bannerbanner
Kardeş Sesler 2020
Kardeş Sesler 2020

Полная версия

Kardeş Sesler 2020

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 6

– Nereye gidiyoruz?

Annem “Bugün baban seni okula yazdıracak.” dediğinde ne kadar da çok sevinmiştim. Ailenin tek erkek çocuğu olan ağabeyim ortaokula gidiyordu. O zamanlar ortaokula giden erkek çocuklarının başında pilot şapkası gibi bir şapka olurdu. Akşam hava erken karardığında annemle onu karşılamak için yola çıkardık. Karşıdan, başında şapkası ile geldiğini görünce nasıl da imrenirdim ona. Ailemizin göz bebeği, hepimizin gururuydu sanki ağabeyim. Hele anneannem toz kondurmazdı ağabeyime. “Benim bir erkek evlâdım olsaydı, bu kadar çile çekmezdik.” diye hep söylenir, dururdu. Çok zor günler yaşamış anneannem gençliğinde. Savaş döneminde nasıl kıtlık çektiklerini anlatırdı bazen, bizde masal gibi dinlerdik anlattıklarını. “Ağabeyinizin kıymetini bilin, onu sakın utandırmayın!” diye de her defasında tembih etmeyi unutmazdı. Daha sonraki senelerde en büyük zevkim hep onun kitaplarını karıştırmak oldu. O, Erkek Sanat Okulu’ndayken ben çoktan Edebiyat Kitabı’nın gediklisi olmuştum bile. O kitapların birinde, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın beni çok etkileyen, zaman zaman dilime dolanan, hâlâ severek okuduğum bir şiiri vardı.

“Yediyordu Elif kağnısını,Kara geceden geceden.Sankim elif elif uzuyordu, inceliyordu,Uzak cephelerin acısıydı gıcırtılar,İnliyordu dağın ardı, yasla,Her bir heceden, heceden…

diye uzar giderdi.

Babam saatine bir göz attı ve “haydi gidelim”, dedi. Birlikte evden çıktık. Oturduğumuz tek katlı, yola nerdeyse bitişik olan evimiz ile okul arasında kışın don tutan, kar da kaymaktan korktuğumuz, her yağmur yağışında ayak bileklerimize kadar çamura battığımız uzunca bir yokuş vardı. Yokuşu tırmanıp, etrafı sıra sıra dizili evlerle dolu olan dar sokaktan geçerek okula geldik. Babam bir odanın kapısını tıklatıp içerden “Gel!” sesini duyana kadar bekledi ve ikimiz beraber içeriye girdik. Sonradan okul müdürü olduğunu öğrendiğim biri ile konuşup kağıtlara bir şeyler yazdılar. İşleri bitince masada oturan güler yüzlü, saçları hafif beyazlamış, babamdan biraz daha yaşlı olan o kişi bana dönerek:

–Sen şimdi eve yalnız gitsen evinizi bulabilir misin? dedi. Utanarak başımı “evet” anlamında salladım.

– Aferin sana. Artık sen de bizim öğrencimizsin. Okullar açılınca sen de buraya geleceksin, dedi.

Birkaç gün sonra okullar başladığı için sabah erkenden kalktık, annem yine saçlarımı iki örgü yapıp, uçlarına beyaz kurdelelerimi bağladı, kız kardeşimi de yanına alarak benimle beraber okula geldi. Elime tutuşturulan siyah çantada defter, silgi, kalemtıraş, kurşunkalem ve bir de Alfabe Kitabı vardı. En çok sevdiğim şeydi beyaz kurdeleler… Okulun bahçesinde benim gibi siyah önlükleri ile beyaz yakalı, beyaz kurdeleli birçok kız vardı. Galiba ben okula gitmeyi beyaz kurdeleler için seviyordum. Zilin sesini duyan büyük sınıflardaki öğrenciler öğretmenleri eşliğinde bahçedeki yerlerini aldılar. Yeni başlayacak olanlar ise bir kenarda anne veya babaları ile bekliyorlardı. Sonra öğretmenimiz adımızı tek tek okuyarak bizi boy sırasına göre yerleştirdi. Beni, boyum kısa olduğundan sıranın en önüne aldı. Adının Hatice olduğunu öğrendiğim bir kız ağlıyor, annesinin elini bırakmak istemiyordu. Anneme baktım, annem gözleri dolu dolu olmuş, bir eli ile kardeşimin elini tutarken bana gülümsüyordu. Nihayet yerleştirme işi bitince bir öğretmenimiz ön tarafa çıkarak İstiklâl Marşı’mızı söyletti. Büyük sınıflardan biri de çıkıp andımızı okudu. Daha kimse yerinden ayrılmamıştı ki bir bayan öğretmen bana yaklaşarak:

