de kimseye muhtaç olmayacak kadar geçindirebilecek derecede buldum. Bunun üzerine dedim ki: ‘Ben yazar olurum. Ama öyle bir yazar ki eserleri kendi zamanında basılamaz. Okuyan bulunmaz ki basılsın. Ben yazar yazar yığarım. Eğer ömrüm bir muvafık zamana kadar varır ise sonra basarım. Varmaz ise ta o muvafık gelip çatınca basılır. Bu Osmanlılar şu hâlde kalmazlar ya? Elbet yeni medeniyet, Hind’e, Çin’e yayıldığı sırada bizim memlekete dahi bir selam olsun verir. O zaman eserlerimi basanlar da bulunur.”

İşte bu düşünce üzerine hiçbir sanata, hiçbir memuriyete girmemeye karar verdim. Ondan sonra artık keşkülü elinde vukuf ve malumat dilencisi gibi kapı kapı dolaşmaya başladım. Zira takdir etmiştim ki vukuf ve malumatın bende olan derecesi bir adamı bayağılıktan çıkarabilir ise de emsalsiz derecesine vardıramaz. Artık medrese kapısı dedim açtım, manastır kapısı dedim açtım, tekye kapısı dedim açtım. Kim ne bilir ise ondan tederrüse60 başladım.

Öğrendiklerimi de bir yandan da kaleme alırdım. Kime göstersem övmekten geri durmazdı. Lakin bence bu övgülerin de hükmü yoktu. Zira görürdüm ki herifler hiç bilmedikleri bir şeyi övüyorlar. Bahusus bir sene önce yazdığım şeyleri bir sene sonra kendim de beğenmezdim.

Ama vukuf ve malumatı yalnız yukarıda saydığım mukaddes kapılardan dilendim zannetmeyiniz. Meyhane kapılarına, kerhane kapılarına da başvurdum. Gizli hovardalık âleminde ölümleri gözüme kestirmek derecelerini buldum. Tulumbacılar ile de görüştüm. Kâğıthane zendostlarıyla da arkadaş oldum. Fakat şu sözümü de sahih olarak kabul etmelisiniz ki bu âlemleri dolaşmam fesad-ı hâle esir olmak mecburiyetinden değildi. Dünyayı görmek ve âlemin her türlü gavamızına61 vukuf peyda etmekti. Hülya ediniz ki Naum’un operasında perdeciliğe ve Fransız tiyatrosunda makinistliğe kadar girdim. Bundan maksadım ne para kazanmaktı ne aktrislere yeşillenmek. Vakıa oyunculara çatmak arzusundaydım. Ama sadece o âlemi dahi görmek için.

Bin vesileler, bin hizmetler bularak Avrupalı ailelere sokulurdum. En büyük vesilem Fransızca tedris etmek sureti olmak üzere Osmanlı ailelerine dahi intisap ederdim. Bende ne kadar Çemsay Hanımlar, ne kadar Şemayil Beyler vardır ki her birinin hikâyesi insanı hayran eder.

Şu hâller ta bundan üç sene öncesine kadar devam etti. Ondan sonra ise durumum bütün bütün başkalaştı. Artık kalemin işlemesi lazım gelen zaman geldi. Hem de bizim kalem Türkçe ve Ermenice olmak üzere iki suretle işlerdi. İbaresi Türkçe, harfleri Ermenice olan tebliğlerim sırf Türkçe olanlardan ziyade revaç buldu. İnsanlar arasındaki şöhretim ise Felâtunlar derecesine vardı. Ancak bu kadar şöhreti aldıktan sonra bir de kendimi yokladım ki bende o şöhrete münasip kuvvet yoktur. İstanbul’da ise artık tahsilimi tamamlamaya imkân kalmadı. Ben her çiçeğin balını almış bitirmiştim. Binaenaleyh gönlümde Avrupa havaları esmeye başladı. Bütün gün meşhur olan Avrupa’nın meşhur şehirlerinin hâllerini anlatan kitaplar okurdum. Bütün gece dahi hayalimde, rüyamda Avrupa’ya seyahat ederdim.

Zaman geçtikçe bu arzu büyüdü. Hele Avrupa’nın ilmî gelişmişliği beni kendisine âşık etti. Nihayet bu kere azmimi fiile çıkarmaya karar verdim. Vakıa elde olan sermayem beni Avrupa’da peynir ekmekle dahi besleyemez ise de İstanbul’da birkaç matbaacı ile anlaşmalarım vardır. Eğer Paris’te hayal ve hesabım gibi çalışabilir isem hem kendimi besleyebileceğim hem de tahsili istediğim dereceye vardırmaya muvaffak olacağım.”

