bannerbanner
Bağımsızlık Dönemi Özbek Edebiyatı
Bağımsızlık Dönemi Özbek Edebiyatı

Полная версия

Bağımsızlık Dönemi Özbek Edebiyatı

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
6 из 10

BÜYÜK İPEK YOLU

Kumları saçıp, yol açıp, tesbih gibi kervan geçer,Develerde sallanıp devir geçer, devran geçer.Baharatı biberle, pirinci ipekle değiştirerek,Kumaşı kaputla, kaputu atlasla değiştirerek,Bazen insaf ile bazen de iman ileYolun boyunu ölçüp, taş ile derbent ileBazen kandırır, bazen kendisi kandırılır,Bazen yolundan, bazen kendinden yakınır,Türlü elbise, gönül ile türlü kervanlar geçer,Deve adımları gibi vakur zamanlar geçer.Sahra, büyük kum saati. Kar dökülür ak kum gibi,Tüccarın payı bazen zehir zakkum gibi,Lakin ipek yolu bu, hak yolu, irfan yolu,Beşeriyet cisminde can yolu bu, kan yolu.Bu yol ile, Roma’da çini kaselerin sesi,Almanların elinde Semerkand kâğıtları.Heybenin bir gözünde helva ve şeker gider,Bir gözde Semerkand’in kitabı, hokkası gider.“Adalete doğru yürü, yüzünü çevir ilim tarafına!”Duaya açılan el, avuç gibidir Registan.“Alem civa gibi titrer, kendine dikkat et!”Göz yummaz Şah-ı Zinde, ebedi diri padişah.Nice tüccar burada kalıp halka karışmış,Gidenleri marifet, marifet alıp gitmiş.Ama büyük kervanın işi bitmiş değildir,Hala yolda gidiyor, menziline yetişmemiştir.

SHOHI ZINDA. SADO

“So‘ylagin jonlarga olovlar yoqib,Suhbatdoshing gavhar tergandek bo‘lsin.Lutfu karamingga, zavqingga boqib,Hazrat Navoiyni ko‘rgandek bo‘lsin!Shunchaki bir millat emasmiz-ku biz,Iymoning tosh-metin qo‘rg‘ondek bo‘lsin.Sening suhbatingga burar chog‘i yuzHazrat Naqshbandni ko‘rgandek bo‘lsin!Har kimda xalqining g‘ururi, sha’ni,Yov kiftida ari yurgandek bo‘lsin.Senga qarab, sherni ko‘rgandek, ya’ni –Hazrat Boburbekni ko‘rgandek bo‘lsin!Ko‘ksingga tig‘ urib etmasin yara,Hezlansa, xudoyim urgandek bo‘lsin.O‘tli ko‘zlaringga, bastingga qarab,Hazrat Temurbekni ko‘rgandek bo‘lsin!”

ŞAH-I ZİNDE. SEDA

“Söyle yüreklere ateşler yakıp,Arkadaşın cevher dermiş gibi olsun.Lütf u keremine, zevkine bakıp,Hazreti Nevayi’yi görmüş gibi olsun!Sıradan bir millet değiliz ki bizİmanın taş, kale gibi sağlam olsun.Senin sohbetini dinleyenlerHazreti Nakşibend’i görmüş gibi olsun!Her kimde halkının gururu, şanı,Düşman omzunda arı varmış gibi olsun.Sana bakıp, aslanı görmüş gibi, yaniHazreti Babürşah’ı görmüş gibi olsun!Göğsüne tığ batırıp etmesin yara,Yeltenirse, Allah çarpmış gibi olsun.Ateşli gözlerine, vücuduna bakıp,Hazreti Timurbek’i görmüş gibi olsun!”

ONAM

Oy kabi qoshimda parvonam – onam,Oftobdek mehrda yagonam – onam.Boshimga tilla toj, ko‘nglimga taskin,Tunu kun tilimda shukronam – onam.Oltin-kumush asli – tosh bo‘lar ekan.Onasizning ko‘zi yosh bo‘lar ekan.Onasi bor – doim yosh bo‘lar ekan,Mehr ummonida durdonam – onam.Qayga borsam yo‘ldosh, hamroh taftingiz,Sizdan baxt topdim, siz nima topdingiz?Mudom manglayimda iliq kaftingiz,Tole’imdan yorug‘ peshonam, onam.Yonimda o‘g‘lim deb tursangiz, ona,Yashayman g‘amlardan g‘olib, mardona.Kelsangiz yuksalar g‘arib ostona,Ketsangiz mung‘ayar koshonam, onam.Ko‘rdim dunyo yetti mo‘jizasini,Topmadim qalampirmunchoq isini.Ko‘zlarimga suray bosgan izini,Jannat bog‘laridan nishonam, onam!

