Полная версия
Kardeş Sesler 2020
O gece sabaha kadar hiç kimse uyumadı.
Güneş yavaş yavaş tepede yükselirken felâketin boyutu çıktı ortaya. Daha dün akşam burası, sapsarı başaklı buğday yığınları ile dolu iken, yüzlerin mutlulukla ışıldadığı bir yerdi. Bir gecede her şey yanmış, kapkara bulutlar tüm yürekleri sarmış, hayâller, umutlar yıkılmıştı.
(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)
UMUDA ÇEVİR YÜZÜNÜ
Bugün Pazar. Dün akşam, “Yarın erken kalkmam gerekmiyor.” diye düşünüyordum. Ama gel de sen bunu kurulmuş saat gibi kapımın önünde bekleyen iki kedime ve yatağın ayak ucunda kalkmam için homurdanan köpeğime anlat. Her ne kadar duymazlıktan gelsem de bu defa patileri ile kolumu, bacağımı tırmaladığı için mecburen kalkmam gerekti…
Balkona çıktım. “Oh! Mis gibi hava” diyerek temiz havayı ciğerlerime çekip yaşadığımıza bir kez daha şükrettim. Bahçedeki erik ağacımın çiçek açtığını “Bugüne kadar nasıl fark etmedim?” diye kendime şaştım. Kuş sesleri daha mı fazlaydı bugün, yoksa bana mı öyle gelmişti? Önce kapıda sabırsızlıkla bekleyen kedilerin mamalarını verdim. Merdivenlerden aşağıya inerek köpeğim Kira ile kısa bir gezintiye çıktım. Korona salgını yaşamı tehdit ettiği günden beri hayatımıza dair bir sürü yasaklar gelirken, Allah’tan henüz kısa yürüyüşlere çıkabilme imkânımız vardı.
Bizden üç ev ilerde, tam dondurmacının karşısında, iki katlı evin önündeki kırmızı boyalı banka oturmuş, dalgın dalgın düşünürken gördüm Ayşe Teyze’yi. Eşini seneler önce bir trafik kazasında kaybetmişti. İki oğlunu da evlendirince yalnız yaşamaya başlayan Ayşe Teyze, güler yüzlü ve hoş sohbet birisi olduğundan herkes gibi ben de severdim. Her karşılaştığımız da ayak üstü de olsa konuşurduk, onun da beni sevdiğini bilirdim. Öyle dalgın oturduğunu görüp te “Yanına uğramadan, geçip gitmek olmaz!” diyerek yanına yaklaştım.
–Hayırlı sabahlar Ayşe Teyze! Nasılsın, diye seslendim.
–Hayırlı sabahlar kızım, çok şükür bu günümüze! Ben iyiyim de canım çok sıkılıyor be kızım.
– Kötü bir şey yoktur inşallah!
–Yok, yavrum yok! Ama çocukları, torunları çok özledim. Şu Korona mı, her neyse yavrularıma hasret kaldım.
–Haklısın teyze, ama bu kötü günleri atlatabilmek için hep birlikte sabretmemiz lâzım, onlar senin iyiliğini düşündükleri için gelemiyorlardır. Bir şeye ihtiyacın olursa ben yine uğrarım, sen üzme kendini, dedim ve oradan ayrıldım.
Ayşe Teyze’ye öyle derken, aslında o ara benim yüreğimde de fırtınalar kopuyordu. Hasta babam her ne kadar biraz iyileşmeye başlamış olsa da aklım hep ondaydı. Gümrükler kapandığı için ziyaretine gidemiyordum. İspanya’da, salgının en yoğun olduğu şehirlerden birinde yaşayan büyük oğluma, ne “Gel!” diyebiliyordum ne de ben yanına gidebiliyordum. Diğer oğlum bizden yirmi kilometre uzaklıkta olmasına rağmen, o da bize bir zararı olur diye sık gelmek istemiyordu. Geldiğinde sıkıca sarılamıyordum, öpüp koklayamıyordum, kokusunu içime çekemiyordum doyasıya. Kızım, bir taraftan jimnastik dersi verdiği öğrencileri ile internet bağlantısı kurup sporlarını yaptırırken, diğer taraftan kendi tezini hazırlamaya uğraşıyordu. Onunla bazen kahvaltıda, bazen akşamları izlediğimiz filmlerle unutmaya çalışıyorduk yalnızlığımızı. Ara ara duygulandığım zamanlar ağlamak istiyordum ama buna da boğazımda takılıp kalan yumrular engel oluyordu. Sevdiklerime ulaşamayıp, onlara sarılamadıktan ve hatta duygulandığımda ağlayamadıktan sonra özgür olmanın ne anlamı vardı ki? Açık hava hapishanesinde gibi hissediyordum kendimi. Hep tedirgin ve bendeki beni tamamlayamayan eksik bir yanım vardı. Yarın ne olacaktı? Acaba sonraki günler de bizi daha neler bekliyordu?
