
Полная версия
Alimcan İbrahimov'un Eserlerinde Tatar, Başkurt, ve Kazak Türklerinin Kültürel Değerleri
Tél Yeşérü. (Dil Gizleme).
Eserde gelinin kayınbabadan dil gizleme âdetini de görmekteyiz. Genç gelinin kayınbabası ve büyük kayınları yanında tél yeşérü âdeti, altı haftadan ilk çocuk doğuncaya kadar sürebilir ve geline kayınbabasının hediye sunarak konuşmasına izin vermesiyle sona ererdi. Mevcut âdetin kökleri uzak geçmişe, kızın rızasını almadan evlendirdikleri dönemlere uzanmaktadır. Bu yüzden gelin, düşmanlığını bildirmek için kayınbabası, kaynanası ve kayınlarıyla konuşmaz, söyleyecek bir sözü varsa da kocasının aracılığıyla iletirdi. Tatar Türklerinde ortaya çıkan “Kilén kéşé – kim kéşé” (“Gelin kişi, eksik kişidir.”) gibi bir deyim de bu âdete işaret etmeli. Gelin, kayınbaba evinde bu âdete göre hareket eder ve çayı da semaverin arkasına gizlenerek içerdi.307 İşte Gülbanu da kayınbabası ve kaynanası olan odaya girerken başörtüsünü örtünür ve çay sofrasında kayınbabasına tek kelime etmez: “Kayınbabasına tek söz etmeden, yüzünü yarı yarıya örtüp sekiye keçe üzerine sofra örtüsü serdi ve çay sofrası hazırladı.”308
Kazan Kaytaru (Karşılıklı Misafir).
Gülbanu, kayınbabası evinde birkaç hafta yaşadıktan sonra geleneği yerine getirmek için eşi Zakir ile beraber babasının evine misafirliğe gider ve orada bir iki gün misafir kalırlar. Tatar Türklerinde genç gelin güveyle beraber kendi babasının evine genelde perşembe günlerinin birinde gelirdi ve bu geleneğe kazan kaytaru, kunakka çakıru derlerdi. Kız ile güvey kızın baba evinde en az iki gün geceye kalmalıydı. Tek sayı güne kalmak hoş görülmezdi. Bazen bu tür gelişler her cuma devamında bir yıla kadar sürerdi. Kızın babası ve annesi onları zengin sofrada ağırlardı. Kayınbaba evine henüz bu kadar kısa sürede alışamayan kız, baba evine gelince, iki geceye olsa da tekrar eski rahatına kavuşur ve âdeta yeniden doğmuş gibi olurdu.309 A. İbrahimov bu geleneğin düzgün şekilde yerine getirildiğini Gülbanu’nun büyük görümcesi Minnisa’nın hayatı örneğinde anlatır:
“Yazın Minnisa, baba evinden kayınbaba evine uğurlandı. Güvey ile kız önceleri her on beş günde bir, daha sonra neredeyse her ay bu eve misafir gelmeye başladılar.” 310
Eserde Gülbanu’nun kaynanası her ne kadar gelini ile oğlunu gelin tarafına misafirliğe göndermek istemese de Gülbanu’nun gözyaşları ve yalvarmaları baskısı altında eşi yine de geleneği bir an önce yerine getirme çaresine bakar:
“Gülbanu’nun her şeyi çoktan hazırdı. Alelacele yüzündeki tozu yıkadı, makyaj yaptı, çorap üzerinden deri galoş giydi, yeni elbisesini giydi, şal örtündü ve bohçasını eline alıp avluya çıktı.” 311 Gülbanu, baba evine misafirliğe ancak bir iki günlüğüne gitmiş olsa da annesinin yanında tekrar eski rahatına ve huzura kavuşma duyguları yaşar:
“Annesinin bitmez tükenmez lezzetli yemekleri, yağlı krepleri, koyu kaymakları, semiz koyun etleri, doldurulmuş tavukları ile kesintisiz ağırlandı, sırdaşı olan yengesi ile ağlaştı da Gülbanu yine kocası ile Bikyar’a, kayınbaba evine döndü.” 312
Baba evinden tekrar kayınbabasının evine döndüğünde genç gelin yanında mutlaka beléş götürürdü.313 Gülbanu, getirdiği böyle beléşlerden bir tanesini hemen kapıda kız yeğenine sunar:
“Büyükler Karayurga dünürlerinin sağlığını sordukları zaman, yengesi küçük kıza baba evinden getirdiği küçük lezzetli beléş’i verdi.” 314
Az bir süreliğine de olsa güzel ağırlanan baba evinden kayınbabasının evine dönen genç gelin, tekrar günlük rutine karışırdı. Örneğin, Gülbanu eşi ile beraber kayınbabasının evinin avlusuna girdikleri zaman herkesin tarlaya çalışmaya gittiğini görürler ve hemen üzerlerini değiştirip onlara katılmak zorunda kalırlar.
