
Полная версия
Fergana Güzeli
Teşekkür etti. Sonra mürebbiyesine baktı. Ondan fikrini soruyor gibiydi. Hizran:
“Hanımcığım! Biraz dinlenmek için buraya inelim. Sonra biner, gideriz.” dedi.
Cihan, kendi arzusuna rağmen mürebbiyesinin fikrine uymaktan başka çare bulamadı. Attan indiler. Firuz atları alarak uzağa gitti çünkü atlar orada kalırsa kısrakları görerek kişneyecekler ve kendilerini rahatsız edeceklerdi.
İhtiyar ve oğulları gelen misafirlerin altına hasır serdiler. İhtiyar büyük bir nezaket, büyük bir sadelik ve temizlikle misafirleri karşıladı:
“Hanımefendi! Hakir kulübemize girip biraz dinlenmek istemez misiniz?” dedi.
Cihan, ihtiyarın gösterdiği lütuf ve nezaketten memnun oluverdi. Sonra ağırlama ve ikram eseri olarak bir pösteki5 getirip serdiler. Cihan ile mürebbiyesi onun üzerine oturdular. Hizran, soru sormaya henüz vakit bulamadan önce ağaçtan yapılmış bir su kabı kendisine takdim edildi. Kabın içinde biraz önce sağdıkları kısrak sütü vardı. Hizran, kabın ilkin hanımına takdim edilmesini söyledi. Cihan karnı acıkmadığını ileri sürerek af diledi, almadı. İhtiyar:
“Oğlum! Kımız ver.” dedi.
Kımız, kısrak sütünden mayalanmış bir çeşit ayrandan ibaretti.
Türkmenler kısrak sütünü mayalandırarak bunu gelen misafirlere sunarlardı. Nitekim Arap çöl bedevileri, süveyk6 denilen ayranıyla misafirlerine ikram ederlerdi. Şimdiki hâlde, medeni yerlerde limonata ya da çay bunun yerine geçmiştir. İhtiyar, Cihan’a bakarak:
“Hanımefendi! Kımızı içmek için acıkmış olmak lazım gelmez. Su gibi içilir, aynı zamanda yorgunluğu alır.” dedi.
Cihan, ihtiyarın bu ikramını reddedemedi. Kımızı aldı, içti. Hizran bu fırsattan faydalanarak konuşmaya başladı:
“Babacığım! Bugün bizden başka buradan geçen yolcu oldu mu?”
“Hayır, kızım. Onun için sizin buraya gelmenizden çok memnun oldum. Cihan Hanımefendi’nin buraya teşrifleriyle şeref duyuyoruz. Başka misafir geçmese de önemi yoktur çünkü Cihan Hanımefendi bin misafire bedeldir.”
“Buralardan daima yolcu geçer mi?”
“Evet, hanımefendi! Andican, Hokand ve Buhara’dan doğuya doğru gitmek isteyen herhangi bir yolcu, nehri geçerse mutlaka buraya uğraması lazım gelir çünkü Fergana’ya ve diğer taraflara buradan gidilir. Rum ellerine gitmek üzere Hindistan, Tibet ya da Çin’den hareket eden; Rum ellerinden adı geçen memleketlere gitmek isteyen tüccar kafileleri genellikle buradan geçerler.”
Konuşma Çağatay diliyle gerçekleşiyordu çünkü oranın çiftçileri bu dille konuşurlardı. Hizran, hanımına dönerek Farisi ile:
“Hanımcığım! Ay Toldı mutlaka buradan geçecekse onun geçmesini burada kalıp bekleyelim. Buradan ayrılırsak belki bir yoldan gideriz, o da başka bir yoldan gelir. Birbirimizi göremeyiz. Dediğim gibi yapmak uygun değil midir?”
Cihan cevap vermedi fakat hâl ve tavrıyla bu fikri uygun bulduğunu gösteriyordu. Hizran:
“Hanımcığım! O hâlde müsaade ederseniz bu adam bize bir yemek hazırlasın.”
“Fakat yemeğini kabul etmemişken bu adamdan bir daha nasıl yemek isteyelim?”
“Ben onu münasip bir yolla söylerim. Sen karışma, hanımcığım!”
