bannerbanner
Alimcan İbrahimov'un Eserlerinde Tatar, Başkurt, ve Kazak Türklerinin Kültürel Değerleri
Alimcan İbrahimov'un Eserlerinde Tatar, Başkurt, ve Kazak Türklerinin Kültürel Değerleri

Полная версия

Alimcan İbrahimov'un Eserlerinde Tatar, Başkurt, ve Kazak Türklerinin Kültürel Değerleri

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
7 из 11

Arçi (Kızı Kayınbaba Evine Uğurlayan İnsanlar).

Tatar Türklerinde kızı kayınbaba evine uğurlarken onun ile beraber kızın anası ve babasının belirlediği ve arçi adı verilen, kızı güvey evine kadar uğurlayan çift misafirler, ailenin akrabaları ya da yakın arkadaşları da gitmeliydi.257 Eserde bunlar, ihtiyar Nuri’nin öz kardeşi, eşi ile büyük oğlu ve dilbaz dükkâncı Hayrullah seçilir. Bu yüzden Zakir, Gülbanu’yu almaya giderken çeyiz arabası yanına bir de üç tane arçi arabası hazırlar.


Tuy Köymesé (Çeyiz Arabası).

Gelinin eşyaları, güvey evine götürürken genelde üstü kapalı olan ve Tatar Türklerinde düğün arabası anlamına gelen tuy köymesé ifadesi kullanılan at arabasıyla götürülürdü.258 Ayrıca, araba sayısının diğer durumlarda olduğu gibi üç tane olması da âdetten olmuştur.259 Bu, üç sayısının epik bir sayı olmasıyla ilgilidir.


Avılnı Eylendérü, Kız Yörtü (Köyü Gezdirme, Kız Gezdirme).

Geleneğe göre kızı gelin giden köye götürmeden önce koşulu çift atla doğup büyüdüğü ve kız çağının geçtiği alanlarda, dağlardan tepelerde, ormanlarda, çeşme boylarında gezdirirlerdi. Kız, bu gezi sırasında kendisini tutamadan hüngür hüngür ağlardı. Mevcut geleneğe Tatar Türkleri, avılnı eylendérü derler.260

Gülbanu’yu da baba evinden giderken ağlatarak doğup büyüdüğü çayırlarda dolaştırırlar. Kadim insanlar, baba evinden ağlayarak ayrılan kızın gelecek hayatının güzel geçeceğine inanmışlardır. Bu yüzden gelin olacak kızlar, ağlayarak, onları kayınbaba evinde bekleyen kötü ruhların şefkatini ararlardı. Ama ağlamak için tabii ki kızın kendi nedenleri de olurdu; o, artık kaygısız kız hayatı, baba evi, annesi ve kardeşleri ile vedalaşır ve artık ne kadar bol bir hayata gitse de, baba evindeki rahatı bulamayacağını çok iyi bilirdi. Söz konusu, Tatar Türklerinde de başka Türk boylarında olduğu gibi talihsiz gelin hakkında birçok atasözü, deyim, beyit ve türkü vardır.


Kiyev Öyénde Kilén Karşılav (Güvey Evinde Gelini Karşılama).

Gelinin kayınbaba evine taşınması, başlı başına bir bayram olurdu. Bütün köylüler bu bayramdan kendi payını almaya ve gelini görmeye çalışırdı:

“Gelin geliyor, gelin…’ diye birbirlerini ezerek, şakalaşarak, sesler yükseldi. Kızlar, gelinler birden cilveli seslerle bir o tarafa bir bu tarafa koşuşturdular. Gelini görmek için uygun olan yer aradılar. Erkeklerin, gençlerin uyanık olanları süzme yoğurda denk gelmemek için bir kenara pusmaya çalıştı. Atak olanlar ‘Süzme nereden çıkar acaba, herkesten önce kapmak lazım.’ diye, evin kapısına doğru koştular. İnsanların birçoğu dayanamadı, gelini ilk karşılayabilmek için sokağa döküldü. Komşu gençlerden birisi koşarak gelen üç at koşulu faytonun arabacısına -havlu bağlayan gence- yardım etmek için faytona atladı da atın dizgini ile kamçıyı elinden alıp birden bağırıverdi. Kaynayan dalga aniden ikiye bölündü. İşte açılan bu boşlukta önce genç gelinin faytonu, onun arkasından arçi olan çiftlerin arabası ve sonra gelinin çeyizi koyulan sandık arabası koşarak Şibay’ın samanla kaplı ahır ve kilerle çevrili geniş ve büyük avlusuna girdi.” 261