– Bunlar ne? diye sordu. Korkmuştum. Ne olduğunu, neyi sorduğunu anlamaya çalışıyordum. Ben ilk gün ne yapmıştım ki bana “bunlar ne?” diye soruyordu? Benim anlamadığımı görünce:

– Adın ne senin? dedi. Kalbim küt küt atarken, cılız bir sesle “Binnur” diyebildim. Bir eli ile kulaklarımı gösterirken tekrar sordu.

– Bunlar ne? Elimi kulağıma götürdüm. Küpelerim… Kulağımda annemin çok önceden taktığı mavi taşlı küpelerim vardı.

– Bunları çıkar ve bir daha okula böyle gelme, okulda bunlar yasak, dedi.

Hemen o anda, oracıkta küpelerimi çıkarıp önlüğümün cebine koydum. Çok utanmıştım. Ben nereden bilebilirdim ki okulda küpenin yasak olduğunu? Belli ki annem de bilmiyordu, bilseydi beni okula öyle gönderir miydi? Gerçi abim de ortaokula gidiyordu ama o küpe takmazdı ki hiç…

Küpelerimi seviyordum ama okumayı daha çok seviyordum. Okuldan vazgeçemezdim, hem zaten öyle bir şansım da yoktu. O gün herkesin içinde beni o kadar utandıran küpelerim sayesinde okulun da kuralları olduğunu ve bu kurallara uyulması gerektiğini öğrenmiş oldum.


(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Ocak 2020)

ANLAMAYA ÇALIŞ

Babamla sürekli telefonda görüşüyorduk, o da bize hasta olduğunu, dışarı çıkamadığını söylüyordu. Ama, biz bu dışarı çıkamamasını yaşlılığına verdiğimizden, hastalığın ciddiyetini geç anladık. Ayrıca yanında eşi vardı, yalnız değildi. İstanbul’da yaşayan en küçük kız kardeşimiz Selin’de sürekli ziyaretlerine gider, onlarla ilgilenirdi. Biz kendimize böyle teselli veriyorduk.

Şikayetlerin artması üzerine benden bir yaş küçük kız kardeşim Dilek İstanbul’a gitmeye karar verdi. Çalışmadığı için durumu en müsait olan oydu. “Tamam, sen git bir bak, biz de duruma göre hareket ederiz.” dedik. Gelen haberler maalesef hiç birimizin beklediği türden haberler değildi. Babam! O, bir zamanların güçlü, kuvvetli, her işini kendisi yapan, yardıma muhtaç kimi duyarsa gece, gündüz demeden koşan, yaşadığı çevrelerde herkesin tanıdığı, uzak yollardan gelenlerin çekinmeden kapısını çaldığı babam, artık ayakta duramaz, desteksiz ayağa kalkamaz hale gelmişti. Sağ olsun Selma Abla ona iyi bakıyordu ama artık o da genç sayılmazdı, çoğu zaman babama destek olmaya gücü yetmiyordu. Dilek hem babamın hastalığını tam öğrenebilmek hem de onlara bir nebze olsun destek olabilmek için gitmişti. İki hafta kalıp tekrar geriye döndüğünde bize “Gidebilen gitsin, görsün derim, çünkü bundan sonra ne olacağı belli olmaz, her an her şey olabilir.” dedi.

Babamın kalbi vardı, son muayenelerinde böbrek yetmezliği üzerinde durulmuş ama henüz bundan kesin bir sonuç çıkmamıştı. Şimdi de bağırsak sorunu ile karşı karşıyaydı. Doktorlar Kolonoskopi yapılması gerektiğini söyledikleri halde vücudu çok bitkin düştüğünden ne hastaneye yatırıp tedavi ediyorlar ne de Kolonoskopi yapıyorlar, sorulan sorulara “Bu yaşta artık ne bekliyorsunuz?” gibi yanıtlar verip eve gönderiyorlardı. Babam her an bir kalp krizi ya da felç geçirebilirdi.