Koda Alışu, Koda Kaytaru (Dünürleri Çağırma, Dünürleri Karşılıklı Ağırlama). Geleneğe göre güvey evine de kızın annesi ve babası özel olarak davet edilirdi. Bundan sonra da artık her iki taraf birbirlerine davetsiz gelebilirdi.315 Karayurga’ya Bikyar’dan gelin giden ve daha sonra babasının evine misafirliğe gelen genç bir gelin, Gülbanu’ya çeşme yolunda annesinin selamını ve kızına dediklerini iletir:
“Annen ‘Kızak yolu açılır açılmaz karşılıklı misafir dönemi başlar, kazlarım çok bu sene, pek de semizler, et için bir at da besleyip keseceğiz’ dedi. ‘Kızım Gülbanu’ya söyle, bizi –yaşlı annesi ile babasını – misafirliğee çağırmayı düşünüyorlar mı acaba? Önceden haber versin, eğer bizi bu sene çağıramayacaklarsa ben kendim kızım Gülbanu ile güveyim Zakir’i kızak yolu belirir belirmez misafirliğe çağıracağım.’ dedi.”316
Fakat Gülbanu’nun kaynanası çok huysuz ve kinli bir kadın olduğundan dolayı dünürlerini misafirliğe çağırmaz. Ama Gülbanu’nun annesi kızlarının kendilerini misafir çağırmadıklarına şaşırsa da, kaz imeceleri geçtikten sonra mutlaka kızı ile güveyini kendi evinde ağırlamak istediğini bildirir.
Ayrılu, Ayrılışu (Boşanma). Düğün gelenekleri içinde mutlaka yer almasa da hayatın içinden olan boşanma olayından da bahsetmek gerekir. Tatar Türklerinde ayrılu, ayrılışu olarak adlandırılan boşanma olayı, eskiden neredeyse yok derecedeydi. Böyle bir durum gerçekleşse de genelde en önde gelen ve hatta tek denilebilen sebep, genç gelinin kaynanasının ya da eşinin eziyetine dayanamama idi. Eşi ailede büyük ya da ortanca oğlan olduğu zaman buna da çözüm bulunabilirdi. Örneğin, kayınbaba ve kaynana ile yaşadıkları evden kendi evlerine çıkabilirlerdi. Fakat eşi ailenin en küçük oğlu olduğunda durum zor ve çıkılmaz bir hal alırdı. Çünkü Tatar Türklerinde en küçük oğlan, babası ve annesi ile aynı evde kalmak zorunda idi.
