bannerbanner
Bağımsızlık Dönemi Özbek Edebiyatı
Bağımsızlık Dönemi Özbek Edebiyatı

Полная версия

Bağımsızlık Dönemi Özbek Edebiyatı

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
7 из 10

Babam cigulinin17 kapısını açarak görüşümüzü sordu:

– Taziye için dört yere gitmemiz gerek. Peki, hangisinden başlayalım? En uzaktakinden değil mi? Safarov’dan, hocandan.

– Hangi hocam?

– Selim Safar var ya, muhabir? Ne bileyim, “Bizim öğrenci ne yapıyor?” diye seni çok sorar.

– Selim Karar yani!

– He, onun soyadı Safarov’du. Sovyet döneminde kâtipken toplantı kararlarını mükemmel bir şekilde yazdığı için Selim Karar oluverdi. Lakap gibi bir şey, muhabir olduğu için takma isim diyoruz.

– Hadi ya, öldü mü? Ne oldu, hasta mıydı?

– Yaşlandıktan sonra ne yapsın, ölür yani. Yine de kim bilir, değişik dedikodular var. Oğlunun zulmünden gitti diyenler de oldu. Tek oğlan, biraz şımarık büyümüş. Böyle bir insanın evladı kötü çıktı. Karısını döverek şaşı yaptı. Bir iki yıl hapishanede de yattı. Dedecağız karışmadı, görmeye de gitmedi. “Karı koca arasında neler olmaz ki, bu da bir felaket, barışırlar belki, ortada çocukları var, ne yaptıysa kendi kaderine, bırakın onu” diye bir ağız talepte bulunsaydı, nasıl olsa el yurt içinde saygısı, şerefi var, herkes tanış, herkes insan, oğlunu çıkartabilirdi. Hayır, bir sözlü, prensipli. İşte, oğlu da hapisten çıktı, karısıyla barıştı. Uyum içindeler. Şaşı olsa da, gözünü açtığında gördüğü kendi yaptıkları. Bu arada dede ölüp gitmişti. Dediklerine göre kaynana gelinin didişmesi de artmış. Bu taraf: “Öl şaşı seni, tek oğlumu hapishaneye kapatıp kendin rahat rahat yaşıyorsun” demiş; diğer taraf: “Kendisinden bilsin, gözüm güzeldi” dermiş. Bu sefer öbür taraf daha da celallenerek: “Oğlumun yerinde olsaydım, eşek, seni vurup bu gözünü de çıkarırdım!” dermiş. İşte bu, eski ticaret.

– Kıyamet gibi bir adamdı, dedim Selim Karar’ı hatırıma getirerek.

– Kıyamet de laf mı? dedi babam düşünceli bir şekilde arabayı geri geri sürerken. “On yedinci yılın yedi Kasım’ında -tam da ihtilalin olduğu gün- doğdum, gerçek adımın ya Oktyabr ya Noyabr18 ya da İnkılap olması gerekirdi” diyordu. Sonra gülerek babam lafına devam etti: “Tövbe, senden on yaş kadar küçükken hangi yıl hangi ayda doğduğumu ben bile kesin bilmezken, sen anandan mı sordun?!”

– İnanç baba, dogmatik inanç.

– Evet, senin bahsettiğin inancın gücünü bu adamda gördüm. Matbu olan her şeye körü körüne inanırdı. Bir sayfa kâğıda matbu olarak “Kardeşin hükümetin siyasetine karşı” diye yazsan, can kardeşine el kaldırıp onu parçalamaktan da geri durmazdı. Bundan mıdır, bu ilçede üstlenmediği görev kalmadı. Raykom ve İcrakom’da19 çalıştı, önce kolhoza sonra Sovyet’e reis oldu, hasattan sorumlu oldu, polislik bile yaptı. Bu da yetmedi. Sonunda işte bu muhabirlik. Ancak hizmette geçen hassasiyeti de belirtmek gerekir: bu kadar makamda bulunmuş ama ne devletin ne de halkın tek bir çöpüne hainlik yapmıştır. Yoksa ne kadar zor yıllardı! Savaştan sonraki kıtlık zamanında kendi amcasını “Çoluk çocuğum açlıktan ölüyor” diye ağlayarak geldiğinde deponun kapısını sürmeleyerek, “Buğday yok, bunlar devletin!” deyip eli boş göndermiş, derler. İşte öyle adanmış bir insandı. Zamana ayak uydurmayı hiç bilmiyordu. Bir hayli yıl oğlunu sünnet ettirmedi. Doğru mu yalan mı, anasını cenaze namazı kıldırmadan toprağa vermiş diyenler var. Kesin bir şey diyemem, Taşkent’te okuyordum. İnancın, itikadın sağlamlığına bak! Kendisi en fazla okuryazarlık kursunu bitirmiş. Ancak kapital mi dersin, dönemin siyaseti mi dersin, gözü kapalı konuşurdu. “On dört yaşımdan beri Marksist’im” derdi adamcağız. Öldü…