Aslında evcimen biriydim, evimde olmak beni o kadar rahatsız etmiyordu. Ama dışarı her çıkışımda kapanan kepenklerin, çoğu boş geçen belediye otobüslerinin, ıssız yol ve çocuk bahçelerinin, eczane önündeki aralıklı sıralanmaların daha da arttığını gördüm. Felâketin soğuk nefesini her gün ensemde hisseder oldum. Evet, korkuyordum. Babamı, sevdiklerimi bir daha görememekten, yavrularıma bir daha sıkıca sarılamamaktan, onları doyasıya öpüp koklayamamaktan korkuyordum. Boşa geçirdiğim her dakikanın hesaplaşmasını yapıyordum kendimle. Üzdüğümden çok üzüldüğüm, kırdığımdan çok kırıldığım, ağlattığımdan çok ağladığım o zamanları keşke geri getirebilseydim. Ya da ileriyi daha iyi görebilseydim…
Hayatı boyunca özgürlüğü savunan ben, kafese kapatılmış bir kuş gibiydim. Basbayağı tutukluydum işte… Öyle veya böyle, insanın kendi kendisiyle hesaplaşacağı gün de geliyordu demek.
Başımı kaldırıp, masmavi gökyüzüne baktım. Dün kara bulutlarla kaplanan gökyüzünde, bugün güneş sıcacık kolları ile etrafa âdeta umut saçıyordu. Kafamı, bu zamana kadar gömdüğüm kumlardan çıkarmaya karar verdim. Belki evde tutukluydum, belki bir süre sevdiklerime dokunamayacak, onları koklayıp, öpemeyecektim. Ama biliyordum ki ben iyi olursam sevdiklerimde iyi olacaklardı, ben onlara ihtiyaçları olan enerjiyi, umudu verebilirdim. Belki de yeniden sevmeyi öğrenerek, affedebilmenin erdemine erişeceğimiz gün, bu gündü. Bir sokak çocuğunun başını okşadığımızda, o ışıl ışıl bakan gözlerindeki ışık, sokakta aç ve susuz kalmış can dostlarımıza vereceğimiz bir tas su, bir lokma ekmek bize merhametli olmayı yeniden öğretebilirdi.
Herkesin hayatı zaten zor geçerken, şu Korona denen salgının benim ruhumu da esir almasına izin veremezdim…
(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Nisan 2020)
GEÇMEYEN GEÇMİŞ
Kahvemi alıp balkondaki sallanan koltuğuma doğru ilerlerken güneş de aydınlatıcı sıcaklığını toplayıp, yavaş yavaş tepelerin arkasında kaybolmaya başlamıştı. Tatlı bir kızıllık kaplamıştı ufku. Ne kadar huzur vericiydi bugün her şey. Güneş, çocuklar ve torunlar… İşte tam da benim aradığım buydu.
Elimdeki kahveyi koltuğun yanında duran sehpaya bırakarak oturdum. Derin bir iç çekerek, elimdeki son yazdığım notlara bir göz attım.
“Başardım, evet ben, bunu da başardım.” diye kendi kendimle bir kez daha gurur duydum. Bugüne kadar hiçbir işten zor diye kaçmamış, “Ben bunu yapamam.” dememiştim. Sorumluluklarımın her zaman bilincindeydim. Aldığım tüm kararların ve verdiğim sözlerin arkasında durarak bugünlerime kavuşmuştum.