Gülbanu, çok kötü dövülünce ne yapacağına kime gideceğine şaşırmış vaziyette büyük eltisine gelir. Eltisi ona önce babasından ve annesinden güç almasını tavsiye eder:
“Kocana söyle, ben sokaktan gelen kadın değilim de… Benim saygıdeğer babam ve annem var de. Böyle köpek gününde yaşayacak halim yok, beni boşa da ben baba evine döneyim de… Aman çeyizinden tek eşyanı dahi bırakma. İşlemeli havlularını, peçetelerini, perdelerini hepsini al… Dükkân sahibine de söyle, babamdan gelen semaveri sana rehin bırakamam, bana geri ver onu de. Vermezse imama git, muhtara git, aksakallara git. Ağlayarak anlat, beni sabah akşam döverek evden atıyorlar de. Şişmeyen yerim, kırılmayan kemiğim kalmadı, o denli dövüyorlar de. Kocam da dövüyor kaynanam da, de. Kendileri eşyalarımı da vermiyorlar de.” 317
Gülbanu, kaynanası ve eşi tarafından inanılmaz eziyetlere düçar kalıp sabrı tükenince kaçarak iki kez köyün imamına da şikâyete gelir
“Ona dövülmüş, sırtı çürümüş, yüzü şişmiş Gülbanu, ağlayarak iki kez geldi. ‘Hazret, dayanacak gücüm kalmadı, bu durumda ne yapmalıyım?’ dedi. İmam uzun uzun öğüt verdi. ‘Sabretmek lazım. Sabreden, muradına erer. ‘Es-sabrı minner-rahman’ demiş Kitap. Koca hakkı, Tanrı hakkıdır demiş. Kocanın vurduğu yer tamuda yanmaz, demiş Kitap. Sabret gelin.’ diye onu evine gönderdi.” 318
İmamdan yardım isteyip de bir çözüm bulamayınca, Gülbanu babasının evine de kaçar ve babası, durumla ilgili imamla konuşmayı bu sefer kendisi dener:
“Yine de ihtiyar camiden çıkınca kapıda durdu ve imam Allayar ile çok sert konuştu: ‘Hazret, dedi. Gıybetten geçilmiyor! Nereye gitsek orada “Pelin Dilli Sabira”, “boyunsuz Zakir”, “Zavallı gelin Gülbanu” diye konuşuyorlar. Siz bir imamsınız. Bizim güveyi çağırıp bir öğüt nasihat verseniz ne olacak? Belki aklı başına gelir? Hazret, dedi. Bu kızım en küçüğümdür. Gönlüm rencide oluyor. Ne olur güveyi çağırıp öğüt ver. Evvel Allah’a, sonra da sana bırakıyorum bu işi.’ dedi.” 319 ;
“Kızı Gülbanu’nun dayanamayıp iki kez baba evine döndüğünü de dile getirdi. Kocası Zakir’in çarşıdan dönüşte onlara uğrayıp karısını dövüp at arabasına atarak geri götürdüğünü de anlattı. Kendi dövüyor, kendi boşamıyor. Çok zor bir durum, dedi.” 320
Dinî kurala göre, bir kadını kocası boşamıyorsa o, baba evine dönemezdi. Çünkü bu durumda kızını evlendirirken babası tarafından alınan başlık parası meher, eşine iade edilmeliydi. Ayrıca, kadın çeyizini de artık kayınbabasının evinde bırakmak zorunda olurdu:
“Ortada en zor olanı da bu idi: Kocası boşamadığı sürece kadın ondan ayrılamaz. Eğer kendi isyan edip gitmeye kalkarsa, onun bütün çeyizi kocasında kalıyordu. İşte bu durum Nuri’nin dizlerini kırdı.”;
“Ne diyorsun sen kadın? Kadını boşayıp getirmek kolay mı? Kocası boşar mı, yok mu? O boşamazsa nasıl götürürsün kızını? Çeyizini başlık parasını ne yaparsın? O üç yüz sum para oyun mu sandın?”;
“Koca, baş. Kadın, boyun. Talak 321 koca elinde. Ben imamla konuştum. ‘Kocası boşamazsa Allah da imam da boşayamaz.’ dedi…” 322
Karı ile koca arasındaki evlilik bağının sona ermesi, klasik fıkıh literatüründe talak şeklinde ifade edilmiştir. İslam dininde boşanma, en son başvurulması gereken bir çaredir. Çünkü Hazreti Peygamber (a.s.), “Allah katında en sevimsiz helal, boşanmadır” buyurmuşlardır (Ebu Davud, Talak, 3.) Bu yüzden eskiden boşanma olayı, hele köylerde, neredeyse hiç görülmemiş bir durumdu. Ayrıca, eğer bir erkek eşini kendi iradesiyle boşarsa, boşadığı karısına vadeli olan mehrini ödemek zorundaydı. Eserde Zakir de bu yükün altına girmek istemez. O yüzden artık eşini istemiyor olmasına rağmen yine de boşamaz onu.