– Marksistler de ölürmüş, lafın gelişi öylesine dedim.

– Herkes ölür. Ancak tabir yerindeyse “onların parlak hatırası gönüllerde ebedi kalır”, öyle mi?

Masum, kinaye ile karışık bu lafa karşılık vermedim.

İlçenin merkezinden geçiyorduk. Cadde kalabalık. Kavun, karpuz taşıyan, torba, poşet yüklenenler dönüyor. Pazar günü, pazar var.

Gözüm onlarda olsa da düşüncelerim perişan. Hatırımda bir görüntü canlandı. Koyu yeşil renkli takım elbise. Kafasında Stalin tarzı şapka, çok cepli Stalin tarzı jile, üstü geniş altı dar pantolon, kaba malzemeli çizme, kış, yaz. Bir tarafında büyükçe not defteri, göğüs cebinde bir dizi renkli tükenmez kalem, çizmelerinin koncunda bir deste gazete, dergi.

Bu adamı farklı kıyafette görmedim. Üstadım…

Uzun yıllar öncesiydi, yirmi yıl olmuştur.

Yaz stajımı ilçenin gazetesine aldırdım. Gazetenin editörü, uzaktan akrabamız Cuma ağabey görevlendirmemi gözden geçirdikten sonra, “Şiirini Taşkent’te yazarsın kardeşim, mesleğin muhabirlik, hayattan kopmaman lazım, sıradan günlük işleri de öğren” diyerek beni parti yaşamı bölümüne atadı. Bölümün müdürü Selim Karar’ı çağırarak şunları tembihledi: “Aksakal, işte bu çocuğun kulağından, kafasından çekerek onu sonbahara kadar havadan gazete yapan biri yaparsınız.”

Selim Karar dedikleri, benim önceden büyük küçük toplantılarda karşılaştığım, gözüme çok heybetli görünen bir adamdı, büyüklüğünden hep çekinmişimdir. Sıradan bir insanmış. Nazik, mülâyim. Kimin oğlu olduğumu duyunca hemen açıldı: “Babanızla beraber çalışmıştık, yeğen. Kolhoz zamanında. Babanız elimin altındaki saymandı.” Sonrasında ise o döneme dair bir konuyla ilgili bahis açıldığında, “Babanızdan sorun” der oldu.

Şiir yazdığımı öğrenince hayıflanarak içini çekti: “Biz de gençliğimizde yazardık. Bir gazel denemesi yapardık. Kafiyesini uyduramayınca bu tarafa geçmiş olduk. Babanızdan sorun.”

Odun gibi bir adamın bir zamanlar şiir, özellikle de gazel yazdığına hiç inanamıyordum. Her zamanki övünmelerine yordum. Hangi muhabire sorarsan gençliğinde mutlaka şair olmayı arzulamıştır, ancak yaşam şartları elverişli olmadığı için şairlik kala kalmış. (Sanki şairlere özel ortam sağlanıyormuş!)

Selim Karar ölesiye çalışkanmış. Masadan kafasını kaldırmaz. Sabahleyin önünde bir top gazete, demlikte çay, gözlüğünü burnuna kondurup iştiyakla mütalaa eder, kırmızı kalemle işaretler koyar. Sonra kendinden geçerek çalışanların mektuplarından türlü türlü makale uydurur. Öğle yemeği dışında dışarı çıkmak yok, dinlenmek yok, sohbet etmek yok. Odunun teki.