Genelde İdil boyunda gelini kayınbabasının evinin kapısında ekmek ve tuz ya da çekçek diye adlandırılan bir çeşit millî tatlı ile karşılarlar. Bir de dili tatlı, huyu da yumuşak olsun diye bal ve tereyağı ikram ederler. 262 Fakat kayınbaba evinde Gülbanu’yu Ural bölgesinde yaşayan Tatarların örf âdetlerine uygun olarak süzme yoğurt ile karşılarlar. Yoğurt, burada bolluk ve bereketle beraber aklığın ve paklığın da simgesidir. Onu yeni evlenen çiftlere hayatları bolluk içinde, mutlu geçsin dileğiyle sunarlar.

Eserde yoğurt, gelini karşılamaya gelen gençlere verilir. Onlar bu mutluluktan kendilerine pay almak için birbirlerini yoğurda buladıktan sonra onu alarak, gelin gelen başka bir eve koşarlar:

“Genç gelin, sağ ayağıyla faytondan toprağa bastığı an, iç kapıdan bir kadın çıktı ve önlüğün altına gizlediği süzme yoğurdu orada bulunan iki gence verdi. Bunlar önce kahkaha atarak birbirinin yüzünü, saçlarını koyu yoğurtla boyamaya çabaladılar. O arada başka gençler, süzmenin çıktığını hissederek, herkes alabildiği kadar alıp kaçmaya çalıştı. Başkaları yakalayıp yüzlerini, börklerini, siyah bişmetlerini süzmeye boyadılar. Böylece birbirlerini kovalayarak, birbirlerine çarparak, Şibay’ın avlusundan başka bir eve, başka gelini karşılamaya koştular.” 263

Burada, gelinin kayınbaba evinde geçeceği hayatının güzel olması niyetiyle faytondan sağ ayağıyla indiği de görünür.


Kilénnéŋ Kaynana hem Kaynéşleré Bélen Küréşüvé (Gelinin Kaynana, Görümce ve Kayınlarıyla Görüşmesi).

Zakir, faytondan iner inmez gelini koluna takıp hemen kadınların olduğu eve götürür. Gülbanu, görümce ve yengeleri ile selamlaşır, kaynanası Sabira da onun sırtını sıvazlar.


Öy Kiyénderü, Sandık Açu (Güvey Evini Süsleme, Çeyiz Sandığını Açma).

Gelinle beraber eve gelinin çeyiz sandığı da getirilir ve ev, kızın çeyiziyle süslenir. Her yöreye ortak olan bu geleneğe Tatarlar öy kiyéndérü, sandık açu derler. Gelin, evi genelde yengesinin yardımıyla süslerdi. Perdeler, duvar süsleri (havlular, el işi peçeteler) kızın çeyizinden gelinin yengeleri tarafından yenileri ile değiştirilir ve yeniden süslenen evi görmeye komşular da gelirdi.264

Eserde güvey evini süsleme, şu şekilde anlatılmıştır:

“Kocaman pirinç sandık sekinin enine yerleştirildi. Oradan havluları, cibinliği, odayı bölmek için perdeleri, seccadeleri tek tek çıkartıp serdiler. Perdeleri pencerelere kurdular. Böylece, kendisi ile birlikte gelinin çeyizi de kayınbabasının evine yerleşti.” 265