Hizran, ihtiyar köylüye dönerek Çağatay diliyle:
“Babacığım! Kesmek için hayvan satmaz mısınız?”
“Hayır, kızım! Biz kısrakları ancak sütleri için besleriz. İhtiyarlamadan sütü azalmadan kesmeyiz.”
“Peki fakat kesmek için bir taya muhtaç olduğunuz zaman ne yaparsınız?”
“Buradan sürüyle satılık atlar, kısraklar geçer; beğendiğimizi satın alırız fakat epeyce bir zaman geçti. Bu tarafı gözden ayırmıyorum.” dedi ve bir el işaretiyle doğuyu gösterdi. Hizran o tarafa baktı. Uzak bir mesafede sıkı bir toz duman göğe doğru yükseliyordu. İhtiyar köylü, sözüne devam etti:
“Evet; bu toz tarafına bakıyor, yaklaşmasını bekliyorum çünkü bu taraflara gelmekte olan bir at sürüsü zannediyordum. Ondan kesmek için bir-iki at satın alacağım. Hanımefendi, burada biraz kalmayı arzu eder ve sunacağım yemeği kabul eylerse kendileri için semiz bir kısrak keserim.”
Cihan, ihtiyar köylünün gösterdiği mertlik ve misafirperverlikten memnun oldu. Onay işareti olmak üzere hafif bir tebessümle karşılık verdi. İhtiyar köylü, oğluna hemen o sürüye doğru gitmesini ve bir an önce gelmeleri için yol göstermesini emretti. Oğlu, babasının emrini icra için hızlıca hareket etti. İhtiyar, yemek hazırlanması için kulübeye girdi. Sonra elinde büyük bir karpuz olduğu hâlde Cihan’ın yanına gelerek karpuzu onun önüne koydu:
“Bu Buhara’nın tatlılığıyla meşhur olan karpuzundandır. Cihan Hanımefendi’nin şerefine bunu da keseceğiz.”
Cihan; Buhara karpuzunun pek nefis bir şey olduğunu, bu karpuzların oralara ancak biri tarafından getirilebileceğini düşündü. İhtiyar köylü, Cihan’ın ne düşündüğünü hissederek dedi ki:
“Hanımefendi! Bu karpuzu bana bir delikanlı getirdi. Bu genç, kızlarımdan biriyle nişanlanmak için bana müracaat etti. Getirdiği hediyelerin içinde bu karpuz da vardı.”
Cihan, nişanlanma konusunu işitince kendi nefsini düşünerek gizlice içini çekti.
“Allah mübarek etsin, ikramına teşekkür ederim fakat bu karpuz kime getirilmişse onun olmalıdır. Kızınıza geri vermelisiniz.” dedi.
8
SANCAK
İhtiyar köylü, Cihan Hatun’a cevap vermek üzereyken kendisini çağıran bir ses işitildi. O tarafa doğru başını çevirdi. Oğlu koşarak geliyor, yorgunluktan soluğu kesiliyordu:
“Babacığım! Sürü sahipleri sürülerinden hiçbir hayvan satmıyorlar.” dedi.
Cihan, ses tarafına bakmaya başladı. Semaya doğru yükselmiş olan toz duman, bir sürünün gelmekte olduğunu gösteriyordu. Sürünün önünde eyerli bir ata binmiş bir adam yürüyordu. Onun arkasında eyersiz birçok at, kâh araları sıkışarak kâh oynayıp koşarak geliyordu. Bunların bazılarının üzerine bakılırsa bedevilerde bulunan Gürcü çobanlardı. Bu Gürcüler, Türkistan Çölü’nde at ve diğer yük hayvanlarının çobanlığıyla geçinirlerdi. İlk süvari, asker elbisesi giymiş ve elinde kargı üzerinde bir sancağı vardı. Cihan, sancağın üzerine işlemeyle yazılmış olan isme dikkat etmemişti. Ona dikkat etmiş olsaydı ürkmekten kendisini alamayacaktı.
Sürü yaklaşınca ihtiyar köylü ayağa kalkarak önde yürüyen süvariye yaklaştı. Selam verdikten sonra:
“Bu sürüden bize kısrak satar mısınız?” diye sordu.
Süvari kibirle:
“Hayır.” cevabını verdi.