Hepimiz can atıyorduk gitmeye. Benden önce de Ankara’dan ağabeyim gitmişti yanına. Bende iş yerinden bir hafta izin alarak cumartesi günü uçakla İstanbul’a gittim. Evin kapısına gelince zili çaldım. Selma Abla açtı kapıyı, beni karşısında görünce şaşırdı tabii. Babam ise sabah kahvaltısını yaptıktan sonra bütün gün zamanını geçirdiği kanepenin üzerinde uyuyakalmıştı. Yavaşça yanına yaklaştım ve elini tuttum.

–Baba! Babacım ben geldim, dedim. Sesimi duyunca zorlukla arkasını dönmeye çalıştı, yüzüme baktı, sitemle:

– Biz seni beklemiyorduk, dedi.

Alındığımı hissettim birden.

……

Kısa süren bir sessizliğin ardından hemen kendimi toparladım. Gülerek, şakayla karışık:

–Uçaklar gece yolcu almıyorlarmış, kaldım bu gece başınıza, dedim.

Doğrulup, uykusu açılınca “Hoş geldin kızım!” dedi. Ellerini öptüm, sarılıp kucaklaştık. Hâl, hatır sormalar bitince yorulduğu için kollarından destek vererek yatmaya götürdük. O güçlü, kuvvetli adam gitmiş yerine artık başkalarına muhtaç, yardımsız ayağa kalkamayan bir adam gelmişti. İçim sızladı. Orada kaldığım bir hafta süresince gece en ufak bir durumda seslerini duyabilmek, yardıma koşabilmek için sürekli odamın kapısı açık uyudum, tabii buna uyumak denirse… Ama benim uykusuzluğum onlarınki yanında hiç kalırdı. Babamın uykusu sürekli bölünüyordu.

Ertesi gün Pazar olduğu için bir şey yapamadık. O gün sıkıntılı, kapalı, moral bozan bir havası vardı İstanbul’un. Selin, grip olduğu için yüzünde bir maske ile geldi. Pazartesi hastanede yine randevusu varmış babamın. Böyle günlerde onlara yardıma gelen bir tanıdığın da yardımıyla taksi ile hastaneye gittik. Tesadüf olarak bulduğumuz bir tekerlekli sandalye ile doktora ulaştık. Genç bir bayandı doktor. Kapıdan içeri adımımızı atar atmaz:

–Neyiniz var? diyerek hiçbir muayeneye bile gerek görmeden bizi birkaç tahlile yönlendirdi. Hastane koridorlarında her yerin yabancısı olduğumdan tanıdığın da yardımı ile tahlilleri yaptırıp üç gün sonra sonuçları almak üzere bıraktık.

Bu arada babam zaman zaman bütün direncini kaybediyor, ayakları üstüne basamıyordu. Dışarıdan gelen yardımı da kabul etmiyordu. Getirdiğim yürüme destek arabasını da kullanmadı. Onu kullanırsa, ona bağımlı kalıp bir daha yürüyemeyeceğini takmıştı kafasına, ne diller döktümse ikna edemedim. Başkasına muhtaç olması, üç aydır evden dışarı çıkamaması, dizlerinde yürüyecek derman olmaması onu aşırı agresif, sabırsız bir duruma sokmuştu. Selin’le tahlilleri almaya gideceğimiz gün morali aşırı bozuktu, gözünü saatten ayıramadı. Morali bozuk olduğu günler vücudu tamamen kendini bırakıyor, hiç kalkamıyordu. Tahliller sonucunda doktorun verdiği ilaçları almak için eczaneye girdiğimizde masanın yanında, vitrine yakın yerde duran tekerlekli sandalye ilişti gözüme. Daha önce bunu da sormuştum babama…

–Baba! dedim. Yürüme destekli arabayı kullanmak istemiyorsun, o zaman sana tekerlekli sandalye alayım, hem hastane önünde sandalye bulmak için eziyet çekmezsiniz hem de güzel havalarda bahçeye çıkar, temiz hava alırsın.