Böylece Gülbanu’ya bu zor, karmaşık ve çıkılmayacak hale gelen durumda tek çare kalır. O, artık bu şekilde yaşayamayacağını anlar ve aynı onun gibi durumda olan birçok gelinin yüzyıllardır yaptığını uygular: Çözümü kendisine kıymakta bulur.
Doğum Gelenekleri.
Doğum öncesi.
Bala Bulmaganda Çara Ézlev (Çocuk Olmayınca Çare Arama). Doğum öncesi yapılan uygulamalar, kadınların hamile kalmak için başvurdukları çarelerle hamile kadınların karınlarında taşıdıkları bebeklerin sağlıklı olmalarını, kötü ruhlardan korunmalarını sağladığı düşünülen inanışlardan ibarettir. Bunlardan biri, halk içinde bu konuda ün kazanan yaşlı bir kadına gidip eç sılatu, çülmäk saldıru, yani karnı sıvazlatmak, karna çömlek kapatmaktır. Yaşlı kadın, yağ veya vazelin ile hamile kalmak isteyen kadının karnını ovalar. Sonra karnın alt bölgesine ısıtılmış çömleği koyarak kısırlık tedavisi yapar. Çömleğin ısısının şifalı olduğuna inanılır. Halk hekimliğiyle el ele gelen diğer çareler de bilinirdi. Örneğin, çocuk sahibi olmak isteyen kadın, taŋ suvı323 -tan suyu- veya yeni doğan bebeği yıkadıkları su ile yıkanma, adak adama vb. gibi çarelere de başvururdu. Büyü metni yüklü başka çeşitli hurafeler de denenirdi.324 İslam dini sonrası dinde uygun bulunan yöntemlere –daha çok Allah’a yalvarma ve dua etmeye- de başvurmaya başlamışlardır.
Böyle bir durum eserde Gülbanu’nun güzel yengesi Merfuga ile ilgilidir:
“İlk üç yıl devamında nasıl olduysa bunun üzerine fazla gitmediler. Dördüncü, beşinci yıllarda kadın kendi kendine üzülmeye başladı, ağlayarak Allah’a yalvardı, karı-koca ilaçlarına başvurdu, büyücülere, ileriyi görebilenlere, çeşitli dualar bilen yaşlı bilge kadınlara hepsine gitti, hepsinden şifa aradı.” 325
Tuvaçak Balağa Ezérlék (Doğacak Çocuğa Hazırlık). Yeni doğacak bebeğe özel çeyiz hazırlanırdı. Bu çeyiz, bezlerden, çocuğunun doğunca giyeceği zıbından, yorgan, döşek ve yastıktan ibaret olurdu. Eserde Gülbanu da hamile kalınca doğacak çocuğunu düşünerek ona hemen çeyiz hazırlığına başlar:
“Hamile kalınca o, dünyasını unutup gönlünü sadece şu doğacak çocuğa bağladı. Ona eski bezler, zıbınlar, yorganlar hazırlamıştı.” 326
Gülbanu sadece çeyiz hazırlamakla da kalmaz, doğacak çocuğuna isim de düşünmeye başlar:
“Oğul olursa nasıl bir isim vereceğiz, kız olursa nasıl bir isim veririz diye günlerce gecelerce hep bu hakta düşünmeye başladı.” 327
Doğum sonrası.
İsém Tuyı (İsim Düğünü). Bütün halklarda olduğu gibi Tatar Türklerinde de çocuğa isim verildiği gün, bebek kutlaması yapılır. Doğum, Türklerde daima toy ve şenliklere vesile olurdu. Ad koyma, bu tür toya olanak sağlar. Eskiden Tatar Türklerinde genelde bu toya yaşlı erkek akrabalar ve komşular davet edilir, kadınlar için de hemen erkeklerin arkasından ayrı sofra hazırlanırdı. Bu bayrama, isém tuyı (isim düğünü), bebi aşı (bebek aşı) veya bebi mayı (çocuk için tereyağı) derlerdi.328 Doğum geleneğinin bu safhasıyla ilgili bilgi eserde yine Gülbanu’nun hayatı örneğinde verilir ve isém tuyı olarak anılır. Daha hamileyken çocuklarına isim bulmakla meşgul olan Gülbanu, çocuğu doğunca ona isim vermek için isém tuyı yapacaklarıyla ilgili tatlı düşüncelere dalar:
“İsim bulunur, annelerime de danışırız. Onları isim toyuna çağırırız, diye düşündü.” 329
Cenaze Gelenekleri.
