![Paris’te Bir Türk](/covers_330/69428890.jpg)
Полная версия
Paris’te Bir Türk
Catherine: “Madame Cartrisse’i İstanbul’da iken tanıdınız mı Monsieur Nasuh?”
Nasuh: “Neden sordunuz efendim?”
Catherine: “Birbirinize olan samimiyetinizi ziyadece gördüm de ondan.”
Nasuh: (bahsi uzatmak için) “Samimiyetimize dair kuvvetli bir emare mi gördünüz?”
Catherine: “Birbirinize tarafgirlik etmenize bakılır ise.”
Nasuh: “Ne zaman? Hangi bahiste?”
Catherine: “Canım dünkü gün edilen bahiste…”
Nasuh: “Hata etmez isem biz dün yalnız zatıaliniz ile görüştük Cartrisse ise hemen üç lakırtı söylemedi.”
Catherine: “Demek oluyor ki Cartrisse ile olan samimi münasebetinizi inkâr etmek istiyorsunuz.”
Nasuh: “Ben kendim, hiçbir vakitte kendimi küfranınimette görmek istemem efendim. Eğer Cartrisse gibi melek huylu bir kadın ile samimi münasebet peyda edebilmiş olduğumu görsem, bunu bir büyük nimet bilerek teşekkürle itiraf ederdim. Fakat henüz böyle bir münasebeti akdeylediğimizi bilmiyorum. Vakıa biraz iltifatına mazhar oldum ama onu bana samimi bir lütuf olmak üzere etti. Çünkü ben kendimi Cartrisse gibi bir kadının iltifatına şayan görecek kadar mütekebbir değilim.”
Catherine: “Acayip! Bir söz söylüyorsunuz ki cihet cihet meraklara sebep oluyor. Cartrisse melek huylu bir kadın mıdır ki?”
Nasuh: “Bu davamı nazarımda iptal edecek henüz hiçbir şey görmedim. İlk sohbetinde ise hüsn-i nazar ve hüsn-i zan, akıllı ve terbiyeli olan bir adamın kârıdır.”
Catherine: (biraz bozularak) “İlk defa olarak sohbet edilen insan hakkında, hüsn-i nazar ve hüsn-i kabulde bulunmak akıl kârı olduğu bir yerde mukayyet midir?”
Nasuh: “Evet!”
Catherine: “Nerede?”
Nasuh: “Kin ve nefretten uzak saf yüreklerde.”
Catherine: (bu sözden daha ziyade üzülerek güya mukabele için) “Öyle ama pek de güvenilir olmayan bir kimseye, böyle hüsn-i kabul gösterip de sonra aldanmak?”
Nasuh: “Bunda yanılan için bir ayıp yoktur. Belki aldatan melunlar sınıfında kalır. Birisi kalpazandır. Sahte olan parasıyla beni aldatmış. Kanun hangimizi cezalandırır?”
Catherine: “Bu siyasi bir maddedir.”
Nasuh: “Kanunların cümlesi bir nokta-i nazardan bakıp ahvali değerlendirirler. Siyasi kanunlar ise sırf medeniyet ve insaniyet kanunları doğurmuştur.”
Nasuh bu sözleri söylerken Dizier ailesi halkı takımıyla yukarıya çıktıkları gibi Angeline tarafından görmekte bulunduğu sert ve soğuk muamelelerle beraber hâlâ ümidini kesmemiş bulunan Remzi Efendi dahi hiç olmaz ise uzaktan perestiş emeliyle arkalarına düşüp gelmişti. Ortalığın tenhalığı o suretle kalabalıklaştıktan sonra Catherine oturduğu yerden ayağa kalkıp güya gezinmek vaziyetini aldıysa da bu hâlde kolunu takdim etmek vazifesini kendisine teveccüh eden ve binaenaleyh kolunu arz eden Nasuh’a bir veda selamı vererek aşağıya indi ki bu muamele Catherine için Nasuh’a bir hakaret addolunarak reva görüldüğü anlaşılmakla beraber Nasuh katiyen üzülmedi. “Ben vazifeyi ifada kusur etmemiş olayım da o kibirli kadın benim bu nazikane muameleme, güzel mukabele etmemek ayıbı altında kalsın. Daha kârlı çıkarım.” dedi.