İnçé, Canlı Mal, Canlı Pridan (Kıza Baba Evinden Giderken Verilen Canlı Çeyiz, Canlı Mal). Tatarlarda evlenen bir kızın çeyizi sadece eşyalardan ibaret olmazdı. Babası ile annesi tarafından kıza inçé, inçü dedikleri ayaklı mal da verilirdi. Eski Türkçede inçü kelimesi “miras, pay olarak verilen miras, pay” anlamına gelirdi. Güvey evine canlı mal ile gelen kıza inçése ile geldi derlerdi. Genelde koyun ya da inek (ya da iki yaşına giren dana) verilirdi. Malın toynaklı olmasına özen gösterilirdi. Durumu iyi olmayan aileler ise kızlarına canlı mal olarak kaz ya da ördek vermekle yetinirdi.266 Ama bazı yörelerde kıza baba evinden giderken canlı mal olarak kaz, ördek gibi kuş verirsen, geline uğursuzluk getirir diye inanılırdı.267

Eserde Gülbanu’nu da baba evinden güvey evine geleneğe uygun bir şekilde uğurlanır:

“İhtiyar Nuri her ne kadar cimri olsa da geleneğe uygun olsun diye kızına çokça çeyiz verdi. Onun üstüne ayaklı maldan dört baş koyun, bir tane de başmak 268 göndermişti.” 269

Eserde kız arkasından inçe verme âdeti birkaç yerde görülmektedir. Örneğin, Gülbanu’nun kayınları mal paylaşımı kavgasına girişince de birbirlerine eşlerinin arkasından gelen inçe’yi hatırlatır:

“Buyurunuz ihtiyarlar, siz ne derseniz ben ona razı olurum.’ dedi ve saymaya başladı: ‘Eşimle siyah kısrak geldi mi? Geldi. O kısrak babamın evine on yıl hizmet gösterdi mi? Gösterdi. Bir de ondan iki kulun doğdu. Bir tanesi şimdiki kula kısrak, diğeri de siyah aygır! İşte bunlar şimdi benim eşimin malları mı değil mi?’ Feshi buna öyle bir şaşırdı ki kafasında kaynayan kızgınlığın içinden tek bir gerekli düşünceyi çekip çıkarabildi: ‘Öyle mi? Peki, benim eşimin arkasından gelen tay neci? Onu babamın borcunu kapatmak için sattıran sen değil miydin? Gök buzağıyı nereye koydun? Gök buzağı gök öküz oldu. Yıllanmış öküze iyi para veriyorlar diye pazara götüren sen değil miydin? Bizimkileri babamın borcunu ödemek için harcadın… Kendine ait olanları ‘Bunlar benim eşimindir.’ diye ahıra kilitliyorsun…” 270


Düğün Sonrası.

Kilénge Su Yulın Kürsetü, Su Yulın Açtıru (Geline Su Yolunu gösterme).

Eserde Gülbanu, güvey evine gelin olarak gelince her şeyden önce sandığından işlemeli pembe önlüğünü çıkarıp giyer ve hemen günlük ev işleriyle uğraşmaya başlar.

Eskiden gelin, kaynanasının elinden bütün işi almış olurdu, artık evde ve ahırda yapılması gereken işler ondan sorulurdu.271 Yeni evinde genç gelinin yaptığı ilk iş de kovaları ve Tatarların kiyente diye adlandırdıkları çıngıraklı teraziyi alıp çeşmeye suya gitmek olurdu:

“Gülbanu, işlemeli pembe önlüğünü çıkardı da becerikli eliyle çabucak önüne bağladı. Karşılamaya gelen görümcelerin yardımıyla kovalarla çıngıraklı teraziyi aldı, başını kuşyavlık (börkençek) 272 ile örttü ve altı tane kızla beraber yakındaki çeşmeye su almaya gitti.” 273

İdil nehri boyunda ve Ural dağı eteğinde yaşayan halklar için ortak gelenekti gelinin hemen kovaları alıp çeşmeye su almaya gitmesi. Ona Tatar Türkleri kiléngä su yulın kürsetü, su yulın açtıru, yani “geline su yolunu gösterme” geleneği derlerdi. Tabii, gelin başka köyden gelmişse. Geline su yolunu köyün genç kızları gösterir ve gelinin getirdiği su ile semaver hazırlanır, çay sofrası kurulur ve bu sofraya misafirler çağırılırdı.274 Aslında bu gelenek, kızın yeni bir sülaleye girmesini, kutsal ve hayat verici su aracılığı ile belirten ve birçok halk için ortak olan bir gelenekti.275


Kilénné Sınav, Kilén Tokmaçı. (Gelini Sınama, Gelin Eriştesi).

Eserde Gülbanu, çeşmeden su getirdikten sonra evde yapılması gereken diğer işlere de koşar:

“Büyük yengesi Fevziye ile beraber ahıra çıktı ve ineği sağmaya yardım etti. Oradan döner dönmez mutfakta kollarını sıvayıp hamur açtı. İnce ince erişte kesti, bir kova suyu alan büyük semavere su koydu ve ateşini yaktı. Böylece ev işleri birbirini takip etti.” 276

Erişte kesmeye gelince, su yolundan döner dönmez gelin et suyunda pişirmek için erişte kesmeli idi. Bu erişteye Tatarlar kilén tokmaçı derler. Bazı yörelerde o gün kilén tukmaçı yemeye kadın misafirler de çağırılır.

Yeni gelen gelinin her adımı sınanır: Çıngıraklı teraziyi omzundan nasıl indirdi, kovaları yere nasıl koydu, semavere suyu nasıl doldurdu, erişteyi keserken elleri hızlı hareket ediyor mu vb. Böylece Tatarlarda bir gelinin kayınbaba evindeki ilk görevleri, yeme içme ile ilgili olurdu.277

Eserde Gülbanu’yu çok beğenen görümcesi hemen ağabeyine gidip gelinin çok becerikli olduğu müjdesini de verir:

“Şansına kardeşim, karıcığın acayıp becerikli çıktı, eli eline yapışmıyor.’ dedi. Kova ile çıngıraklı terazileri nasıl tuttuğunu, buzağıyı nasıl emzirttiğini, erişteyi kesmesini tek tek bütün incelikleriyle anlattı. Daha sonra arçi olarak gelen yaman gelin Merfuga’yı gördü, onu da yumuşatmak için güzel sözler söyledi: ‘İyi, gelin çok iyi. Hangi işe başlarsa eli ele yapışmıyor, o kadar hamarat.’ dedi. Merfuga onun dediklerine çok sevindi.” 278


Tuy Kaytaru (Güvey Evinde Düğün Sofrası).

Gelin gelen evde yapılan düğün sofrasına Tatar Türkleri “düğüne cevap vermek” anlamına gelen tuy kaytaru ifadesini kullanırlar. Bu düğün sofrasını hazırlama işine gelin de katılır.279 Erkek ve kadın misafirler farklı odalarda ağırlanır.

Tuy kaytaru sofrası hazırlama ve misafirleri ağırlama durumu eserde de yer alır:

“Gülbanu misafirler için kazan astı, fırının yanında yemek hazırlamaya yardım etti. Bu gün ve sonraki üç gün devamında birbirini takip eden sofralarda Gülbanu her işe el attı. Onunla ilgili konuşmalar bir türlü dinmedi.” 280

Üç gün misafir olduktan sonra arçiler, doyurucu çorba, beléş ve semiz koyun eti ile ağırlandıktan sonra, artık evlerine Karayurga’ya dönerler.


Kilénneŋ Kaynata Öyéndegé Tormışı (Gelinin Kayınbaba Evinde Günlük Hayatı).

Düğün sona erip arçiler Karayurga’ya döndükten sonra Gülbanu, bu evin gelini olarak yaşamaya başlar. Bütün ev ve ahırda olan işlere o koşar, buna ek olarak tarla işlerine de katılır:

“Elinde büyük cilpuçı 281 ile koşarak kilere gitti, ösekten 282 çavdar unu aldı da mutfağa girdi. Burada seki üzerine geniş kunayı 283 yerleştirdi. Unu hızlıca eledi, ıhlamur ağacından yapılan büyük kaba hamur yoğurdu. Tuzunu ekledi ve üzerini bezle örttü. Yine bir cilpuç dolusu un getirdi de onu da eleyip yarına ekmek pişirmek için ayırdı. Bu işlerle uğraşırken dışarıdan koyun ve keçi sesleri geldi. Çocukların kırbacı vurup inek kovaladıkları duyuldu. Ahırda buzağılar bağırmaya başladı. Genç gelin üzerindeki unu silkeleyip çivide asılı duran süt kovasını aldı da avluya giren sürüye doğru koştu. Fakat yetişemedi: Biri beyaz diğeri kızılımsı renkte olan iki tane buzağı ahırın kapı arasından sıyrılıp bahçe kapısıdan bağırarak giren, memeleri sütle dolan annelerine doğru oynayarak, zıplayarak koştular da yaklaşınca, memelerini koparırcasına emmeye başladılar. Gülbanu birden durdu, ‘İlahım Mevla’m, inşallah kaynanam görmemiştir!” diye buzağılara doğru atladı. Alelacele onları ahıra kovaladı. Bir tanesini annesinden zar zor kopardı ve güçlükle onlara ayrılan odalarına kapattı. Diğerinin boynuna boyunduruk geçirdi ve yavaşça peşinden sürükledi.” 284

Böylece kaynana korkusuyla Gülbanu dört ineği birden hızlıca sağar, buzağıları yeniden emzirtmek için ineğin yanına alır, daha sonra onları tekrar kendi odalarına kapatır ve süt dolusu kova ile eve döner. Bu arada akşam çayı sofrası hazırlamayı unutan Gülbanu’ya yengesi semaver koyması gerektiğini hatırlatır. Gülbanu hemen sütü kazana kaynamaya bırakıp bir tanesini ak öy dedikleri odaya kayınbabası ile kaynanası için, bir tanesini de eşiyle kendilerine iki tane semaver koyar.

Eserde Gülbanu’nun büyük eltisinin gözü hep genç gelinin üzerinde olur. O, genç gelin bir hata yapmasın diye endişelenir. Burada hem köylü bir gelinin kayınbaba evinde yerine getirdiği görevlerini hem pek sık rastlanmasa da yine de aynı evde yaşayan eltiler arasında olan dayanışmayı da görmekteyiz.

Eserden de görüldüğü gibi, çay sofrasında bütün hizmeti genç gelin yapardı. Eltileri ise gelinin hazırladığı sofraya oturur, çaylarını içer ve hepsi kendi odasına çekilirdi:

“Kayınları, eltileri ellerini yıkayıp kapı yanındaki çiviye asılı olan havluya sildiler de sofraya oturdular. En büyük kayını Altınbay, ak düşmeye başlayan sakalını ovalayıp başköşeye oturdu ve çorap üzerinden çabata giydiği ayaklarını bağdaş kurup ‘Bismilla’ okuyup büyük ekmeği parçalara ayırmaya başladı. Gülbanu, gündüz toplanan misafir sofrasından kalan etin kemikli yerlerini, beléş kapaklarını büyük bir tabağa koydu da sofraya getirdi. Büyük eltisi Fevziye fincanlara çay koydu.” 285

Çay sofrasından herkes kalkınca Gülbanu, sekiye yatağı serer. Çünkü seki, Tatar Türklerinde gündüz sofra vazifesini görür, gece de oraya yatak serilirdi:

“Gülbanu, oraya sekiye kendilerine yatak serdi, döşeğini yastığını kabarttı. Örtü örttü, yastıkları pohpohladı da yatağı büyük yeni yorganla örttü. Kocası yatağa girer girmez horlamaya başladı. Kadın, hızlıca fincanları yıkadı, semaverde kalan suyu döktü. Artık soğumaya başlayan süte maya çaldı da çabatasını çıkartıp yorgun vücuduyla kocasının kucağına girip eriyip uykuya daldı.” 286

Fakat yazın kısa gecesi çabuk geçer, Gülbanu yattığı gibi kalkmış olur. Kalkar kalkmaz genç gelinin yine günlük meşakkatleri başlar:

“Kocasını uyandırmamaya çalışarak, ayaklarına çoraplarını ve çabatasını giydi. Çabucak saçını düzeltti ve yüzünü yıkadı. Sonra tuğladan yapılan kocaman ocağın bacasını açtı, ocağı yaktı. İyi ki odunu akşamdan getirmişti. Daha sonra ‘Dün çaldığım yoğurda ne oldu acaba, ya tutmamış olsa ne yaparım?’ diye yoğurdun üzerini açtı. Bayram hediyesi alan bir çocuk gibi birden seviniverdi: Geniş ağaç kap dolusu yoğurt düzleşerek ciğer gibi katılaşmış, çok güzel tutmuştu, bıçakla kes de al! Öylesine güzeldi! Çabucak su getirdi. Yine geç kalmasın diye kendilerinin içtiği büyük semaverin altına ateş yaktı.”;