Nasuh şu son fıkrayı cemaat tahiyyatta olup da imam “Allahuekber” diyerek kalktığı zaman, henüz tahiyyatı bitirememiş olan musalli62 gibi gayet sürat ve acele ile söylemişti. Zira katar durarak kondüktör dahi, “Yemek için on beş dakika!” diye müsaade müddetini tayin etmiş olduğundan diğer yolcular gibi bunlar dahi dışarıya fırlamaya ve istasyon yanında bulunan otelde iskemle yakalamaya girişmişlerdi.

Böyle dar bir zaman içinde sofrada karın doyurmaktan başka hiçbir şeye ehemmiyet verilmeyeceği malumdur. Bunlar dahi bu konuda genel kaideye uyarak yalnız yemek ile meşgul oldular. Vagonlara tekrar girildiği zaman ise Paris’te nasıl geçinebileceklerine dair söz açmışlardı. Bu sözde dahi birkaç saat geçirdiler. Nihayet:

Gardiyanski: “Ey Nasuh Efendi! Lyon’da birlikte ikametimize razı olur musunuz?”

Nasuh: “Canıgönülden! Ama nerede?”

Gardiyanski: “Şüphe yok ki kesemize elverecek bir yerde.”

Nasuh: “Evet! Öyle olmalı. Zira Lyon’da dahi hiç olmaz ise iki haftacık ikamete mecburum.”

Gardiyanski: “Gezilecek yerleri gezdirmek için başka delile de ihtiyacınız kalmaz.”

Nasuh: “Zaten delile o kadar ihtiyacım yok ise de refakatinizden elbet daha ziyade müstefit olurum.”

Lyon’a vardıklarında Gardiyanski’nin Nasuh’u götürdüğü yer “Restauration Bourgeoise” levhalı bir lokanta idi ki temizliği ve nezafeti zararsız olmakla beraber fiyatlarının ucuzluğu için söz olamazdı. Avrupa’nın bu hâli acayiptir. İnsan bir frank ile karnını doyurabilir, on frank verse de aç kalır. Yer vardır ki herif süsten, alayişten başka bir şey satmaz. Yer vardır ki insandan aldıkları para kadar mal verirler. İşte “Restauration Bourgeoise” lokantası dahi müşterilerini böyle zararlı çıkarmayacak olan yerlerdendi.

Nasuh, Lyon’da dahi aynen Marsilya’da olduğu gibi memleketin içinin ve dışının tahkik ve muayenesi lazım gelen yerlerini ziyaret ve gördüklerinin hülasasını tafsilatlı bir mektuba geçirmekle İstanbul’a gönderdikten sonra yani tam iki hafta ikametten sonra Paris’e gitmek üzere trene bindi. Lakin Gardiyanski dahi ayrılmamıştı. Zira Gardiyanski asıl menzili doğrudan doğruya Paris olduğu hâlde sadece Nasuh’un arkadaşlığının lezzetinden mahrum olmamak için böyle İstanbul’dan Marsilya’ya ve oradan Lyon’a giderek her yerde on beşer yirmişer gün ikameti uygun görmüştü.

Lyon’dan Paris’e kadar bunlar tenhaca bir vagonda bulunduklarından dünyanın farklı hâllerine ve kendi başlarından geçenlere dair sohbetlerden başka fevkalade bir vakaya tesadüf etmemişlerdi. Binaenaleyh Nasuh’u Paris’te görmek için zihinlerimizi ondan evvel o payitahta göndererek kendisini tren istasyonundan karşılamamız lazım gelir.

(Birinci Kısmın Sonu)

İKİNCİ KISIM

Paris’te Bir Kış

Birinci Bölüm

Paris’te Aralık ayının soğucak akşamlarının birisinde, Boulevard Mazas üzerinde bulunan Lyon tren istasyonunda birçok kira arabacıları ve bir hayli de adamlar Lyon katarının gelişini bekliyorlardı. Zira o gün katarın mutat olan saatten biraz geç kalması, bazı bekleyenler için merakı mucip olmuştu.

Verilen işaretler ve çalınan çanlar ve düdükler trenin gelişini haber verdikçe bekleyen araba ve cemaat içinde büyücek bir dalgalanma hasıl oldu. Çünkü Paris’te bir tren istasyonuna inmek bizim Sirkeci iskelesine inmeye de benzemeyip olsa olsa Akdeniz ve Karadeniz’den gelen bir yolcunun vapurdan kayıklara ve onlar vasıtasıyla gümrüğe inmesine kıyas kabul edebilir ki İstanbul’da kayıkçılardan ve gümrük yoklamacılarından yolcular ne kadar bıkarlar ise Paris’te dahi arabacılardan, polislerden, gümrükçülerden, pasaportçulardan yolcular o kadar bıkarlar. Bu kadar rahatsızlığın hazırlanması için ise katarın varması esnasında görülen büyücek bir dalgalanma çok görülmemelidir.