– İstemem! dedi hemen.

– Babacım çok rahat edersiniz.

– Kim itecek o arabayı, diye tersledi yine.

– Selma Abla var ya…

– Siz onu çok mu sağlam zannediyorsunuz? Anlamıştım, yine yokuşa sürüyordu. Selma Abla Allah razı olsun, elinden geldiği kadar iyi bakıyordu babama, bunu hepimiz biliyorduk.

– Baba, seni kolundan tutup kaldırmak onun için daha ağır, sandalye asıl onun için kolaylık olacak, dedimse de dinletememiştim. Sonunda “Senin paran çok galiba, ne yaparsan yap!” diye beni bir güzel payladı. Biz, babamın artık bu tür sitem dolu sözlerini ciddiye almak istemesek te bazen de diğer odaya geçip gözlerimizi silerek o anı atlatıyorduk. Eczane de sandalyeyi görünce, duyacağım sözleri hiçe sayıp hemen o anda kararımı verdim, Selin’e dönerek.

– Biz bu sandalyeyi alalım, ama eve gidince saklayalım, babam görmesin, dedim. Selin soran gözlerle yüzüme baktı.

– Bugün olmazsa bile yarın babamın buna ihtiyacı olacak, en azından o zaman hazırda olur böylece hastane önünde sandalye aramak zorunda kalmazsınız, dedim. Sandalyeyi alıp eve geldik ve bir suçlu gibi hemen ortadan kaldırdık. Daha sırada doktorun tahlil sonuçları vardı, hesap vereceğimiz… Önce ben anlattım, sonra Selin’e anlattırdı tekrar.

– Yalan, vallahi de billahi de yalan, dedi.

– Yalan olan ne baba?

– Doktorun dedikleri… Doktorun dedikleri, o kadar hastalık arasından ona çok basit gelmişti, teşhisin doğru olduğuna ya da bizim gerçeği söylediğimize inanmıyordu.

– Benim babama bile güvenim yok, dedi. Çünkü daha önce başka doktorlar aylarca yanlış ilaç vererek yanlış tedavi uygulamışlardı. Ben bundan habersiz olduğumdan o anda istemeden de olsa sesimi yükseltmiştim.

– Baba ne söylemelerini istiyorsun?

Dedim ve dediğim anda çok pişman oldum. Ama ne çare ki söz ağzımdan çıkmıştı bir kere, toparlayamadım. Babacığım ağladığımı görüp, üzülmesin diye kendimi hemen banyoya attım, bir süre ağladıktan sonra hepimizin yaptığı gibi elimi yüzümü yıkayarak hiçbir şey olmamış gibi odaya döndüm. Babam zor günler geçiriyordu. Biliyordum, tekerlekli sandalyeyi de yine istemeyecekti, ta ki Allah korusun, bir daha yürüyemeyeceğine ikna olana kadar…

Şu kısacık ömrümüzde sevdiklerimizi doyasıya sevmek, doyasıya sarılmak, sarılabilmek varken neden bunu başaramıyoruz diye sürekli kendime sorduğum halde hâlâ anlayabilmiş değilim…

Anlatmak mı zor olan, anlaşılmak mı yoksa anlayışlı olabilmek mi?


(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Şubat 2020)

İSTERSEK OLUR

Araba ile yola çıktığımızda Ağustos’un son sıcak ve yakıcı günleri yaşanıyordu. Üç gün süren bu yolculuğumuzun beni yavaş yavaş vatanımdan uzaklaştırdığının farkındaydım. Her ne kadar birçok yerde dinlenmek için mola vermiş olsak da babam günlerdir direksiyon başındaydı. Uykusuzluk ve sıcaklar yorgun düşürmüştü. Bir an önce eve ulaşmak ve rahat bir uyku uyumak istiyordum. Ve nihayet öğleye doğru yolun sonuna, annemle babamın “evimiz” dedikleri yere geldik.