İnsan hayatının en son safhası olan cenaze gelenekleri, A. İbrahimov’un bu eserinde dört kez ele anılır. Birincisi, Selime adlı yaşlı bir ninenin ölümüyle ilgili. İkincisi, Gülbanu’nun kayınbabası Kantun Şibay’ın ölümüyle ilgili. Üçüncüsü, Gülbanu’nun ölü doğan bebekleriyle ilgili. Dördüncüsü de Gülbanu’nun kendi ölümüyle ilgili.
Birinci durumda bu gelenek ölüm öncesi ve ölüm sonrası safhalarıyla anılır. Şibay’ın ölümüyle ilgili olan yerde her üç safhasıyla –cenaze öncesi, cenaze esnası ve cenaze sonrası- tasvir edilir. Gülbanu’nun ölü doğan bebekleri durumunda sadece cenaze sonrası yapılması gereken fakat yerine getirilmeyen geleneklerden bahsedilir. Gülbanu’nun kendi ölümüyle ilgili olan kısımda ise cenaze öncesi ölüme işaret eden inanışlar ve ölüm sonrası yapılan geleneklerden söz edilir.
Selime adlı yaşlı bir kadının ölümünü ve ölü doğan bebekleri anlatırken, yazar İslam dininin getirdiği geleneklere yer verir. Kalan durumlarda ise cenaze geleneklerinde, Tatar Türklerinin hayatında en eski dönemlerden beri yer alan inanışlar, daha sonraki dönemlerde İslam dininin kabulüyle ortaya çıkan İslam dinine uygun bir şekilde defnetme kurallarıyla el ele gelir.
Cenaze öncesi.
Yasin Çıgu (Yasin Suresi Okuma).
Tatar Türkleri, bugün yarın ölümü beklenen yani ölüm döşeğinde yatan insana xel éçénde yata derler. İslam dinine uygun olarak, ölecek insanın yanına köyün imamı ya da müezzini çağrılır ve o, ölmek üzere olan insanın başucunda Yasin suresi okur.330 İslam dininde bu surenin okunması sevap sayılır.331
Eserde bu âdet, köyde Selime adlı yaşlı bir kadının ölüm döşeğinde yattığını düşünen müezzin tarafından canlandırılır:
“Selime Nine ölmek üzere, hal içinde yatıyor. Dün de “Yasin”e çağırdılar. Bugün yarın ölür.” 332
Cenaze Esnası.
Doga Uku (Dua Etme). Bir insanın öldüğünü duyar duymaz Müslüman insanın Bakara suresinin 156. Ayetinde geçen “İnne lillahi ve inne ileyhi raciun” duasını okuması lazım. Bu duanın anlamı, “Biz Allah için (teslim olmuş kullar)ız ve elbette biz, (yine) O’na döneceğiz”dir.333
Eserde bu dua, ihtiyar Şibay’ın vefatı sonrası okunur:
“Onun arkasından pencereden imamın ürkütücü sarığı gözüne ilişti, nazaldan çıkan bir sesle “İnne lillahi ve inne ileyhi raciun” dediği duyulmuş gibi oldu.”334
Kıyblaga Karatıp Yatkızu, Küzlerén Yomdıru (Yüzüyle Kıbleye Yatırmak, Gözlerini Yumdurmak).
İslam dini kuralları, ölen insanı ayaklarını ellerini düzgün koyup yüzüyle kıbleye doğru yatırmayı talep eder. Ayrıca, ölen insanın gözlerini de yumdurmak gerekir.335 Bu hareketin yapılmasına dair Muhammet Peygamber (a.s.) şöyle demiş: “İnsanın ruhu bedeninden çıkınca, göz ruhu arar.”336 Eserde ihtiyar Şibay vefat edince, bütün bu gelenekler hemen yerine getirilir:
“İhtiyar Şibay’ın cenazesini evin başköşesinde bulunan seki üzerine yüzünü kıbleye doğru baktırıp yatırdılar. Gözlerini yumdurdular.” 337
Cılav (Ağlama).