“Kurbanlık yapmak için bir hayvana ihtiyacımız var. İstediğiniz kadar para veririz.”
Süvari başıyla arkayı göstermekle yetindi. Cevap vermedi. İhtiyar:
“Efendim, niçin satmıyorsunuz?”
“Çünkü bu sürü, hayvan satmaz kimselere ait olduğu için satmıyoruz.”
“Onlar kimdir? Tüccar değiller midir?”
“Hayır.”
Süvari, sancağı gösterdi:
“İhtiyar! Galiba sen okuma bilmiyorsun. Okuma bilseydin bu soru ve cevaplara lüzum görmezdin.”
Cihan, süvarinin son sözlerini işitince sancağa baktı. Üzerinde Arabi harfle “Afşin Haydar b. Kavus” yazılıydı. Cihan bu ismi okur okumaz rengi uçtu. Hizran’a dönüp baktı. O da aynı hâle uğramıştı fakat ikisi de kendilerini yalandan cesur gösterdiler. İhtiyarsa tekrar süvariyle konuşmaya başladı:
“Dediğin doğrudur. Okuma yazma bilmiyorum. Bu sancak kimindir?”
“Bu sancak; Halife Mu’tasım’ın ordusu serdarı Andican memleketi emîri Afşin Haydar b. Kavus’undur.”
Türkistan’da bu ismi bilmeyen yoktu çünkü Afşin Haydar, Halife Mu’tasım’ın hizmetine girmeden önce Andican hükümdarıydı. İhtiyar köylü, bu ismi birdenbire işitince ürktü:
“Afşin Bey bugün Bağdat’ta bulunuyorlar, değil mi?” diye sordu.
“Evet, Bağdat’taydı fakat birkaç gün önce Andican’a geldi. Emri altındaki beylere hayvan almak için bizi gönderdi.”
“O hâlde şimdi siz bu sürüyle Andican’a mı gidiyorsunuz?”
“Hayır… Afşin Bey, Andican’daydı. Şimdi Nevruz Bayramı’nı geçirmek için Fergana’ya geliyor. Onun askeri şehrin dışında Amuderya Nehri’nin kıyısında ordugâh kurmuştur. Bu atlar onlar içindir. Daha fazla açıklama mı istiyorsunuz?”
Süvari bu sözleri söyledikten sonra atını sürüp gitti. Sürü de çobanlarıyla beraber onu takip etti. İhtiyar köylünün daha fazla sormaya cesareti kalmamıştı. Cihan’a karşı da mahcup olmuştu. Nasıl özür dileyeceğini düşünüp duruyordu fakat Cihan birdenbire ayağa kalktı. Uşağa atları getirmesini emretti. İhtiyar köylünün uğradığı başarısızlığı görmezlikten gelerek:
“Amca! Bize gösterdiğin ikram ve alakaya teşekkür ederim. Bir iş için alelacele dönmem gerekiyor. Allah’a ısmarladık. İnşallah başka bir gün yine gelirim, seni ziyaret ederim.” dedi.
İhtiyar köylü, Cihan Hatun’un bu teşekkür ve gönül alıcılığına karşı minnettarlığını nasıl göstereceğine şaşırmıştı. Cihan’ın elini tutup öpmek istedi. Cihan elini çekti, bırakmadı. Sonra Hizran’a baktı. Mürebbiye cebinden birkaç altın çıkararak köylüye verdi:
“Amca! Bu paraları al. Oğluna ver. Ok, yay alsın; eğlensin.” dedi.
Sonra atlara binip oradan uzaklaştılar. Cihan türlü türlü düşüncelere düşmüş, can sıkıntısı artmıştı. Hizran ile baş başa tenha bir yere varınca mürebbiyesine bakıp yakınarak ve üzülerek dedi ki:
“Şimdi ne fikir vereceksin bakayım? İşte Afşin, Fergana’ya gelmiş. Şüphesiz bize misafir olacak ya da bizi ziyarete gelecek.”
“Hanımcığım! Onun ziyaretinden ne çıkar? Ne önemi var?”
Cihan, mürebbiyesinin sözünü kesti:
“Onunla ilgili hiçbir şeyin bence önemi yoktur. Şahsına da önem vermem. Askerinden de korkmam. Bana hiçbir şey yapamaz fakat onunla bir arada bulunmaktan nefret ediyorum.”
Hizran, hanımının bu adamdan sakınmasının nedenlerini anlar gibi olmuştu fakat bilmezlikten gelerek:
“Hanımcığım! Sizin gibi akıllı ve dirayetli bir hanım hiç kimseden korku duymaz. Hâlâ nehre doğru gitme fikrinde misiniz?”
Cihan son soruyu tuhaf görüyor gibi yüzü tebessüm ettiği hâlde mürebbiyesine dikkatli dikkatli baktı. Lisan hâli “Başka ne yapalım?” demek istiyordu.
Cihan ile mürebbiyesi ara sıra at sürüsüne bakarak yola koyuldular. Bir müddet sonra sürü gözden kayboldu çünkü başka bir yol takip ediyordu. Güneş akşama doğru gidiyordu. Hizran epeyce acıkmıştı. Cihan ise sevgilisine kavuşma arzusuyla kendisine her şeyi unutturmuştu. Kalbi, hissiyatı heyecan içinde olduğu hâlde yolun büyük bir kısmını sessizlik içinde yürüdüler. Ay Toldı’ya kavuşacağını düşündükçe kalbinin vuruşu bir kat daha artıyordu. Bununla beraber o gün av bahanesiyle kıra çıkmasını, Ay Toldı’yı aramak için oralarda dolaşmasını bir hata, hafiflik saymaktan kendini alamıyordu fakat aşk ve sevdası, seçimine ve iradesine galip gelmişti. Genellikle seçim, irade ve sevda birbiriyle güreşir fakat galibiyet iradeye değil sevdaya nasip olur. Bununla beraber bazen irade ve seçim galip gelir fakat az bir zaman için galip gelir. Galibiyet çok zaman sürerse işte o zaman aşk çabuk giden, zayıf bir sevda demektir. Bazen âşık akıllı, dirayetli olur da sevda uğrunda en akılsız, en hafif ruhlu kimselerin kötülük edemeyecekleri şeyleri yapmaktan çekinmez. Yaptığı şeylerin bir akılsızlık neticesi olduğunu herkesten ziyade kendisi takdir ve itiraf eder çünkü yaptığı şeylerin akıl ve hikmete muhalif olduğunu bile bile yapar. Yapmamak için kendisinde kudret ve kuvvet bulamaz. Zira akıllı sevdazedenin, aşk için yaratılmış bir kalbi vardır. Karşı koymaya muktedir değildir. Karşı koyarsa takat ve tahammülü üstünde bir keder ve ızdırap, bazen cinnete ya da yıldırıma uğramış kimseler gibi sersemlemeye neden olur. Nice sevda düşkünleri vardır ki akıl ve kalp arasındaki mücadelenin kurbanı olmuş, gitmiştir. Akıl ve dirayeti yerinde olan bir kimse, bir sevdaya düşerse aklıyla hissiyatı arasında şiddetli bir kavga baş gösterir. Haysiyet ve hissiyatını gözeten kimse ise izzetinefsine ve sertliğine, vicdanına güvenerek bir şeyden korkmaz. Cihan, akıllı ve sağlam iradeli bir kızdı fakat büyük bir kalp, gayet nazik hissiyat taşıyordu. Ay Toldı’ya samimi ve derin bir aşkla bağlanmıştı. Her ne yapsa kendini o aşkın tesiri altında görüyordu. Onun için ava çıkmayı vesile göstererek sevgilisini aramakta bir sakınca görememişti.
9
AMUDERYA SAHİLİ
Cihan ile mürebbiyesi yürümeye devam ettiler. Altlarındaki atlar nehre varıncaya kadar yola rehberlik ediyorlardı. Nihayet nehir uzaktan görünmeye başladı. Birkaç dakika sonra nehrin bütün sahili boydan boya görünüyordu. Cihan ile mürebbiyesi nehrin her tarafına baktılar. Hiçbir yerde asker çadırlarından, piyade ve süvari askerden eser yoktu. Cihan, atını durdurarak mürebbiyesinden sordu:
“O taraflarda bir kimse görüyor musun?”
“Hayır, hanımcığım! Fakat sahile pek çok yaklaşmış bulunuyoruz. Haydi, oraya kadar varalım belki faydalı bir ize rast geliriz.”
Cihan ile mürebbiyesi tekrar yollarına devam ettiler. Nehrin kenarında bir ağacın altında inşa edilmiş bir kulübeye ulaştılar. Kulübenin etrafındaki izlerden biraz zaman önce birtakım adamların oraya geldikleri ve bir müddet kaldıktan sonra gittikleri anlaşılıyordu. Çünkü orada yakılmış bir ateşin külü, yemek döküntüsü, meyve kabuğu, atılmış kemikler duruyordu. Cihan ile mürebbiyesi oraya varınca kulübenin sahibi derhâl kulübesinden çıktı. Kendisine misafir olacaklarını zannederek karşılamaya koştu. Hizran daha önce Firuz’u yanına çağırmış, oraya inen misafirlerin kim olduklarını kulübe sahiplerinden sormasını emretmişti. Firuz, kulübe sahibine yanaşarak oradan geçenlerin kim olduklarını sordu. Kulübe sahibi:
“Birtakım Müslüman askeriydiler. Tan vaktinde nehri geçtiler. Burada öğleye kadar kaldılar, yemek yedikten sonra kalkıp gittiler.”
“Hangi tarafa gittiklerini biliyor musun?”
“Fergana’ya gittiler, zannederim. Galiba Nevruz’u orada geçirmek istiyorlar.”
Cihan, bu konuşmayı işitince oraya gelen kimselerin Ay Toldı ile yanındaki adamlardan başkası olamayacaklarını kestirerek kendisinin evde oturmayıp oraya kadar gelmesine pişman oldu. Çünkü Ay Toldı, Fergana’ya gelince hiçbir yere uğramayıp babasının evine gidecekti. Kendisi derhâl geri dönse mutlaka onu orada bulurdu. Cihan, karanlık çökmeden hemen geri dönme emrini verdi. Şehirden iki mil uzakta bulunuyorlardı. Hemen geriye döndüler. Şehrin kapısına doğru atlarını sürmeye başladılar. Şehrin kapısına varınca alay halkını çok geç kaldıklarından dolayı büyük bir merakta gördüler. Hatta bazıları Cihan’ın av takip ettiği yerlerde ne olduğunu anlamaya gitmişlerdi. Uşaklardan biri geyiği kesilmiş bir hâlde getirmemiş olsaydı daha fazla meraka düşeceklerdi. Cihan’ı gelirken gördükleri zaman onu ta uzaktan, kıyafetinden ve atının renginden tanımışlardı. Hepsi birden karşılamaya koştular, yemeğin hazır olduğunu söylediler. Hizran biraz yemek yemesini hanımından rica etti. Cihan sofraya oturdu. Alelacele biraz et, meyve yedi; kımız içti. Fikren pek meşguldü. Yemek yerken uşaklardan birinin mürebbiyesinin kulağına eğilerek gizlice bir şey söylediğini, mürebbiyesinin renginde uçukluk hasıl olduğunu görmüştü. Mürebbiyesini çağırdı, soru sorma manasıyla gözlerine dikkatle baktı. Hizran:
“Uşak bana Saman’dan bahsetti.” dedi.
“Saman buraya geldi mi? Şimdi nerede?”
“Buraya geldiğini, seni sorduğunu, sonra geri döndüğünü söylediler.”
“Onun çabucak geri dönmesine mutlaka bir sebep var. Hiçbir şey söylememiş mi?”
“Bir şey söylememiş.”
Hizran bu sözleri söylerken ağzında kalıp çiğnediği bir lokmayı yutmakla meşgul gibi görünüyordu.
Cihan, Hizran ile konuşan uşağın yüzüne dikkatli dikkatli bakarak dedi ki:
“Babam için gelmiş zannederim. Acaba babam ne hâlde?”
Hizran, hanımının acele edişini garip görmedi çünkü Cihan’ın zekâ ve anlayışını, muhatabının gözlerine dikkatle bakınca ruhunun derinliklerinde sakladığı şeyleri keşfettiğini ve anlamını çıkardığını acı şekilde biliyordu. İtiraftan başka çare bulamadı fakat önem vermez gibi göründü:
“Hanımcığım! İnandığımız Hürmüz’e7 emanet. Babanız için hiçbir korku yoktur fakat Saman, babanız sizi görmek istediği için sizi sorduğunu söyledi. Üstelik geç kaldınız. Bugün de bayramdır, Nevruz günüdür. Elbette sizi arayacaktı.”
Cihan derhâl ayağa kalktı. Alay arabasının çabuk hazırlanmasını uşaklara emretti:
“Babamın hastalığı mutlaka fenalaşmıştır. Böyle olmasaydı buraya kadar kardeşimi göndermezdi. Haydi, eve koşalım.” dedi.
O zamana kadar araba hazırlanmıştı. Cihan, Hizran ile gerduneye bindi. Alay hiç durmayarak konağa doğru yola çıktı. Cihan orada, sevgilisi Ay Toldı’yı bulacağını ümit ediyordu.
10
MARZBAN
Cihan, konağa ancak yatsı zamanında ulaşmıştı. Konağın bahçesinde, her tarafta yakılan fenerler ışık saçıyordu. Her sene bu bayram gününde olduğu gibi bu sene de Marzban’ın dostları, çiftçileri ve diğer tanıdıkları âdetleri üzere hediyeler eşliğinde oraya gelerek bahçede toplanmışlardı. Bunlar, oraya her sene bu bayram gününde geldiklerinde neşeli ve şen dururlar, gülüp oynarlar; davul, tambur çalarlardı fakat bu sene neşesiz duruyorlardı. Müzik aletlerini beraber getirmişlerdi lakin çalmıyorlardı. Hiçbir neşe izi göstermiyorlardı çünkü Marzban’ın ağır hasta olduğunu anlayarak mahzun olmuş, sessizliği seçmişlerdi. Bunlar bahçenin yollarında, konağın merdiveni üzerinde dağılmış ya da toplu bir hâlde yer almışlardı. Hepsi yeni yeni bayram elbiselerini giymişlerdi. Hepsinin yüzünde hüzün izleri görülüyordu. Biri diğeriyle konuşmak istese yavaş sesle konuşuyordu. Birbirlerine baktıkları zaman üzgün oluyorlardı. Bahçenin kapısında kalabalık ziyadeydi çünkü elbise, koku ve meyvelerden oluşan hediyeler; hayvanlar getirilmiş, kapıda duruyordu. Konağın hademeleri yükleri indirip içeriye taşımakla meşgullerdi.
Cihan Hatun’un alay arabası konağın kapısına varınca halk, yolun iki tarafına çekildi. Herkes kendi hâlini, hediyesini unutarak Marzban’ın kızını izlemeye koyuldu. Bütün bu halk Cihan’ı cidden seviyordu. Onu görmekten büyük bir haz ve bahtiyarlık duyuyor, kendisini mübarek ve yüce bir hanımefendi kabul ediyorlardı. Cihan, arabadan inince her taraftan selamladılar. Yüzünü gördükleri zaman sevindiler. Bir an için üzüntülerini unutur gibi oldular çünkü onlara öyle geliyordu ki Cihan, babasının yanına girerse ızdırap yatağında yatan hastanın acısını ortadan kaldıracak, Marzban tamamen sağlığına kavuşacaktı.
Cihan ise kendisini selamlayanları nazikçe başını eğerek karşılıyor fakat her zamanki gibi tebessüm etmiyordu. Cihan’ın çehresi daima alçak gönüllülük, incelik ve nezaket saçtığı için halk bu defa onun yüzünün gülmediğini fark etmişti. Hizran, arabadan daha önce inmişti. Hanımının yanında yürümeye başladı. Cihan ilerledikçe halk ona yol vermek için iki tarafa çekiliyor, selama duruyordu. Cihan bahçe kapısından girdi. Ağırbaşlı ve temkinli adımlarla bahçeyi geçti. Konağın sofasına giden birkaç basamaklı merdiveni çıktı. Buralardan geçerken bu halkın içinde Ay Toldı’ya rast gelirim ümidiyle gizlice ve dikkatle her tarafa bakıyor fakat ona bedel, orada Afşin’i görmekten de korkuyordu. Ne ona ne buna rast gelmedi. Konak halkı büyük bir merak içinde kendisinin gelmesini bekliyordu. Derhâl karşılamaya koştular. Cihan, biraderi Saman’ı da bunların içinde göremedi. Onu odada, pederinin yanında zannetti. Konağın idarecisini görür görmez pederinin durumunu sordu. İdareci Ona:
“Yüce Hürmüz’e selam olsun. Sağlığı iyidir.” dedi.
Cihan biraz rahatladı fakat yine meraktan kurtulamıyordu. Kendisini karşılamak için iki tarafta ayakta durmuş olan cariye ve hademelerin arasında büyük halılardan döşenmiş bir aralıktan aceleyle geçerek babasının bulunduğu odaya gitti. Babasını görmek için büyük bir şevk ve istek duyuyor, kalbi onun için korkudan hızla çarpıyordu. Odanın kapısında hadım bir köle duruyordu. Bu hadım, daima Marzban’ın kapısını beklerdi. Cihan’ı görünce hemen efendisine koştu, Cihan’ın geldiğini haber etti. Sonra kapıya gelerek hanımının girmesi için perdeyi kaldırdı. Cihan ava giderken giymiş olduğu elbiseyle babasının yanına girdi. Hâlâ sarığı başında duruyordu. Yalnız yüzünü ve boğazını açmış, güzelliği daha ziyade meydana çıkmıştı. Üzüntü, yorgunluk; heybet ve vakarını, güzelliğini bir kat daha artırmıştı. Cihan çehresi parlak ve letafet saçtığı, gözleri zekâ ve şefkatinden parladığı hâliyle babasının yatağına yaklaştı.
Marzban altmış yaşını aşkın bir adamdı fakat hastalık onu pek ihtiyar yapmıştı. Büsbütün beyaz olan sakalı, göğsünü dolduruyordu. Büyük gözleri zayıflıktan çukurlaşmıştı. Yüzünde zayıflık eseri pek fazla belirmiş ise de gözleri hâlâ parlak kalmış, zayıflık onun heybet ve vakarını eksiltememişti. Özellikle kızının kendisine şiddetle ihtiyaç duyduğu bir zamanda gelmesi, gözlerinin parlaklığını canlandırmıştı. Üzerinde yatmış olduğu karyola parlak fil dişi ile süslenmiş dört ayak üzerinde abanoz ağacından yapılmıştı. Marzban arkaüstü uzanmış, başına takke gibi küçük bir sarık sarmıştı. Vücudunun üzerine sırma ile işlenmiş atlastan bir örtü konulmuştu. Örtünün göğsüne rastlayan tarafına gayet kıymettar, samur kürkünden örülmüş bir atkı atılmıştı. Marzban iki elini bu atkı üzerine atmıştı. Gömleğinin kolları yukarıya çekilmişti. Hastanın zayıflığı ellerinden de büsbütün belli oluyordu.
Cihan odaya girer girmez doğruca babasının yatağı yakınında, duvardan dışarı çıkmış bir girinti üzerinde dikilmiş kaba yaklaştı. Bu kabın önünde bilhassa bu kap için yakılmış bir mum vardı. Bu, odanın aydınlanması için tavanın ortasına asılmış olan büyük kandilden başkaydı. Cihan, Mecusilerin ibadette âdetleri üzerine sanemin8 önünde başı eğik durmak suretiyle saneme saygı ve hürmette bulunuyordu. Sonra pederinin yanına koştu, karyolanın yanında diz çökerek ellerini öpmeye başladı. Pederinin son derece zayıflığı kendisine pek tesir etmişti. Her vakit yaptığı gibi ona kuvvet ve cesaret vermek için gücünü gösterdi. Yüzü tebessüm ediyor fakat gözleri canlı değildi. O gözler, yalnız onun kendi pederine karşı büyük bir saygı beslediğini, pederini pek çok sevdiğini gösteriyordu. Pederi ise kızını görür görmez gözleri yaşla dolduğu hâlde kendisini şen ve neşeli göstermeye çalışarak kollarını kaldırdı. Cihan bu kol kaldırılmasından pederinin kendisini kucaklamak, öpmek istediğini anladı. Göğsüne doğru eğildi. Pederi onu kucakladı, öptü ve kokladı. Elleriyle saçlarını, yüzünü okşadı. Cihan, babasının öpüp koklamasından soluğunun sıcaklığını ve saçlarının sertliğini duyarak sağlığı hakkında düşmüş olduğu endişeyi, merakı yatıştırmaya ve hafifletmeye çalıştı. Kızcağız, o kadar korkmuştu ki babasını sağ göremeyeceğini zannediyordu.
