Полная версия
Kardeş Sesler 2020
– Ooo hoş geldin, bekliyordum, dedi sinir şey. Bununla benim başım belaya kalacak ama az sabır… Sabırsızlığımız yüzünden cennetten kovulduk. Tamam ama bu kez ben sohbeti yönlendirmeliyim.
– Sen pişman mısın, dedim. Senden de çok var mı? Biz aynı mıyız?
– Benden çok yok, dedi. Ben yardan atladım. Düşmekten korkmuyorum. Kaybetmekten korkmuyorum. Ben bıraktım geride bırakacaklarımı, ağır yüklerimi. Kendimi taşımakla meşgulüm. Ama senden çok var. Kendine yabancı, kendine iki yüzlü. Kendini bulamadan kaybeden. Nerden gelip nereye gittiğini öğrenemeyen. Öğrenmeyi unutan, yolunu unutan.
– Yardan atlamak da ne?
– Yardan atlamak yar olmaktır. Önce kendine, gelmişine, geçmişine… Varlığına, umutlarına… Sonra yok oluşuna, ölümden ölümsüzlüğe…
– Varlığa yar olmak, her şeyi terk ederek mi olur, bu nasıl bir mantık?
– Sabırsızlıktan kaybettik, tembellik yaptığımızdan kazanamıyoruz.
– Aklımı okuyorsun, cin misin, şeytan mısın?
– Çoğumuz geçtik bu yollardan. Ben senden bir adım öndeyim, hepsi bu?
– Ben buraya gelmeyeceğim. Beni buralarda göremeyeceksin.
– Gelme, tembellik yapma kazan kaybettiklerini. Önce kendini bul. Unuttuklarını hatırla. Yaşama sevincini, cıvıltıları…
– Yardan atlamak demiştin?
– Yardan atlamak varlık içinde de olur. Her şeyi terk etmek gerekmez ki… Eşine, işine sahip çık. Yardan atlamak, dünya yükünü sırtından atıp eşyaya karşı özgür olmaktır. İnsan olmaktır. Yaratılanlar canlıdır ama insan olma şerefini kazanan yalnızca insandır. Eşyanın sırrını bul, kulu olma. Eşya ile savaş.
– Don Kişot gibi mi?
– O kendine düşman edindiklerine saldırdı. Sen sana düşmanlık edenlerle savaş. Eşya seni kul etmişse savaşacaksın. Eşya Tanrı değil, seni eşya yaratmadı. Tanrı seni yarattı, senden önce aşkı yarattı. Öyleyse yardan atlamak aşkı aramak. Aşka koşmak, aşka uçmak…
– Aşk mı, bu yaşta?!..
– Aşka âşık ol. Aşkın kendisine. Aşkı bul. Tanrı aşkın kendisi…
Tanrım… Başardığım her zorun başka bir zorun eteğine denk geldiğini, yeni zorluklarla sınavlarımın süreceğini biliyorum. Çileyi, zor yükün altına girmek sanırdım. Oysa çileye talip olmak arınma isteğinin efkarıymış. Arınma ise derinin yüzülmesi gibi yüklerden kurtulmakmış. Kurtuldukça özgür olacağım. Tanrım, beni dünya yükünden kurtar.
(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi Ocak 2020)
BETÜL ALPASLAN
Yozgat’tan Avusturya’ya isçi olarak göç eden anne babanın çocuğu olarak Viyana’da 20 Şubat 1993 tarihinde dünyaya geldi. Avusturya Linz’de Ticaret Meslek Lisesini bitirdikten sonra üniversiteye başladı. Halen Linz Johannes Kepler Üniversitesi’nde hukuk okumaktadır.
HİKÂYE:
Korona Virüsü
Zirve
Ekrana Doğru
KORONA VİRÜSÜ
Öylece tek başına duruyordu Kâbe. Etrafında karınca gibi dönen insanlar yoktu. Sanki duran, kendi yörüngesinde dönmeyi bırakan dünyaydı. Bu manzarayı görünce Melis ne hissetmişti acaba? Beraber umreye gittiğimiz için onunla konuşmak istedim. Melis, Mekke’de son tavafımızı yapıp oradan ayrılırken dönüp tekrar tekrar Kabe’ye bakmış, ayrılacak olmanın verdiği hüzünle gözyaşı dökmüştü.
