bannerbanner
Fergana Güzeli
Fergana Güzeli

Полная версия

Fergana Güzeli

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
4 из 6

Cihan, pederinin duaya meyil ve rağbetinden duyduğu sevinç ve iç huzuru ile sordu:

“Mubez bu akşam bize gelecek mi?”

Marzban, kalben bir sır saklıyormuş gibi cevap verdi:

“Onu çağırmak için kardeşini gönderdim fakat alıp getiremeyeceğini zannediyorum. Çünkü tecrübe ile gördüm: Kardeşine her ne emretsem onun tersini yapar.” Marzban son sözleri ağzından kaçırdığından dolayı pişman olmuştu. Telafi için:

“Kusuru yok. Mubez yarın gelse de olur.” dedi.

Cihan babasının kendi kardeşi hakkında, o yolda öyle bir dil kullanmasından; pederinin ondan memnun olmadığını anlıyordu. Daha önce de babasından öyle bir şey hissetmişti fakat sebebini anlamıyordu. Marzban, kızının aşırı zekâ ve hızlı kavrayışını ve kardeşi hakkında kendisinin söylememek istediği şeyleri bilecek olursa üzüntü ve kederli bir hayat geçireceğini bildiği için o sırrı saklamaya son derece gayret ediyordu. Cihan ile pederi bir an sessizleşti. İkisi de yere bakarak düşünüyorlardı. Marzban birdenbire kendisini toplayarak:

“Kızım, sevgili Cihan’ım! Odaya git, elbiseni değiştir. Sonra yemek ye. Ben biraz rahat etmek, uyumak istiyorum.” dedi. Cihan ayağa kalktı:

“Sana bir şey lazım değil mi? Gitmeden önce yapayım, babacığım.”

“Hayır, kızım! Şimdi bir şeye ihtiyacım yok. Yarın sabah Mubez gelince bir şeyi öğrenmiş olacaksın. Şimdi selametle git, rahat yat.”

11

SAMAN

Cihan pederinin ne düşündüğünü, yarın kendisine söylenecek sırrı anlamak için büyük bir meraka düşmüştü. Pederinin hastalığını, zayıflığını dikkate alarak sırrı o anda kendisine söyletmeyi uygun görmedi. Onun Afşin’den bahsetmemesi kendisini memnun ediyor ancak o sırada babasının huzurunda bir fırsat bulup Ay Toldı’yı söyleyemediğinden üzgün duruyordu. Babasına Ay Toldı’dan bahsedecek olursa babasının onun hakkında övgüde bulunacağını, bu sayede bu evlilik hakkındaki fikrini anlayacağını ümit ediyordu. Cihan diğer kızlar gibi böyle bir konuyu babasına açmaktan korkar, sıkılır bir kız değildi. Akıl ve dirayet sahibiydi. Babasıyla bir erkek gibi konuşuyordu. Bununla beraber bu işin, Ay Toldı’nın gelip babasının huzuruna girmesi zamanına rastlamasını daha uygun buldu.

Cihan babasının odasından çıkmak için hazırlanırken uşak içeri girdi.

“Saman geliyor.” dedi.

Marzban bu ismi işitince canı sıkıldı, belli etmeyerek:

“Girsin.” dedi.

Saman içeri girdi. Onunla Cihan’ın yüzlerine bakılırsa kardeş olduklarına inanmak mümkün değildi. Gerçekte Saman, Cihan’ın yalnız baba tarafından kardeşiydi.