ANAM

Ay gibi karşımda pervanem, anam,Güneş gibi şefkatte yegânem, anam.Başıma altın taç, gönlüme teselli,Gece gündüz dilimde şükrüm, anam.Altının, gümüşün aslı taştan imiş,Anasızın gözü hep yaş olur imiş.Anası olan daima genç olur imiş,Şefkat ummanında inci tanem, anam.Nereye gitsem yol arkadaşımdır sıcaklığınız,Sizde baht buldum, siz ne buldunuz?Her zaman alnımda ılık eliniz,Talihimden parlak alnım, anam.Yanımda oğlum deyip dursanız, anam,Yaşarım, gamlara galip, merdane.Gelirseniz yücelir şu garip kapım,Giderseniz kederlenir köşküm, anam.Gördüm dünyanın yedi mucizesini,Bulamadım karanfilin kokusunuGözlerime süreyim bastığın iziniCennet bağlarından nişanem, anam!(Aktaran: Cansu Delibalta)

II. BÖLÜM

BAĞIMSIZLIK DÖNEMİ ÖZBEK HİKÂYECİLİĞİ

AHMAD AZAM (1949-2014)

Yazar, eleştirmen, senaryocu, televizyon muhabiri Ahmad Azam, 1949 yılında Semerkant vilayeti Comboy ilçesindeki Ğazira köyünde doğdu. 1971’de Semerkant Devlet Üniversitesinin Özbek ve Tacik Filoloji Fakültesini bitirdi. Aynı yıl Alişîr Nevaî Müzesinde çalışmaya başladı. Sonra Gülistan dergisi, Özbekistan Edebiyatı ve Sanatı gazetesi, Sovyet Özbekistan’ı Sanatı dergisi ve Özbekistan Yazarlar Birliği’nde çalıştı. Ahmad Azam siyasi faaliyetler de yürüttü. Birlik Halk Hareketi eş başkanı, Erk Demokratik Partisinin genel sekreteri olarak hizmet etti. 1999-2004 yıllarında Âli Meclis’e milletvekili seçildi. Ahmad Azam, 1995 yılından itibaren Özbekistan adlı televizyon kanalında baş editör ve genel müdür olarak çalıştı. Ayrıca Özbektelefilm stüdyosunun genel müdürü görevini üstlendi. Azam, Özbekistan televizyon kanallarının yüzlerce program ve belgeselinin yapımcısıdır. En çok tanınan yapımları arasında Özlük, Halkın Gönlü, Dördüncü Hâkimiyet gibi çalışmaları yer alır.

Azam’ın Ayın Çemberi, Bu Günün Devamı, Askartoğ Taraflarında, Gölgesini Kaybeden Adam, Hâlâ Hayat Var adlı hikâye kitapları, Mas’ul Söz adlı edebi-tenkidi makaleler mecmuası, Kendisi Evlenmeyen Görücü, Rüya yahut Gülistana Sefer adlı romanları yayımlanmıştır.

YAZMAYA GÜCÜMÜN YETMEDİĞİ VATAN HAKKINDAKİ ŞİİRİM

Eskişehir’in14 eski bir evinde yaşıyorum.

Küçücük bir ev, yazdıklarımla ona sığamadan, yukarıya, balahaneye15 çıkıverdim. Pencereden yalnızca çatılar, çatılar arasından başını çıkaran ağaçlar ve zaman zaman uçarak geçen kuşlar görünüyor; güneş ışığı doğrudan yazdığım kâğıtlara düşüyor, gözlerimi kamaştırıyor. Gürültü yok, her taraf sakin, “Neyin eksik, istediğin gibi doya doya yazmaz mısın” diyorum kendi kendime.