Duygu ve düşüncelerimin tam dokunaklı bir noktasında bir ses duyarak geri döndüm. Yedi yaşındaki torunum Işıl’ın, elinde gelinimin hazırlamış olduğu tabaktaki meyveleri düşürmekten korkarcasına dikkatli adımlarla bana doğru yaklaştığını gördüm. Bütün gün dışarda oynadığından kızaran yüzünü tatlı bir gülümseme kaplamıştı. Tabağı elinden aldım, masaya bıraktım. Kollarımı açarak:
“Sarıl bakalım babaanneye!” dedim. Gelip kollarıma bıraktı kendini, sarıldım sıkıca, öptüm kokladım. Ne güzel de kokuyordu yavrum, tıpkı yeni açan bir çiçek gibi! Yavaşça başını kaldırdı, o adı gibi ışıl ışıl bakan gözlerini gözlerime dikti.
“Babaanne! Çok mu yoruldun? Babam dedi ki: Sen dün gece çok az uyuduğun için bugün seni yormayacakmışız.”
Kucağımda, merakla benden gelecek cevabı beklediğini fark ettim. Elini avuçlarımın içine alarak bir daha öptüm.
“Ben iyiyim yavrum, merak etme!” dedim. Gözleri parladı.
“O zaman bana senden bir hikâye anlatır mısın babaanne?”
“Tabii ki anlatırım yavrum, gel şöyle yanıma otur bakalım.”
“Bundan seneler önce okulunu çok seven, büyüdüğünde öğretmen olmak isteyen bir kız varmış. Ortaokulun sonunda ailesi çok uzakta olduğu için okulunu bırakıp, yabancı ülkede yaşayan ailesinin yanına gitmek zorunda kalmış. Yabancı dil de bilmediğinden okulunu tamamlayıp öğretmen olamamış. Senelerce bunun üzüntüsünü gittiği her yerde yüreğinde taşımış. Evlenmiş, çocukları olmuş. Bundan sonra kendini çocuklarına adamış. Öğrencilerine öğretmek istediği her şeyi çocuklarına öğretmiş. Onların ellerinden tutup, bazılarının şaşırarak, bazılarının tebessümlü bakışları altında, ana vatanından uzak bir ülkede el ele gezerken sesli sesli ülkemizin marşlarını söyletmiş. Yüreğinden koparamadığı memleket aşkını, kültürünü, öğrenme ve öğretme duygusu ile birleştirip çocuklarına yaşatmak istemiş. Günler günleri, aylar ayları kovalamış, zaman su olup akmış. Yaşadığı tüm zorlukları, önüne çıkarılan tüm engelleri korkmadan, umudunu kaybetmeden ve asla vazgeçmeden atlatmayı başarmış. Ama içindeki okuma, yazma isteğini hiç kaybetmemiş. Ortaokulda başlayıp, evlendikten sonra uzun bir süre ara verdiği şiir dünyasına dönmüş yeniden. Yazmak, daha çok yazmak istemiş. Geçmişini unutmak istemediği gibi, çocuklarına ve gelecek nesillere bir ışık, bir iz bırakmak istiyormuş.”
“Kızım, bana bir bardak su getirebilir misin?”
Işıl’ım koltuktan atlayıp mutfağa doğru koşarken, ben de gözümde biriken yaşları siliyordum. Döndüğünde uzattığı sudan birkaç yudum alarak kaldığım yerden devam ettim.
“Bir gün birkaç arkadaş toplanıp şehir kütüphanesine kültürel bir gezi düzenlemişler. Çok ilgisini çekmiş gördükleri. Dünden ve bugünden birçok eserlerin duvarlarda sergilenmiş olduğunu görmüş. Ama en çok dikkatini çeken şey “Avrupa’daki Göçmen Türkleri” anlatan küçük bir bölümmüş. Dakikalarca başından ayrılamamış, en küçük noktasına kadar okumuş. Bir boşluk hissetmiş içinde. Bir eksiklik duymuş hayatında. Bugüne kadar hayatı hiç sorgulamadığını düşünmüş. Bir şehir kütüphanesinin küçücük bir duvarına sığdırılmış bu hayatları merak etmiş ve bir şekilde bu hayatlara ulaşıp onların geçmişlerine dokunabilmeyi istemiş. Birkaç yazı denemesinden sonra bırakmış, başaramamış. Çünkü eğitimine devam edemediği için yeterli birikimi yokmuş. İşte, tam bu boşlukta tanışmış “Kuray Yazarlık Atölyesi” ile. Fazla düşünmeden katılmaya karar vermiş. Çünkü beyni öğrenmeye, bilgiye açmış hâlâ, amacına ulaşabilmek, o insanların hayatlarına bir nebze olsun dokunabilmek için önce bilgiye doyması gerekiyormuş. Titiz bir çalışma ve öğretmenleri sayesinde çok güzel yazılar yazmaya başlamış. Kelime dağarcığı ile bilgi hazinesi de büyüdükçe büyümüş. Yazıları bulunduğu bölgenin sınırlarını aşarak Türkiye dahilinde de aranılıp, en çok okunan eserler arasında yerini almış. En son Avrupa’daki göçmenleri anlatan kitabı “Geçmeyen Geçmiş” kütüphanelerde yerini alırken, her evde de okunan bir kitap olmuş.