Tren varıp da yekdiğerini çiğnercesine çıkan yolcuların şikâyet edercesine mırıldanmalarına kulak verenler, o gün lokomotifin yoldan çıkmış ve halkı bir hayli korkuttuktan sonra iki saatten ziyade zahmetle ancak yola sokulabilmiş olduğunu anladılar ise de işin tafsilatını öğrenemeyen gazete correspondantları (muhbirleri), ötekiyi berikiyi sorguya çekerlerdi. Paris’te yolcu ve eşya vesairenin iskelesi tren istasyonları olduğu gibi vilayetler ve yabancı havadis müteferrikasının iskelesi dahi istasyonlar olduğundan oralarda gazete bürolarına haber götürmekle ömür süren muhbirler eksik değildirler.

Bu hercümerç hâline bir çeyrek yirmi dakika sonra son verilircesine sükûnet geldikten sonra, bizim dahi gelişlerini beklediğimiz Nasuh Efendi ile Lehli Gardiyanski istasyon kapısından çıktılar ise de yalnız kendileri olmayıp yanları sıra bir de kadın vardı. Ama bu kadın şimdiye kadar tanımış olduğumuz kadınlardan değildir. Onlardan başka bir kadındır ki yaşı otuzu geçmiş ve endamı, güzelliği oldukça yerinde olup hâl-ü şanından dahi öyle pek bayağı bir şey olmadığı anlaşılır.

Vakıa bu kadın, Nasuh ve Gardiyanski ile birlikte çıktı. Ancak onlar ile beraber arabaya binmeyip erkekler ilk önce çektikleri arabaya kadını bindirip hâl-i sebîline terk ettikten sonra bir araba dahi kendileri için tedarik ederek arabacıya, “Monsieur le Prince Sokağı, numara dokuz!” emrini Nasuh verdi.

Paris’te arabalar kurs ve saat hesabı olmak üzere iki suretle kiralanır ki kurs demek müşteriyi bir yerden istenilen son yere kadar götürmek demek olduğundan ve bunun ücreti ise maktu63 bulunduğundan o şekilde rakip olanların arabacıyı filan sokaktan geçmesi için emir vermeye gerek yoktur. Arabacı hangi sokağı kestirme bulur ise oradan geçer. Yolcu istediği sokaktan geçmesi hakkını kazanmak ister ise arabayı saat hesabıyla tutmaya mecbur olur. Nasuh’un verdiği emir ise kurs emri olduğundan Austerlitz Köprüsü’nü geçip de Valhubert Meydanı’na giren arabacı Jardin des Plantes (botanik bahçesini) sağ tarafına alarak Buffon Sokağı’ndan sürmeye başladı. Ve birkaç sokağı döndükten, büküldükten sonra Luxembourg Bahçesi’ne çıkıp oradan dahi Monsieur le Prince Sokağı’na girmeyi kararlaştırdı. Paris sokaklarını tanımak ve bir yere gidilecek en kestirme yolu bulmak hususunda arabacıların mahareti sergent de ville’lerin (şehir kavaslarının) maharetinden daha ziyade olduğu müsellemdir.

Arabacı karar verdiği yoldan istenilen menzile gidedursun, biz araba içinde iki arkadaş arasında geçen şu sözlere kulak verelim:

Nasuh: “Vakıa bu defaki seyahatimizde tek başımıza rahat rahat gelemedik ise de Madame Mapercine ile ettiğimiz arkadaşlığın da lezzeti fena değildi ha Monsieur Gardiyanski?”

Gardiyanski: “Evet! Hem de bu Madame Mapercine şimdiye kadar gördüğümüz kadınlardan hiçbirisine benzemiyor. Ne ağır başlı ne hafif meşrepli ne filozof ne dindar, ne…”

Nasuh: “Ne Fransız ne İngiliz ne Alman! Öyle değil mi? Bize adresini verdiği fena olmadı. Bir aralık bulur isek gider kendisine arz-ı hulus64 ederiz.”

Gardiyanski: “Fena olmaz. Hem de adresi Rue de Rivoli Sokağı’nda *** numarada. Pek de züğürt yatağı bir yer olmamalıdır.”

Nasuh: “Baht ve talihin şimdiye kadar gösterdiği yardıma bakılır ise Paris’te işlerimiz yolunda gidecektir. Hele bu defaki yardımı!”

Gardiyanski: “Şimdi de kadercilik mezhebini mi tercih edeceğiz?”