Yukarıda Remzi Efendi’nin Angeline’e göstermekte olduğu edepsiz olan âşıkane hâlleri görmek mi istersiniz? Yoksa zihninizi Nasuh ve Catherine ile beraber göndermek mi? Bize kalır ise ikinci suretin daha müreccah olacağına şüphe yoktur. Hatta şüphemiz olmadığı için biz kalbimizi bunların ardından sevk edeceğiz. Evvela Catherine’i ele alalım:
Kadın, kıç üzeri merdivenden aşağıya ininceye kadar hareket ve tavrında bir güne değişiklik göstermemek için kendini zorlayıp fakat tam birinci kamaranın salonuna gireceği zaman, artık içinde kaynayıp kabaran hiddetin tesirat-ı dahliyesine o kadar mağlup oldu ve o derece gazap ve hiddetle içeriye girdi ki kendisini karşılayan “Sabah kahvenizi içmeden çıktınız madam, burada salonda mı içeceksiniz? Yoksa yine kabinenize mi götürelim?” diyen kamarotu tanıyamayarak ve biçareyi Nasuh zannederek “Efendi efendi! Ettiğiniz hakaretler lazım derecesini ziyadesiyle aştı! Ya beni kendi hâlime terk ediniz veyahut ben kendimi sizin tasallutlarınızdan kurtarmak için ne iktidara malik isem ona müracaat etmeme müsaade buyurunuz!” diye kamarot ile âdeta kavgaya başladı.
Vakıa kamarotun “Aman efendim! Ben size ne hakaret ettim?!” diye itiraza başlaması üzerine, Catherine aklını başına topladığı zaman gayriihtiyari oynadığı bu komedyaya kendisinin dahi yine gayriihtiyari kahkahalar ile gülmesi lazım gelir idiyse de bu kere dahi bir Türk’ün muamelesinin heybeti, kendisini oraya kadar takip edecek derecede kuvvetli bulunmasına ve buna mukabil kendisinin pek aciz ve zayıf kalmış olmasına hiddet ederek kamarota, “Sözüm sana değil! Ben bu sabah kahve de istemem!..” cevabını vererek kendisini kabinesine attı.
Bereket versin ki Catherine’in bu gazap hâlinde, Cartrisse yanında bulunmadı. Bulunmuş olsaydı saç saça, baş başa bir güzel kavga edeceklerine hiç şüphe edilemezdi. Zira Catherine hiddetinden âdeta çıldırmışa dönüp kavga edecek hiçbir kimse bulamadığı hâlde, kendi nefsiyle kavgaya başlayıp “Ben de Cartrisse gibi bir budalanın sözlerine baktım da yabanın terbiyesiz, edepsiz Türkleriyle tanışıp görüşme peyda eyledim. Müstahakım! Müstahakım zahir! Böyle sözünü, sohbetini bilmez ve söylediği sözün bir ucu nereye dokunma ihtimali olduğunu düşünmez kaba heriflerin hakaretamiz hitap ve suçlamalarına müstahakım! Zira Cartrisse’in hikmetlerine kulak vermek gibi eşeklik derecesindeki bir ahmaklığın cezası olsa olsa bu olabilir. Akıllı ve terbiyeli ve nazik olanlar bir adamla ilk defa olmak üzere sohbet ettikleri zaman hüsn-i zan ve hüsn-i kabulde bulunurlarmış! Demek oluyor ki ben kendisiyle ilk sohbette hüsn-i nazarda bulunmadığım için akılsız, terbiyesiz ve nezaketsiz imişim!.. Ama sonra aldanır ise herkes aldatanı ayıplarmış! Çok yaşa koca Türk! Sen bu hikmetlerinle bin yaşa! Eğer ben bu gibi ağızlara kulak vermiş olsaydım, şimdiye kadar çoktan rezil olmuş gitmiştim! Bu düstur, saflık ve sadakatle dolu olan mahkuk26 imiş! Aman etme Allah’ı seversen Türk Efendi! Bu kadar yüksekten uçma! Sonra yuvarlandığın zaman boynunu kırarsın!” yollu muhakemeler ile sözün nakaratı olarak dahi hep “Böyle Cartrisse gibi zevzeğin sözüne kulak verdiğim için, Türklerin dahi edepsiz hakaretlerine müstahakım!” diye kendini suçlamada karar kılardı.
Catherine’in, Cartrisse aleyhine bu kadar şiddet göstermesi, Nasuh hakkındaki olumsuz fikrini, Cartrisse’in Nasuh’a hikâye etmiş bulunması ve buna dayanmak üzere dahi Nasuh’un zımnen kendisini akılsız ve terbiyesiz eylemiş olması hesabından doğardı. Ancak siz de bilirsiniz ki Cartrisse böyle bir münafıklıkta bulunmamıştır. Hatta Nasuh dahi bu sözleri, kötü düşünce ile söylemeyip yalnız dünyada her gördüğü şeye ve zata nefret göstermekte olan bir kadının fikrini gıcıklamak için söylemiş olduğuna güvenimiz tamdır. Lakin bu hakikati o gazap hâlinde iken Catherine’e anlatma ihtimali olabilir mi? Kadın düşündükçe kızar ve kızdıkça düşünür ve bazı kere olurdu ki hemen yukarıya çıkıp Türk’e bunca halk içinde bir şamar atmaya karar vermek derecelerini bulurdu.
Lakin bu derece şiddetinden dolayı Catherine’i ayıplamayınız. Sizin hem mütekebbir ve mağrur hem de kadın olduğunuz var mı? Ama nasıl mütekebbir? Zekâ ve anlayışıyla! Nasıl mağrur? İlim ve irfanıyla! Nasıl kadın? Âlemi kendi güzelliğine, servetine secde eder görmekle iftihar eden bir kadın. Bu hâl-ü şanda bulunan bir kadın, böyle bir bahiste bundan aşağı hiddetlenir ise asıl o zaman şaşırmaya mahal vardır.
Nasuh ise “Ben vazifeyi ifada kusur etmemiş olayım da o kibirli kadın nazikane muameleye güzel mukabele etmemek ayıbı altında kalsın. Ben daha kârlı çıkarım.” sözünü bitirdiği zaman bu sabah keyfi ile dolaşan ve kıç üstü olayının bütün tesirlerine dahi son vererek aşağıya o kadar sükûnetli bir hâl ile indi ki henüz giyinip yukarıya çıkmakta bulunan Gardiyanski, Nasuh’un yüzünden hiçbir şey anlayamadı.
Aralarında şöyle konuşmacık geçti:
Gardiyanski: “Vay bonjur kardeşim! Artık sana kardeşim diye hitap etmekliğime müsaade edersin ya?”
Nasuh: “Bu iltifatınıza teşekkürden başka söyleyecek bir söz bulamam. Fakat dostlukta, uhuvvette bu kadar aceleye mahal yoktur. Bonjur Monsieur Gardiyanski!”
Gardiyanski: “Ee nereye ya? Şu aceleye niçin mahal yok bakalım, onu anlamak için yukarıya bir tarafa çıkalım.”
Nasuh: “Ne hacet? Sizin gibi adamlar bir kere düello etmedikten sonra gerçekten dost ve kardeş olabilir mi? İşte bunu düşünürsen kifayet eder.”
Gardiyanski: “O bize mahsus bir kaide midir?”
Nasuh: “Kalemini meç gibi kullananlarla, meçini kalem gibi kullananlara mahsus bir kaidedir. Bunca edibin bahsettikleri kılıç ve kalem dahi işte bu yolda kullanılan aletlerdir ki bunların ikisini de sizde var görmekle iftihar ederim.”
Gardiyanski: “İyi ya a canım! Yukarıya çıkalım da iki çift söz söyleyelim. Akşam da söyleşmedik.”
Nasuh: “Bana yarım saatçik müsaade vermenizi rica ederim.”
Gardiyanski: “Öyle ise şimdilik bir yarım adiyö!”
Nasuh: “Bonjur Monsieur Gardiyanski!”
Nasuh’un Gardiyanski ile beraber yukarıya dönmek istememesine bakılır ise aşağıda görülecek bir mühim işi olduğu zannolunur. Hâlbuki bu zan büsbütün boştur. Nasuh âdeta yatağı içine şöyle uzanıp da akşam kenarını kırarak bırakmış olduğu sayfada bitirilememiş kalan bir bahsi okumaktan başka hiçbir iş için aşağıya inmemişti. Vakıa maksadı veçhile uzandı, yattı. Ancak bir gemide Mister James gibi bir deli İngiliz bulunur ise her dakikada bin komedyaya tesadüf eden yolcuların gülmekten kırılması, böyle okuma gibi sükûnet-i fikre muhtaç olan işleri tamamlamaya müsaade mi eder? Bu kere oynadığı komedya ise âlemde hemen Mister James ile yine onun gibi bir İngiliz’den başka kimsenin oynayamayacağı komedyalardandır.
Şöyle ki:
Hani ya şu sağdan soldan beşer tane kabine kapılarını geçtikten sonra iki tane dahi altıncı kapılar yok mu idi? Hani ya bunların hususiyetleri umuma ait olduğunu mahallinde zikretmiştik. İşte bizim Mister James sabahleyin bunlardan birisinin hususiyetine malik olmuş iken güya içeride beliren bir böcek kendisini korkutmuş gibi aceleyle dışarıya fırladı ve zaten yataktan çıktığı hâliyle şallak mallak bir surette bulunması az imiş, bir de gömleğini ve donunu bir eliyle buruşturup kavrayarak ve diğer elini dahi elbisenin katmerleri altından göstererek olanca avazıyla “Monsieur Autrans! Mister Autrans! Bir fikir daha geldi hem de şimdi geldi!..” diye salon içine kadar koşup geldi.
Autrans ise henüz giyinmekte olduğundan deli İngiliz’i bu hâlde görünce kahkahasını bir türlü yenememekle beraber, henüz yeni gelen fikrin neden ibaret olduğunu sordu ve filozof İngiliz’den şu cevabı aldı:
Payitahtın devlet-i aliyesinde!.. Şey! Devlet-i aliyenin payitahtında diyecektim! Tasvir ve çizilmeye şayan bir şey daha vardır. Hani ya şu Galata Köprüsü’nü geçip de İstanbul tarafına geçince bir büyük cami yok mu? Hani ya o caminin yanında alafrangaca ismini söylemek gayet ayıp olan sıra yerler yok mu? Ben orada birçok herif gördüm ki işte aynen benim bu hâlde duruşum gibi durup gizli bir iş ile meşgul olurlardı. Yanımdaki tercümana sordum. Bunun bir temizlik olduğunu haber verdi. Ama garip temizlik değil mi? Senin şöylece dahi bir resmini almak ve altına ‘Türklerin temizliği! Meşhur İngiliz ressamı Mister James tarafından resmolunmuştur.’ ibaresini yazmak fena olmayacak.”
Vakıa filozof İngiliz, Türklerin bu temizliğinin gizli olduğunu haber verir idiyse de kendisi asla gizlemeye lüzum görmezdi. İngiliz’in telaşı ve gürültüsü üzerine henüz yatağından çıkmamış olan Yorgidis dahi perdesinden başını çıkarıp çatlayıncaya kadar gülerdi. Nasuh Efendi dahi İngiliz’in bu cinneti üzerine artık sabır ve tahammülü tüketerek mukabeleye başladı ise de herife meram anlatmak pek güç oldu. Bakınız ama ne kadar güç:
Nasuh: “Canım a Mister James! Artık rezaletin bu derecesine de lüzum var mıdır ya?!”
James: “Nasıl rezalet? Hiç terbiyeli bir İngiliz rezalet yapar mı? Hiç Kraliçe Victoria’nın serbest bir tebaasına böyle iftira edilir mi?”
Nasuh: “Rica ederim bir kere mülahaza ediniz ki şimdi şu salonda kadınlar bulunmuş olsaydı ne derlerdi? Ne yaparlardı?”
James: (hâlâ işinde devam ederek) “Ne yapacaklar? Mendillerini veyahut yelpazelerini yüzlerine tutup fakat alt tarafından yine temaşadan geri kalmazlardı. Benim kötü bir maksadım yok ki ayıplıyorsunuz. Ben ressamım. Ressam kısmı çırçıplak bir kadını karşısına alıp Venüs ilahesinin resmini çıkaramaz mı? Ben de böyle bir resim çıkaracağım.”
Nasuh: “Pekâlâ! Venüs ilahesinin resmini çıkardığınız kız o hâlde bu salona girebilir mi?”
James: “Giremez ama mademki Meşhur İngiliz ressamı Mister James bu salondadır, artık buraya salon denmez; belki mükellef bir resimhane denir.”
Yorgidis: “Bir söz de benim söylememe müsaade buyurunuz. Siz hiçbir levha gördünüz mü ki bir halkın ne suretle tuvaletini yaptığını tasvir etsin?”
James: “Hay Allah razı olsun! Görmedik. Biz de işte hiçbir ressamın yapamamış olduğu şeyi yaparak bu yüzden nam almak, şan kazanmak istiyoruz.”
Deli İngiliz bu sözleri o kadar ciddi olarak söylerdi ki hatta bu sevdadan vazgeçmesini kraliçe emretse bile kabul etmeyeceği, söz ve davranışlarıyla gösterdiği devam ve ısrardan anlaşılırdı. Nihayet Nasuh Efendi başka bir tedbir bulamayarak herifi ite ite endam aynasının karşısına kadar götürüp “Bak Allah’ı seversen bak! Kendini gör! Şu hâlde yapacağın bir resmi satın alan bulunur mu? Buna hükûmet müsaade eder mi?” dedi ve bereket versin Autrans dahi bu müstehcen resmi seyahatnamesine koyamayacağını anlattı da İngiliz dahi yapacağı şeyin para etmeyeceğini anlayarak yalnız bunun için kararından vazgeçti.
Öyle ya! Bir adam filozof ve özellikle İngilizlikle beraber filozof olur ise kararından öyle çarçabuk dönememelidir.
On Üçüncü Bölüm
Deli İngiliz’in gürültüsü, bir iki günden beri geceleri yalnız yazı yazmak ve gündüzleri kuşluk yemeğine kadar uyuduğu gibi, yemekten sonra dahi bir iki saat zamanı uyku ile geçirmekten dolayı ortada çoğunlukla görünmeyen Alman Herr Kaliksberg’i bile dışarı çıkartmıştı. Kaliksberg, deli İngiliz’in her lafını işitmiş ve tuhaf hâlini dahi görmüş olduğundan Allah bilir ama bir iki günden beri yazdığı şey dahi İngiliz politikası aleyhine bir rapor olmalıdır ki bayağı tehevvür hâline gelmiş olan Nasuh Efendi’yi bir tarafa çekip gayet küçümseyen ve ifritçe bir tavır ile “Ayıplamayınız monsieur! Ne yapsın? Biçare İngiliz’dir. Onların Hint, Çin ve Amerika politikalarını parmakları ucunda çevirmek gayretinde bulunan lordları dahi tuhaflıkta Mister James’ten aşağı kalmazlar!” demişti.
Vakıa biraz sonra Cartrisse ile Madame Syrienne dahi dışarıya çıkmışlar idiyse de bereket versin ki İngiliz’i o hâlde görmeyip pantolonunu ayağına giymiş olduğu hâlde bulmuşlardı. Bunlar şamatanın sebebini sordular. Nasuh Efendi “Bir komedya ki kadınların göreceği şeylerden olmadığı gibi işiteceği şeylerden de değildir.” diye mukabele ederek işi tatlıya bağlamıştır.
Madame Syrienne zevcesi müteveffa Monsieur Syrienne’in böyle kadınların göremeyecekleri ve işitemeyecekleri hâllerde asla bulunmadığından başlayarak mutadı olduğu üzere müteveffayı biraz daha methettikten sonra kabinesine dönerek ve çocuklarını alarak yukarıya çıkmaya kalkışmasıyla, Cartrisse dahi Nasuh’u elinden tutarak Madame Syrienne’e uymuş ve şu hâlde ikinci kamara yolcuları hemen tamamıyla kıç üzerine dolmuştu. Lakin Nasuh, Catherine ile sabahleyin vuku bulan sohbeti asla ağzına almayıp Cartrisse dahi mezbure27 hakkında dudağını açıp konuşmadığından aralarında edilen sohbet öte tarafta Angeline ile meşgul olan ve binaenaleyh Cartrisse ve Nasuh’un yukarıya çıktıklarından haberdar olamayan Gardiyanski’nin bazı güzel hâllerini hikâye ve muhakemeden ibaret kalmıştı.
Bugün kuşluk yemeğinden sonraya ve hatta akşamüzerine kadar zikre şayan âdeta hiçbir şey geçmemiştir. Akşamüzeri vuku bulan bir hâl ise şu seyahat üzerinde kayıt ve tahririne lüzum göreceğimiz hususlardandır.
Şöyle ki:
Nasuh, kuşluk yemeğinden sonra yazıya oturup Marsilya’dan İstanbul’a göndereceği bir mektubu yazmaya başlamıştı ki bu mektup İstanbul’dan Marsilya’ya kadar olan seyahati içine aldığı için ayrıntılıca bir şeydi. Tam yarıda iken Cartrisse telaşla geldi. Söze başladı:
Cartrisse: “Allah’ı severseniz Monsieur Nasuh! Bugün yine Catherine ile ne konuştunuz?”
Nasuh: (şaşırarak) “Hemen hiç!”
Cartrisse: “Nasıl hiç? Az kaldı ki evladım gibi muamele ettiğim Catherine ile bugün senin için boğaz boğaza geleyim!”
Nasuh: (kalemi elinden bırakarak) “Niçin?”
Cartrisse: “Siz ona akılsız, edepsiz, terbiyesiz demişsiniz?”
Nasuh: “Ne demişim? Ben mi demişim! Böyle bir laf Nasuh’un ağzından çıkmış ha? Yanlışınız var efendim.”
Cartrisse: “Evet! Öyle diyor.”
Nasuh: “Öyle ise âdeta hoppalık ediyor ki onun gibi kâmil geçinmek isteyen bir kadına hoppalık hiç yakışmaz. Ne ise! Böyle bir hezeyan etmiş olduğum gerçek ise gider özür dilerim.”
Cartrisse: “Bin bela ile yumuşattım. Gel Allah’ı seversen şuna bir şey anlatınız.”
Bu teklif üzerine Nasuh bir kere başını önüne eğdi. Fakat çok vakit bu durumda devam etmeyip hemen müteakiben yine kaldırdı. Hem de mütebessimane bir tavırla kaldırıp Cartrisse’e dedi ki:
Nasuh: “İster misiniz ki şu Catherine ile dost olayım?”
Cartrisse: “Ben dostluktan vazgeçtim. Birbirinizi hiç tanımadığınız zamanki hâle çevirebilirseniz memnun olurum.”
Nasuh: “Hayır! Hayır! Dost olacağım. Hem o kadar dost ki!..”
Cartrisse: “Ne kadar?”
Nasuh: “İhtimal ki sizi kıskandıracak kadar!”
Cartrisse: “Beni mi? Ben kıskanacağım ha? Neden kıskanayım? Aramızda bir alaka mı var?”
Nasuh: “Yok ama ben…”
Cartrisse: “Ey! Sen?”
Nasuh: “Ben istersem o dünyada kimseyi beğenmeyen azametli Mademoiselle Catherine’i kendime çıldırasıya âşık ederim.”
Cartrisse: “Güleceğimi getiriyorsunuz Monsieur Nasuh!”
Nasuh: “Ayaklarıma kapandırırım diyorum.”
Cartrisse: “Muhal28 denilen şeyin hükmü içinde bir de imkân var mıdır?”
Nasuh: “Bence vardır. Fakat sonra kıza yazık etmiş olmayalım.”
Cartrisse: “Bence bu dediğiniz şey muhaldir. Muhal hükmünde de hiç imkân yoktur. Binaenaleyh kıza yazık olmayacağına ben eminim. Elinizden geleni esirgemeyiniz. Eğer muvaffak olur iseniz o zaman da işin bir kolayı bulunmaz değil a?”
Nasuh: “Ha! Bak o zaman işin bence hiçbir kolayı bulunamaz. Bu bir muhaldir ki işte bunun imkânını bulmak gayet güçtür.”
Cartrisse: “Ne ise! Eğer siz bu dediğiniz şeyi yapabilir iseniz…”
Nasuh: “Yapabilir isem? O zaman bana ne verirsiniz?”
Cartrisse: “Ne istersiniz?”
Nasuh: “Bir bakıma pek küçük, bir bakıma pek büyük!..”
Cartrisse: “Ne?”
Nasuh: “Bir zafer öpücüğü!”
Cartrisse: “Benden mi?”
Nasuh: “Evet! Sizden! Ama istediğim gibi!”
Cartrisse: “Pekâlâ!”
Nasuh: “İstediğim gibi olacağına dikkat isterim. Bu kaydı asla ve kat’a unutmamalı!”
Cartrisse: “Asla ve kat’a unutmayacağım.”
Nasuh: “Öyle ise haydi gidelim.”
Bu müzakere ve karar üzerine ikisi beraber kalktılar doğruca birinci kamaranın salonuna gittiler. Çünkü Catherine, Nasuh aleyhine olan şikâyetini Olamaz, olmaz, olmayacak, olması, gerçekleşmesi olanaksız âdeta Cartrisse ile kavga edercesine arz edip Cartrisse dahi eğer Nasuh böyle bir edepsizlik etmiş ise mutlaka özür için getireceğini vadetmiş bulunmasıyla, o mütekebbir ve müteazzım29 kadın, mağlubu olan erkeğin kendisinden af ve özür dilemesine orada muntazır bulunurdu.
Nasuh önde ve Cartrisse arkada olarak salona girdikleri zaman Catherine, kendilerinden başka kimse bulunmayan o mükellef salon içinde ayak üzerinde bulunup her pencere arasını süsleyen aynalara bakarak güzelliğini, letafetini kıyaslayarak gururunu arttırdıkça arttırırdı. Bir nebzecik gurur her kadın için ziynet addolunabilir ise de Allah için işin şu cihetini itiraf etmelidir ki Catherine’e gururun ifratı dahi ziynet addolunabilmekteydi. Nasuh’un şimşek gibi tez olan nazarıdikkati, bu hakikati çoktan görmüş ve Catherine’in kimseyi beğenememesi âdeta kendisini hevaperestane bir kadın olarak göstermemek için olduğunu, kadın kendisiyle muaşaka edilmesi değil, sözün en kısası kendisine perestiş edilmesi davasında bulunduğunu fark etmişti. Zaten Catherine’i bu kadar imtihan ve tetkik etmemiş olsaydı, Cartrisse ile o büyük mukaveleyi akdedebilir miydi?
Kadının huzuruna geldiği zaman Nasuh’un verdiği selamda gösterdiği tevazu şimdiye kadar verdiği birkaç selamdan ne ziyadeydi ne de noksan. Catherine ise başını bile eğmeyerek Nemrut gibi bir duruşta bulundu ki duruşunda görülen azamet ve gururun, ta bu derecesinde dahi yine o dereceye mütenasip letafet ve tatlılık olduğunu teslim, elbette ve elbette lazımdır.
Nasuh: “İlk görüşmemizde size ‘Ben en büyük felaketlerin bile zevkini, lezzetini bulurum.’ dememiş miydim mademoiselle? Siz o zaman bana itiraz etmiştiniz. İşte davamı fiilen ispat ediyorum. Şu anda yaptığımı bilmediğim bir büyük edepsizliğimden dolayı huzurunuzda hatamı ve suçumu itirafa davet olundum. Merhamet ve affınızı istemeye getirildim. Ne büyük felaket! Âlemde en ziyade nefret ettiğim edepsizliği gayriihtiyari kabul etmiş olayım! Bundan büyük felaket mi olabilir? Lakin bakınız bu felaket içinde ne de büyük bir lezzet bulmaktayım. Bir de değil. Pek çok. Bir kere, büyük bir güzellik ve letafetle kadın nevine gerçekten üstün gelmiş olan en güzel bir kadını, tam bir hışım ve gazap içinde görmekteyim ki kıymetini bilenlere, bu dünya zevki değer. İkincisi, haberdar olmadığım suçumu itiraf ederek, hakk-ı galibiyetinizi teslimle sizi galip tavrı içinde görmekteyim ki bu muzafferane tatlılık, güzellik tanrıçası Venüs’te dahi yoktu. Zira kemal güzelliğiyle beraber gördüğü hakareti en bayağı bir kadın dahi görmez… Aman ya Rab! Bir güzel kadına galibiyet tavrı ne de güzel yaraşır? Üçüncüsü, suç ve kusuru itiraf ederek, yalvararak, ağlayarak mutlaka merhametinize nail olacağım ki elbette herkes için nail olunması imkânsız derecesinde zor olan bir nimete, benim böyle hiç beklemediğim bir kolaylıkla nail olmam en büyük nimet ve binaenaleyh büyük bir zevk ve lezzettir.”
Sözünü burada kestikten sonra cevabı bekler bir tavırla Catherine’in yüzüne baktı. Catherine, şu uzunca özrü, başından sonuna kadar güya her harfini ezber ediyormuşçasına tam bir dikkatle dinlemiş ve Nasuh cevabı beklediği zaman ise ömründe kimseden işitmediği ve ihtimal ki o zamana kadar kimsenin tefevvüh30 edememiş olduğu bu garip özre, verecek hiçbir cevap bulamayıp âdeta nutku tutulmuş kalmıştı.
Bu şaşkınlık ve hayret şüphesiz üç beş dakikadan ziyade devam ettikten sonra Catherine güç hâlle “Buyurunuz oturalım.” diyebildi. Lakin öte taraf yalnız bu cevaba kanaat edemeyerek:
Nasuh: “Ağzınızdan af kelimesi çıkmadıktan sonra oturmak ihtimali yoktur. Yok eğer dizlerinize kapandığımı…”
Catherine: (dizlerine kapanmak üzere davranmış gibi görünen Nasuh’un kolundan tutarak) “Estağfurullah! Affa ihtiyaç görülecek bir kusurunuz mu var ki?”
Nasuh: “Tamam! Ben de öyle isterim ya! İşte kusurum olmadığı tarafınızdan itiraf edildiği hâlde, affedilmiş olmamı istemek arzusundayım ki nimet içinde nimet ve lezzet içinde lezzet olmak üzere bunu addeceğim yoksa benden bu lütfu esirgemek mi istiyorsunuz? Kalbiniz kadar hassas bir kalbe bu katılık yakışır mı?”
Catherine: (hissolunmaz derecede bir tebessümle) “İsteğiniz mutlaka ‘affettim’ dedirtmek midir?”
Cartrisse: “Öyle olmasa bu ricada bulunur muydu? Hatta benim de huzurunda aklanıp temize çıkmak için istediğim şey budur.”
Catherine: “Öyle ise affettim.”
Nasuh: “Teşekkür ederim!”
Diye cümlesi oturdular. Fakat zanneder misiniz ki bu muamele Catherine’i memnun edebildi? Heyhat! Catherine ahmak bir kız değildi. Kendisi için bulabileceğiniz bir kusur olabilirse o da son derecede hırçınlığı, kibri, azameti olabilir. Yoksa bu özür meselesinde dahi Nasuh’un galebe etmiş olduğunu gördüğünden içini yer bitirirdi. Şu kadar var ki hariçte hiss-i derunundan renk verir ise pek gülünç olacağını anladığı cihetle dereden tepeden sözler ile idare etmeye lüzum görmüştü.
Bu zaruri konuşmada Catherine’in gösterdiği yapmacık ve riyakârane nezaketi bililtizam31 ciddiye alan Cartrisse, gayet şen ve mütebessim bir tavırla ve şaka yollu Catherine’e dedi ki:
Cartrisse: “Bir dakika sonra böyle tatlı tatlı konuşacağın bir zat hakkında bir dakika evvelki şiddetini şimdi düşünebiliyor musun?”
Nasuh: (Catherine’e söz bırakmayarak) “Gerçekten her kusur bende oldu Madame Cartrisse! Fakat demincek Catherine cenaplarına arz ettiğim gibi bu kusurum dahi diğer taraftan büyük bir nimet olmak üzere arz-ı didar etti.”32
Cartrisse: “Ne kusur ettinizdi?”
Nasuh: “Ettiğim kusur, yalancılığı ve ikiyüzlülüğü kabul etmemek oldu.”
Catherine: (mahcubane) “Acayip! Buna kusur mu derler?”
Nasuh: “Kusur olmasaydı, aleyhime sizi o kadar kızgın eder miydi? Daha üç günlük bir şey olduğu için hatırınızdan çıkmamıştır ki efendim ilk görüşmeye beni siz davet ettiniz. O davete icabette mazur idim. Bu sabah ise tesadüf olarak görüştük. Malumdur ki tesadüfün önüne kimse duvar çekemez. Ben bunda dahi mazur idim. Ama siz pek güzel bir kadın olduğunuz hâlde ben pek çirkin bir adam olduğumu, siz zengin olduğunuz hâlde ben fakir bulunduğumu, siz yüksek fikir erbabından olup mavera-yı tabiattan33 dem vurduğunuz hâlde, ben tabiattan ayrılmadığımı görerek ve özellikle de karakterim bir güzel kadını, serveti ve mavera-yı tabiatı sevmemekte bulunduğunu dahi gözümün önüne koyarak sizinle yalnız bir iki defa görüşecek olduğumu anlamalıydım da ona göre hareket etmeliydim. Yani her ne söyler iseniz tam hakikatin ta kendisi olduğunu tasdik etmeli ve…”