Sonunda amacına ulaşabilmenin, gelecek nesillere dünden ve bugünden bir ışık bırakabilmenin mutluluğunu yaşamış.”
Sözümü burada noktalayıp beni pür dikkat dinleyen torunuma sevgiyle sarıldım tekrar. Başını kaldırıp, yüzüme baktı, uzanıp o bembeyaz, masum elleri ile gözümdeki iki damla yaşı sildi.
“Babaanne, ağlama sakın!” dedi.
O an ona; her şeyin bitti denildiği yerde, yeni bir başlangıçla yeniden hayat bulabileceğini, bir şeyler başarmak istiyorsa asla vazgeçmemesi gerektiğini anlatmak isterdim. Devamını bir başka hikâyede, başka bir gün anlatmak için sustum, saçlarını okşayarak sadece:
“Mutluluktan kızım.” dedim. “Yanımda olduğunuz için çok mutluyum, hepinizi çok seviyorum.”
(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Nisan 2020)
DEĞER MİYDİ ?
Dokuz saatlik iş gününün ardından koşar adımlarla caddenin karşısındaki alışveriş merkezine doğru ilerledim. İşten çıkanların yoğun olduğu akşam kalabalığına takılmadan hemen alışverişimi yaparak, bir an önce eve gitmek istiyordum. Çocuklar bütün gün evdelerdi, acıkmışlardı mutlaka.
Cüzdanımı, market arabası almak için bozuk para çıkarmaya çalışırken yere düşürdüm. Neyse ki daha ben yere eğilmeden yanımdan bir el uzandı ve cüzdanımı alıp bana verdi. Başımı çevirip bakınca otuz, otuz beş yaşlarında bir adam gördüm. Telaşla hemen teşekkür edip, acele acele alışverişime döndüm. Aklım evdeydi. Bir an önce yemeği yapıp, evde beni bekleyen diğer işlere yoğunlaşmam gerekiyordu.
Aldıklarımı sepetime yerleştirip dışarı çıktım. Arkamdan birinin “Bir dakika bekler misiniz?” diye bağırması üzerine geriye dönüp baktım. Bir şey mi unutmuştum acaba? İçerden koşarak gelen Gülten’di. Eşinden iki sene önce boşanınca kasiyer olarak burada işe başlamıştı. İki çocuğu ile iş yerine yakın bir yerde yaşıyordu. Bir an şaşkınlıkla bekledim, ben onun çalıştığı kasadan çıkmamıştım ki; ne yanlış yapmış veya unutmuş olabilirdim? Bir an bana baktı, sonra koşarak yanımdan geçti.
–Hayırdır Gülten, bir şey mi oldu?
–Seninle ilgisi yok ablacım! Başkası…
Koştuğu yöne doğru baktığımda birinin kolundan tutup, geriye doğru çekmeye çalıştığını gördüm.
–Ne oldu Gülten?
–Hırsızlık yaptı abla, ödemeden kaçtı.