Bahçe içinde, panjurları yeşil boyalı, iki katlı, dış görünüşü bayağı eski bir evdi. Ama evin eskiliğini düşünen kim, o anda bir yatak olsa yeterdi bana. Ben bunları düşünürken, babamların aile dostları çaldı kapıyı. O zamanlar kimsede telefon olmadığından “Geldiler mi acaba?” diye merak edip bakmaya gelmişler. Kısa bir hoş beşten sonra annem bana yatağı gösterip “Senin çok uykun var, hadi sen yat uyu.” dedi. Zaten kimseyi tanımıyordum, seve seve gittim yattım. Gözlerimden uyku akıyordu. Ben yorganı kafama kadar çeker öyle uyurdum. Yine öyle yaptım…

Bir ara uykum açıldı, etrafımı araştırır gözlerle süzerken tepemde bir sivrisineğin manevralar yaptığını fark ettim. Gittikçe bana doğru yaklaşıyor, yaklaştıkça büyüyordu. Etrafımda dolanmaya başladı. O kadar yaklaştı ki nerdeyse nefes alışını bile duyacak gibiydim. Elimi, kolumu ona engel olabilecekmişim gibi sallamaya başladım. Bana mısın demiyor, başımda fırfır dönüyordu. Her ne kadar yorganı iyice kafama kadar çekmiş olsam da vızıltısı şimdi de sanki saçlarımın arasındaymış gibi kulaklarımda çınlıyordu Deli gibi kulağımın arkasına düşen saçlarımı üstüne bastıra bastıra karıştırmaya başladım. Bir süre sesi kesiliyor, “Oh, sonunda bitti!” dediğim anda yine başlıyordu. Ben uyumak istiyordum… Ama tepemde dönüp dolaşan sivrisinek sayesinde bu hiç de mümkün görünmüyordu. Annem, babam da ortalıkta yoktu. Kalktım, kapıyı açarak dışarı çıktım. Yol boyunca yürümeye başladım, evimiz ana caddeye yakın, etrafında çeşitli mağazaların, alışveriş yerlerinin olduğu bir meydanlıktaydı. Vitrinlere baka baka ilerlerken, köşedeki vitrinde ilâç paketleri, malzemeler dolu bir dükkân dikkatimi çekti. Elimle cebimi yokladım. Babamın yolculuk sırasında lazım olur diye verdiği paralar duruyordu. Fazla düşünmeden içeri girdim. İçerde biri bayan, üç eczacıdan başka kimse yoktu. Açılan kapının çıkardığı ses ile gözlerini kapıya, bana doğru çevirdiler. Yüzünde ilk tebessümü gördüğüm bayana doğru yaklaştım.

“İyi günler!” dedim. Eczacı şaşırır bir halde baktı ve gülümsedi. O da bir şeyler söyledi ama ben ne dediğini anlamadım. Bu defa:

“Merhaba, kolay gelsin!” dedim. Eczacı yine bir şeyler söylüyordu ama yine anlamıyordum.

“Şey!” dedim ve kaldım öylece. Utandım. Soğuk soğuk terlemeye başladım. Sağıma, soluma “Ne oluyor?” diye baktım. Bizim dilimiz Türkçe değil mi, bunlar beni neden anlamıyorlar, hem neden Türkçe konuşmuyorlar diye düşünürken diğer eczacının arkadan İngilizce olarak “Size yardım edebilir miyim?” dediğini duydum. Tam “Oh be, sonunda anlayabildim.” diye düşünürken kafamda başka bir soru belirdi. Ortaokulda öğrendiğim İngilizce sayesinde bu kadarını anlayabilmiştim ama ben şimdi ona başımın bir sivrisinekle belâda olduğunu nasıl anlatacaktım? Bir taraftan ellerimi kollarımı kanat çırpar gibi sallarken aklıma gelen İngilizce küçük, siyah, uçmak vb. gibi kelimeleri sıraladım. Başka kimse de yoktu etrafta, bu kadar insan nereye gitmişti? Çaresiz eczacı bana, ben eczacıya bakışıyorduk. Sonunda aklına bir şey gelmiş gibi bana “Gel!” işareti yaptı. Arka sırada raflarla dolu bir bölüme götürdü beni ve “Bak!” dedi. İşte oradaydı. Büyük bir sevinçle sinek ilâcını alıp eline verdim. Tam çıkmak için arkamı dönüyordum ki yüzüme damlayan sularla sıçradım. Babam elinde bir bardak su ile tepeme dikilmiş “Kalk bakalım uykucu! Saatlerdir uyuyorsun, annen yemek hazırladı, hadi gel de yemek yiyelim,” dedi.

O an anladım ki ben artık yurdumdan çok uzak bir yerdeydim. Ve bir kez daha anladım ki öğrendiğim hiçbir şey boşuna değildi. Nasıl zor durumda kalınca bildiğim tek yabancı kelimeler olan İngilizceye sığınmışsam, demek ki acil olarak geldiğim yerin dilini öğrenmem ve kendimi daha da geliştirmem gerekiyordu. Önce babamın vermiş olduğu Türkçe Almanca sözlüğü ile çalışmaya başladım. Çok geçmeden de dil kurslarına katıldım.


(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)

ÖNCE CAN

Akşamdan masanın üstüne koyduğum su bardağından birkaç yudum su içerek, bardağın yanında duran cep telefonuna uzandım. İnternetten yaşadığımız bölgenin gündem haberlerine baktım. Yine canım sıkıldı.

Dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi bizim yaşadığımız ülkede de zor günler yaşanıyordu. Her gün ayrı bir yasakla uyanıyor olmak, arkasından “Yarın acaba ne olacak?” sorusunu getiriyordu. Kimse ne olacağını kestiremiyordu. Çünkü adına “Korona Virüsü” denilen bir salgın, sanki tüm dünyayı esir almıştı. Ne kadar tehlikeli olduğu ortadayken ne yazık ki büyük bir kesim tarafından hâlâ ciddiye alınmıyor gibiydi. Aradan geçen kısa bir zaman sonra görüldü ki bu virüs hiç de öyle küçümsenecek gibi değildi. Her ne kadar “Panik yapmayın!” denilmiş olsa da ortada bir panik havası görülüyordu. Birçoğu kendine göre gelecek senaryoları yazdığından alışveriş merkezlerine koşup erzak ve temizlik malzemeleri depolamaya başladı. Herkes tedirgindi, korkuyordu ve ilk önce ailesini düşünüyordu.

Hükümetten ilk önce okulların bir süre kapanacağı haberi geldi. Ülke çapında öncelikle tüm organizasyonlar iptal edildi. Gümrükler kapatıldı. Kalabalık grup faaliyetleri yasaklandı. İş yerleri her ne kadar tedbir almaya çalışsalar da bu yeterli gelmedi, salgın git gide büyümeye başladı. Merakla her gün yeni çıkacak yasaklara odaklanırken biz de iş yerimizde kendimizce tedbirler alıyorduk. Kapının girişine içeri giren herkesin kullanması için dezenfekte ilâcı koyduk. Ellerin sabunla sık sık yıkanması zaten herkesin bildiğiydi. Yabancıların içeri girmesini engelledik. Her odada birer kişinin çalışmasına özen gösterdik. Kalabalık bölümlerde çalışanların aralarında en az iki metre mesafe bırakmasını sağladık.

Dün, yani son iş günümüzde işyerimizin bir süre kapanacağı haberi ulaştı hepimize. Çok üzüldüm. “Beni bu kadar üzen ne?” diye kendime sorduğumda olayın ciddiyeti soğuk esen bir rüzgâr gibi suratıma çarptı. Daha önce de değişik salgınlar geçirmiştik ama hiçbiri işyerlerinin kapatılmasına sebep olmamıştı. Durum bu kadar vahimdi yani…

Ben telefonla son durumları muhasebecimize bildirirken Pazarlama Müdiremiz Simone, hızlı hızlı merdivenlerden iniyordu. Muhtemelen bize yeni haberler getiriyordu. O esnada bir gürültü oldu ve arkasından inleme ve ağlama sesi… Simone merdivenin alt basamaklarında acıyla kıvranıyor, ağlıyordu. Nasıl olduysa düşmüş, yuvarlanmıştı. Zaten zayıf ve narin olan vücudu yaşadığı şokun ve acının etkisi ile titriyordu. Hemen yanına koştum:

–İyi misin Simone? Bir şey oldu mu? Kalkabilecek misin, diye sordum.

O sadece;

–Düştüm, çok acıyor! Ayağımı hissetmiyorum, diyebildi.

Hıçkırıklarla sarsılıyordu. Ben ve Avusturyalı iş arkadaşım Daniel şirketin ilk yardım elemanıydık. Böyle durumlarda ilk müdahale bizden bekleniyordu. O esnada gelen Daniel’le birlikte Simone’yi hem sakinleştirmeye hem de ambulans çağırmak için ikna etmeye çalışıyorduk. O ambulansı, hastaneye götürülmeyi kesinlikle istemiyordu.

–Su ister misin? dedim.

–Hayır, diye cevap verdi.

Onu çok iyi tanıyordum, korkuyordu. İş yerinde kimseye bir şey olmasın diye her türlü tedbiri aldırtan, her gün herkese, “İyi misiniz?” diye soran oydu. Acıdan kıvrandığı halde kendisine virüs bulaşabilir korkusuyla hastaneye gitmeyi, herhangi birinden yardım almayı reddediyordu.

Daniel’e dönerek;

–Soğuk bir şey, buz falan koyalım, dedim. Birbirimizle “Nerde var ki?” diye bakıştık. Hemen karşımızdaki bina şefin eviydi. “Şeften iste!” dedim. O şefe giderken ben de kapalı bir şişe su getirip verdim.

–Bunu içebilirsin, bak kapalı, dedim.

Teşekkür ederek alıp, birkaç yudum içti. Biraz sakinleşmiş olsa da kimseyi yanına yaklaştırmıyor, sürekli “Uzaklaşın, lütfen uzaklaşın, yaklaşmayın!” diyordu. Biraz kendine gelince telefonu ile eşini arayıp kendisini almasını istedi. Az sonra, iyi dileklerle onu yolcu ederken ne kadar reddetse de eşine onu mutlaka bir hastaneye götürmesini söyledik. O ise bize “Uzaklaşın birbirinizden! Aranızda en az iki metre mesafe olsun!” diyordu.

Simone haklıydı. Korona Virüs aslında hepimizin dengesini bozmuştu, endişeliydik, tedirgindik. Herkes yanındaki arkadaşından korkar olmuştu. Her an yeni yasaklar bekliyorduk. Korona Virüsü, sosyal hayatın, ekonominin, bilimin, sanatın, dünyanın dengesini bozmuştu.


(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)

GECE GİBİ KARARDI HER ŞEY

Annem ve babam yurtdışında çalıştıkları için biz, dört kız kardeş Karabük’te anneannemin yanında kalıyorduk. Babam tatile yakın bir zamanda yazdığı mektupla kız kardeşimle benim okullar kapanınca köye, dedemlerin yanına gitmemizi istedi. Okullar kapandı ve biz bir yakınımızla gece terminalden otobüse binerek çok sevdiğimiz dedemin köyüne doğru yola çıktık.

Sabah bizi kapıda gören dedemle babaannem kısa süren şaşkınlıklarından hemen kurtularak bize sarıldılar. Çok acıkmıştık. Odanın ortasına hazırlanan yer sofrasında, büyük bir iştahla kahvaltımızı yaptık. Onlarda ayrı bir bayram havası vardı, biz de ayrı… Hemen köyü gezmek istiyorduk. Havası bile bir başka güzeldi köyümüzün. Hele buz gibi akan suyu yok mu? Üç yudumdan fazla içemiyorduk.

Dedemle birlikte evden çıktık. Köydeki son evleri de arkamızda bırakınca, önümüze çıkan kırmızı kiremitli, beyaz badanalı, üç sınıflı okul binasının yanından geçtik. Yol boyunca gördüğümüz sapsarı buğdaylar esen rüzgârla birlikte nazlı nazlı sallanıyorlardı. Karşımıza çıkan tarlada bellerine bağladıkları renkli peştamalları ile köyün kadınları vardı. Ellerindeki oraklar ile buğday biçiyorlardı. Başka yerlerde tırpanla erkekler biçermiş buğdayları, öyle okumuştum. Bizim köyde ise imece usulü ile kadınlar biçiyorlardı. Bu arada da hep birlikte mâniler söylüyorlardı. Daha önce böyle bir şey duymadığımdan onları dinlemek çok hoşuma gitti, oturup dinlemek istedim. Onlar buğday biçerken arkalarından erkekler biçilmiş buğdayları bağlayıp, bir araya topluyorlardı. Sonra hepsini kağnılara doldurup harman yerine getirdiklerini gördüm. Dedemin anlatmasına göre; her tarlanın buğdayları biçildikten sonra harman yerinde yığınlar halinde toplanırmış. Bazılarının harmanında üç yığın varken, bir başkasının harmanında beş yığın vardı. “Kimin evi kalabalıksa onun daha çok yığını var herhalde!” diye düşündüm. Akşam yemeğinden sonra dedem:

–Hadi yatın siz artık, yorgunsunuz. Hem yarın erken kalkmak gerekiyor, köye harman makinesi gelecek, komşunun yığınlarının buğdayla samanı ayırma işi var, dedi.

İlk defa gördüklerimiz ve gezdiğimiz yerler bizi bayağı yormuştu. Kardeşimle hiç itiraz etmeden yatmaya gittik. Gece yarısı ara ara komşumuz Bayram Dayı’nın köpeği Çomar’ın sesini duydum. Sanki kendi evleri ile bizim evin bekçiliğini yapıyor gibiydi. Kafamı kaldırıp, yatağın yanındaki pencereden dışarıya baktım. Her yer karanlıktı. Daha bizim köye elektrik gelmemişti o zamanlar… Sadece ay ışığı aydınlatıyordu ortalığı. Uykuya ne zaman yenik düştüm, bilmiyorum. Saat kavramı yoktu bizim köyde. Güneş doğarken kalkılır, güneş batarken, evlerin yolu tutulurdu.

Uykumuzun belki de en derin yerinde, odamızın kapısı kırılır gibi büyük bir gürültü ile açıldı. Dedem elinde bir tüfekle, paldır küldür içeri daldı. Neredeyse üstümüzden atlayarak camı açtı ve iki el ateş etti. Bir yandan da tüm gücü ile “Yangın var, yangın var!” diye bağırıyordu. Oradan diğer cama atladı. Yine iki el tüfek sesi, arkasından aynı bağırmalar… Ne olduğunu anlayamadık. Korkumuzdan ayağa fırladık. Yangın neredeydi? Yanıyor muyduk? Yansak alevler olmaz mıydı? En azından dumanı, kokusunu hissetmez miydik? Her yer neden karanlıktı? Dedem, o anda bizi nasıl korkuttuğunu düşünecek halde değildi.

–Çabuk hazırlanın, gidiyoruz, dedi.

–Dede yangın nerde? Nereye gidiyoruz, dedim.

–Yığınlar yanıyor kızım! Köylünün buğday yığınları yanıyor, dedi.

Başka bir şey soramadım. Dedem önümüzde yürümüyor, koşuyordu sanki. O önde, babaannem ve biz arkada harman yerine ulaştık. Sanki bütün köy oradaydı. Bu kadar insan, elektriğin, telefonun olmadığı bir yerde dedemin gayretiyle yangından haberdar olmuş kısacık bir sürede burada toplanmıştı. Anlaşılır gibi değildi. Her yer karanlıkken, harman yerleri alevlerin ışığı ile aydınlanıyordu. Herkes panik halinde koşturuyordu. Kimi su getiriyor, kimi yangının henüz ulaşmadığı buğdaylarını kurtarmaya çalışıyordu. O arada kenarda oturmuş, ağlayan birkaç kadın dikkatimi çekti. Elleriyle dizlerini dövüyorlardı. Yandaki büyük taşın üstünde yaşlı bir adam, sıkıca kavradığı kasketini kaybetmekten korkar gibi göğsüne yapıştırmış, sonuna kadar açılmış gözleriyle kurtaramadığı buğday yığınına bakıyordu. “Gitti!” diyordu. “Onca emeklerimiz boşa gitti.” O sırada yavaşça dedeme yaklaşan Bayram Dayı ilişti gözüme. “Muhtar!” dedi. “Sen bizi uyandırmasaydın hiç haberimiz olmayacaktı.”

На страницу:
3 из 6