Üşenmeyen bu adama baka baka sıkılırım, asabım bozulur. Şiir yazayım desem, ilham yok. İlham perileri Taşkent’te kalmış: Sonra yalnızca kara iş için yaratılan bu zatı gafletinde bırakıp sigara bahanesiyle komşu odaya kafamı sokarım. Köy işleri bölümü ile kültür bölümü bu odada. Dünyanın zevk ve lezzeti de burada. Kare odanın dört köşesini tutan dört arkadaş çoktan iki yüz sıradan malzemeyi hazırlayıp “hükümete karşı borcunu ödemiş”, şimdi ise gevezelikle meşgul.

Başköşede oturan haylaz Nazır ağabey beni görünce:

– Gel, gel, Stalin dedemin torunu, der hemen endişelenmiş gibi görünerek. “Sana ne oldu? Bir renk gör, hâl sor. Hepsi Stalin zaliminin zulmünden. Nasıl, kendisi oturuyor mu? Ona dev bile çarpmaz, tasfiyeden kalmış biri. Buraya gelsene, kardeşim ya, tas tamam olmuşsun. Seni kendim iyileştirmezsem…” Yanındaki demir sandıktan bir şişe alır: “İşte bundan azıcık alıverirsen insan olur çıkarsın. Ne diyorsun? Şaşırma. İlaç bu ilaç, kultamitsin. Kult kult içersin, tamaaam, âlem gülistan! Bir bakarsın çiçekler açmış, bülbüller ötüyor, ilham kaynağı coşuyor. Yoksa dedenden mi korkuyorsun? Doğrusunu söyle, olmazsa kendim içerim. Dibinde kalmış zaten. Ha şöyle, aferin, vur! Ya hayat ya memat! Kenarından al kenarından. Eee, şair dediğin işte böyle olur. O Stalin sana da öğretiyor, “Şiiri bırak, gübreyi yaz, samanı yaz” diye. Yazma! Bence yazma şunu, kardeşim! Şu zalımın dediğini yapıp gübre, saman olduk, yeter! Yoksa işte, Polat’a sor, bir defter şiirim var benim de! Hepsi gül ve bülbül, aşk ve muhabbete adanmış. Ancak şimdi gördüğün gibi gübre, saman… Kendisi yazsa, ölmez. Canı kuvvetlidir onun. Stalin dedenin kendisi tek başına günde sekiz gazete çıkarır. Yeter ki yukarıdan emir gelsin!

Nazır ağabey boşuna konuşmuyor, kendim şahidim. Dağdaki hayvancılık çiftliklerinde gerçekleştirilen parti ve siyaset programlarını gazetede açıklamak lazım geldi. O gün Raykom’da bir toplantı çıkınca Selim Karar dağa gidemedi. Ertesi gün çiftlik yöneticisi ile telefonda yalnızca beş dakika konuştuktan sonra yazıhanede iki saatte iki sayfalık bir yazı hazırlayıp çıktı. Sözlü olarak! Şaşmamak mümkün değil.

“Beşerçe’den Beş Ders”. Merakla okudum. Sanki kendisi gidip görmüş gibi canlı ve ayrıntılı. Delil ve mülahazalar yerli yerinde, sonuçlar temellendirilmiş, kuvvetli. Tek bir noksanı yok. Mesele de bu ya: tek bir tane bile! Tüm herkese malum, dosdoğru, pürüzsüz cümleler. Ancak herkesin elinden gelmez. Üstadım meğer bu hünerin piriymiş.

İşe başlamamım ikinci haftası mıydı ne, bana bir görev verdi. İpek dokuma fabrikasındaki açık parti toplantısıyla ilgili kısaca röportaj hazırlamam gerekti. Gittim, katıldım, yazdım. Bu bezmişlere bir göstereyim diye tüm kabiliyetimi ortaya koyarak yazdım. Müdürümün tashihinden sonra metni okuyunca çığlık atasım geldi. Saçımı başımı yolarak bulduğum benzetmelerim, betimlemelerim, mecazi ibarelerim… nerede?! “Filan günü filan yerde filan mevzuyla ilgili filan toplantı oldu. Toplantıda şunlar şunlar söz hakkı alarak şunları söylediler. Toplantıdakiler şöyle bir karar aldılar. Bu, canımız parti hükümetimizin tarihi kararlarıyla tamamen uygundur.” Metinden kalan bu. Sanki bir buket çiçeği silke silke yapraklarını döktürmüş gibi. Özellikle ilave ettiği son cümleyi okuyunca ölecek gibi oldum, işte bu toplantı katılımcıları ki “oybirliğiyle karar” vermişler, yukarıda duran parti hükümete ne gerek var?! Eğer ki kararın “oybirliği” ile kabul edileceği önceden belliyse bu kadar adama zahmet ettirip toplantı yapmanın amacı ne?!