Ben ona “Daha hac görevimizi yerine getirmek için geleceğiz Melis. O zaman doya doya bakarsın. Önüne dön de hızlıca varalım, daha fazla bekletmeyelim aracı.” demiştim. Bunun üzerine Melis bir şey söylemeden adımlarını hızlandırmıştı.
Defalarca aradım telefonlarıma cevap vermedi.
Korona ile boğuştuğunu bilmiyordum, annesinden öğrendim. Yanına gitmek istedim ama yasaktı. Korona virüsü yüzünden insanlar hayatlarında hiç alışkın olmadıkları biçimde değişiklikler yapmak zorunda kalmışlardı. Devlet bile panik halindeydi. Önce üniversiteleri, sonra ilk ve orta dereceli okulları daha sonra da iş yerlerini tatil etmişlerdi. Bazı belediyelerde sokağa çıkma yasağı bile uygulanmıştı. Bunların hiç biri Melis’in hayatını kurtarmaya yetmemişti.
Melis`in cenazesi dün kaldırıldı.
Melis daha yirmi yedi yaşında bir genç kızdı. Bir takım kronik rahatsızlıkları vardı ve onlarla yaşamayı biliyordu. O korkunç virüsle başa çıkamadı. Vuhan’dan çıkan virüsü kimler üzerinde taşıyarak buralara kadar getirmişti? Kim bilir kimlerin dikkatsizliği sonucu virüs Melis’i bulmuştu.
Istırap dolu dört yoğun bakım günü ve ardından sevgili arkadaşımın emaneti teslim ederek Hakka yürüyüşü… Avusturya`da korona virüsüne karşı alınan yeni tedbirler kapsamında beş kişinin bir araya gelmesi yasaklandığı için, dört kişiyle cenaze namazı kılındı. Annesi ve kız kardeşi karantina altında olduklarından Melis’in son kez yüzünü bile göremediler. Melis, garip, kimsesiz biri gibi sessizce toprağa verildi. Kimse yanlarına gidip teselli edemedi, taziyede bulunamadı. Aile evlat acısını bütün şiddetiyle yaşadı.
Haber kanalları, “son dakika” başlığıyla ülkeye ve dünyaya Viyana’da virüsten bir kişinin daha hayatını kaybettiğini, toplam kayıp sayısının bilmem kaça ulaştığını duyurdu. O kadar. Melis’in, içinde benim de bulunduğum hac ile, Kâbe ile ilgili güzel hayallerini duyuramadı.
(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)
ZİRVE
Kendimi banyoya kilitledim. Bu aralar huzur bulabildiğim tek yer burası. Biraz sessizliğin tadına varıp, tekrar çıkacağım. Yetişmem gereken onca iş var ama ben hiçbir işi hakkıyla yerine getiremiyorum. Kendimi yetersiz hissediyorum. Depresyona girilecek zaman değil. İsyan etmek, ağlamak, çekip gitmek… İçimden gelenleri dinleyebilsem. Derin bir nefes alıp, banyodan çıktım. Hemen kızım yanıma koştu ve abisini ona vurduğu için şikâyet etti. Bir an bile nefes almaya zamanım olmadığını yeniden anladım. “Ah abisi!” deyip kızımı kucağıma aldım.
“Mimi”, dedi küçük oğlum Selim. Hâlâ cümleyi tam olarak okuyamamış. Ne zor işmiş öğretmenlik, sabrımın sonuna gelmek üzereyim. Selim bu sene yeni başlamıştı okula. Korona virüsü yüzünden okullar iptal olunca, evden eğitime geçmek zorunda kaldık. Selim düzenli sınıfa değil de Almanca sınıfına gidiyordu, bütün yabancı çocuklar gibi. O sınıfta dil bilmeyen diğer öğrenciler arasında Almanca öğrenecekmiş. Bu hükümetin işine akıl sır ermiyordu doğrusu. Büyük oğlumun zamanında böyle sınıflar olmadığı halde o küçük oğlumun yaşında Almancayı çok güzel konuşmaya başlamıştı. Aynı ilerleme küçük oğlumda yoktu. Acaba çocuklara önce Türkçeyi öğreterek hata mı etmiştik?