Muhammet Peygamber (a.s.)’in zamanında cenaze arkasından sesli bir şekilde ağlamak yasaktı. Böyle yapanların öleni azaba uğratacağına inanılırdı. Ölen bir insan, Allah’a kavuşmaktadır. Bu yüzden insanlar, ölüme karşı isyanda bulunmamalı, ölünün arkasından sadece sessizce ağlamalıdır. Bir hadisinde Peygamber (a.s.) “Gözyaşı cenazeye azap getirmez.” demiş. Yani sessizce, bağırmadan, ağıt yakmadan ağlamanın günahı yoktur.338 Tatar Türkleri, İslam dinini erken dönemde kabul ettiklerinden dolayı cenaze törenlerini de yaklaşık bin yıldır İslam dinine uygun bir şekilde uygulamaktadırlar. Belki de bu yüzden başka Türk boylarında bugün de yaşamakta olan ağıt söyleme geleneği, Tatar Türklerinde korunmamıştır.
Eserde de ihtiyar Şibay ölünce eşi, eve gelen din adamlarından gizlice ve sessizce ağlar:
“Orada kaynanaları Sabira’nın molla müezzinden yüzünü örterek ağladığı göründü.” 339
Cenaze Sonrası.
Ülé Tugan Bebige İsém Birü, Cénaza Uku (Ölü Doğan Bebeğe İsim Verme, Cenaze Namazı Kılma).
Eserde Gülbanu’nun ikiz bebekleri ölü doğunca, onları toprağa isim vermeden, cenaze namazı kılmadan verirler:
“Bebeklere isim de verilmedi, cenaze de kılınmadı. Öylesine götürüp yer altına yalnız başlarına gömüp döndüler.” 340
Bebekler ölü de doğsa bütün uzuvları varsa ve doğacak zamanını tamamlamışsa İslam dininde onlara mutlaka isim verilir (kıyamet gününde bilinmesi için), yıkanır, kefenlenir ve cenaze namazı okunarak toprağa verilir. Cenazeye yapılabilecek son vazifelerin bir tanesidir, cenaze namazını okumak.341 Fakat eserde Gülbanu’nun ölü doğan bebeklerine bunların hiç biri ne yazık ki yapılmaz ve bu, evlatlarını kaybeden genç annenin canını acıtır.
Eskiden Tatar Türklerinde intihar eden insana cenaze namazı kılınmaz ve o, mezarlığa defin edilmez, mezarlık çitinin dışında toprağa verilirdi. Bu yüzden Gülbanu’yu da canına kıydığı için Müslümanların defnedildiği mezarlığa gömmek yasak olur:
“Kendisini suya atan bu zavallı kadının cenazesini, cenaze namazı kılıp Müslüman mezarlığına defnederse Allah’tan korktu.” 342
İslam dini Müslümanların hayır duasına ve şahitliğine önem verdiği için cenaze namazı kılınınca oraya toplanan insanlara “Bu insanı nasıl tanırdınız, iyi birisi miydi?” diye sorulur. Toplanan insanlar “İyi insandı. Allah rahmet eylesin.” diye yanıtlarlar.343 İhtiyar Şibay’ın cenaze namazından sonra da aynı kural uygulanır:
“Ölüm, cenaze anında bu uzun, çetrefilli ömrün ancak iyi tarafları anıldı, ancak iyi dualar okundu.” 344
Fidye.