Muharrire şikâyet için gittiğimde, Cuma ağabey: “Bir şey olmaz, parti üslubu öyle olur, öğren” diyerek yüzüme su serpip beni gönderdi. Elimden bir tek şey geldi, gece gizlice matbaaya gidip adımı kaldırttım. Sonuçta bunu gören biri: “Yazdıklarının Selim Karar’ınkinden farkı yokmuş, Taşkent’te sinek kovalayıp da ne yapacaksın?” demez mi?!

Yavaş yavaş yüksek şiiriyet ve bediiyat vasıtalarını unutarak çevreye ayak uydurmaya başladım. Doğrusunu söylemek gerekirse, iyi kötü üstadımdan bir şeyler de öğrendim.

İşte böyle derslerden birini hatırlayınca hemen gülesim gelir. Selim Karar bir yere gittiğinde bir makale hazırlayıp matbaaya teslim ettim. Ertesi gün bu yazıyı gazetede okuyunca üstat telaşlanmasın mı?

– Siyasi yanlış, siyasi hata! dedi kafasını sallayarak. “Yandık yeğenim! Şimdi ne yapacağız? Tam da Cuma Turdiyeviç’in hastalığında… ‘Parti kararları’ demişsiniz. Hangi parti, sosyal-demokratlar partisi mi? Eserler Partisi veya Kadetler mi?! ‘Canımız Komünist partimiz’ diye yazmamız lazım, öğrenin! Bunu Raykom okursa, ikimiz de Cuma Turdiyeviç de…”

Öğlen vakti bu tatsızlığı Nazır ağabeye anlattığımda o gülüverdi:

– Saçmalık! Git sen de! Bu duvar gazeteni kim okur? Okusa da önemli değil!

İlginç, Raykom bizi çağırmadı. Ya da oradakiler de Cuma Turdiyeviç gibi o günler hasta mıydı ne!

Selim Karar’la tashih yapma işimiz bundan da komik. Tashihçi kızımızın düğünü olduğunda bir akşam gazetede nöbetçi olan müdürüme yardım etmek için kaldım. Ben el yazmayı takip ederken, o matbaadan gelen nüshayı sesli okuyordu. Karşılaştırıyoruz. Üstat heceleye heceleye okudukça ben gülmemek için kendimi çimdikliyordum.

– Ca-nı-mız Kom-mü-nis-tik… büyük harfle, iki “m”… par-ti-mi-zin ta-ri-hi.. i… ka-rar-la-rın-dan il-ham a-la-rak, virgül… yi-ğit kuş ba-kıcı-la-rı yük-sek za-fer kuç-tı-lar… “Kuçtılar” mı? Eveet, öyle. Dikkatli olun ha yeğenim…

Selim Karar toplantılara falan gittiğinde ben pencerenin önünde uzun uzun durarak sokaktan geçen kızları seyrederim. Durduk yerde ağlayasım gelir, kendi kendime kızıyorum. Bu nasıl bir gidiş? Boğucu bir odada, ondan da boğucu bir adamla, boğucu bir muhitte, gereksiz, suyu çıkmış cümleleri çiğneyip yeteneğimi ayaklar altına alıp “tarlaya nuru çıkarıldı”, “köprü kuruldu”, “ekip planı yerine getirdi” diyeceğime, stajda Taşkent’te kalarak temiz havalı çimenlerde Medine’me sarılarak ona şiir u gazel okusam olmaz mıydı! Ahmak, nadan! Hayatı öğrenecekmiş, hayattan kopmayacakmış! İşte hayat!.. Arkadaşlar ne zaman gelir acaba, pencerenin altında arabalarının kornasına basarak? Bugün suya girmek için şelaleye gidecektik… Gideceğim ya, güz gelsin giderim! Gübren, samanın kendine kalsın, kararlarınla yerin dibine bat Selim Karar!

… ilçe merkezini geçtikten sonra elma bahçesine dönerken babam konuşmaya başladı:

– “Öğrencimiz bizi iyi yakalamıştı” diyordu rahmetli. Neyle ilgili olduğunu söylemezdi.