“Anne ben sıkıldım. Oyun oynaya bilir miyim?” dedi Selim.
İçimden “canıma minnet” desem de, “Kardeşinle uslu dur! Yoksa derse devam ederiz.” diyerek, korku vermek istedim.
“Anne sussunlar, öğretmenimi anlamıyorum.”, dedi Aydın, “Hem daha ödevimi yapmadık. Ne zaman yanıma geleceksin?”
Aydın da derslerini evde bilgisayardan takip ediyordu. Matematikte sınıf birincisiydi. Şikâyetine aldırış etmedim. İlk günkü hassasiyeti gösteremiyorum artık. Yedi gün yirmi dört saat, üç çocukla bir evde kalmak git gide katlanılmaz bir hal almaya başlamıştı. Yemek yapmak için mutfağa gittim. Diğer işleri de hallettikten sonra Aydın’ın yanına oturdum. Şimdi seneler önceki okul bilgilerimi hatırlamam gerekiyordu. Nasıl çözülüyordu bu matematik problemleri. Çözebilsem bile nasıl anlatacaktım. Aydın´ın bu üç hafta içerisinde matematikteki başarısı gerilemişti. “Anne bak Leon bile çözmüş bu problemi. O sınıfın en aptal çocuğu.” diyordu.
Eve gelen bedava gazetelerden bir yazı ilişti gözüme: “Avusturya´da üniversite okuyanların yüzde sekseninin ebeveynleri üniversite mezunu.”
“Tabi üniversite öğrencisi yüksek okul mezunu anne ve babadan çıkacak. Bizim aileden çıkacak hali yok ya.“ dedim içimden.
“Hadi anne!” dedi Aydın.
Tam kafa yormaya başlamıştım ki Türkiye´den babam aradı. İçime bir rahatlama geldi. Hemen telefonu açtım. Konuşmamdan sonra eve eşim geldi. Bunu fırsat bilip mutfağa gidip sofrayı hazırladım. Hep beraber yemek yedikten sonra, meyve tabağı hazırladım. Böylece bir günü daha devirmiştik ve ev halkı uykuya çekilmişti. Ben biraz ortalığı toparladım. Sıra masanın üzerini toparlamaya gelince, Aydın´ın matematik kitabını masada gördüm.
“Düşünmekten kaçtığım şeyler hep önüme mi çıkacak?” diye kendi kendime söylendim.
Çok yorulmuştum, daha fazla iş yapamadım ve uyumaya gittim. Sabah rüyamda, Leon bir dağın zirvesinde oğlum Aydın´a doğru gülümsüyordu. Oğlumsa terler içinde olduğu halde dağın yarısına bile gelememişti. Bu rüyanın verdiği huzursuzlukla uyandım.
Oturma odasına gittiğimde, Aydın´ı masanın başında buldum. Yanına oturdum. Bir masanın üzerindeki matematik problemine baktım, bir de Aydın´ın yüzüne.
“Benim seni kucaklayıp dağın zirvesine çıkarmaya gücüm yetmez ki” diye düşündüm:
“Sen yine de bu yolu yürü. Ben senin ekmeğini ve tuzunu eksik etmem.”