O, adamı markete geri çevirmeye çalışıyordu, adam da ondan kurtulmaya. İtiş kakış esnasında adam yüzünü bir an benden tarafa döndü. Siması tanıdık geldi, ama nerden tanıyordum? Evet ya… Bu, o işte! Markete girmeden önce düşürdüğüm cüzdanımı alıp, bana veren adam! Şaşkınlıkla bir an ne diyeceğimi bilemedim. Bu arada onların tartışmaları ciddi boyuta ulaşmıştı. Gülten artık konuşmuyor, bağırıyor, zorla onu markete geri getirmek istiyordu. Adam bu esnada kaçıp kurtulmak için Gülten’i iterek yere savurdu. Vazgeçmedi Gülten! Tekrar kalktı, yine yapıştı adamın kollarına. Bu defa daha sert bir şekilde yere savruldu. Yardım etmek istedim ama adam iyice asabileşmişti. Etrafıma bakındım, görünürde kimseler yoktu. Hemen markete geri koştum. Bir kasiyere hemen polis çağırmalarını, Gülten’in dışarda bir adam ile kavga ettiğini söyledim. Tekrar geriye döndüğümde bir arabanın parka girdiğini gördüm.
–Yardım edin, lütfen yardım edin! diye bağırdım.
Gülten yere savrulunca elleri kanamış, pantolonu dizlerinden yırtılmıştı. Hâlâ adamla mücadeleye devam ediyordu. Gelen arabadan genç ama iri yarı bir adam indi ve hızlı adımlarla onlara yaklaştı. Hırsızın bir kolundan yakalayarak arkasına doğru geri kıvırdı, diğer eli ile de hızla başını yere eğerek markete geri götürdü. Gülten’i yerden kaldırdım.
–İyi misin?
Gülten ancak o zaman elinin acısını, dizlerinden yırtılan pantolonunu fark edebildi.
–Sağ ol abla! İyiyim, merak etme, dedi.
Bu arada hırsızı yakalayan adam ve marketin şefi adamı gelen polislere teslim ettiler. Polisler, adamın “Daha önce başka bir yerde de alkol aldığını ve yaptığı uygunsuz hareketler yüzünden oradan dışarı atıldığını, hakkında zaten şikâyet olduğunu,” söylediler. Oysaki, az önce dışarda cüzdanımı yerden alıp, bana verirken gözüme ne kadar da iyi yürekli, normal biri gibi görünmüştü. İçerde olayı duyan birkaç kasiyerde yanımıza geldi. Neler olduğunu sordular. Gülten’in orada anlatmasına göre, adamın; hiçbir şey almamış gibi kasadan boş geçtiğini görünce, ceketinin altına sakladığı viski şişesini fark etmiş, hemen kasasını kapatıp peşinden koşmuş. Kimi onu bu cesareti için tebrik ederken, kimi de yaptığının çok yanlış olduğunu söyledi. Yaptığının yanlış olduğunu düşünenler aslında haklılardı. Şimdi çok ucuz atlatmıştı ama çok kötü bir şekilde de sonuçlanabilirdi. Böyle bir şey belki de hayatına mâl olabilirdi.
Hırsızı polise teslim ettikten sonra yanımıza gelen marketin şefi Gülten’e sorumluluk taşımasından dolayı teşekkür etti. Maddi ve manevi gelişen tüm zararların hırsız tarafından karşılanacağını açıkladı. Bir daha böyle bir durumla karşılaşırsa; kendisini tehlikeye atmadan, hemen haber vermesi gerektiğini söyleyerek rapor alması için bir doktora gönderdi.
Ben ise acele eve gitmem gerektiğini unutmuş, Gülten’e bir şey olmadan hırsız yakalandığı için rahatlamıştım. Şimdi eve gidip, kaldığım yerden günün yoğunluğuna devam edebilirdim.
(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Nisan 2020)
HENÜZ BİTMEDİ
Aylardır süren durgunluk tam olmasa da yavaş yavaş yerini normal günlük temposuna bırakıyordu. Sabah erken kalkıp yola çıktığınızda işe giden bisikletlileri ya da arabaları, içinde tek tük insan olsa da belediye otobüslerini görmek mümkündü. Herkes içten içe bir rahatlama ile kendisini daha güvenli hissetmeye başlamıştı. En azından aile fertleri ile buluşmaları, on kişiyi geçmemek şartı ile grup toplantıları serbest bırakılmış, kuaförler de dahil olmak üzere restoranlara ve küçük iş yerlerine belirli tedbirler çerçevesinde tekrar iş başı yapmalarına izin verilmişti. Hele bir de okullar, parklar açılsın, çoluk çocuk bayram etsin, işte o zaman değmeyin keyfimize deniyordu…
Ama maalesef olay o kadar basit değildi.