O olayı hayal meyal hatırlayarak sordum:

– Baba, cenaze namazını kıldırmadan annesini toprağa verdiğini söylemiştinizi demin. Şu adam namaz kılıyor muydu ki?

– Kılmışsa da kılmıştır, gören kimse olmadı. Defin merasimlerine katılmasına katılırdı ancak cenaze namazı vakti kenarda dururdu. O zaman ne olmuştu?

– E, hatırlamıyorum…

Hatırlıyorum aslında. Selim Karar gece nöbetine kaldığında yardım ettiğim günlerimdi. Matbaa son sayfayı hazırlayana kadar biraz bahçeye çıkıp döndüğümde kapı kapalıydı. Biraz kuvvetlice itince -zinciri herhalde pek sağlam değildi- kapı sesli bir şekilde açılıverdi. Bir baktım… Biri yere kapanmış. Üstadım, Selim Karar! Sesi duyunca apar topar yerden bir şeyi toplayıp masanın altına atıverdi. Seccade mi? Sonra belini tuttuğu halde sızlanarak yerinden kalktı ve aceleyle masa üzerinde duran bir şeyi eliyle kapattı, masanın üzerinden sürükleyerek gizlice cebine koydu. Kırmızı bir şey, bir belgeye benziyor…

– Buyurun buyurun yeğenim, sayfa da henüz hazır değilmiş, dedi Selim Karar suçlu bir edayla ve şikâyet edercesine ekledi: “Lanet olası bel ağrısı. O yüzden biraz uzanayım diye…

Konuyu değiştirmesine bak! Namaz kılıyormuşsun, açıktan kılsan olmaz mı, bana ne? Bundan anlaşılıyor ki gündüzleri beni diğer odaya uzaklaştırıp… Uzun uzadıya kalsam da sessiz kalmasının sebebi buymuş, vay kurnaz! Lâkin o şey neydi? Neden durduğu yerde ona yapıştı?..

O akşam Selim Karar tanınmaz hâle geldi. Bir mahcubiyet, yalakalık, her zamankinden daha çok konuşkan haller. Çay demleyip bana servis etmeler. Tüm sayfalara imza atıldığı hâlde eve gitmeye acele etmiyordu. Zarafetten uzak görünen odun gibi adam benden şiir dinlemekten yorulmuyordu. Gelmiş geçmiş hengâmelerden söz açıyordu. “Babanıza sorun.” Giderken dedem yaşıtı adam, üstadım, bir adım ötede olan evimize sepetli motosiklette bırakmayı teklif etti… Hayret!

Selim Karar ertesi gün işe gelmedi. “Rahatsızım” demiş telefon açarak. İki gün sonra oğlu vasıtasıyla izin dilekçesini gönderdi.

Başsız kaldığımı görünce muharrir beni çok istediğim kültür bölümüne geçirdi. Şen şakrak arkadaşlarla gün geçirirken sonbaharın geldiğini fark etmemişim. Sevgili Taşkent’ime gittim.

Selim Karar’ı bir daha görmedim. Bir sonraki sene gelerek gazeteye gidip sorduğumda, “Şu adamcağıza bir şey yapıp gitmişsin ya şair” dedi gülerek Nazır ağabey. Ondan sonra işe dönmedi. “Lanet olası gözler yazı işlerine yaramıyor artık” diyerek başka alana geçti. “Bahçıvanlık ekibinde bekçi diye duydum. Dışarıda, sokakta da görünmüyor.” Bu muamma zihnimi yordu.

Unutulmayan üstadım hakkında bildiklerim işte bunlar. Sonradan bu da hatırımdan gidecekken, bugün gelip…

Bahçe ve sokaklar boyunca biraz gezdikten sonra, duvarları parçalanmış, biraz da harap bir eve vardığımızda arabadan indik. Baba oğul çekinmeden eğrilmiş eski dış kapıdan teklifsiz doğrudan bahçeye girdik. Kenarda eğri büyümüş elma ağacı altında insanları görünce o tarafa yürüdük.

Sert toprağa döşenmiş kilimde iki üç kişi sohbet ediyor. Biz de gidip çömeldik. Başköşede yüzü kat kat kırışık, kabarık gözlük takan yaşlı bir aksakal zayıf bacaklarını teklifsizce uzatarak, yastıkta, kulağı üzerinde kestiriyordu. Biraz daha ileride yine bir yaşlı durup durup arkadaşına laf atıyor. Kenarda/eşikte doppi ve kuşak takmış ev sahipliği yapan bir delikanlı. İfadelerine bakılırsa merhumun yeğeni olmalı. Oğlu nedense görünmüyor.