Onun annesi Hintli bir hanımdı. Vefatında Saman, sekiz yaşında bulunuyordu. Sonra pederi Kafkasya’ya gitti. Orada güzel bir Çerkez kızı buldu. Güzelliğini, ahlakını beğendi. Onunla evlenerek Fergana’ya getirdi. Kadıncağız biri Cihan diğeri yine bir kız olmak üzere ikiz doğurdu. Bu ikiz kızlar henüz küçükken valideleri vefat etti. Marzban, bunlara Hizran’ı mürebbiye tayin etti ve Çerkez eşinin vefatından sonra bir daha evlenmek istemedi çünkü son derecedeki güzelliğinden, akıl ve dirayetinden dolayı onu çok seviyordu. Validelerine pek çok benzedikleri için bu iki kızı da sevdi fakat bunlar henüz üç yaşına varmadan biri gayet garip bir şekilde kayboldu. Cihan yalnız kalınca Marzban, bütün sevgisini ona yöneltti. Bir kızının kaybolması hakkında şöyle bir rivayet anlatılagelmiştir: Bir at onu kapıp götürmüş! Çünkü Türkistan’da bir çeşit haydutlar vardır ki atlarını haydutluğa alıştırırlardı. Bu atlar küçük çocukları, yükleri dişleriyle kapıp kaçırırlardı. İşte o tarihten sonra Fergana halkı o gibi haydut atların saldırısından korunmak için küçük çocuklarını yanlarından ayırmamaya başlamışlardı. Hâlbuki Marzban, küçük kızının kaybolma sebebini başka türlü anlayarak o andan itibaren oğlu Saman hakkında şiddetli bir nefret duymaya başlamış fakat bu sebebi herkesten gizlemişti.

Saman yaradılış ve ahlak itibarıyla kız kardeşi Cihan’ın tersiydi. Kısa boylu, köse bir adamdı. Çenesinde dağınık bir hâlde bulunan birkaç kıldan başka kıl yoktu. Yassı yanaklıydı. Gözlerinin akı sanki bir uykudan uyanmış gibi kırmızılıkla karışıktı. Bununla beraber şiddetli bir şaşılık ile gözlerine bir perişanlık ilave olmuştu. O hâlde ki size bakarken tavana ya da kapıya bakıyor zannediyordunuz. Bir şeye sabit bir şekilde bakamazdı. Sizinle konuştuğu zaman yere bakarak konuşur yahut göz kapakları titrediği hâlde sizden başka tarafa bakardı. Söz söyleyince güya tehlikeli bir mevkide, bir şeyden korkuyormuş gibi titrek dudaklarıyla çabuk çabuk söylerdi. Bununla beraber pek ziyade kurnaz, hilekâr, bencil, iyilik düşmanı bir mahluktu. Dünyada kendi nefsinden başka kimseyi sevmezdi.

Saman içeri girer girmez derhâl pederinin yatağına koştu. Başında sarıksız ipekten bir külah vardı. Bütün vücudunu kaplayan bir cübbe giymişti. Cübbe o kadar uzundu ki yürürken ayakları, eteklerine dolaşıyordu. Pederinin yanında durarak:

“Karşan Şah’ın10 evine gittim. Orada Mubez’i bulamadım. Sabah geleceğini söylediler. Kendi evine de gidip arayayım mı?” dedi.

Marzban bıkkınlığı gösteren bir tavırla başını sallayarak:

“Buraya gelmeden onu arayabilirdin fakat zararı yok. Yarın uşaklardan birini gönderip çağırtırız. Hamdolsun uşaklarımız var. Şimdi sen işine git.”

Cihan; pederinin dilinden onun kardeşi hakkında büyük bir nefret beslemekte olduğunu, kardeşinin sevilmeye layık bir mahluk olmadığını anlıyordu. Babasının kardeşi hakkında o zamana kadar bu derece şiddetli bir dil kullandığını görmemişti. Saman ise babasının ne kastettiğini bilmezlikten gelerek cevap verdi:

“Babacığım, Mubez’i mutlaka bu akşam istediğini bilmiyordum. Yoksa onu alıp getirmeden buraya gelmezdim. Bir daha gidip kendisini arayayım mı?”

Marzban, oğlu söz söylerken onun yüzüne dikkatli dikkatli bakıyordu. Saman sözünü bitirince Marzban yüzünü öbür tarafa çevirerek:

“Buradan git fakat onu arama. Şimdi ben biraz rahata muhtacım.” dedi.