Ancak gönlüm rahatsız, nedense bomboş; balahaneye çıkmış olsam da aşağıdaki gündelik işlerimden kurtulmuş değilim. Yaşam kaygıları sanki ateşten sıçrayan kıvılcımlar gibi gelip kâğıtlarımın üzerine düşüveriyor… yazdıklarımda küçük, önemsiz şeyler çok; yücelik yok.

Gökyüzü açık, güneşin her zamanki gibi parladığı bir gündü, pencereden bakıp bunları düşünerek oturuyordum, birden çatılar gözüme farklı göründü: hepsi birbirine sıkı sıkıya bağlı, omuz omuza vererek, aşağıda yaşayan ailelerin samimi veya küsmüş olduğuna bakmadan, anlaşarak yaslanıp, birleşerek güneşleniyorlar gibi geldi… sanki erken ilkbaharda güneşte bir yanına yatmış, oradan buradan arkadaşça sohbet eden, her kafadan ayrı ses çıkarmayan kardeşler gibi… Birbirinin bu dünyadaki varlığına, akranlarının azalmamasına sevinip, bu sevinçlerini paylaşıp oturan, hâlâ kuvvetli, hâlâ geniş omuzlu olan yaşlı adamlar gibi… Kısacası, birbirini görünce yüzleri parlayan insanlar gibi…

Ağaçlar da çatıların arasından boyunlarını uzatarak, rüzgârda eğilip büküldükçe birbirinin hal hatırını soruyormuş gibi göründü.

Yine birbirine güç ileten elektrik kablolarının çatı başlarını bir araya getirmesi… Geceleyin evlerin birinde ışık sönse hepsi karanlık içinde kalır; ışık gelse hep beraber onu paylaşırlar…

Şimdi hepsinin tepesinde parlayan tek güneş, yükseklerde mavi renkte parıldayan yegâne gökyüzü!

Çatıların gölgesi birbirine düşmez; onlar, gökyüzünü, güneşi birbirinden kıskanmaz, tarlarda yer kapmak için cıvıldayan serçelerin kıskançlıklarına ilgisizdirler. Güya çatılar uyum içinde, etraf sakin, endişelenecek daha büyük mesele bulunmadığı için sıkılmış serçelere küçük şeylerden endişelenmekten başka iş kalmamış gibi…

Yükseklerden geçen büyük kuşlar çatılara bekçi, gökyüzünün göğsüne resim çizen kırlangıçlar haberci…

Bu görüntü…

Ah! Anlatamam.

Bu oturduğum yerde, balahanem, kâğıtlarımla beraber kendim de bu görüntünün bir parçasıymışım; görüyorum, gördüğümü okuyorum: daha bu hepsi değil, gözümün önündeki görüntü tasavvuruma sığmayan çok büyük, sınırsız manzaranın yalnızca bir kısmı, bir parçası diye düşünüyorum.

Bu bir yaşam, ben de onun içinde yaşıyorum: bunlar olmasa ben olur muydum?!

Tuhaf bir duyguya kapıldım.

Ben bu manzaranın ortasında oturuyorum, şimdi balahanemin çatısına çıkıp dört yana baksam, her yerde bu manzaranın parçalarını görür, sınırı olmayan, parlak halının ortasında, renklerinden gözleri kamaşan, sınırsızlığından aklı şaşan karınca misali hayretler içinde kalarak dururdum. Gönlüm arzulara kapıldığı hâlde, keşke bunları yazabilseydim diye düşündüm. İçimdeki bu duyguları kâğıda aktarsam: yazdıklarımı okuyanlar da şu çatıları, ağaçları, gökyüzünü, güneşi ve bu olağanüstü manzaraya bakarak kıvanç duyan beni de görseler, okurken benim gibi sevinseler… Ee, şair değilim ki! Şair olsaydım! Ancak şairler gibi heyecanlandım. Heyecanımı yazmak istedim, olsun, şiir olmasa da gönlüme göre: Dört duvarı tek çatıya birleştirip, âleme girip çıkılan bir kapı olsa ev olur; evin pencerelerinden gökyüzü akarak girer, evler birleşerek sıralanırsa sokak, sokaklar birleşirse köy olur; köyün yolları diğer köylere akar; köyler birleşerek çatılar birbirini omuzlarsa, kavşaklarda baş başa veren sokaklar toplaşırsa şehir olur; şehrin evleri güneşe bakarak büyür, yollarından tekrar tekrar köyler akar durur; şehirler, köyler, tarlalar, kırlar, yaylalar, sahralar, çöller, dağlar, nehirler evleri, ağaçları, ateşi, suları, toprağı, taşı, rüzgârları, canlıları ve insanlarıyla tek güneş, yegâne gökyüzü altında birleşirse Vatan olur, kooskocaman! Bu yaşayan hakikati kendimce şöyle kavradım: Vatan gözümün önüne geldi, boydan boya göründü, onun bağrında kendimi de gördüm: küçücük evimin üzerine kondurulan güvercinlik gibi balahanede oturarak, uçarak, vatanımın sınırsız suretini gönlümün aynasına sığdırmaya çalışırken onunla bütünleşmişim. Ben vatanımın verdiği yuvada yaşayarak, verdiği nimetlerden can, havasından nefes alıyormuşum. Ekmeğim de onun toprağından; yaşlandığım zaman da bu toprağa döneceğim! Hatta bu cümleleri yazdığım kâğıtlarım da vatanındır, ormanlarında büyüyen ağaçlardan alınmıştır. Bense bu zamana kadar bu kâğıtlara önemsiz şeyleri döktüm… Şimdi şükranımı şiirle ifade etmeye karar verdim. “Vay be, ne kadar büyükmüşsün vatan!” diye yazdım ama kuru laf olmuş; vatan için kuru laf söylenmez.