“Gülbanu çay sofrasını hazırlayıp bitirir bitirmez uykulu yüzleri ve dinlenemeyen yorgun ve zayıf vücutlarıyla zorluk perdesi örten gözlerini ovalayıp bu evde yaşayan herkes çay sofrasına toplanmaya başladı.” 287

Daha sonra Gülbanu, kömürleri bir çömleğe boşaltıp ocağın fırın kısmını söndürür ve hamur açma sehpası üzerindeki hamurdan kocaman ekmekler yapar, onları unlar ve sıcak fırına verir. Eskiden Tatarlarda geniş bir aile için ekmek pişirmek, büyük sorumluluk isteyen bir iş olurdu. Bu yüzden genç gelin kayınbaba evine göçer göçmez onun bu işte becerikli olup olmadığını, temizliğini, titizliğini ekmek pişirdiğinde sınarlardı.288

Gülbanu’nun bütün genç gelinlere özgü olduğu gibi kayınbaba evine alışma sürecinde kendisine göre endişeleri ve korkuları da olur. Örneğin, olur da sakarlığını kaynanası görürse, semaver zamanında yetişmezse, ekmekleri tarlada çalışmaya giden kayın ve eltilerine zamanında yetiştiremezse ya da ekmekleri tam pişmezse vb.:

“Dün un eleyip hamur yoğurdu ve ekmekleri fırına verdi. Yedi ekmeğin altısı iyi, düz kabarıp pişmişti. Bir tanesi ise biraz kenarda kalmış, yerini değiştirmeyi de Gülbanu unutmuştu. İşte o bir tane ekmeğin kenarı biraz çiğ kalmıştı.” 289 ;

“Gülbanu ekmekleri için endişelendi. ‘Harap oldum! Tarlaya işe giderken götürmeleri için yetiştiremedim!” diye kendisini dünyanın en büyük, en korkunç mutsuzluğuna düçar kalan bir insan olarak hissetti.” 290

Tarlaya gelince de yiyeceklerin durumu Gülbanu’ya sorulur:

“İçme suyu doldurulan ve küçük demir şeritle tutturulan fıçıyı araba altına oturttu. Fıçıyı önce ot ile, sonra onun üzerinden de çuhadan dikilen çikmen 291 ile örttü. Buraya yoğurt kovasını da yerleştirdi. Köpekler ve kuşlar dokunmasın diye onu dünden kalan beléş lokmaları sarılı olan sofra örtüsü ile en alta koydu.” 292

Sabah uykudan kalkar kalkmaz evdeki herkese çay sofrası hazırlayan, tarlada çalıştıkları zaman yemeleri için ekmek pişiren gelin, aynı kayınları ve eltileri gibi bir de tarla işine de gitmek zorundaydı:

“Akşamdan hazırlanan uzun arabaya at koşmaya ve tırmıkları, yabaları at arabasına yüklemeye başladılar. Gülbanu ancak iki fincan çay içmeye yetişti, acaba düzgün kızarıyorlar mı diye fırındaki ekmeklere göz attı da yeni tutan yoğurdu eline alıp dışarıya çıktı. Orada her şey hazırdı: Atlar koşulmuş, küçük kız yeğeni çay bile içemeden uykulu gözlerini ovalayarak arabaya doğru yürüyordu. Hepsi sırayla uzun arabaya oturdular.” 293 ;

“Gülbanu, hemen tarlaya doğru yürürken beyaz ek yenlerini taktı, yeni yapılmış güzel, hafif, düz dişli tırmığını eline uygun bir şekilde oturttu da kocası ile yan yana otu çevirmeye başladı. Yedi tırmık birden çalıştı. Çayır boyunca ot yığınları art arda dizilmeye başladılar.” 294