Bu Korona denen virüsten ne zaman tamamen kurtulabileceğimiz hakkında kimse kesin bir şey söyleyemiyordu. Her ne kadar herkes elinden geleni yapmaya çalışsa da tam olarak yok olmuş değildi, kolay kolay da gideceğe benzemiyordu. Hükümet yetkilileri her yerde olduğu gibi Avusturya’da da geniş önlemler aldılar ve her şeyden önemlisi halkın yanında oldular. Salgının ilk ortaya çıkmasıyla biz de dahil, çoğu iş yerleri kısa dönem çalışmaya girdi. Çalışan meslek grupları sadece sağlıkçılar, gıda üretim ve alışveriş merkezleri, temizlikçiler, eczacılar, benzin istasyonları ve güvenlik güçleri oldu. Kısa çalışmaya giren tüm işyerlerine devlet desteği ulaştı. İş yerlerini kapatan küçük işletmecilerin çıkardığı işçiler yine devletten bir miktar kesintili de olsa paralarını alabildiler. Peki, bu durum daha ne kadar sürebilirdi? Ülke ekonomisi ne kadar daha bu yükü sırtında taşıyabilirdi? Kimse bilmiyordu.
Restoranlara çalışma izni verilince evde kalmaktan sıkılan birkaç arkadaşın organizesi ile toplanıp hafta sonu iftarı dışarda yapmaya karar verdik. Almamız gereken tedbirlere de uyarak dörder kişilik gruplar halinde masalarımıza yerleştik. Bir süre sonra, sohbet sırasında yanımda oturan Canan bana dönerek:
–Ya, haberin var mı? Fatma’nın babası vefat etti, dedi.
–Ne diyorsun, Mehmet Dayı öldü mü?
–Dün gece ölmüş. Yurt dışına çıkmaya izin verilmediği için gidemedi de zavallı. Öyle ağlıyor ki, içim sızladı.
Mehmet Dayı benim Avusturya’ya geldiğim senelerde tanıdığım, babamdan birkaç yaş büyük, iyi biriydi. O zamanlar eşi, iki kızı ve iki oğlu ile beraber yaşıyordu. Gurbetteki ilk arkadaşlarım da onun çocukları olmuştu. Seneler sonra, çocuklar evlenince tıpkı annem ve babam gibi onlarda Türkiye’ye dönüş yaptılar. Eşi Emine Yenge yakalandığı Alzheimer hastalığı sonrasında yaklaşık iki sene önce vefat etmişti. Hem köylümüz hem de sevdiğimiz aile dostlarımızdı. Demek şimdi de Mehmet Dayı vefat etmişti…
Korona salgını yüzünden ziyaretlerimiz her ne kadar yumuşasa da yine de kısıtlıydı. Bu yüzden ertesi gün Fatma’yı arayıp baş sağlığı dileklerimi sunarken her ikimizde fazlasıyla duygusallaştığımızdan karşılıklı ağlaştık. Sonra diğer kardeşlerini arayıp aynı dileklerimi ilettim. Ne kadar zordu böyle bir zamanda gidip eşini, dostunu ziyaret edememek… Mehmet Dayı’nın vefatı ile bir tarih daha göç etmişti bu diyarlardan. Sıkıntılı ve huzursuzdum. Zaten günlerdir de öyle değil miydim? On gündür gördüğüm rüyaları bunun habercisi olarak yorumladım. Ama niye hâlâ içimde sıkıntı vardı?
Pazar günü, günlerce yağan yağmur dinmiş, etrafa sanki biraz ferahlık yayılmıştı. Telefonum çalınca babamdan gelen görüntülü arama isteğini gördüm, biraz da şaşırarak hemen açtım. Şaşırdım, çünkü her gün gazetesini okuyan, günlük bulmacasını çözen babam görüntülü aramayı bir türlü çözememişti. Bu esnada telefon da kapandı, tekrar geri aradım, açan olmadı.