Kazan Tatarlarında ölenin arkasından günahlarının affedilmesi için imama verimesi gereken sadaka da vardı. Ona fidye derler. Bu sadaka, genelde büyük miktarda para, büyük baş hayvan veya avludaki bir yapı olurdu. Fakat fidyenin buğday olarak verilmesi daha uygun görülürdü. Bir inanca göre, fidye, hayattayken kılınmayan namazları ve tutulmayan oruçları affettirirmiş. Günümüzde artık fidye verilmemektedir.345
Eserde cenaze sonrası fidye vermekten, iki kez bahsedilir. Birincisi, köyde Selime adlı yaşlı bir kadının cenazesiyle ilgili müezzin, imama verilecek fidyenin yanında kendisi için de biraz para olarak verilecek sadaka umut eder:
“Selime Nine’nin fidyesine siyah başmaklarını 346 verirlerse, müezzine de bir üç teŋke 347 kadar para toplanır.” 348
İkinci kez fidye sadakası ile ilgili konuşma eserin en sonunda, Gülbanu cenazesi esnasında geçer. Eskiden Tatar Türklerinde intihar eden insana cenaze namazı kılınmaz ve o, mezarlığa defin edilmez, mezarlık çitinin dışında toprağa verilirdi. Bu yüzden Gülbanu’yu da canına kıydığı için Müslümanların defnedildiği mezarlığa gömmek yasak olur:
“Canına kıyan insan murdar gider, dünyadan imansız geçer, ebediyen tamuda kalır derlerdi. Bu gibilere cenaze okumak yasak, Müslüman mezarlığına defnetmek de yasaktır diye konuştular.” 349 Köyün imamı bu karışık vazifeden kendisini bir bahane bulup kurtarır:
“Kendisini suya atan bu zavallı kadının cenazesini, cenaze namazı kılıp Müslüman mezarlığına defnederse Allah’tan korktu. Bunu yapmazsa, mahallenin saygın ihtiyarı ve ömrü boyunca öşür ve sadakasını aldığı Nurmuhammet’ten korktu. Sonunda, hiçbir tarafı alamadı, bir bahane bulup: “Beni müftü çağırtmış, gitmem lazım.” diye şehre kaçtı. O gidince, iş müezzin Feyzullah’a kaldı. O ise fazla detaylara girmeyi sevmiyordu. Nuri’ye doğrudan konuştu: ‘Günahı üzerime alıyorum. Fidye olarak at verirsin, cenaze için de on sum sadaka hazırlarsın.’ dedi.” 350
Örnek parçadan görüldüğü gibi yasal olmayan defin, köyün müezzinine düşer. O ise bu günahı kendi üzerine alacak olur ama karşılığında da kızın babasından yüklü bir fidye ister.
Öçése, Cidésé (Üçüncü, Yedinci Günler). Kazan Tatarları cenazenin arkasından mutlaka aş yaparlar. İlk aş, definden üç gün geçince verilir. Sonra da yedinci, kırkıncı günlerinde ve yıl dönümünde uygulanır. Elli ikinci gününde de sadaka verilir. Çünkü o gün, ölünün etleri kemiklerinden ayrılır ve ölü, kabir azabı çekmeye başlar derler. Aşa, ölen kimse kadın ise kadınlar, erkek ise erkekler çağırılır.
Eserde üçüncü ve yedinci gün aşları ihtiyar Şibay’ın cenazesinden sonra uygulanır: “Şibay’ın üçüncü, yedinci gün aşları çok iyi, çok sakin geçti.”351
Ülgen Kéşénéŋ Burıçların Tülev (Ölen Kimsenin Borçlarını Ödeme).
Eserde ihtiyar Şibay’ın yedinci günü geçince şehirden ödenmesi gerektiği borçları olduğuna dair bir belge gelir:
“Paranın tam da gerek olduğu zaman İsenbike’yi rehin koyup çiftçi bankasından borç aldığı ortaya çıktı. Bu borç ödenmemiş. Sahibi vefat edince, galiba miras paylaşılmadan bir an önce ödensin diye işte bu belge geldi.” 352
İslam dininde ölenin yararına olacağı hareketler arasında insanlara olan borçlarının ödenmesi de yer alır.353 Eserde molla, dinî kanunlara göre herkesin baba mirasındaki payına açıklık girtmeye çalışırken de bu hususa değinir:
“Molla Faraiz kitabı, mürekkep ile kalemi ve kağıtlarıyla kuşanıp gelmişti. Molla: ‘Taksim tarika zamanında 354 , evvel tachiz, tekfin masrafları 355 ödenir demiş şeriat.’ dedi. ‘Daha sonra ölünün kendisi sağken alıp da ödemediği borçları ödenir demiş.’ dedi.” 356
Böylece, Şibay’ın bütün borçlarını çocukları ödemek zorunda kalır.