Yorgun argın bir halde tarlada çalışıp eve döndüğünde de gelinler kenara çekilip dinlenemezdi. Erkekler nasıl kendi işlerine koşuyorduysa kadınlar da hemen evde onların gelmesini bekleyen işleri tamamlamaya çalışırlardı:

“Zakir dönüşte köprü yanında at arabasından ‘Demircide yapmam gereken işim var.’ diye iniverdi. Feshi de toynak etine çöp battığından dolayı bayağı bir topallamaya başlayan kula kısrağını Namacan ustaya götürdü. Sıtdıka adlı gelin yarın sabahtan koymak pişirmek için un olsun diye döner dönmez ağaç kilede 295 tokmakla darı dövmeye başladı. Böylece herkes bir iş bulup dağıldı. Yüklerdeki karabuğdayı kilere ve ambara boşaltmak tamamen Gülbanu’ya kaldı.” 296

Zaten kayınbaba evinde gelini beğenme ölçütleri belliydi. Köyde zor işle geçen hayatın içinde gelin çalışkan, sessiz sedasız ve dayanıklı olmalıydı. İşte o zaman onu kayınbabası da kaynanası da severdi. Örneğin, eserde Fethiye Nine’nin gelinlerinden birisi ile ilgili şöyle denir:

“Bu gelin sessiz, kavgasızdı. En zor işe bile gözü karaydı onun. Çayırda, ambarda yapılan işler sırasında, orak, ot biçme, tahıl öğütme gibi zor işlerde erkeklerle yan yana çalıştı. Evin bütün işini ineği sağma, koyun ve oğlaklara bakma, kışın buzağılarla uğraşma, kuzuları emzirme, eve odun ve su getirme, yemek yapma, semaver hazırlama, ateş yakma, döşemeleri silme- hepsini ama hepsini çok güzel yapardı. İşi bilerek, tadına vararak, severek çalışırdı. Fethiye Nine de bu gelinini severdi.”297

Gelin olan kızların baba evindeki hayatı da kayınbaba evindeki hayattan pek farklı olmadığı için, onlar genelde zor iş yapmaya hem hazırlıklı hem dayanıklı olurlardı. Evdeki bütün işlere ek olarak kızlar, işten boş kaldıkları zaman kendilerine çeyiz de hazırlarlardı. Eserde de bunu kanıtlayan cümleler az değildir:

“İhtiyar Nuri kendi çocuklarını çok küçükken çalıştırmaya başladı, çok çalıştırdı, hatta merhametsiz bir şekilde çalıştırdı. Yorduğu, dayanamaz hale getirdiği zamanları az olmadı. Yedi yaşından itibaren böyle bir hayatın içinde olan Gülbanu’nun elleri, Bikyar köyünde gıybete yer bırakmadı. Genç gelin hemen ilk gününden iki eltisini de geride bıraktı. Onun arkasında sağlam bağlanan kocaman ot yığınları erkeklerin bağladıkları yığınlar kadar sık dizildi.” 298 ;

“Büyük kızı Minnisa çayır işlerini iyi yapardı. Gereksiz otları çekmede, orak ve ot biçme işinde, harman işinde erkeklerden hiç geride kalmadı. Buzağı, koyun bakma, ineği sağma gibi evdeki en zor işleri de severek yapardı. Bunlardan boş oldu mu hemen çeyizine başlardı: Güz ve kış aylarında el işi ve dikiş yaptı, sayısız havlular, sofra örtüleri, perdeler, cibinlikler, baldır çaputları, seccadeler, kendir gömlekler, atkılar, eldivenler hazırladı.” 299

Gülbanu’nun eltileri ve yeğenleri tarafından hemen öz olarak kabul edilmesi, sevilmesi de her şeyden önce onun çalışkanlığıyla anlatılıyordu:

“Çocuk Minlegalim önceleri çekiniyordu fakat dün ot yığınları yaparken Gülbanu’nun yabasını ot yığınına erkekler gibi batırdığını görünce, bir de onunla beraber ot yığınlarını çekerken, şakalaşarak çayırda kahkahalar atarken, özellikle de Zakir’e nazaran ot yığınlarını yengesiyle beraber daha hızlı getirip attığı zamanlar çocuk, genç yengesini tamamen kendisine bir dost olarak gördü. Bugün ise tarlada gereksiz otları çekerken o onu artık bütün gönlüyle sevmeye başladı.” 300