Marzban yatakta oturmak istedi. Yardım ettiler. Biraz doğruldu, kolunu yastığa dayayarak oturdu. Kızına yatak üzerinde yanında oturmasını söyledi. Cihan oturdu:
“Babacığım! Kendini nasıl hissediyorsun?” diye sordu.
“İnandığımız, saygı duyduğumuz Hürmüz’e dua ediyorum; iyiyim fakat o kadar ağrılar çektim, zayıflığımdan o kadar acılar duydum ki Ehremen’in9 üstün gelerek bana bir fenalık yapmasından korkuyordum fakat senin konağa döndüğünü öğrenince biraz rahatlık ve ferahlık hissettim. Dünyada tek emelim, tesellim sensin. Bunu biliyorsun. Bir daha konaktan ayrılma, seni daima yanımda görmek isterim.”
Cihan, gözlerinden yaşlar dökmekten kendini alamadı. Soylu kız, babasını çok seviyordu. Hasta peder, kızının kederinden üzüntü duydu. Aynı zamanda vefatından sonra kızının ne olacağını düşünüyordu. Şefkatli pederiyle beraber o da ağladı. Bununla beraber kızını fazla üzüntüden korumak için kendi kederini saklamaya çalışıyordu. Cihan, babasının hislerini anladı. O da pederini, o hasta hâlde kendi acısıyla üzmek istemiyordu. Şen ve mutlu görünmeye çalışarak:
“Babacığım! İnandığımız Hürmüz’e selamlar olsun. Sağlığınızı iyi görüyorum. Senin için ona (sanemi eliyle işaret ederek) dua edeceğim. Ondan sağlık ve selametini isteyeceğim. Yüce Hürmüz elbette duamı kabul eder.” dedi.
“Mubez’i araması için kardeşin Saman’ı gönderdim. Mubez gelince hepimiz birlikte dua ederiz.”
Cihan, babasının duaya önem verdiğini görünce ruhen bir ferahlama duydu. İnsan için bu gibi zamanlarda inancından başka teselliye dönüş olacak bir şey yoktu. Şiddet ve felaket zamanında akıl ve kuvvetin büsbütün âcizliği açığa çıktıktan sonra insanlara teselli, ümit veren şey inançtan ibaretti. İnanç olmasaydı insanlar bu dünyada bedbahtlıktan başka bir şey göremezlerdi. Dünyanın her noktasındaki halkın bir din ile bağlılığının olması, işte bu hikmet ve gerçeğin üzerine kuruludur. Hiçbir millet yoktur ki zayıfı kuvvetliye karşı koruyan, hiçbir şeyin fayda ve tesiri görülmeyen felaketlerde kalbe kuvvet ve ümit veren bir dine bağlı olmasın. O felaketlerde yalnız iman, manen imdada yetişir.
Ancak bir dine mutlak nefsini teslim etmek, derin bir inanç ve kuvvet verebilir. Bunun için hakiki bir iman sahibi; felaketleri büyük bir tevekkül, samimi bir sabır ve tahammülle kabul eder. Ölümü telaşsız belki memnuniyet ve sevinçle karşılar. Halkın aklına şüphe ve zan dayanma gücünü eğmek kadar beşeriyet için zarar veren bir şey yoktur çünkü bu şüpheler onları manen öldürür, bahtiyarlıklarını büsbütün mahveder. Öyle tohum eken kimse kendisi ne kadar şüphede olursa olsun bir felakete uğradığı ya da pek değerli ve mukaddes kabul ettiği bir şeyden mahrum olma korkusuna düştüğü anda, bilinen maddi vasıtalardan başka vasıtalara iltica etmekten kendisini alamaz. O anda ister istemez bilmediği bir kuvvetten yardım diler. Görmediği ve varlığına inanmadığı bir şahsın yardımını bekler. Mevcut olan dinlerin hangisinin daha iyi olduğuna dair herkesin fikir ve görüşü farklı olabilir fakat herkes bir dine bağlıdır.