Vasiyet Kaldıru (Vasiyet Bırakma).
Ölmek üzerine olan insan aklı selimken vasiyet de bırakabilir. Şeriat kanunlarında bu maddeye de yer verilmiştir. Örneğin, mal paylaşımı için çağrılan molla eserde bu durumu şöyle anar:
“Üçüncüsü, ölünün aklı selim, iradesi kamilken söylediği vasiyeti yerine getirilir, demiş Kitap.’ 357
Ama eserde ihtiyar Şibay arkasından vasiyet bırakmıyor.
Mal Büléşü (Mal Paylaşımı).
Tatarlarda çocukları mal paylaşımına babalarının vefatından sonra başlar. Bu durum gayet doğaldır. Tatarlarda oğul çocuklar mal paylaşımını henüz babası ölmeden isterlerse, bu edepsizlik ve babaya karşı büyük saygısızlık sayılırdı. Örneğin, eserde Nuri’nin en büyük oğlu Şeyhel daha babası sağken mal isteyince, ihtiyar Nuri oğlunu azarlar ve kendisi ölmeden baba malı paylaşmakla suçlar:
“Babasından yola para istedi. ‘Malından bana pay ver!’ diye at istedi. Nuri, buna cevap olarak oğluna demediğini bırakmadı, dövercesine azarladı: ‘Baban ölmeden evden pay istiyorsun utanmaz!’ dedi.” 358 ;
“Kendim sağken tek kuruş vermem. Ben ölünce hakkını alırsın.’ dedi.” 359 ;
“Peki, bu malları kendisiyle mezara götüremez! Üçten bir kısmı benim! İhtiyar geberdiğinin ikinci gününde kendi payımı keser alırım!’ dedi de eşine yola hazırlanmasını söyledi.” 360
Eserde mal paylaşımı ihtiyar Şibay’ın vefatından sonra çocukları arasında gerçekleşir. Şeriat kanununa göre, ölenin malı borçları ödendikten ve vasiyeti yerine getirildikten sonra hayatta kalan çocukları arasında paylaşılmalı. Eserde molla, bu maddeyi Şibay’ın çocuklarına şöyle anlatır:
“Dördüncüsü, kalan malı ölünün varisleri arasında paylaşmak lazım, demiş Kitap.’ 361
Baba malında oğlan çocukların payı kız çocuklara nazaran daha çok olurdu. Özellikle de babadan kalan bütün toprak, arazi Tatarlarda erkek çocukların hakkıydı. Kız çocukları genelde ahırdaki hayvandan ve harman yerindeki ekinlerden pay alabilirdi. Bu yüzden ağabeylerinin baba borcunu ödemek için ahırdaki hayvanları satacak olmaları eserde Şibay’ın oğulları ve kızlarının birbirlerine girmesine neden olur. Eserde aileden herkes bu durumda kendisine pay çıkarmak için canını dişine takar:
“Duyar duymaz Sabira’nın evli kızları Minnisa ile Hayırnisa at koşturup yanlarına küçük oğlan çocuklarını oturtup Bikyar’a geldiler. Dağılmaya başlayan maldan kendi paylarını almak için dişlerini beleyip Altınbay ile dalaşmaya hazırlandılar. Fakat iş sadece Altınbay’da bitmiyordu. Zakir de, ortanca ağabeyleri az salak Feshi de bu zengin çayırı ellerinden bırakmak istemediler. Eskisi gibi onu kullanmak için dişleri tırnaklarıyla çabaladılar. Yine biraz buğday satmak, büyük kula inek ile on tane koyunu pazara çıkarmak istediler. Fakat kız kardeşleri buna yanaşmadılar. Toprak, orman, çayır gibi mal varlığı nasılsa erkeklere kalıyordu. Uzakta evli olan Minnisa da, Hayırnisa da onlardan çıkar sağlayamıyordu. Ama şu İsenbike’yi kurtaracağız diye ağabeyleri ne kadar mal satacak oldular! Bu malın içinde kızların da payı kaybolup gidecekti. Bu hususta söz, dalaş, kavga, darılma çok uzun sürdü.” 362