(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)
EKRANA DOĞRU
Tebdili mekânda ferahlık vardır, diye düşünerek yatağından çıkıp oturma odasındaki üçlü koltuğa uzandı. Böylece biraz toplum içerisine çıkmış oldu. Fakat o meydanda bir süredir evin babası tek başına vakit geçiriyordu. Bu yüzden olacak odayı ve içindeki masayı, koltuğu ve kumandayı fazlasıyla sahiplenmişti. Baba, o kadar heybetliydi ki tek başına bir toplumu oluşturuyordu. Koca meydanda görkemli biçimde duruyor, kimsenin yanında oturmayışından dolayı serzenişte bulunuyordu. Odada bulunan oğlan gözlerini yummak üzereydi ki babası çay istedi. Kalktı babasına çay koydu ve tekrar uzandı. Bu sefer babası battaniyeyi istedi. Kalktı bu vesileyle bir de kendine battaniye aldı. Televizyonun sesi oldukça yüksekti. Buna rağmen oğlan gözlerini yummuş, uyumak üzereydi. Babası yine çay istedi. Çocuk kalktı çayı tazeledi ve tekrar kendi odasına çekildi.
Bu arada kız oturma odasına uğradı. Bir şey arıyordu. Babası neredesin sen, hiç yanımda durmuyorsun dedi. Bunun üzerine kız gidemedi. Oturdu babasına baktı. Babası televizyona bakmaya devam ediyordu. Böyle biraz durduktan sonra kız çıktı. Kendi odasına çekilip yarım bıraktığı diziyi izlemeye devam etti. Evin hanımı mutfakta telefonla konuşuyordu. Televizyon izlemeyi sevmiyordu.
Film bitti, baba herkesi çağırdı.
“Yanımda oturun!” dedi. “Hepiniz bir yerlere çekiliyorsunuz.”
Sonra beklediği vaka sayısını açıklamak üzere ekranda sağlık bakanı görüldü.
Oğlanla kız hazır birbirlerini görmüşken yarım kalan bir meseleyi konuşmaya başladılar. Baba sesten rahatsız olmuştu, onları susturdu. Bunun üzerine kız sosyal medya hesaplarına daldı.
Oğlan kalktı, annesi nereye gidiyorsun diye sorunca;
“Merak etmeyin, yönümü değiştirmeyeceğim. Ben de bir ekrana bakacağım ama kendi telefon ekranıma. Odama gidip film izleyeceğim.” dedi ve odasına gitti.
Babası sinirlendi. Büyüklere saygı kalmamıştı. Yine de sustu daha birlikte geçirecekleri kaç gün vardı Allah bilir. Oğlu nasılsa yine uğrayacaktı bu meydana.
(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi Haziran, 2020)
BİNNUR TÜZÜN
7 Mart 1963 tarihinde Sinop ilinin Ayancık ilçesinde doğdu.
İlk ve Orta öğrenimini Karabük’te tamamladı. 1977 senesinde aile birleşiminden yararlanarak Avusturya’daki ailesinin yanına yerleşti.
On beş yaşında iş hayatına başladığı sırada, eş zamanlı olarak iki senelik ev ekonomisi okudu. Mektupla İngilizce Kursunun yanında, akşamları Almanca, bilgisayar, tekstil ve gıda depolama kurslarına katıldı.
Gönüllü olarak bazı sivil toplum kuruluşlarının yönetiminde görev aldı.
Ortaokul sıralarında şiir yazmaya başladı. Bazı şiirleri “Mısralardaki Öykü’m Şiir Antolojisi 5” kitabında yer aldı. Şiirleri Çorum, Ayancık ve Karabük yerel gazetelerinde yayınlandı. Halen Avusturya’da tekstille ilgili bir iş yerinde bölüm şefi olarak çalışmaktadır. İki erkek ve bir kız olmak üzere üç çocuk annesidir.
Ocak 2020’de Avrasya Yazarlar Birliği online hikâye atölyesine devam etmeye başladı. Yazdığı hikâyelerden bir kısmı Kardeş Kalemler Aylık Edebiyat Dergisi’nde yayınlandı.
HİKÂYE:
Sahipsiz Hediye – 17 Ağustos 1999
Böyle Gelme – Anlamaya Çalış
İstersek Olur – Önce Can
Gece Gibi Karardı Her Şey – Umuda Çevir Yüzünü
Geçmeyen Geçmiş – Değer miydi?