Saman, babasının ellerine kapanarak öpmeye başladı fakat babası ona önem vermedi. Saman oradan çekilip gitti. Cihan bu manzara karşısında donakalmıştı. Bakışlarını babasına yönelterek gözlerinin içine dikkatli dikkatli bakıyordu. Hastanın gözlerinde hemen düşmek üzere bulunan iki damla yaş vardı. Gözlerini sanemin önüne koyulmuş olan mumun ışığına dikmişti. Cihan, babasının iki dudağının uçlarında onun gayet mühim bir sır taşıdığını ve onu ifşa etmek istediğini okur gibi oldu. Kızcağız tekrar babasının yatağına oturdu. Elini avuçlarının içine aldı. Babasının o zayıf ellerinde soğuk bir ter, hafif bir titreme hissediliyordu. Cihan:

“Babacığım, benden bir şey istiyor musunuz? Yanınızda kalayım mı, gideyim mi? Nasıl emredersin?”

Marzban yastığını düzeltmeye çalışarak:

“Sevgili yavrum! Git, rahatına bak. Yok… Gitme… Yok yok… Git, rahatına bak. Sen rahat edersen ben rahat ederim.”

“Babacığım! Galiba Saman’ın beceriksizliği sizi gücendirdi. Gücenmeyiniz, babacığım. O maksadınızı bilmiyordu.”

Marzban başını salladı:

“O benim maksadımı anlamadı fakat ben onun maksadını anladım. Şimdi hesap soracak zaman yaklaştı.”

Marzban bu sözleri söyledikten sonra uyumak için yatağa bakarak örtüyü omuzlarına doğru çekmeye başladı. Cihan babasının bu mesele hakkında daha fazla bir şey söylemek istemediğini anladı, örtü ile örtünmesine yardım etti. Sonra oradan çıktı, kardeşi hakkında yeni bir endişe ile meşgul olduğu hâlde kendi odasına gitti. Hizran orada beklemekteydi. Hanımını görünce babasının hâlini sordu. Cihan, babasının sağlığının iyi olduğunu söyledi.

Hizran:

“Hanımcığım, bugün çok yorulduk. Artık elbiseni değiştir, yatağına gir.” dedi.

Cihan hareketsiz durdu. Cevap vermiyordu. Mürebbiye, hanımının hâlâ Ay Toldı’yı düşünmekte olduğunu anlayarak:

“Hanımcığım! Herkes dağılmış, bahçede köşkte bütün fenerler söndürülmüşken hâlâ Ay Toldı görünmedi. Galiba yarın gelecek.” dedi.

Cihan, Ay Toldı’nın o gece artık gelmeyeceğine kanaat getirmişti. Elbisesini değiştirmeye başladı. Mürebbiyesi soyunmasında ona yardım ediyordu. Cihan elbise değiştirmeyi tamamlayınca Hizran veda edip çıktı. Artık Cihan yavaş yavaş yatağına gidip yatmak istiyordu fakat yatağa varmadan önce bir cariye içeri girerek biraderi Saman’ın kendisini görmek için geldiğini söyledi.

Cihan, kardeşinin o saatte kendisinin yanına gelmesinden memnun oldu çünkü pederinin huzurundan onun, o surette ayrılması kendisini büyük bir meraka düşürmüştü. Onu düşünüyordu. Saman yüzünde üzüntü ve gücenme izleri olduğu hâlde odaya girdi. Cihan onu o hâlde görünce şefkate geldi, güzellikle ve güler yüzüyle karşıladı.

“Kardeşim, babamızın sana söylediği sözlere gücenme. Her ne söylediyse ona musallat olan zayıflık ve üzüntüden canı sıkılarak söyledi.”

Saman üzülerek ve gücenme gösterdiği hâliyle yere serilmiş olan bir minder üzerine oturdu. Sessizce yere bakarak cevap vermedi. Cihan onun yanına oturdu. Yüzüne baktı. Gözlerinden ağlamaksızın yaşlar dökülmekteydi. Cihan, kardeşinin bu hâline fevkalade üzüldü. Şefkati, saflık ve fazileti; akıl ve anlayışına galip geliyordu. Büyük bir merhamet hissiyle sordu:

“Kardeşim, niçin ağlıyorsun?”

Saman gözlerini Cihan’a doğru kaldırarak kısık bir sesle cevap verdi:

“Kız kardeşim! Biraz önce gözlerinle gördün, kulaklarınla işittin. Daha niçin soruyorsun?”

“Sana söyledim, kardeşim! Babamız her ne söylediyse hastalığın etkisiyle söyledi. Başka bir sebeple söylemedi. İyi bilirim ki o, seni seviyor. Senden başka oğlu yoktur. Sen onun ismine vâris olacaksın. Sen…”

Saman, kız kardeşinin sözünü kesti:

“Belki beni seviyor fakat ben bedbaht bir insanım. Çünkü onu memnun etmek için bütün kuvvetimi sarf ediyorum fakat memnun edemiyorum. O bana Mubez’i çağır diye emretti. Mubez’i davet etmek için adam aradığını gördüm. Ben gider, çağırırım dedim. Her zaman babamın benden çekindiğini hissediyorum. Hâlbuki onun daima benden hoşnut olmasını istiyorum.”

“Babamız senden hoşnuttur. Değilse mutlaka hoşnut olacak. Buna emin ol.”

“Beni sevdiğini, hakkımda babamın gönül hoşluğunu kazanmaya çalıştığını bilirim fakat galiba bazı kimseler beni babama fena göstermeye çalışıyorlar. Babam saf bir adamdır. Onların sözlerine aldanıyor.”

Saman bunu söyledikten sonra ayağa kalktı. Çıkıp gitmek istiyor gibi bir hâl alarak bu konunun kız kardeşinin canını sıkmaya sebep olmasından çekiniyor gibi davrandı. Cihan kendisini durdurdu:

“O kimselerden kimleri niyet ediyorsun?”

“Tanıdığın adamlar… Bunlar din namı altında aklımıza, kalbimize, malımıza hüküm sürmek istiyorlar.”

Cihan, kardeşinin Mubezleri niyet ettiğini anlayarak:

“Maksadını anladım. Anlaşılıyor ki bu akşam kasten yalnız geldin. Mahsus Mubez’i getirmek istemedin.”

Saman esneyerek yutkunarak cevap verdi:

“Kasten onu yaptım fakat onu ateşgedede bulamadım. Çünkü Mubezlerin evimize gelmelerinden, fenalıktan başka bir şey beklemem.”

Cihan, kardeşinin sözünü kesti:

“Bu hususta seninle hemfikir olalım. Bu Mubezler bizim için dua ederler. Onların vücudunda hayır ve bereket var. Onlarsız teselli bulamayız. Babamı da aynı itikatta görüyorum. Onun bu inancına muhalif hâl ve harekette bulunmak uygun değildir.”

“Onların içinde iyi adamlar bulunduğunu inkâr etmiyorum fakat bazıları hırslı ve açgözlüdür. Her şeyi kendi nefisleri için isterler fakat şimdi onlar neyimize lazım? Yegâne arzu ettiğim şey, babamın bana gücenmiş olmamasıdır.”

“Bunu ben yoluna koyarım, rahat ol. Sen yatağına git, rahat rahat uyu.”

Saman kırılmış olarak başını eğmiş hâlde oradan çıktı. Cihan yalnız kalınca yatağına gidip uzandı. Bütün gece düşüncelere mağlup oldu. O gece pek az uyuyabildi.

12

AY TOLDI

Cihan ertesi sabah erken kalktı. Mantosuna sarılarak babasının odasına gitti. Evde günlük olarak giydiği elbiseyleydi. Babasının odasına girince onu yatakta oturuyor gördü. Sağlığı dünkünden daha iyiydi; babasının bu hâlini görünce sevindi. Sağlığını sordu, Marzban:

“Yüce Hürmüz yardım etti, gece rahat uyudum. Bugün kendimi daha kuvvetli görüyorum. Afşin’in, Fergana’ya ulaşmasını işittin mi? Bayram süresince buraya geleceğine bana söz vermişti.” dedi.

Cihan, Afşin’in ismini işitir işitmez ürktü:

“İşitmedim, efendim. İhtimal ki Fergana’ya ulaşmıştır fakat henüz bize gelmemiştir.”

“Onu aramak için acaba kimi göndereyim?”

“Emrederseniz adam gönderip ararız. Fikrimce Afşin, Fergana’ya ulaşmış olsaydı davete gerek olmadan ziyaretimize gelmiş bulunacaktı.”

“Pek doğru söylüyorsun, kızım. Acaba kardeşin bugün Mubez’i çağırmak için gitmiş mi?”

“Bugün pek erken onu aramak için çıkmış. Dün gece ona gücenmenizden son derece üzüntülü durumdaydı.”

“O hâlde dönmesini bekleyelim. Şimdi sen kendi elinle bana bir su ver.”

Cihan, babasının bu arzusuna sevinerek bizzat gidip bir kadeh su getirdi; babasına takdim etti. Marzban içti, serinlik duydu. Sonra kadehi kızına iade etti. Cihan kadehi götürüp perde ağasına verdi. Küçük hanım henüz babasının yanına dönerken uşak odaya girdi:

“Irak’tan gelmiş bir misafir, efendimizin huzuruna girmek istiyor.” dedi.

Marzban yatak üzerinde oturduğu yerden bağırarak:

“Bu misafir mutlaka Afşin olacak!” dedi.

Marzban bu ziyaretten son derece memnun olmuştu. Onun için alışılmış olduğu üzere misafirin ismini sormadan:

“Girsin!” emrini verdi. Cihan o sırada orada bulunduğundan dolayı üzüntü duyuyor, mümkün olsa duvarı yarıp oradan çıkmak istiyordu fakat babasının hatırı için sabır ve metanet gösterdi. Canı pek ziyade sıkılmıştı. Bu hâlini babasına göstermemek için de son derece çalışıyordu.

Perdedar, gelen misafir için perdeyi açtı. Misafir içeri girdi. Cihan, misafiri görür görmez ürktü. Yüzünde şaşkınlık eseri göründü fakat bir an geçti, can sıkıntısı sevince ve birdenbire sararan yüzü yine birdenbire pembe renge dönüştü. Çünkü gelen misafir Afşin değil; bizzat Ay Toldı idi. Marzban onu görünce güler yüz gösterdi. Büyük bir memnuniyetle kabul etti. Ona hitap ederek:

“Safa geldin, oğlum Ay Toldı! Seni dostumuz Afşin zannettim. Irak’tan mı geliyorsun?”

“Evet, efendim, Irak’tan geliyorum.”

“Afşin seninle beraber mi geldi?”

“Hayır, benimle beraber değildi fakat Irak’tan ayrıldığım gün Andican’a gelme fikrinde bulunduğunu anlamıştım. Gelmiştir zannederim.”

Ay Toldı otuz yaşlarında, yaradılış ve ahlaken doğuştan kıymettar olgunluğa sahip bir gençti. Orta boylu, dolgun vücutlu, geniş omuzlu, açık alınlı, büyük yanaklı, sık sakallıydı. Gözlerinde yiğitlik ve mertlik, dudaklarında alicenaplık ve doğruluk tecelli ediyordu. Başına Abbasilerin serpuşu11 tarzında, kırmızı külah üzerine siyah bir sarık sarmıştı. Gök renginde bir kaftan giymiş, üzerinde kabzası altın bir kılıç takılı bir kemer kuşanmıştı. Kaftanın altında büyük, ipekten yapılmış erguvani renkte bir şalvar giymişti. Kaftanının üzerinde ise siyah bir cübbe vardı. Her hâl ve hareketinde kahraman tavrı görünüyordu. İnsan, karşısında durduğu zaman onu sarsılmaz bir dağ zannederdi.

Ay Toldı; o sabah Marzban’ın huzuruna girdiği zaman, Cihan’ın orada bulunduğundan haberdar değildi. Onun için birdenbire şaşırması, Cihan’ın şaşırmasından daha az değildi. Cihan’a gelince onu görür görmez uğradığı şaşkınlığı nasıl saklayacağını bilemiyordu. Kalbinin vuruşunu, her tarafının titremesini gizlemeye muktedir olsa bile çehresinde beliren pembeliği, gözlerinde görülen parlaklığı nasıl saklayabilirdi? Cihan, babasının hastalığını unutmuştu. Bütün dikkat ve gayreti ile sevgilisi hakkında babasının göstereceği tavır ve hissi anlamaya hazırlanıyordu. Sevgilisi hakkında pederinin büyük teveccüh ve sevgi gösterdiğini görünce sevindi. Kendisi sanemin yanında duruyordu. Vücudunda hasıl olan titremeyi göstermemek için sanemin konulmuş bulunduğu mihraba dayanarak sanemin üzerinde bulunan tozu almakla meşgul göründü. Cihan yüzünü örtmüş değildi çünkü o memleketlerin kadınları, o zamanlarda saklanmanın ne olduğunu bilmezlerdi. Tesettür âdeti yoktu. Gerçekten Cihan yüzünü örtmekten nefret ederdi. Tesettürü bir zaaf ve korkaklık sayardı.

At Toldı’nın öyle bir tesadüfe nail olmasından dolayı sevinç ve bahtiyarlığına ölçü yoktu. Marzban’a hürmet gösterdi, onunla konuşmaya koyulması hissiyatını saklama hususunda ona yardım etmişti. Ay Toldı, Marzban’ın ellerini öptü. Marzban bir minder getirilmesini emretti. Ay Toldı minderin üzerine; Cihan diğer bir mindere oturdu. Marzban, Ay Toldı’dan durum hakkında malumat sormaya başladı. Ay Toldı:

“Efendim, bu mübarek bayramınızı tebrik edenlerin ilki olmak için sizi böyle erken ziyarete geldim. Rahatsız olduğunuzu bilmiyordum. Sağlığınız ve afiyetinizin çoğalmasını temenni ederim.” dedi.

“Bugün hamdolsun, daha iyiyim. Seni gördüm, daha iyi oldum. Seni ne kadar sevdiğimi bilirsin.”

Ay Toldı, teşekkür nişanesi olarak başını eğdi. Hakkında gösterilen bu teveccühten son derecede memnun oldu fakat onun memnuniyeti Cihan’ın memnuniyetine nispeten büyük bir şey değildi. Cihan’ın babasının, sevgilisine teveccüh ettiği sözleri işitirken kalbi, sevinçten titriyordu. Ay Toldı, Marzban’a hitaben:

“Hakkımda gösterdiğiniz teveccühe teşekkür ederim. Zaten eskiden beri efendimizin lütuf ve merhametine borçluyum. Sayenizde büyüdüm.” dedi.

Marzban bu teşekkürleri, minneti işitmezlikten gelerek:

“Irak’tan doğrudan doğruya mı geliyorsunuz?”

“Evet, efendim. Doğruca oradan geliyorum. Fergana’ya dün akşam ulaştım.”

“Oraları ne hâlde bıraktın?”

“Birçok zorluk içinde, meşgul bir hâlde bıraktım. Hiçbir fırka diğerinden memnun değil. Bir taraf diğer taraftan korku ve sakınma içinde, her taraf kendi cinsinden olmayan askerlere hâkim mevki sahibi olmaya çalışıyor fakat bugün, o toprakların sahibi Türklerdir.”

“İşittiğime göre Halife Mu’tasım hilafet makamına geçtiği zaman hâkimiyetini sağlamlaştırmak için dayıları olan Türklerin yardımına muhtaç olmuş. Türkler onun imdadına koşmuşlar. Andican Hükümdarı Afşin ile siz o cümledendiniz.”

Ay Toldı, isminin Afşin’in ismiyle karıştırılmasından bir gurur duydu. Alçak gönüllüğünün gereğince:

“Afşin hilafetin büyük bir rengidir. Bense zikre müstahak değilim.” dedi.

Marzban onun sözünü keserek:

“Bence kanıtladığın yiğitlik ve iktidarın yönüyle parlak bir istikbale mazhar olacağına şüphe yoktur. Kahraman bir serdar olmaya liyakatin var. Halife’nin yanındaki askerliğin mühim bir mevki kazandıracağını ümit ederim.”

“Sayenizde Halife koruma askerlerinin kumandanı oldum.”

“Muhafaza askerinin kumandanı mı?”

“Evet, efendim.”

Marzban’ın yüzünde sevinç izleri görülmeye başladı. Cihan’ın yüzüne baktı. Bu bakışla Ay Toldı’nın pek az bir zaman içinde kazandığı makamı kendisi beğendiği gibi etrafındakilerin de beğenmesini arzu ettiğini ima ediyordu. Cihan; Ay Toldı’ya bakışlarını dikerek sözlerini dinliyor, onu gözleriyle yemek istiyordu. Marzban o anda kulaklarını kızının göğsüne doğru yaklaştırsaydı kalbinin şiddetle vurmakta olduğunu işitecekti. Cihan hemen kendisini topladı. Gözlerini babasına çevirdi. Bir tebessümle onun konuşmasına katıldı. Bununla babasının gelen misafir hakkında söylediği ve gösterdiği güzel karşılamanın pek yerinde olduğunu göstermek istiyordu. Hareketsiz durduğu hâlde gözleri babasının anlayamayacağı birtakım şeyler söylüyordu. Bunu ancak Ay Toldı anlıyordu. Onun da gözleri aynı lisanla konuşuyordu.

Marzban ise tekrar söze başlayarak:

“Öyle zannediyorum ki Irak’ta, bugün birçok Türk askeri vardır.” dedi.

“Evet, efendim! Bugün Halife’nin emrinde yirmi binden fazla Türk askeri var. Fergana hükümdarları olan Afşinlerin oğulları ve diğerleri gibi büyük Türk hanedanlarına mensup birçok zat da bu ordunun12 içindedir.

“Halife’nin kendi maiyetinde Türkleri bu şekilde toplaması, validesi tarafından yakınlığından ileri geliyor zannederim.”

“İhtimal ki bunun da tesiri vardır fakat en mühim sebep başkadır. Bildiğiniz üzere Müslüman devleti aslen Arap’tı. Müslümanlar fetihlere başladıkları zaman devletin bütün askeri Araplardan oluşuyordu. Bunlar fetihlerde bulundular ve devleti kurdular. Emevilerin zamanında, hâkimiyetindeki askerlerin çoğu; asli unsuru Arap’tı. Daha sonra İranlıların Abbasilere yardım ettikleri gibi devletlerinin kurulmasına yardım ettiler. Bu sayede kuvvet kazandılar. Araplar ise tam tersine zayıf düştüler. İranlılar önceki Halife Me’mun’un zamanına kadar günden güne kuvvet ve şevketlerini artırıyorlardı. Hilafetinden başka en mühim memuriyetler hep İranlıların eline geçmişti. Bütün devlet kurumlarını onlar idare ediyorlardı. İranlıların, kendi devletlerinin yıkılmasından sonra saltanat ve hâkimiyeti tekrar kendi milletleri için geri almaya çalışmaktan, bir an hâllerinin kalmadığı malumdur.”

13

SAMARRA

Ay Toldı, bahsi bu noktaya getirdiği zaman Marzban, derin derin içini çekti. Ay Toldı, Marzban’ın İran Devleti’nin Araplar tarafından yok edilmesine kalben üzüntü duyup esef etmekte olduğunu anladı fakat bilmezlikten gelerek sözüne devam etti:

“Birkaç sene önce hilafet Mu’tasım’a geçince adı geçen şahıs, İranlılardan korkmaya başladı. Gerçekten İranlılar kardeşi Emin’i katletti, devleti kardeşi Me’mun’a teslim etmişlerdi. Me’mun, İranlıların hemşirezadesiydi çünkü validesi Acem’di. İranlılar, devleti hemşirezadelerine teslim ettikleri zaman vefatından sonra büsbütün İranlılara nakli ve değişimini amaçlamışlardı. Mu’tasım, bu durum karşısında kalınca kendisine meydanda belli olmak üzere Medineli kuvvet ve ezici kuvvetleri bozulmamış bir askerî komutan aramaya mecbur olmuş, bu temiz cengâver; azim ve emek sahibi olan ancak Türk bir komutan olmuştu. İşte bu necip komutanın oluşturduğu ordu ile kendi mevkisini sağlamlaştırmayı ve kuvvetlendirmeyi başarmıştır.”

“Türk askeri Bağdat’ta mı ikamet ediyor?”

“Bu askerler, şu son zamana kadar Bağdat’ta ikamet ediyorlardı. Daha sonra halk galeyana geldi. Sokaklarda bunlar tarafından bazı ölümler, saldırılar meydana gelmişti. Bunun üzerine Mu’tasım, Türk askerine mahsus olarak Samarra namıyla bir şehir kurulmasını uygun buldu. Şehri, Türk aşiretlerinin kendi memleketlerinde birbirlerine olan vaziyetlerine; yakınlık ve uzaklıklarına göre ayırmayı tabi kıldı. Zanaatkâr, sanayi ustası ve ticaretle uğraşanlar için büyük çarşılar kurdu. Bu iş ayrımı üzerine halk inşaata başladı. Büyük büyük binalar, camiler, konaklar ve imaretler yapıldı. Sular şehrin her tarafına bol bir şekilde ulaştırıldı. Merkezî saltanatın oraya intikal edeceğini işiten halk, akın akın Samarra’ya taşındı. Ticaret, diğer vasıtalar, servet ve medeniyet oraya gitti. Kazanç kapıları açıldı. Bolluk, refah ve saadet halka nasip oldu.”

Marzban, Halife’nin bu girişimini fazlasıyla beğenerek:

“Demek büyük bir şehir meydana getirdi. Orada toplanan Türkler acaba eski dinlerinde kaldılar mı? Yoksa din değiştirdiler mi?”

“Bilindiği üzere onların çoğu Zerdüşt dinine bağlıydı fakat şimdi hepsi Müslüman oldu. Halife, bu Türk askerini daima güçlü bir kol şeklinde muhafaza etmek için ahaliyle temas etmekten ve onlar ile evlenmekten meneyledi. Onları Türkistan’dan getireceği Türk kızlarıyla evlendirmeyi bu maksada daha uygun buldu. Türklerden cariyeler satın almak için bu taraflara bir özel heyet gönderdi. İşte ben de bu sebepten faydalanarak özel heyete eşlik için izin aldım. Bu sayede buraya geldim.”

“Evladım! Buraya gelmenden, seni görmekten son derece memnun oldum. Sanki Yüce Yazata, seni hastalığım zamanında göreyim diye bu fırsatı bilhassa hazırladı.”

Marzban bunu söylerken yüzünün rengi atmış, çehresinde endişe nişaneleri görünmeye başlamıştı fakat bu hâlini belli etmemek için öksürürken acı çeker gibi göründü. Bir ağlama baskısı altındaydı. Onu göstermemek için bıyıklarını silmeye, gözlerini ovmaya koyuldu. Cihan bu fırsatı çalarak Ay Toldı ile manidar bir tebessüm karşılığında bulundu. Babasının sevgilisi hakkında gayet teveccüh göstermesine seviniyor fakat onun hastalıktan dolayı gösterdiği şiddetli üzüntüden kalbi acıyordu. Özellikle pederinin Ay Toldı’yı sevdiğini gördükten sonra onun hayatta kalmasına şiddetle ihtiyacı vardı. Babasının Ay Toldı ile evlenmesine karşı çıkmayacağına emindi. İlk fırsatta babasına bu bahsi açmaya karar verdi.

Marzban, kendisinden meydan gelen zayıflık ve üzüntünün Ay Toldı’yı üzmemesini arzu ediyordu. Sözüne başka bir mecrada devam etti:

“Validenizden hiç bahsetmediniz. Zavallı kadın ne hâldedir?”

“Hamdolsun, iyi bir hâldedir. Efendimizi, bize yaptığınız iyilikleri daima hatırına getirir. Sizi anmaktan bir an geri kalmıyor. Gerçekten Cihan’ı bir an unutamıyor çünkü onu öz evladından ziyade değerli tutuyor.”

Cihan söze karışmak için münasebet hasıl olduğunu görerek:

“Zavallı Afitab!.. Bir evlat annesini ne kadar severse ben de onu o kadar çok severim. Onun gibi temiz yürekli, alicenap bir kadın görmedim. Onunla bir arada bulunmaktan çok hazzederdim.” dedi.

Marzban, mühim bir şey hatırına gelmiş gibi birdenbire ciddi bir vaziyet aldı:

На страницу:
4 из 6