Baş işareti yaparak selam verme, dua okuma ve sonra acele etmeden hâl hatır sorulmaya geçildi.

Fırsattan faydalanarak ben de bahçeye göz gezdirdim. Doppi gibi, daracık. Yerli şartlara asla uygun değil, şehir bahçesine benziyor. Vakti zamanında bir derece rahat olan ev de şimdi harap, feyzi gitmiş. Her taraf perişan, elmaları kurtlar kemiriyor, sonbahar meyvelerini toz basmış, kehribar renginde.

Ev sahipliği yapan yeğen bana ne zaman geldiğimi, kaç gün kalacağımı sordu.

– Kardeşin bu alışkanlığı güzel, dedi sonra babama bakarak. “Gelir gelmez hemen el âlemin mevlidine, merasimlerine katılıyor. Kendim gördüm bir iki defa. Sağ olsunlar. Çok teşekkürler, sevap iş…” Bir an sessiz kaldıktan sonra, merhumun yakını sıfatında burada oturanlar kaç kez duyduğu, yine duyacakları, kendisinin de kaç kez tekrarladığı, yine tekrarlayacağı ölüm tafsilatını göreneğe göre bize anlatmaya başladılar: “Bilemiyorum, sapasağlam yürüyordu. O gün desen, bir iki yere taziyeye de gitmişler, dönüşte evine alış-veriş de yapmışlar. Kaza gibi bir şey, olacağı kimsenin aklına gelmemiş. Sonrası dersen … bu şimdi öğle namazından sonra olan olay, Samiyev’in yanına gitmişler, müdürün. Şuradan oraya, yürüyerek. Ayaklarında romatizması vardı, yaşlı adam. Samiyev bir zamanlar gözetiminde traktörcülük yapmışmış, buna güvenerek gitmiş herhalde. İşte kendiniz görüyorsunuz, küçücük bahçe, üstelik yarısı yola gidecek. Laf aramızda kaynanayla gelin de uyuşmamaya başladı. Bundan dolayı oğluna bir parça yer isteyecekti, yengemizin dediğine göre. Samiyev ne demiş bilseniz: ‘KGB’de çalıştığınızda babamı hapse attırdınız, size toprak yok!’ Alçağın lafına bak! Bu kadar zaman geçtikten sonra eski kini şimdi, sovhoza müdür olduğunda mı aklına geldi, namert! Hapse attırmışsa baban bir suç işlemiş olmalı ki, hapse girmiş. Hatta amcamızın Emniyette biraz çalıştığından haberim varsa da -eski şapkalarını fi tarihinde giyer gezerdik- ancak KGB’sini me-ge-be-sini duymadık.

Uyuklayan ihtiyar birden canlanarak laf attı:

– Ee, o zamanlar hepsi birdi…

– Bir miydi, bir değil miydi, babasını amcamın hapse attırdığını kim ispat edebilir dede, hani?! dedi taraflı yeğen ihtiyara “hücum” ederek. “Samiyev’iniz o zamanlar annesinin karnında bile değildir. Eh, olsun, ne diyebiliriz ki şimdi!” Sonra bize dönüp, özür dilercesine lafını suçlu bir edayla devam ettirdi: “Amcamızı biliyorsunuz: biraz şey, biraz kızıldılar. Ayrıca, sonraki zamanda buradaki üzüntülerden sıkılmış mıdır nedir, bir ara gaza gelip ‘On dört yaşımdan beri Marksist’im’ demiş.” “Git, o Marks’ına, Marks’ın toprak versin!” demiş Samiyev de. Olan şey budur. Dönmüşler, yengemizle biraz dertleştikten sonra şu kerevete uzanmış, orada can vermiş…

Sanki tam bunu beklermişçesine ilginç bir şey oldu. Sakin sakin esen bir meltem, fırtına gibi kalktı ve uçarak gelen bir doppi tepemizdeki elma dalına takıldı. Rüzgâr bir gayret daha gösterdi, doppi daldan koparak alçak duvarı aşıp komşu bahçe tarafına pervaz etti.

Yerinden fırlayıp duvara doğru hareket eden yeğeni biraz ötede oturan ihtiyar durdurdu:

– Yav, bırakın şimdi Merdanbay, birazdan çocuklarınız getirir. Sonra bıyık altından gülerek şöyle dedi: “Rahmetlinin kafasında doppi gördüğümüz yoktu zaten.”

Yeğen yerine dönüp çömelirken çekinerek sırıttı:

– Yenice idi. Henüz giyilmemiş. Amcam şapka giyerdi. Adettendir diye asmıştık da.

Yalnız o zaman terasta direğe bırakılmış kıyafet dikkatimi çekti. Merhumun üstü başı. O tanıdık koyu yeşil elbiseler. O kocaman not defteri, o rengârenk tükenmez kalemler.

Biraz kenarda sütun kazığında kıvrılmış bir adet beyaz yektek20 asılı duruyor. Galiba doppi bunun tepesindeydi. Kazığa emaneten tutturulmuş muydu ne…

Ne kadar çalışsam da rahmetliyi bu yektek, bu doppiyle hayal edemedim. O daha çok diğer kıyafetlere uygundu. Galife21 dede…

Sonra, dualar… Allah rahmet eylesin! Mekânı cennet olsun! Allah geride kalanlara ömür versin!..

Ev sahibi yeğenin eşliğinde baba oğul bahçeden çıktık.

Dönüyoruz.

– Şimdi Bağbala’ya, dedi babam arabayı merkeze varmadan yukarı doğru çevirerek. “Halilov’unkine. Kardeşi yakında motosiklet kazasında öldü. Muhteşem bir delikanlıydı, çok becerikliydi.”

Halilov’un evini bilirsin, işte o kavakların arkasında. Asam Kuvvet’e komşu ya.

– Hangi Asam’ı kastediyorsunuz? diye üzgün bir şekilde sordum. “Asam adında sınıf arkadaşım vardı…”

– Gönül koyma ama oğlum, Asam Kuvvet’i unuttuysan baya yabancılaşmışsın.

Gönül koymadım. Doğru ya, belki o benim düşündüğüm Asam’dır. O da çocukluğunda çok kuvvetliydi.

Yolda laf dolanıp tekrar Selim Karar’a döndü.

– Demin şu adamı itikatlı diye niteledik, baba. Bence o, en fazla, sıradan bir korkaktı.

– Söylediklerinde doğruluk payı var, oğlum, dediler babam. “Stalin zamanında çok korkutulduğu bir gerçek. Onu Tirmiz hapishanesinde bir hafta boyunca keçeye sararak zorlamışlar. “Keçe cezası” adında böyle bir işkence usulü varmış. Kendisinden duymuştum. Kolhoz döneminde bir gece depoda yattığımızda sarhoş kafayla ağlayarak şikâyet etmişti. Onu neyle suçlamışlar bilir misin? ‘Stalin’ ile ‘betayin’ sözcüğü arasında kafiye kurduğu için… Selim karar şairdi de, hem de nasıl şair! Gazel yazardı, sonra onu kendisi besteleyerek şarkı söylerdi. Dinlemiştik de. Biz o zamanlar çocuktuk.

Selim Karar’ın hayal kırıklığı içinde “Biz de gençliğimizde yazardık. Sonra kafiyeyi uyduramayınca…” dediğini hatırladım. Demek mesele buymuş.

– İhtimal ki o zaman keçeye sararak işkence yaptıklarında dayanamayıp ihbarda bulunmuştur! Deminki dede bir şeyler ima etmiş gibiydi.

– Bulunduysa bulunmuştur, oğlum. Sırlarını kendisiyle beraber götürdü artık. Öbür dünyası abat olsun deriz, başka ne diyebiliriz. Adettendir, ölenin arkasından böyle şeyler konuşulmaz. İkimiz de günaha girdik. Çok ilginç, bunları konuşmazsan iyiyle kötüyü nasıl ayırırsın? Yaşayanlardan konuşayım dersen, kışkırtma, dedikodu sayılır… Ee oğlum, dönem hangi büyükleri ezmemiştir, sakat bırakmamıştır! İşte şu Asam Kuvvet’i alalım…

Düşüncelerim karıştı.

Bağbala’nın meşhur kavakları boy göstermişti.

Babamın anlattıkları kulağıma parça parça geliyor.

– … KGB’nin adamları kapıda bekliyorlar. Bir şekilde bunu sezmiş. Can havliyle çekmeceden yuvarlak mührü aldığı gibi gözünü kapatarak onu yutmuş. Sonra hemen arka pencereden kaçmış. Gittiği gibi on beş yıl sonra döndü. Nasıl desene? Yüzbaşı kıyafetinde. Göğsünde çeşitli nişanlar, madalyalar… Kardeşini, öz kardeşini hapse attırıp yerine geçti. Karısıyla evlendi. Çok güzel bir kadındı Zeynep. Reislik yaptı. Ta yakın yıllara kadar. Kardeşi döndü… perişan… Yaklaşık on yıl elden ayaktan düştü, felç bir halde yattı. Etme bulma dünyası dedikleri bu…

– Kimi diyorsunuz baba?

– Asam Kuvvet’i ya, Asam Kuvvet’i. Süleyman’ın eniştesi olur. Süleyman’ı hatırlıyor musun, evimize geliyordu? Topal, yürüdüğü zaman ayağı gıcırdıyordu. Sana tahtadan at yapmıştı çocukluğunda…

Asam Kuvvet, Asam Kuvvet… Hıı, hatırladım hatırladım… Haydi bu da bir sonraki sefere kalsın.

(Erkin A’zam, “Ta’ziya”, Novoiyni O’qigan Bolalar (Hikoyalar To’plami), s. 16-23.)

(Aktaran: Kamila Topal)

ERKIN A’ZAM

TA’ZIYA

“Ushbu hikoyaning dastlabki nomi “Do‘ppi” edi. Shunday she’ri borligini eslabmi, uni Muhammad Yusufga bag‘ishlamoqchi bo‘ldim. Asarning sarlavhasi o‘zgargach esa, shoir nomi bilan yonma-yon turishi xunukroq tuyulib, fikrimdan qaytdim. Ajabo… Bugun hikoyani suyukli inimning unutilmas xotirasiga bag‘ishlamoqdaman.”

Muallif

O‘zbekning xonadonidan do‘ppi topilmasa-ya!

– Mana, – deya enam nihoyat kaftlariga urib qoqa-qoqa, kizaklarini torta-torta, qirralari uringan nimdoshroq bir do‘ppini ko‘tarib chiqdilar ichkaridan. – Uy emas bu, karvonsaroy. Do‘ppining bozoridan o‘tib bo‘lmasdi-ya! Otang Toshkanddan bir to‘qqizini ortib kelgan edilar, qani endi? Tunov kuni ukang bir to‘da jo‘rasi bilan kelib, anovi hamsoyaning ta’ziyasiga kiramiz, deb bitta-bitta kiyib ketdi. Bi-irontasi qaytib kelgani yo‘q. O‘zing-chi, kelar ekansan, mana shunday to‘y bor, ta’ziya bor, chamadonning tagiga tashlab kelay demaysan. Do‘ppi jonivorning hamku pisandi qolmadi, yaxshi-yomon kunda kiyilmasa, boshiga iladiganni bozordan toping! – Enam javrashdan to‘xtab, mashinaning kalitini barmoqlarida betoqat aylantirib turgan otamga yuzlandilar: – Boshingizdagini ulingizga bering, siz mana buni kiyasiz.

– Iya, shunday bo‘ldimi? – dedilar otam yasama itoat bilan ohorli do‘ppini menga uzatib. – Alining jandasi Valiga, yangisini akam kiyar ekanlar-da, mayli, mayli.

– O‘zingizning eskingiz. Shungayam jon deng.

– Jo-o-on! Bo‘ldimi?

– Noz qilishlarini, ho‘ sho‘-o‘r! Shuyam yo‘q edi, bobom bozordan opkeldi, debdilar.

– Arablarning o‘zi bosh kiyimga uncha ahamiyat bermas ekan – na to‘yda, na azada, – dedim sho‘x munozarani bo‘lib.

– Shu uchun aytadilar-da, mullaning aytganinigina kil, deb. Buni endi kimga tushuntirarding? Bosh-yalang borsang, kofir deydi – xuddi do‘ppi kiygan zahoti odam musulmon bo‘lib qoladiganday! Otabobomizdan qolgan urf-da, ulim. Bir vaqtlar shuni kiyish ham jasorat edi. Nega shapka kiymaysan, nimaga sha’ma bu, maqsadingni bilamiz, deb sho‘ri quriganlarni ko‘p ko‘rganmiz.

На страницу:
7 из 10