“Kâbe’msin, vatan!” diye yazdım, ancak kendim vatanımın tam bağrında, başkentinde oturuyorum, dört yanım Vatan… Eğilerek secde etmekten ziyade onun için koşturarak hizmet etmem lazım diye düşündüm.

“Şımarık oğlunum, Vatan” diye yazdım, ama yaşım kırka varmışken hâlâ çocuk gibi şımarıklık yakışmaz diye endişelendim.

“Vatan, sen evleri birbirine yaslayan, yolları birbirine bağlayan, şarkıları birbirini dinleyen, suları birbirini arayan, maksatları birbirine saygı duyan görkemli yuvasın, ancak kalbime sığarsın” diye yazdım. Düzgün gibi ama şiir olmadı.

“Vatan, ben senin…” diye yazarken birden durdum: deminden beri vatanı tarif edeyim derken meğer hep kendimi tıkıştırıyormuşum; sanki vatan hepimizin değil, yalnızca benimmiş gibi.

Sonra “Vatan, annemiz” diye yazdım, ancak köydeki annemin halinden iki aydır haber alamayışımı hatırladım, annesine ilgisiz olan bir insan olarak, nasıl olur da ağız dolusu vatan yani anne hakkında konuşurum diye düşündüm.

Başka da yazamadım, düşünmeye devam ettim, düşündükçe vatan büyüdükçe büyüdü, ben ise küçüldükçe küçüldüm…

Bir de baktım ki, kâğıda gözlerimi dikmiş, kalemimi zorlayarak yalnızca tek kelime fısıldıyorum: “Vatan”, “Vatan”, “Vatan…”

Bu kelimeyi sesimi çıkararak gürleyerek söyledim.

Öyle bir söyledim ki…

Birden pencere genişledi, gökyüzü yanıma geldi, kendim güneşin yanında yer aldım…

O tarafta durarak vatana baktım: çatılar çatılara, yollar yollara birleşmiş, köyler el tutuşmuş, dağlar ak kalpaklı başlarını göğe dayayarak, evet, biz böyle yükseğiz diye duruyorlar, ormanların nefesinde temizlenen havayı rüzgârlar insanlara taşıyor, rüzgârların şeffaf esintilerinde kuşlar yüzüyor, insanlar birbirine bakarak kafa sallıyor, muhtemelen selamlaşıyorlar, iyi şeyleri tasdik ediyorlar galiba… bunların hepsi gönlümde oluyormuş!

Kısacası şöyle: insanın vatanı anlaması için sürekli evde kalmayıp, biraz daha yüksek bir yere, gökyüzüne olmasa da en azından evinin çatısına çıkarak dört yanına uzun uzun bakması yeterli.

Önce kendisine bakıp…

Onun gönlü ayna olursa…

Bu ayna temiz olursa…

Şairlik yapamayışıma bu teselli oldu.

Şimdi bilmiyorum: yazarlığım bundan sonra nasıl olur acaba?

Bu duygu yarım bir devlet mi yoksa tam mı?

(Ahmad Azam, “Vatan Hakıda Yazışge Küçim Yetmegen Şe’rim”, Sayesini Yokatgen Adem (Hikaye, Novella va Kıssaler), Şark Neşriyati, Taşkent, 2004. s. 178-182.)

(Aktaran: Kamila Topal)

AHMAD A’ZAM VATAN HAQIDA YOZISHGA KUCHIM YETMAGAN SHE’RIM

Eski shaharning eski bir hovlisida turaman.

Do‘ppidek hovlicha, yozuv-chizuvim bilan unga sig‘may, tepaga – boloxonaga chiqib olganman; derazadan faqat tomlar, tomlar orasidan boshini chiqargan daraxtlaru onda-sonda uchib o‘tgan qushlar ko‘rinadi; oftob nuri to‘g‘ri men yozadigan qog‘ozlarga tushadi, ko‘zimni qamashtiradi; shovqin yo‘q, hammayoq osoyishta – senga nima yetishmaydi, istaganingcha to‘yib-to‘yib yozmaysanmi, deyman o‘zimga.

Lekin hech ko‘nglim to‘lmaydi, nimagadir bo‘m-bo‘sh; boloxonaga chiqib olgan bo‘lsam-da, pastda ro‘zg‘orimdan balandda emasman, turmush tashvishlari xuddi qo‘rdan uchgan qurumdek kelib qog‘ozlarimga tushaveradi -yozganlarimda mayda-chuyda ko‘p, balandlik yo‘q.

Osmon toza, oftob hamishagidek charaqlagan bir kun edi, derazadan qarab shularni o‘ylab o‘tirgan edim, birdan tomlar ko‘zimga boshqacha ko‘rinib ketdi: hammasi tutash, bir-biriga kiftini tirab, pastda yashayotgan oilalarning ahil yo arazlashganiga qaramay, kelishuvchilik bilan yastanib, quyoshning nurida birgalashib isinayotgandek tuyuldi: misoli erta ko‘klamda oftob-shuvoqqa yonboshlab, undan-bundan inoqqina gurung qurgan, oltovlon ola bo‘lmagan og‘a-inilardek… Birbirining shu dunyoda borligidan, qatorlari kamaymaganidan quvonib, shu quvonchlarini hangomalashib o‘tirgan, hali ham zabardast, hali ham chorpahil chollardek… Xullas, bir-birini ko‘rsa yuzi yashnab ketadigan odamlardek…

Daraxtlar ham tomlar orasidan bo‘ynini cho‘zib, shamolda alanglagancha, bir-biridan hol-ahvol so‘rayotgandek ko‘rindi.

Yana biridan biriga nur o‘tayotgan quvvatsimlarning tomlar boshini qovushtirishi; kechasi hovlilarning birida chiroq o‘chsa, hammasi zimiston ichida koladn; yorug‘ oqib kelsa, baravar bo‘lashib oladi…

Hozir hammasining tepasida charaqlayotgan bitta quyosh, balandbalandlarda ko‘kish tovlanayotgan yagona osmon!

Tomlar bir-biriga soya tashlamaydi, osmonni, quyoshni bir-biridan qizg‘anmaydi; bo‘g‘otlarda joy talashib chirqillashayotgan chumchuqlarning kunchkovligiga beparvo. Go‘yo tomlar ahil, atrof tinch bo‘lib, tashvishlanadigan kattaroq gap topilmaganidan zerikkan chumchuqlarga mayda-chuydadan boshqa tashvish qolmagandek…

Yuksaklardan o‘tib qolgan katta qushlar tomlarga soqchi, osmonning ko‘kragiga rasm chizayotgan qaldirg‘ochlar – xabarkash…

Bu ko‘rinishda…

Eh! Aytib berolmayman.

Shu o‘tirgan joyimda, boloxonam, hovlim, qog‘ozlarim bilan birga, o‘zim ham shu ko‘rinishning bir bo‘lagi ekanman; ko‘rib turibman, ko‘rganlarimni uqyapman: hali bu hammasi emas, ko‘z oldimdagi ko‘rinish tasavvurimga sig‘mayotgan juda katta, cheksiz-chegarasiz manzaraning bir bo‘lagi, bir parchasi, xolos, deb o‘ylayapman.

Bu – tiriklik, men ham uning ichida tirikman: shular bo‘lmasa, men bo‘larmidim!

G‘alati bo‘lib ketdim.

Men bu manzaraning o‘rtasida o‘tiribman, agar hozir boloxonam tomiga chiqib, chor-atrofga nazar solsam, hammayoqda shu manzaraning parchalarini ko‘rar, xuddi hadsiz-hududsiz, yashnoq gilamning o‘rtasida, uning ranglaridan ko‘zi qamashib, uning cheksizligidan aqli shoshib qolgan chumolidek, anqayib turaverar edim.

Ko‘nglim orziqib, qani edi-ya, shularni yozsam, deb o‘yladim. Ichimdagi shu tuyg‘ularni qog‘ozga tushirsam: yozganlarimni o‘qiganlar ularda shu tomlarni, daraxtlarni, osmonni, oftobni va shu ustivor kenglikka qarab quvonib o‘tirgan o‘zimni ham ko‘rishsa, o‘qiyotib menga o‘xshab quvonishsa…

E, shoir emasman-da! Agar shoir bo‘lganimdami!

Lekin shoirlarga o‘xshab hayajonlanib ketdim. Hayajonimni yozmoqchi bo‘ldim, mayli-da, she’r bo‘lmasa ham, ko‘nglimga yarasha: agar to‘rt devorni bitta tomga juftlab, olamga kirib-chiqiladigan eshik ochilsa uy bo‘ladi; uyning derazalaridan osmon oqib kiradi, agar uylar birlashib, betma-bet tursa ko‘cha, ko‘chalar bir-biriga ulansa, – qishloq bo‘ladi; qishloqning yo‘llari boshqa qishloqlarga oqib chiqadi;

agar qishloqlar qo‘shilib, tomlar bir-biriga kiftini tutsa, chorrahalarda boshini boshiga tirab ko‘chalar gurunglashib yotsa – shahar bo‘ladi; shaharning uylari oftobga qarab o‘saveradi, yo‘llaridan yana-yana qishloqlar oqib kelaveradi; agar shaharlar, qishloqlar, dalalar, qirlar, yaylovlar, sahrolar, cho‘llar, tog‘lar, daryolar uylari, daraxtlari, o‘t-o‘lani, suvlari, tuprog‘i, toshi, shamollari, jonzotlari va odamlari bilan bitta quyosh, yagona osmon ostida birlashib ketsa – Vatan bo‘ladi – ka-atta!

Bu tirik haqiqatni o‘zimcha shunday angladim: Vatan ko‘z oldimga keldi, ro‘yirost ko‘rindi, uni bag‘rida o‘zimni ham ko‘rdim: kichkinagina hovlimning ustida qo‘ndirilgan kaptarxonadek boloxonada o‘tiribuchib, Vatanimning poyonsiz suratini oyna-ko‘nglimga sig‘dirishga urinib turgan holimda unga qo‘shilib-birlashib ketgan ekanman.

Men Vatanim bergan boshpanada yashab, u bergan ne’matlardan jon, havosidan nafas olib o‘tirgan ekanman.

Zuvalam ham uning tuprog‘idan, qarib-churisam ham shu tuproqqa qaytaman!

Hatto shu gaplarni yozayotgan qog‘ozlarim ham Vatanniki – uning o‘rmonlarida o‘sgan og‘ochlarda olingan ekan. Men esam shu paytgacha bu qog‘ozlarga kim qaydagi mayda-chuydalarni to‘kib…

Endi shukronamni she’rga solmoqchi bo‘ldim.

“O‘h-ho‘, qanchalar bepoyon ekansan, Vatan!”—deb yozdim, quruq gap bo‘lib qoldi; Vatanga quruq gap aytib bo‘lmas ekan.

“Ka’bamsan, Vatan!” – deb yozdim, lekin o‘zim Vatanimning qoq bag‘rida – poytaxtida o‘tiribman, chor-atrofim – Vatan, unga bukilib sajda emas, yetib-yugurib xizmat qilishim kerak, deb o‘yladim.

“Erka o‘g‘lingman, Vatan”, deb yozdim, ammo yoshim qirqqa borib ham, haliyam boladay erkalik qilib yursam, yarashmas-ov, degan andishaga bordim.

“Vatan, sen – uylar bir-birini suyaydigan, yo‘llar bir-birini ulaydigan, qo‘shiqlar bir-birini tinglaydigan, suvlar bir-birini izlaydigan, maqsadlar bir-birini sizlaydigan buzruk ma’vosan, lekin yuragimga sig‘asan”, deb yozdim, tuzukka o‘xshadi, ammo she’r bo‘lmadi.

“Vatan – men sening…” deb yozayotib shartta to‘xtab qoldim: boyadan beri Vatanni ta’riflayman deb, nuqul o‘zimni tiqishtiryapman ekan; xuddi Vatan hammamizniki emas, bitta menikidek.

Keyin “Vatan – onamiz”, deb yozdim, lekin qishloqdagi onamning holidan xabar ololmaganimga ikki oy bo‘lgani esimga tushib qoldi, onasiga beparvo odam, qanday qilib Vatan—ona haqida og‘iz to‘ldi-rib gapiraman, deb o‘yladim.

Boshqa yozolmadim, o‘ylayverdim, o‘ylaganim sari Vatan kattalashib, o‘zim kichrayib boraverdim…

Qarasam, qog‘ozga termilgancha, qalamni qiynab, faqat bir so‘zni shivirlab yotibman: “Vatan”, “Vatan”, “Vatan…”

Shu so‘zni tovushimni chiqarib, baralla aytib yubordim.

Aytdimu…

Birdan deraza kengayib, osmon yonimga keldi, o‘zim quyoshning yonidan joy oldim…

O‘sha yoqdan turib Vatanga qaradim: tomlar tomlarga, yo‘llar yo‘llarga ulashgan, qishloqlar qo‘l ushlashgan, tog‘lar oq qalpoqli boshini ko‘kka tirab, ha, shunaqa balandmiz, deb turishibdi, o‘rmonlar nafasida tozalangan havolarni shamollar odamlarga tashib ketyapti, shamollarning shaffof oqimlarida qushlar cho‘milib yuribdi, odamlar bir-birlariga qarab bosh irg‘ashyapti, salomlashishyapti shekilli, yaxshi narsalarni ma’qullashyapti shekilli, – bularning hammasi ko‘nglimda bo‘lyapti ekan!

Alqissa, shunday: odam Vatanni anglashi uchun doim uyida o‘tiravermay, sal balandroq joyga, osmonga bo‘lmasa ham, hech qursa, uyining tomiga chiqib chor-atrofga uzoq-uzoq tikilishi kifoya.

Avval o‘ziga qarab…

Agar uning ko‘ngli oyna bo‘lsa…

Bu oyna toza bo‘lsa…

Shoirlik qilolmaganimga shu taskin bo‘ldi.

Endi bilmadim: yozishimning buyog‘i qanday bo‘lar ekan?

Bu tuyg‘u yarim davlatmi yo butunmi?

ERKİN AZAM (1950)

Erkin Azam, Surhanderya vilayetinin Baysun ilçesinde 1950 yılında doğdu. 1972 yılında Taşkent Devlet Üniversitesinin İletişim Fakültesinden mezun oldu. Yazar önce Özbekistan radyosunda muharrir (1972-1976), sonrasında ise Gulistan dergisinde bölüm muharriri, edebi kâtip görevlerini üstlenerek (1976-1981) kalemini geliştirdi. 1981-1986 yıllarında Yaşlık (Gençlik) dergisinde Erkin Vahidov’un rehberliğinde derginin şekillenmesi ve kendi takipçilerini bulması için çalıştı. Nesir bölümünü yöneten genç yazar kendi icadını geliştirmekle birlikte yeni yetenekli kalemlerin ortaya çıkıp ayakta durmalarında katkılarda bulundu.

1986-1992 yıllarında yazar Gafur Gulam Edebiyat ve Sanat neşriyatında çok ciltli eserlerin editörlüğünde müdürlük yaparak seçkin Özbek yazar ve şairlerin yapıtlarının basılmasında katkılarda bulundu.

Erkin Azam’ın ilk hikâyesi öğrencilik yıllarında yazılmış olup il gazetesinde yayımlanmıştır. 1977 yılında yazarın Lambaların Sönmediği Gece adlı kısa hikâyeler toplamı yayımlandı. 1981’de ise Atayî’nin Doğduğu Yıl adlı uzun ve kısa hikâyeler toplamı basıldı. İlk uzun hikâyesiyle yazar, lirik tasvir üslubunun dışında gerçekçi ve mizahi ifadeye meylini de gösterdi.