Henüz Bitmedi- Yeşil Küvet
SAHİPSİZ HEDİYE
Otobüsten inmeden gördüm. Çantasını duvarın dibine koymuş, okul bahçesinde bir başına dolaşıyordu. Beni görünce koşmaya başladı. Ama nasıl koşuyor; felâketten sığınağa koşar gibi, doludizgin, delice… Bahçe girişinde karşıladı beni. Soluk soluğaydı. Yanakları, burnu soğuktan kızarmıştı. Gözleri sevinçle gülüyordu. Mutluydu.
Dün gece görmüştüm bu rüyayı.
Gözlerimden süzülen damlaları hissettiğimde alârmın her gün acı acı çalan sesi beynimde çınlamamış, henüz güneş bile doğmamış, tan yeri ağarmamıştı. Odamın, bütün bir gece içine işlemiş, sanki boğazıma sarılır gibi benimle sabahlayan, ağır ve bunaltıcı havası yüzünden nefes almakta zorlandığımı fark edip pencereyi açışım birkaç dakika sürdü. Camı açtığım anda suratıma buz gibi çarpan soğuk hava dalgası sayesinde az da olsa kendime gelebildim. Dallarını pencereme kadar uzatan kiraz ağacım bile beyazlara bürünmüş, her sabah beni cıvıltılarıyla uyandıran kuşların sesi de duyulmaz olmuştu. Derin bir nefes alarak camı kapattım ve yatağın kenarına iliştim. Öyle ya, dün gece yağan karı nasıl da unutmuştum…
Sahi, beni ne uyandırmıştı uykumdan bu kadar erken?
Zihnimi biraz da zorlayarak geceyi sanki tekrar yaşamaya çalışıyorum. Bu arada farkında olmadan çocukluğuma, ilkokul dönemime gittiğimi fark ettim. Hoş, ben o günleri asla unutamadım ya …Yine böyle havaların güzel gittiği, ağaçların yemyeşil kıyafetlere büründüğü, en fazla iki, üç aracın mahalleye çıktığı o dönemlerde Karabük’te Demir Çelik Fabrikası’nın karşısında kalan bir mahallede etrafı çorak denecek kadar boş olan bir arsadaydı ilkokulumuz.
Mayıs ayına yaklaşıyorduk, anneler gününe sayılı günler kalmıştı. Bu yüzden de başta öğretmenlerimiz olmak üzere herkes de bir heyecan, bir telaş başlamıştı. Sınıfın en başarılı öğrencilerinden biriydim, öğretmenim benimde bu özel günde, özel bir gösteri sunmamı plânladı. Elime tek kişilik bir monolog tutuşturduklarında ne yalan söyleyeyim bayağı korkmuştum. İlk defa bir gösteriye çıkacaktım, karşımda mahalleden bir sürü veliler olacaktı ve bana uzakta olan öğretmenimden başka destek olacak kimse de yanımda olmayacaktı. Hem bu arada elimdeki monolog metni de öyle kısa bir şey değildi, hepsini ezberleyecektim. Beni korkutan, heyecanlandıran asıl şey metnin uzun oluşu değildi. Sıkıntımın sebebi bu gösteriyi yurt dışında çalıştığı için yanımda olamayan annem için hazırlayacaktım.
Okulumuzun çorak arazisine bakarak caddenin karşısındaki arazide bulunan mezarlık, sanki cenneti andırır gibi ağaçla doluydu. Nihayet hazırlıklar bitti, gösteri günü geldi. Gün içinde okulumuzun caddeye bakan boş arazisine misafirler için sandalyeler ve onların karşısına da gösteri için biraz yüksek bir platform yerleştirildi. Mahalle arası ve küçük bir yer olduğundan genelde herkes birbirini tanırdı. İşte, benim imtihanım burada olacak, notum da burada verilecekti.
Sıram geldi ve ben sahneye çıktım, heyecandan adeta elim, ayağım titriyordu. Elime tutuşturulmuş okul çantam, örgü ipleri, makas, kalem ve karton parçalarıydı oyundaki rol arkadaşlarım. Sunumu yaparken gözlerimin nasıl ara ara karşımdaki mezarlığa doğru kaçamak yaptığını, yine gözlerimi sahnenin ön sıralarına oturmuş olan annemin arkadaşlarından nasıl kaçırdığımı hiçbir zaman unutamadım.