Merak ederek eşini aradım. O da “Babamın yine hastalandığını, hastaneye kaldırmak için ambulansı aradığını” söyleyince peşinden Türkiye’deki kız kardeşimi aradım. O da karakoldan izin alarak babama gitmek için yola çıktığını söyledi. Bundan sonra telefon trafiği durmadı aramızda. Dört bir yanda gelen giden telefonlar, endişeler, korkular… Bir yandan yapılan tahliller, testler ve alınamayan sonuçlar…
Sonunda babam hastaneye yatırıldı. Üç gün ne yemek verdiler ne de bir yudum su. Aylardır hasta olduğundan dışarı çıkamayan babam maalesef bu süreçte oldukça asabileşmişti. Şimdi üstüne üstlük ne yemek vardı ne de su… Kardeşim bugün bir resmini çekip göndermiş hepimize, görünce başımdan aşağıya kaynar sular döküldü sanki. O iri yarı adam gitmiş, neredeyse kemik yığını kalmıştı. En kötüsü de babam orada hastanede yatarken biz de burada tutuklu kalmıştık. Kimse yerinden kımıldayamadığı gibi elimizden hiçbir şey de gelmiyordu. Kardeşim, kendisi de risk grubundayken babamla ilgilenmek zorunda kalıyordu, gerçeği söylemek gerekirse biz babamdan çok onun için endişe ediyorduk. Ambulansın direk olarak Haydarpaşa Pandemi Hastanesi’ne getirdiği babamın, çok şükür Covit 19 olmadığı anlaşıldı. Hafta sonu ve dört günlük sokağa çıkma yasağından mıdır nedir; anlayamadığımız bir konu da hastanede yardım edecek hiçbir hasta bakıcısının olmamasıydı.
Herkes bir şekilde yaşamını devam ettiriyordu; evet, ama gurbetçinin asıl belini büken gümrüklerde giriş ve çıkışların hâlâ yasak olmasıydı. Bırakın tatile gitmeyi, kimse ne cenazesine ne de bir hastasına gidebiliyordu. Rahmetli dedem köydeki evinde yalnız yaşarken vefat etmişti. Babamın da bu yüzden en büyük korkusu, yalnız kalmak ve Allah korusun bir gün yalnız ölmekti. Zaten annemin vefatından hemen sonra yanlış bir evlilik yapmasının da sebebi bu değil miydi? Neyse ki şimdiki eşi iyi biriydi de gözümüz arkada kalmıyordu. Annem, hep sağlığında “Bana bir şey olursa babanıza iyi bakın.” diyerek babamı bize emanet etmişti. Etmişti de hani biz neredeydik? Ağabeyim hem risk grubunda hem de seyahat yasağı olan bir şehirde yaşadığından gelemiyordu. Her şey yine risk grubundaki kardeşimin omuzlarına yüklenmişti.
Bütün dünyayı kasıp kavuran Korona virüsü yüzünden oluşan yasakları aşabilmemize imkân yoktu. Geceler boyu gördüğüm kabuslar yüzünden bozulan uyku düzenim umurumda değildi. Her kafadan ayrı bir ses çıkıyordu virüse dair. Ne yapabilirdik, kime inanacaktık? Allah’tan umut kesilmez deyip her gün babam ve tüm hastalar için dua ederken onlara bakanları da unutmuyor, sağlık, sabır, güç ve kuvvet diliyordum.
Elbet bir gün, bu kötü günler de geçecek, her şey çok güzel olacaktı.
(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mayıs 2020)
YEŞİL KÜVET
Elif teyze, önündeki sehpanın üstünde duran çayından bir yudum daha aldı. Gözlerini bir noktaya sabitleyerek uzun uzun baktı. Kim bilir şu an aklından neler geçiriyordu? Neler sığdırmıştı o güzel yüreğine de sessiz sedasız süzülen iki damla yaş yanaklarını ıslatmıştı? Yüzünü çevreleyen saçlarını böylesine beyazlatan anılar hangi zamanın çizgisini taşıyordu?
Dolan gözlerine baktıkça merakım daha çok artıyor, her şeyi anlatsın istiyordum. Yaralı yüreğini daha çok kanatmamak için bekleyecektim. Kapattı gözlerini, sanki bir rüya alemine daldı, gitti. Belki de şu an yakaladığı sadeliği, huzuru kaybetmekten korkarak bir süre etrafı dinledi. Evin önündeki, seneler önce kendi elleri ile diktiği çam ağaçlarının tepesindeki kuş sesleri ve rüzgârın ağaç yapraklarını okşayarak çıkardığı sesler dışında çıt çıkmıyordu. Bahçeyi, yola paralel bir şekilde boydan boya kaplayan beyaz ve mor leylâkların mis gibi kokusunu rüzgâr bize kadar ulaştırıyor, aramızdaki sessizliğe ayrı bir gizem katıyordu.
Başını başka bir tarafa çevirdiğini görünce, bakışlarını takip ederek baktığı noktayı bulmaya çalıştım. Karşımızdaki iki katlı, beyaz badanalı evin çatısında bir çift kumru vardı. Elif Teyze onlara bakıyordu. Dakikalarca baktı. Sonra benim orada olduğumu birden hatırlamış gibi bana döndü.
–Bak! Kumrular bile çift yaşıyor. Ayrılık zor. Sevdiklerin hayattayken onlara hasret yaşamak öyle zor, öyle acı ki…
Belli ki o yorgun yüreği doluydu. Anlatsa rahatlar mıydı acaba?
–Anlatmak ister misin Elif Teyze, dedim.
Soğumuş çayından bir yudum içti, yüzünü buruşturdu.
–Oldum olası hiç sevmem soğuk çayı, dedi. Çay dediğin; insanın içini ısıtmalı, sıcak bir dost muhabbetini, bir çocuğun parlayan gözlerini, sevgilinin sıcacık nefesini hatırlatmalı.
Sustu, düşündü bir süre.
–Ben Avusturya’ya çok küçükken geldim. Annemle babam bir evin tek odasında kalıyorlar, mutfağı evin diğer odasında kalan aile ile birlikte kullanıyorlardı. Benim ayrı bir odam yoktu. Mutfağa açılan oda kapılarının tam karşısında mutfak lavabosu vardı. İki ailenin mutfak dolapları ayrıydı. Mutfakta hazırladığını her aile kendi odasında yediğinden kimsenin oturmadığı bir yemek masası, onun da arkasında benim için hazırlanan tek kişilik bir yatak vardı. Yatağın önünde; tavandan yere kadar inen kalın perde, mutfakla benim alanımı ayırıyordu. Oturum vizesi alabilmem için eve gelen Avusturya polisi yan kapıdaki kiracı ailenin tüm itirazlarına rağmen “Yaşımın daha küçük olduğunu ve mecburen ailemle kalmam gerektiğini,” belirterek mutfakta yatabileceğimi söyledi. Bir sene sonra yandaki aile taşınınca babam o odayı da kiraladı. Böylece iki oda, bir mutfak evimiz oldu. Ben de mutfakta yatmaktan kurtulup, oturma odasındaki açılınca tek kişilik yatak olan kanepeye geçtim.
O zamanlar gözümüze saray gibi görünen evimizin banyosu yoktu! Banyosu yoktu ama nerdeyse küvet büyüklüğünde yeşil bir leğenimiz vardı. Gerektiğinde yatak odasında ya da mutfak da kullanılırdı. Ben genelde akşam saatlerini seçerdim. Hiç unutmam; bir akşam plastik küvetimizi doldurmuş içine girmiştim. Kısa bir süre sonra kapı zili çaldı, kapı açıldı, içeriden yabancı erkek sesleri gelmeye başladı. Birileri bir şeyler söylüyor, annem de bildiği birkaç kelime Almancası ile bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Neler olduğunu anlayamadığımdan merak ve endişe ile ses çıkarmadan korkuyla bekliyordum. Sesler yaklaştı, biri oda kapısının kolunu tutarak içeri girmek istedi. Zavallı annem yarı Almanca yarı Türkçe, benim içerde banyo yaptığımı anlatmak istiyordu. Polis olduklarını sonradan öğrendiğim adamlar, açmam için kapıya vuruyorlardı. Sonunda annemin “Kızım dışarı çık, bunlar odaya bakacaklarmış.” diye seslendi. Kapıyı açtım. Saçlarım ıslaktı. Biri hemen odaya daldı ve sağa sola baktı. Ortada içi köpüklü su dolu, yeşil bir leğen duruyordu. Polis tebessümle suratıma bakarken ben utançtan yerin dibine girmiştim. Beş dakika sonra özür dileyerek gittiler.