Bundan sonra Erkin Azam’ın Âlem Yemyeşil (1984), Sevap (1987), Bayramdan Başka Günler (1989), Mir Ves v Svetah (Tüm Dünya Çiçeklerle Dolu, 1989) gibi bir dizi hikâye toplamları yayımlandı. Bu eserlerinde çağdaşlarının hayatı anlatılmış olup ahlak, itikat, görev, sıradan insani ilişkiler kendine has üslupla yansıtılır.

Erkin Azam’ın hikâyeleri Rus, Ukrayna, Beyaz Rusya, Kazak, Tacik, Türkmen, Gürcü, Bulgar ve Çek dillerine tercüme edilmiştir. Yazar 1982 yılında Cumhuriyet Gençlik İttifakı Mükâfatına layık görüldü.

TAZİYE

“Bu hikâyenin adı önce “Doppi” 16 idi. Aynı adlı şiiri olduğunu hatırladığım için midir bu hikâyeyi Muhammad Yusuf’a bağışlayacaktım. Eserin adı değişince şairin ismi ile yan yana durmasının uygun olmayacağını düşündüğüm için fikrimden vazgeçtim. Acaba…Bugün hikâyeyi sevgili kardeşimin unutulmaz hatırasına bağışlamak istiyorum.”

Müellif

Özbek’in evinde doppi bulunmaz mı!

– İşte, diyerek anam nihayet avucuna vurduğu halde silkeleyerek, geniş uçlarını çeke çeke, kenarları kirlenmiş biraz da eskimiş bir doppiyi içeriden getirdi. “Bu bir ev değil, kervansaray. Doppi pazarına uğransa olmaz mı? Baban Taşkent’ten birkaç tane getirmişti, hani nerede? Evvelsi gün kardeşin bir sürü arkadaşıyla gelip o komşunun taziyesine gideceğiz diye birer birer takıp çıktı. Tek bir tanesi bile geri dönmedi. Kendine bak, madem geleceksin, işte şöyle bir düğün var, taziye var, bavulunun altına koyup geleyim demiyorsun. Doppıcağızın değeri kalmadı, iyi kötü günde giyilmiyorsa kafaya geçirilenini pazardan bulun!”

Anam söylenmeyi bırakıp arabanın anahtarını parmaklarında sabırsızlanarak döndürüp duran babama baktı:

– Kafanızdakini oğlunuza verin, siz işte bunu takacaksınız.

– Hadi ya, öyle mi? dedi babam yapmacık, itaatli bir şekilde kolalı doppiyi bana uzatarak.

– Ali’nin çaputu Veli’ye, yenisini ağabeyim takacakmış, olur, olur.

– Bu, sizin eskittiğiniz. Buna da şükredin.

– Şüküüür! Oldu mu?

– Hay nazlanmalarınıza! Bu da yoktu, dedem pazardan getirdi.

– Araplar kıyafetlere çok da ehemmiyet vermiyorlarmış, ne düğünde ne de cenazede, dedim işe yaramaz tartışmayı bölerek.

– Bundan dolayı yalnızca hocanın dediğini yap derler ya. Bunu şimdi kime anlatabilirsin? Başı açık gitsen kâfir derler, sanki doppiyi taktığı an insan Müslüman oluverir! Atalarımızdan kalan bir adet, oğlum. Bir zamanlar bunu takmak da cesaretti. Neden şapka giymiyorsun, bu neye ima, maksadını biliyoruz diye başına dert açılanları çok gördük.

Hayır, söz konusu başlıkta değil, tam aksine doppi takarak Müslümanlığı dava edinip, itaatkâr olup, sonuçta böyle güne kaldığımızdan bahis açmayı düşünmüş olsam da fikrimden vazgeçtim. Yeri değil zamanı da değil. Rencide olurlar. Ne de olsa yaklaşık kırk yıllık komünist yoldan dönüp, beş yaşındaki torunuyla birlikte oturup Arap yazısını ve dilini kendi kendine öğrenen insanın bir şeyin özünü kavramış olması gerekmez mi?

На страницу:
6 из 10