Bana göre o zaman oldukça uzun gelen anlatımın ardından:
“Anneciğim! Biliyor musun bugün anneler günü”, diye devam ettim gösteriye.
“Sana bir hediye vermek istiyorum ve bunu ben sana kendim hazırlamak istiyorum. Bak, ne güzel iplerim var, sarı, mavi, yeşil hatta kırmızı bile var. Sana kazak örmemi ister misin?”
Seyirciler mikrofonumuz da olmadığından pür dikkat beni dinliyordu, ben ise yine herkesten gözlerimi kaçırarak üzgün bir ses tonuyla devam ettim:
“Ama ben kazak örmeyi bilmiyorum ki…” Sonrasın da etrafımı biraz araştırır gibi yapıp kalemi ve karton parçalarını aldım, üstüne ayakkabı tabanı gibi bir şekil çizdim.
“Ben en iyisi sana terlik yapsam beğenir misin?” Makas elimde başarısız bir şekilde kartonlardan bir şeyler kesmeye çalışıyorum, tabii o da olmuyor ve ben rol gereği çok üzülüyorum. Son anda aklıma bir çare gelmiş gibi okul çantama sarılıyorum.
“Anneciğim, hediye alamadım ama, bak sana ne getirdim,” diye öğretmenimizin bize o gün dağıttığı baştan sona “PEKİYİ” yazan karnemi çıkarıyorum. Çıkarıyorum, çıkarmasına da… Başım önümde biraz bekledikten sonra seyircilerin alkışlarına karşılık nasıl selam vererek sahneden indiğimi hatırlamıyorum.
Çünkü benim o gün orada beni saracak, bırakın hediyeyi, baştan sona “PEKİYİ” dolu bir karne getirdim diye öpüp koklayacak annem yok.
Sahneden indikten sonra annemin arkadaşları, tanıdıkları sardı çevremi, bazıları gözleri yaşlı ve duygulanmış bir halde bana sarıldı ve;
“Kızım bizi çok duygulandırdın, annen bunları duysaydı ne kadar sevinirdi,” diye beni teselli ettiler.
Annem o gün o sözlerimi duyamadı, hiçbir karne günümüze de tanık olamadı ve biz annemizi seneler sonra, yine bir anneler gününden bir gün sonra, ebedi yolculuğuna uğurladık…
Annem, canım annem, kaç sene sensiz geçti anneler günümüz, kaç sene büküldü boynumuz. Sen, o sözlerimi o gün duyamadın ama, hâlâ bizimlesin, hâlâ içimizde yaşıyorsun ve sonsuza kadar da yaşayacaksın.
(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Ocak 2020)
17 AĞUSTOS 1999
Yaz tatilimizin ilk on gününü Yalova- Çınarcık’ta geçirmiştik. Ertesi gün ailece Ankara’ya gitmeye karar verdiğimiz için son günümüzü sahilde dolaşmaya ayırdık. Bir sürü alışveriş yeri, lokanta ve seyyar satıcılarla dolu, denize paralel caddesinde asılmış olan büyük bir tabelâ dikkatimizi çekti.