Ama yine de gelin, kayınbaba evinde her an azarlanabilir, küçük düşürülebilirdi. En küçük bir hatası, bir yanlışı hemen kaynanasının ya da kayınlarının gözüne batardı. Örneğin, Gülbanu semaveri getirince üzerinde kül bıraktığından dolayı kaynanasından azar duyar:

“Kaynana dişini sıkıp kızgın bakışla semaverin üzerinde kalan külü gösterdi: ‘Ne bakıyorsun? Silip getirmen gerekiyor!’ dedi. Gülbanu, saçının diplerine, kulağının uçlarına kadar kızardı. Bir şey demedi sadece titrek bir sesle ‘Tamam ana.’ dedi de hızlıca evden çıktı.” 301

Ama genç gelin kayınbaba evinde sadece kayınbaba ve kaynana tarafından değil kayınları –özellikle de büyük kayını- tarafından da azar duyabilirdi. Örneğin, tarlaya gitmeden önce ekmekleri fırından alıp yetiştiremeyen Gülbanu, büyük kayını Altınbay’ın oğlu Minlegalim’e ekmekleri getirmeyi unutmamasını, ekmeksiz gittiklerini tembihlerken, Gülbanu üstüne alınır ve savunulmak istercesine kocasına sığınır:

“Bu söz Gülbanu’yu sokmuş gibi oldu. O, ne yapacağına şaşırıp suçunu tanırcasına kocasına sığındı.” 302

Böylece eskiden bir gelinin geniş bir aile olarak yaşayan kayınbaba evinde geçen hayatı hiç de iç açıcı olmazdı. O, her adımını ölçülü atar, birçok durumda çekingen ve utangaç davranırdı. Örneğin, eserde günün sıcağında çalıştıklarından dolayı herkes -erkekler aynı gölün bir tarafında, kadınlar diğer tarafında- öğleyin mola verip kendisini nehre atar. Eltileri tarafından her ne kadar öz olarak kabul edilse de Gülbanu, genç gelin olarak utangaç ve edepli davranmak zorunda kalır:

“Eltileri çok çağırsalar da Gülbanu suya girmedi. Daha gelin olup bu eve geldiğine ancak üç gün geçti. Bu arada çıplak kalıp büyük eltilerinin göz önünde boy göstermeye cesareti yetmedi.” 303

Sofrada da Gülbanu çok çekingen davranır, yemek yerken boğazından fazla lokma geçmez:

“Kendisini zorlayarak, bir dilim ekmek yedi, iki fincan çay içti de fincanını tabağa tersiyle çevirdi.” 304

Aynı zamanda, genç gelin olarak eşiyle de gün içinde fazla görüşmez, yanında bir şeyler sormak için durduğu zaman da hemen ‘ayıp olur’ diye ve gıybetten korkarak soracağı şeyi çabucak sorup yanından ayrılmayı tercih ederdi:

“Yine bir şey soracaktı ama ‘Çok cilveli, eşinin yanından ayrılmıyor.’ diye gıybet olur endişesiyle korktu.” 305

Eğer genç gelini evde bulunan diğer eltileri severse, tabii ki evdeki gerginlik biraz yumuşardı. Örneğin, eserde Gülbanu’yu ilk günden beğenen ve yakın gören eltisi Fevziye, ona her adımda yardımcı olmaya çalışır:

“Yaşlı eltisi Fevziye, bu üç gün içinde genç gelin Gülbanu’yu sevmişti. Zakir’in şakalarına ‘Haydi, boş yere gevezelik yapma! Hepimiz öyle idik. Öğrenir, çok iyi bir gelin olur merak etme!’ diye cevap verdi. Bu çok kayınlı, huysuz kaynanalı evde Gülbanu, epey endişeleniyor, her adımını ‘bir yanlış yapmasam iyi’ diye atıyordu. Buruşmuş yüzlü, zehir gözlü yaşlı eltisi Fevziye’nin onu böyle savunması, yüreğini ısıttı, az kalsın gözünden yaş çıkacaktı.” 306

На страницу:
7 из 11