Nasuh: “Hangisi işimize gelir ise… Ama bu tesadüfe de diyecek var mıdır? Tren yoldan çıktığı zaman hasıl olan sarsıntısıyla Madame Mapercine’i kaldırıp bizim kucağımıza atmak! Ya kucağımıza atmayıp da tahta perde üzerine atmış olsaydı?”

Gardiyanski: “Atmış olsaydı öte taraftaki locadan kaldırıp attığı adama tahta perdeyi de parçalayarak (palettirerek) bizim loca için bir kapı açtırdığı gibi Madame Mapercine’in vücut ağırlığıyla dahi bizim vagondan öteye doğru bir gedik açtırırdı.”

Nasuh: “Ama o zaman Madame Mapercine öteki locadan bizim locaya fırlatılmış olan adam gibi yalnız al kanlar içinde kalmazdı. Bizim locanın öte tarafında artık loca bulunmayıp vagon arası bulunduğundan Madame Mapercine kendisini vagonların tekerlekleri arasında bulurdu. Hasılı bir küçük tesadüf bizi Madame Mapercine için bir büyük hizmete mecbur etti. Kadın da bu hizmetimizin kadrini layıkıyla takdir etti ki bize o kadar teşekkürlerde bulundu. Hatta dostluğun ilerisi için dahi adresini verdi.”

Araba Soufflot Sokağı’ndan Luxembourg Bahçesi kenarına çıktığında turist rehberini elinden düşürmeyen Nasuh “Geldik!” diyerek sohbete son verip vakıa akabinde araba dahi Monsieur le Prince Sokağı’na girdi ise de henüz numaralar dokuzdan ziyadece olmasıyla artık numaraların azala azala dokuza kadar inmesini beklemişlerdi. Ayrıca saatte on kilometre sürat ile yol alan araba, istenilen numaraya ulaşmada dahi gecikmedi.

Yolcular çıktılar. Arabacının ücretinden başka, pourboire, yani şarap parası bahşişini de verdiler. Vakıa arabacıların belli olan ücretinden başka, bahşiş namıyla bir şey talebine nizamen hakları yok ise de bahşiş hususunda Paris İstanbul’umuzu fersah fersah geçmiş ve yirmi santimlik bir kahve içildiği zaman bir yirmi santim dahi uşağa bahşiş vermemek bayağı hakareti müstelzim65 bulunmuş olduğundan arabacılara nizama aykırı olarak şarap parası vermek dahi yolcuların cümle mecburiyetlerine dâhil olmuş kalmıştır.

Yolcuların arabadan çıktıktan sonra girdikleri dokuz numara kapısının üzerindeki “mefruşhane” serlevhasından dahi malum olacağı veçhile bir misafirhane olup bu evden kiralanacak dayalı döşeli bir oda için, şehrî yirmi beş franga kadar ücret verilir.

Beyoğlu’nda en kötü bir otelde oda kirası olarak bir gece için bir mecidiye yani dört franktan ziyadece ücret verildiği hâlde, Paris’te bu kadar ucuz bulduğunuza hayret mi ediyorsunuz? Daha ucuzu bile vardır. Nasuh Efendi idaresini bilir bir adam olmakla beraber müdebbirane66 ve mutasarrıfane67 bir yolda izzetinefsini dahi arar takımdan olmasıyla, bu yeri tercih etmişti. Yoksa bundan daha ucuz yerler dahi vardır.

Hem Paris’in ucuzluğu, pahalılığı, yerine ve o yerde sakin olan halkın hususi durumlarına göre değişir. İşbu Monsieur le Prince Sokağı, Seine Nehri’nin güney tarafında ve Quartier Latin Mahallesi denilen semtte olup oralar ise ekseriyetle talebe ve ulema yatağı olduğundan her şeyin fiyatı ehvence olması zaruridir. Çünkü Paris’te talebelik eden bir adam bizim İstanbul talebesi gibi yalnız bir imaret fodlası68 ve bir de çorba ile kalmayıp her biri hâline ve vaktine göre her türlü zevkten geri kalmazlar. Hatta Paris’in herkesten ziyade zevkini çıkaranlar talebe güruhu olduğunu dahi çok geçmeden pek çok misaliyle göreceksiniz. Binaenaleyh talebe umumi ismi altında yâd olunan bir kısım gençlerin medeni ve beşerî bütün levazımı, o civarda mükemmel olmakla beraber, bunlar dünyanın her tarafından gelip oraya toplanmış ve tahsil ve ilmin genişletilmesi yolunda gençliklerini geçirmekte bulunmuş olmalarından dolayı, kendilerine bir özel izin olmak üzere fiyatça ucuzluğu daima ararlar ve icra ederler.

На страницу:
9 из 11