“Çok Uygun Fiyata Satılık Daireler”
Aslında tatile geldiğimizde daire almayı düşünmüyorduk ama ilânı görünce “Haydi, gidip bir bakalım!” dedik. Çocukları da yanımıza alarak İstanbul’a iner inmez havaalanında kiraladığımız arabaya binerek tabelâda yazan şirkete gittik. Önceden aradığımız için bizi bekliyorlardı. İçeri girdik, kısa bir hoş beş faslından sonra yetkili kişi önümüze yapılacak olan evin plânını çıkardı. Bir sürü şey anlattı. Evin büyüklüğünden tutun da hangi yönde olduğunu, çevre düzenlemesini, arsa büyüklüğünü falan… Sanki büyülenmiştik, eşimle hemen hesap yapmaya koyulduk. Hiç hesapta yokken daireyi almaya karar verdik. Peki nasıl ödeyecektik? Öyle olur, böyle olur derken sonuçta söz benim düğünde takılan takılara geldi…
–Tamam, dedim. Ama karşılığında tapuyu benim adıma yaparsan…
Aslında, geleneklere bağlı yetişme tarzından, onun böyle konularda ne düşüneceğini, nasıl bir tavır sergileyeceğini çok iyi biliyordum. Yine de şansımı denemek istemiştim. O esnada yetkili kişi evrakları düzenlemiş, imza için cevap bekliyordu. Eşim teklifimi kabul ederek beni şaşırttı. Ertesi gün kimliklerimizle beraber gelip satış işlemini tamamladıktan sonra yola çıkacaktık. Çok mutluyduk. Bizim de artık bir dairemiz, bir yazlığımız olacaktı.
Akşam oldu. Rahatlatıcı hafif bir rüzgâr çıkmıştı. Biz çarşıda gezimize devam ederken çocuklar sahilde dolaştılar. Yemekten sonra kaldığımız eve döndük. Sabah yola çıkacağımız için ben önce toparlanma işini hallettim. Sonra kimliğimi de hazır etmek üzere çantamı açtım, baktım, kimliğim yoktu. Tekrar tekrar bütün gözlerine dikkatle baktım, yoktu. Eşimin, çocuklarımın kimlikleri ile beraber benim çantamda olması gereken kimliğim yoktu. İnanması çok güçtü ama yoktu işte…Nasıl olur da herkesin kimliği çantamda dururken benimki yok olurdu? Git gide büyüyen bir tartışmaya başladık eşimle. Vakit gece yarısını bulmuştu, çocuklar yorgunluktan çoktan yatmışlardı. Büyük tartışmanın sonucunda eşim salondaki koltuğa kıvrıldı uyudu, nasıl olsa ben her şeyi hallederdim, geride dünya kadar iş varmış kimin umurunda…
Bavulları toparlayıp temizliği bitirdiğimde saat neredeyse gece ikiye gelmişti. Hem yorgunluk, hem moral bozukluğundan bitkin düşmüştüm. Başımı yastığa ancak koymuştum ki büyük bir gürültü ile yerimden fırladım. Daha ne olduğunu anlayamadan eşimin bana seslendiğini duydum. Işığa koştum, yanmıyordu. Çocukların odasına doğru fırladım, ellerimle yoklayarak hemen buldum onları. Küçük kızımla ortanca oğlum tam ne olduğunu anlayamamışken büyük oğlum sarsıntının etkisi ile yataktan yuvarlanmıştı. Korkunç bir gürültü ve uğultu ile sanki ev yerinden oynuyordu. Bu arada eşimde yanımıza ulaşmıştı. Bir taraftan çocukları “Korkmayın!” diye sakinleştirmeye çalışırken diğer taraftan “Allah’ım, yardım et, sen bizleri koru.” diye dua ediyorduk. Eşim ve ben, bütün gece tartışmışken şimdi birbirimize sıkıca sarılıyorduk. Çocuklar deprem nedir bilmedikleri için korku ve şaşkınlık içindeydiler. Biz deprem de evin neresi sağlamdır diye bir o yana bir bu yana çaresiz çırpınıyorduk. Sonunda “Bir şey olursa hepimizi aynı yerde bulsunlar.” diye odanın ortasında, birbirimize sarılı bir vaziyette kalmaya karar verdik.
Ne uzun bir geceydi…
Sarsıntı durunca hemen çocukların sırtına ceketlerini giydirip masanın ortasında sabah için hazır bekleyen telefonlarımızı, şarjlarımızı ve arabanın anahtarını alıp kapıya koştuk. Dördüncü kattaydık. Çocukları merdivenin duvar kısmına alıp karanlıkta duvarları tuta tuta aşağıya indik. Bizden önce evin önüne çıkanlar da olmuştu, herkes birbirine “Nasılsınız, sizde bir şey var mı, iyi misiniz?” diye soruyordu. Çocuklarım çok korkmuşlar, tir tir titriyorlardı. Onları arabaya alıp İzmit ve İstanbul’daki ailelerimize ulaşabilmek için telefonlara sarıldık. Ama nafile, tüm hatlar kesilmişti, kimseden haber alamıyorduk… Tek iletişim aracımız; arabanın radyosundan zoraki bulduğumuz, şimdi adını bile hatırlayamadığım bir radyo istasyonuydu. Herkes arabanın etrafına toplanmış spikerden gelecek en ufak bir haberi bekliyordu. Sonunda spikerin sesi duyuldu. “İstanbul depreme teslim oldu. Dualarımız İstanbul için…” Ben, spikerin diğer söylediklerini duyuyordum fakat anlamıyordum. Ortalık birden kararmaya başlamıştı…
Kendime geldiğimde etrafımdaki birkaç kişi beni teselli ederek, güçlü olmam gerektiğini söylüyordu. Çocuklarımın endişeli gözlerinde gittikçe büyüyen korku vardı. Kafamda şimşekler çakıyordu. Biz dün akşam o kadar şiddetli tartışırken şimdi nasıl böyle sımsıkı birbirimize sarılmıştık? Nasıl bir sabaha uyanacağımızı, nasıl bir felâketle karşılaşacağımızı bilseydik tartışır mıydık? Kimlik daha sonra nereden, nasıl çıkacaktı?
Gece karanlığı yerini yavaş yavaş doğan güneşe bırakıyordu. Etraf aydınlanınca felâketin boyutu daha da gün yüzüne çıkmaya başladı. Kaldığımız bölgede çok şükür fazla hasar, yıkılan ev yoktu ama arkamızdaki mahalle tamamen yok olmuştu. Tüm yollar yıkılan evlere ait enkazla kapandığından bir saatlik yolu bağlardan, bahçelerden geçerek altı saatte İzmit’e ulaşabildik. Bu süre zarfında tek iletişim aracımız olan radyo istasyonundan hâlâ aynı anons duyuluyordu.
“İstanbul depreme teslim oldu. Dualarımız İstanbul için…”
(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Ocak 2020)
BÖYLE GELME
Sanki daha önce hiç bu sokaklarda oynamadım. Düştüğü zaman dizleri yara içinde ağlayan çocuk da ben değildim, annesini kızdırıp peşinde koşturan da. Yaramaz biri olduğumu hiç hatırlamıyorum. Öncesinde nasıl bir çocuk olduğum, o saçları iki örgülü beyaz kurdeleli kız ortaya çıkana kadar yazılmamış ki hatıralarıma…
Sararmış yaprakların etrafımızda uçuştuğu bir zamanda, sabah uyanıp, kahvaltımızı yaptığımız halde işe gitmesi gereken babam hâlâ evdeydi. Bugün iş kıyafetleri de yoktu üzerinde. Gri takım elbisesini giymiş, saçlarını da özenle taramıştı. Evde olduğuna göre besbelli bir işi vardı. Anneannem kahvaltı masasının karşısındaki divana oturmuş eline aldığı tepsinin içindeki pirinci “belki taş vardır” diye kontrol ediyordu. Tek erkek evlâdı ile yedi sene felçli yatan eşinin ölümünün ardından annemi erkenden evlendirmek zorunda kalınca yanından ayrılamamış. Hayatını tek çocuğu olan anneme ve biz torunlarına adayan vefakâr ve cefakâr bir kadındı. Annem ise bir taraftan masayı toplarken diğer taraftan kavga eden iki kız kardeşimi sakinleştirmekle meşguldü. Nihayet işini bitirip yanıma geldi, beni önüne oturttu. Bütün okul hayatım boyunca bana eşlik edecek olan uzun saçlarımı tarayarak arkadan ikiye ayırdı ve güzelce ördü. Babama:
– Tamam, artık gidebilirsiniz, dedi. Ben hiç durur muyum, hemen merakla sordum: