bannerbanner
Kardeş Sesler 2020
Kardeş Sesler 2020

Полная версия

Kardeş Sesler 2020

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
5 из 6

Gece vardiyasında çalışan babam gelince olanları anlattık. Ev şirket evi olduğu için o da ertesi gün patronuna neler olduğunu sormuş. O da polisi arayıp bilgi isteyince olay anlaşılmış. Son zamanlarda “kaçak” diye nitelendirdikleri; oturma vizesi olmayan kişilerin sayısında artış olmuş. Akrabaları yardım amacıyla bu kişileri evlerinde barındırırlarken para karşılığında saklayanlar da çokmuş. O yüzden sık sık böyle baskınlar yapılıyormuş. Biz de yabancı aile olduğumuzdan baskına maruz kalmışız.

Elif Teyze, esen rüzgârdan korunmak ister gibi omuzlarına aldığı battaniyeye daha sıkı sarıldı.

–İşte böyle, dedi. Ben hayatımda ilk defa o gün yabancı olduğum için aşağılandığımı hissettim. O günden sonra bir daha evimize baskın olmadı. Ancak başka yerlere her gün asılsız baskınlar yapılıyor insanlar aşağılanıyordu. Kanun ve kural buydu. Ülkenden uzakta yaşamak zorundaysan ikinci hatta üçüncü sınıf insan muamelesi görüyordun.

Gurbette zaman, yer ve mekân değişse de çoğu şey aynı kalıyor. Çocuklar büyüyor, herkes kendi yolunu çiziyor. Ailemiz büyüdü diye sevinirken bir bakıyorsun yine tek başınasın. Yalnızlık insanı sarmalayınca vatanı ve sevdiklerini daha çok arıyor, buram buram özlem soluyorsun.

Sanki o günlere geri dönmüş gibi sesi titriyordu Elif Teyze’nin. Suskunluğun ne çok şey anlattığını ikimiz de biliyorduk. Bir süre sustuk. Sustuk, çünkü yaralarımız aynıydı. İkimiz de sevdiklerimizden ayrıydık ve onların hasretleriyle yaşıyorduk. Karşımızdaki tepenin arkasına inen güneş, ardında harika bir kızıllık bırakmıştı. Kulaklarımızda güneşin bizi hayata bağlayan umut yüklü sesi vardı. “Gidişim gözünüzü kamaştırmasa da dönüşüm aydınlık olacak, hâlâ yaşanacak güzel günler var.” diyordu.


(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi30 Mayıs 2020)

ERKUT DİNÇ

Hollanda

20 Şubat 1981’de Hollanda’da doğdu. Sağlık sorunlarından dolayı öğrenime devam edemedi. Kitap okuyarak, yazarak, müzik çalışarak ve spor yaparak kendini geliştirmeye çalıştı. Türk Federasyona bağlı Hollanda Eindhoven Ülkü Ocağı Turan Vakfı Türk Kültür merkezinin gençlik kolunda, sonra da Turan Vakfı yönetiminde görev aldı.

Halen gönüllü olarak Hollanda Awesome Giyim Alışveriş Atölyesi Vakfında çalışmakta ve Avrasya Yazarlar Birliğinin düzenlediği Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi katılımcısı olarak yazarlık dersi almaktadır.


HİKÂYE:

Buraya Kadar mıydı?

Söz Veriyorum

Sinek İlacı

Lanet Korku

Hayatın Kötü Sürprizi

On Yıl Oldu

Uyum ve Hasret

Adı Selim

İftar Vaktinde Gelen Telefon

Kalbim Seninle Marieke

Nasıl Bu Hale Geldi?

Bir Babanın Günlük Defteri

Eva’yı Unutamayacaktım

BURAYA KADAR MIYDI?

Her yer karanlık, üzerimde sanki dünyanın bütün yükü var.

Kollarımı ve bacaklarımı kıpırdatamıyorum.

Ne oldu bana, neden gözlerimi açamıyorum?

Bir ses duyuyorum, yukarıdan geliyor.

Telaşlı bir şekilde yüksek sesle konuşuyorlar:

“Enkazın altında başka İnsanlar da olabilir, aramaya devam edelim.”

Ne enkazından hangi insanlardan söz ediyorlar?

Başım çok fena ağrıyor.

Şimdi hatırlıyorum, dün gece her yer sallandı ve bir anda sanki kıyamet koptu. Ne olduğunu anlayamadan her şey üzerimize çöktü. Bağırışmalar dışında hiçbir şey hatırlayamıyorum.

Aman Allah’ım! Ben yıkılan binanın altındayım. Bağırmalıyım. Sesimi yukarıdakilere duyurmalıyım.

“İmdat! İmdat!” diye sesimin çıktığı kadar bağırdım.

Beni duymuyorlardı.

Enkaz altında ölmek istemiyordum. Böyle ölmeyi hiçbir insan istemezdi.

Niye böyle şeyler düşünüyordum ben? Umutluydum. Hayallerimden vaz geçmiyordum. Kurtulacaktım. Okuyacaktım. İyi bir mesleğe sahip olacaktım. Mutlu mesut bir yuva kuracaktım. Nişanlımın bu şehirde olmadığına seviniyordum. O güvendeydi.

“Yaşamak buraya kadar mı?” diye düşünürken bu defa yakından gelen sesler duydum.

“İmdaat! İmdat!” diye bağırmaya başladım.

Beni duydular. “Sakin ol! Seni kurtaracağız!“ dediler.

Bedenimdeki acılar zaman geçtikçe çoğalıyordu. Ruhumu acıtacak kadar artmıştı.

Ne kadar dayanabileceğimi bilmiyordum.

Kendim ve enkaz altında kalan bütün insanlar için dualar ediyordum.

Kabir azabı böyle bir şey olmalıydı.

Gözümün önüne nişanlım geldi. Onunla yaşayacağımız güzel günleri düşündüm. İnsan böyle durumlarda bile hayâl kurabiliyordu. Herkes mi, yoksa tek ben mi böyleydim?

Enkaz altındakilerin seslerini de duyuyordum. Acılar içinde kıvrandıkları seslerinden anlaşılıyordu.

Yukarıdakilerin sesleri bir uzaklaşıyor bir yaklaşıyordu. Sesler uzaklaştıkça umudum azalıyor, üzülüyordum; sesler yaklaştıkça kurtulacağımı düşünüp seviniyordum.

Başımdaki ağrı giderek şiddetleniyordu. Ruhum daralıyor, kalbim sıkışıyor, ölümün yaklaştığını hissediyordum.

Daha yakından bir ses… Bana sesleniyorlardı. Bana adımla sesleniyorlardı. Yukarıda mutlaka benim enkaz altında olduğumu bilenler vardı. Çalışıyorlardı.

“Dayan, seni kurtaracağız!” diyorlardı.

Ancak gözlerim kararmaya başlamıştı.

Dayanırsam kurtulacaktım.

Dayanmak nasıl oluyordu ki…

“Bizi duyuyor musun?” diyorlardı.

Onları duyuyordum, cevap veremiyordum.

Dayanırsam kurtulacaktım.


(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Şubat 2020)

SÖZ VERİYORUM

Bugün yine şiir yazmaya başlarken düşüncelere daldım.

İnsanların bana karşı önyargılı olmaları, engelli muamelesi yapmalarını düşününce yüreğim yine acıyla doldu.

Şükür ki önyargılı yaklaşmayan, sohbet edebildiğim kalbi güzel, anlayışlı insanlar da vardı. Bu insanlardan biri de Meltem idi… Aşık olduğum güzel kız.

Ona şiirlerimi okurdum ama kendisi için yazdıklarımı değil… Çünkü kızacağından korkardım. “Sen ameliyatlısın, engelliler için özel okula gittin ve şimdi malulen emeklisin!” diye kusurumu yüzüme vuracağından korkardım.“

Bir gün parkta yürüyorduk…

“Beni seviyorsun değil mi?” diye sordu.

“Seviyorum tabi, arkadaşız biz.” diye cevap verdim.

Yüzüme baktı.

“Sadece arkadaş olarak mı?”

Ne diyeceğimi şaşırdım, korktum da.

“Duygularını saklayıp kendine eziyet etme; bana aşık olduğunu biliyorum.”

Meltem’in gözlerine baktım. Önce “Acaba alay mı, yoksa ciddi mi?” diye anlamaya çalıştım. Umutlandım. Sonra; “Evet sana aşığım, seni çok seviyorum Meltem. Ama bunu sana söylemekten hep korktum. Bir türlü söyleyemedim.”

Meltem gözlerini kıstı, yere doğru baktı.

“Kızdın mı?” dedim.

“Hayır kızmadım, ben de seni çok seviyorum.” dedi. Yüzü pembeleşmişti. Utanmış mıydı? Eve dönmesi gerektiğini söyleyerek yanımdan ayrıldı.

Gözden kayboluncaya kadar ardından baktım. Tam olarak sevinemedim. Çünkü cevabı içten değildi, hislerim bana samimi olmadığını söylüyordu. Bir türlü sonu gelmeyen tedavi sürecimin artık bitmesini herkesten çok ben istiyordum.

Babamla birlikte sağlık kontrolüm için gittiğimiz doktora sordum: “Bu tedavi daha ne kadar devam edecek? Artık yoruldum. Bir daha ameliyat olmak ve yıllarımı hastaneler de geçirmek istemiyorum.”

Doktor, anlayışla yüzüme baktı, biraz düşündükten sonra cevap verdi:

“Seni anlıyorum. Son ameliyattan sonra birkaç kez daha durumuna bakacağız, ondan sonra karar vereceğiz.” Görüşme bittikten sonra eve geldik. Meltem’in parkta söyledikleri de aklımdan çıkmıyordu. Beynime ağır gelen bu düşüncelerimi biraz olsun hafifletmek için yazmak ihtiyacı duyuyordum. Odama çıkıp yazmaya başlarken telefonuma mesaj geldi; Baktım Meltem’den geliyordu.

“Bana aşık olduğunu çoktan anlamıştım, şımarıklık edip senden duymak istedim. Ama pişman oldum, keşke sormasaydım, bunun için kendime çok kızıyorum çünkü sen iyi insansın sevmeyi ve sevilmeyi hak ediyorsun. Şunu bil ki ben seni bir arkadaş olarak seviyorum. Ayrıca yakında başka semte taşınacağız… Belki böylesi daha iyi olur; bunu da bildirmek için yazdım. Sakın dert edip kendini üzme olur mu? Hoşça kal.”

Derin nefes alarak cevap yazdım: “Ah Meltem… Ben hissetmiştim zaten, bu mesajı yazmasan da olurdu. Kızmıyorum sana ve söz veriyorum; Kendimi üzmeyeceğim.”

Omzuma bir el dokundu, ani hareketle döndüm, annemdi.

“Yine dalmışsın düşüncelere… Seslendim duymadın; hadi gel sofra hazır.” dedi.

“Tamam, geliyorum anne.”

Annem şiir defterime bakıp gitti. Ben, kalbimde hüzünle, yüzümde acı bir tebessümle Meltem’e yazmak istediğim son şiiri yarım bırakıp kalktım.


(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)

SİNEK İLACI

Saat sabahın sekizi oldu, bugün biraz daha uyuyayım dedim ama yağmurun sesi ve şimşek gürültüsü yüzünden uyuyamadım.

Hayme yine benden önce kalkmış, kahvaltı hazırlıyordu.

Hayme erken kalkmayı sever. “Çok uyumak insanın ömründen alıyor.“ der.

Yatağımdan kalkarken Hayme aşağıdan seslendi. “Uyandın mı, uyandıysan gel kahvaltını et!“

Giyindim, aşağıya indim, sofraya oturdum.

Hayme her sabah olduğu gibi yine mükemmel bir kahvaltı sofrası hazırlamıştı.

“Ah Hayme, ben senin hakkını nasıl ödeyeceğim?“ dedim.

“Kahvaltını et kahvaltını.“ diyerek güldü.

Evli oğlumuz gelin ve çocuklarla başka bir şehirde kalıyordu. Özlemiştik.

“Aylardır ses seda yok, belli ki işleri yoğun. Bir fırsat bulup gelseler de hasret gidersek.” dedim.

“Sahi ne kadar oldu taşınalı?”

“Üç ay, fakat bana üç yıl kadar uzun geldi.”

“Bana da…”

Kahvaltımızı ellerimizde büyüyen torunlarımızı düşünerek yaptık. Oğlumuz ve gelinimiz iki şehir arasını yıllarca gidip dönmekten iyice yorulmuşlar yıpranmışlardı. Sonunda bizim de iznimizi alarak işyerlerinin bulunduğu şehre taşınmışlardı. Şimdi rahattılar. Aslında onların daha az yorulduklarını düşünerek biz de mutluyduk. Ancak onları çok özlüyorduk.

“Evde bir sinek gördüm, yakalayamadım. Sinek ilacı al!“ dedi Hayme.

Hayme sinek konusunda çok hassastı. Odada bir sinek olsa sabaha kadar uyuyamazdı.

“Bir sinek için mi?” dedim.

“Olsun, çoğalmadan al sen!” dedi.

Hava yağışlıydı. Kahvaltıdan sonra şemsiyemi alıp çıktım.

Yürürken yanımdan geçen insanların konuşmalarını duyuyordum, ancak öğrendiğim birkaç kelime ve söz dışında ne dediklerini anlayamıyordum.

Sokak her sabah olduğu gibi kalabalık sayılırdı. Okullarına giderken birbiriyle şakalaşan, kahkahayla gülen gençler, köpeğini sabah gezintisine çıkarmış kadınlar, işyerlerine giden insanlar hafif yağmurdan dolayı aceleyle yürüyorlardı.

Hayat devam ediyordu.

Yürürken sokak ve dükkân isimlerine de bakıyordum ama çoğu tabelada ne yazıldığını anlamıyordum. Bu ülkede dil bilmeden bunca yıl nasıl yaşamıştık, hayret ediyordum.

Eczaneye geldim. İçeride Eczacıdan başka kimse görünmüyordu.

Girdim ve doğruca eczacının yanına vardım. Merhabalaştık. Sıra geldi sinek ilacı istemeye.

Adam ne istediğimi söylemem için yüzüme bakıyordu. Ben söylemeyince o sordu. Bu defa;

” Sinek ilacı almak istiyorum. “ dedim.

Türkçe söylemiştim. Anlamadığı için tekrar sordu.

Hay Allah, şu an buranın dilini bilen Türk’ün biri gelse de bana yardımcı olsa…

Eczacı ellerini yana açarak hâlâ yüzüme bakıyordu.

Elimle işaret yaparak “Sinek, ilaç, pıs pıs sıkıyorsun.“ dedim. Adam gülmeye başladı.

Sinek resim de yok ki göstersem, o zaman belki anlardı ne istediğimi.

Ben düşünürken adam tezgâhın üstündeki ilaç kutularıyla ilgilenmeye başladı.

Adamın bu davranışına önce kızdım ama sonra hak verdim, anlatamıyordum ki bana yardımcı olabilsin.

Kendimi çaresiz hissettim, ilk geldiğim yılları tekrar yaşıyor gibiydim.

“En iyisi şimdi gideyim, tanıdık bir Türk bulayım.“ diye düşündüm ve eczaneden çıkmak istedim. Kapıya doğru giderken vitrinde sinek resimli bir kutu gördüm. Döndüm eczacıya “Bayım” diye seslendim.

Vitrindeki kutuyu işaret ettim. Yanıma geldi ve yine yüzüme baktı.

Parmağımla göstererek sinek ilacı dedim. Adam bir vitrine baktı bir de bana baktı.

Vitrinin yanına biraz daha yaklaştım, üzerinde sinek resmi olan kutuyu işaret ettim.

Eczacı bakmaya devam ediyordu, sonra “Ha tamam.” Anlamında bir işaret yaparak kutuyu vitrinden çıkardı bana uzattı.

Kutuyu aldım, baktım üzerinde başka bir uçan böcek resmi var.

Elimi sallayarak “Hayır, bu sinek resmi değil.” dedim. Düşündü ve bana eliyle bekle işareti yaparak arka odaya gitti.

Ben şaşkın bir şekilde olduğum yerde kaldım. Allah Allah, bu adam şimdi niye bekle işareti yapmıştı? Yoksa beni anlamış mıydı? Eczacının geri dönmesi biraz uzun sürdü.

“Yok ben gideyim en iyisi.“ diye kapıya doğru yönelirken. Adam odadan çıkıp yanıma geldi ve elindeki ilaç şişesini gösterdi.

Baktım şişenin üzerinde sinek resmi var.

Bende gülerek elindeki ilaç şişesine dokunup kendi dilimde “Evet, istediğim ilaç bu!“ dedim. Birbirimize bakıp gülüştük. Adam hem gülüyor hem de imalı şekilde kafasını sallıyordu. Adeta “İnsan bir başka ülkeye gidip oraya yerleşir de dilini öğrenmezse işte böyle kıvranır. Bir sinek ilacını anlatamaz.“ diyordu. O an kendimi dili düzgün öğrenemeyen mahcup çocuk gibi hissettim.

Eve geldim Hayme ev işleriyle meşguldü. Sinek ilacı şişesini ecza dolabına koymadan önce şişeye baktım. Sanki şişedeki sinek de bana eczacı gibi bakıp imalı şekilde gülüyordu.


(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)

LANET KORKU

Bu gece de uyuyamadım. İki aydır uykuya dalsam bile korkudan hemen uyanıyordum.

“Mutfağa gidip su içeyim, kendime geleyim ama önce yüzümü suyla yıkayayım.” dedim.

Nilgün yine derin uykudaydı. “Uyandırsam mı?” diye düşündüm. Kıyamadım, bugün iş yerinden yorgun dönmüştü.

Yürürken dengemi sağlamakta zorlanıyordum. İki adımlık banyo sanki uzaktaymış gibi geldi.

Banyoya vardım, çeşmeyi açmadan önce aynaya baktım.

Yüzümü kana bulanmış gibi kızarmış gördüm.

Yüzümü yıkadıktan sonra tekrar aynaya baktım; yüzüm hâlâ kızarıktı. Gözlerim kan çanağına dönmüştü.

Mutfağa gitmeden önce yatak odasına gittim, Nilgün uyuyordu. Mutfağa yürüdüm… Su doldurduğum bardağı tutan elim titriyor, içindeki su dökülüyordu. Suyu dökerek de olsa, bir solukla içtim. Bu hareketimi Nilgün görse önce şaşırır, sonra da komik bulur, gülerdi.

Tekrar yarısına kadar doldurduğum bardak elimde oturma odasına geçip koltuğa oturdum. Duvar saati gece yarısından sonrasını gösteriyordu. Yüzümün, gözlerimin hâline, adım atmaktaki zorlanışıma, ellerimdeki titremeye bir türlü mantıklı bir açıklama bulamıyordum. İçim; korku mu, heyecan mı, olduğuna karar veremediğim bir duyguyla doluydu. Böyle oturmuş kendimi dinlerken dışarıdan bir ses geldi. Sanki biri bana sesleniyordu. Yüreğim hızla çarpmaya başladı. Cama yaklaşıp perdeyi araladım. Dışarıda kimseyi göremedim. Koltuğuma dönerken aynı sesi tekrar duydum. Beni çağıran biri vardı dışarıda. Dönüp perdenin aralığından bütün dikkatimi gözlerime vererek dışarıyı gözden geçirdim. Kimse yoktu. Bahçede, sokakta, uzakta, yakında kimse yoktu. Her yer bomboştu. Sadece yüreğimdeki çarpıntı devam ediyordu.

“Vay be! Bir de erkek olacaksın, aile reisi olacaksın! Bir sesten bu kadar korkulur mu? Eve hırsız, uğursuz girse, kendimi, karımı korumayacak mıyım?” diye kendi kendime söylenmeye başladım. Kendime kızdım, kendimden utandım. Rahatlamaya, cesaret toplamaya başlamıştım ki “Ne yapıyorsun camın önünde?” diyen bir sesle bardak elimden düştü. Ses oturma odamızın kapısından geliyordu. Eşikte duran sesin sahibini, o an çok korktuğumdan ve gözlerim bulandığından geç tanıdım. Karım Nilgün’dü. “Ne yapıyorsun?” diye sordu tekrar. “Yine neden korktun? Beni de korkutuyorsun. Böyle olmaz. Mutlaka bir hekime görünmemiz gerek. Bu da baş ağrısı, diş ağrısı, ülser, tansiyon gibi bir hastalık…”

Beraber kanepeye oturduk. Elimi tuttu ve gözlerime sevgiyle, şefkatle dolu, sıcacık bir gülümseyişle baktı. Beş yıldır evliydik. O, hep böyleydi, böyle bakardı bana. Zaten ben onun böyle bakışlarına aşık olmuştum. İçimden omuzuna başımı koyup ağlamak geldi. Tuttum kendimi, ağlamadım. Bugüne kadar “Hekime gidelim!” teklifini reddettiğim için kendimi suçladım.

Nilgün çıt sesi duysam korktuğumu biliyordu. Bunun nasıl başladığını ikimiz de bilmiyorduk. Uyurken uyanıkken beklenmedik bir ses duyduğumda ruhum korkunç fırtınalarla boğuşuyor gibi oluyordu. Uykudaysam tam bir kâbus yaşıyordum. Bana dehşetle bakan gözler görüyordum. Beni çağıran sesler duyuyordum. Tanımadığım tuhaf yüzler görünüyorlar, kayboluyorlardı.

Nilgün’ün gözlerine uzun uzun ve teslimiyet duygusuyla baktıktan sonra;

“Nilgün kabul ediyorum!” dedim.

“Neyi kabul ediyorsun?”

“Aylardır reddettiğim; hekime gidelim, tedavi olalım teklifini kabul ediyorum. Bu böyle geçmeyecek. Hekime başvurmaktan başka çaremizin olmadığına artık ben de inandım.”

Nilgün, bu kararıma çok sevindi. Sıkıca sarıldı bana. Sanki birilerinin duymasından çekiniyormuş gibi fısıltıyla;

“Bir müjdem var sana. Bil bakalım ne?”

“Ne ki…”

“Çocuğumuz olacak!”

Bir anda korkum ve heyecanım dönüşmeye başladı. İçim mutlulukla doldu. Kelebek kadar hafiflediğimi hissediyordum. “Şükür Allah’ım!” diyerek Nilgün’e sarıldım.


(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)

HAYATIN KÖTÜ SÜPRİZİ

Hayat iyileri kadar kötü sürprizlerle de dolu. İşte bir kötü sürpriz; Kovid-19… Bir ay oldu. Zaman denilen şey evde kalsan bile su gibi akıyordu. Lâkin zaman hızlı geçse de içimin sıkıntısı da artıyor, nefes almakta bile zorlanıyordum… Bu yüzden karımı ve kızımı üzdüğüm oluyordu. Bir defasında altı yaşındaki kızım Mine “Baba” diye seslenerek yanıma geliyordu. “Dur gelme.” dedim. Durdu ve şaşkın vaziyette bana baktı. Gözleri doldu, yanakları ıslandı. İçim yansa da günlerdir kızımı yanıma yaklaştırmıyordum. O da üzülüp ağlıyordu.

Karım Yonca abarttığımı söyleyerek bana kızıyordu. Gerçekten abartıyor muydum?” Hayır hayır, ben sağlığımız için sadece doktorların dediğini yapıyordum.

Ne var ki kızımın annesine laf anlatamıyordum. “Yeter artık! Nedir bu telaş bu korku? Anladık mesafeli davranıyorsun ama beni de sinir ediyorsun. Böyle devam edersen…” Yonca bunu söylerken yerimden doğrularak “Ee, böyle devam edersem?” diye sordum. Yonca cevap vermedi, kızımın yanına gitti.

Kovid-19 çıkalıdan beri Yonca’ya her hareketim, her konuşmam batıyor gibiydi.

O, çalıştığı bankaya gidemediği için evde çalışıyordu. Ben de hastanede çalıştığım için iş yerime gitmek zorundaydım. Üniversiteden arkadaşım Başhekim, şüphe üzerine beni kendisi muayene etmiş, ateşim yüksek olmasa da tedbir amacıyla bir süre evde kalmamı istemişti. Doktorların herkesten daha dikkatli olmaları, kendilerini hastalarından, aile bireylerini de kendilerinden korumaları gerekiyordu.

Hastaneyi arayıp tekrar test yaptırmak istediğimi söyledim. Temiz çıkarsa işime dönecektim. Evde huzurumuz kalmamıştı.

Başhekim, iki haftayı doldurmadan dönemeyeceğimi söyledi. Hastane tedavi gören Kovid-19’lularla doluydu. Başhekim, uzun yıllar Türkiye’de çalıştığından Türkçeyi iyi biliyordu, unutmamak için de benimle Türkçe konuşuyor, Türkçe kitaplar okuyordu. Başhekimle iyi anlaşan iki meslektaştık.

Yonca çocuk odasından dönüp karşıma oturunca deminki söyledikleri aklıma geldi. Dayanamadım sordum: “Böyle devam edersen demiş, devamını getirmemiştin. Ne demek istedin Yonca?”

Yüzüme bakmadan “Hiç boşver.” diye cevap verdi.

Söylemesi için ısrar edince konuştu:

“Hastane de ateşini ölçtürdün, tedbir için evde kalman istendi… Bu yüzden bizden mesafeli duruyorsun. Ben de artık bankaya gidemediğim için evde çalışıyorum. Bu tedbire ben de uyuyorum… Ama senin gibi yapmıyorum.”

Gözlerinin dolduğunu hissettim.

“Neyi benim gibi yapmıyorsun?”

“Anlasana bizi üzüyorsun, güler yüz göstermiyorsun.”

Kalktı yemek masada duran bilgisayarını açtı, banka kağıtlarına bakarak çalışmaya başladı.

Ben de kalktım Mine’nin odasına gittim. Kapıdan baktım uyumuş.

Döndüm mutfağa gittim, buzdolabından limonata şişesini aldım. Yonca’ya seslendim. “Limonata ister misin.” Cevap vermedi, tekrar seslendim, yine cevap vermeyince sinirlenip Yonca’nın yanına gittim. “Yonca bana düşmanın mışım gibi davranma. Zaten bunalım içindeyim. Sinirlerim alt üst… Anlıyorum, senin de sinirlerin bozuk. Ancak ben hastanede çalıştığım için Kovid-19’a daha yakınım. Bu yüzden seni ve kızımızı kendimden korumak zorundayım. Sizi üzmek isteyebilir miyim? Kafama fena takıldı “Böyle devam edersen boşanalım mı demek istedin?”

Masadan kalktı “Asla!” dedi, ağlamaya başladı.

Yonca ağlayınca ben sustum. Kendini koltuğa bırakarak bir süre hıçkırarak ağlamaya devam etti. Onun da sinirleri fena hâlde bozulmuştu. Kovid-19’la ortaya çıkan kısıtlı, baskılı yeni hayat tarzına bir türlü alışamamıştı. Kızına, göz nuruna bile sarılamıyordu. Bu yüzden dünyadan, olup bitenlerden nefret ediyordu. Bana karşı özel bir tavrı yoktu.

Aslında ben de aynı duygularla doluydum. “Demek hıncını benden çıkarmak istedin ha?” diye takıldım. Gözyaşlarını silerek gülmeye başladı. Sonra birbirimizden özür diledik. Kucaklaşamadık ama birbirimize güler yüzle bakarak anlaştık.

Mine de uyanmıştı, yanımıza geldi ama yaklaşmadı. Gülen yüzlerimizi görünce o da mutlulukla güldü. Eskiden olduğu gibi komik hareketler yaparak Mine’yi güldürmeye devam ettik. Evde kalarak, mutlu olmayı, huzurlu yaşamayı öğrenmekten başka çıkar yol yoktu.

Dakikalar sonra hastaneden aradılar. Yarın test için bekliyorlardı. Sonuç negatif çıkarsa hemen işe başlamam gerekiyordu. Hasta sayısı sürekli arttığından giderek daha çok hekime, hemşireye, yardımcı elemana ihtiyaç duyulacaktı. Maalesef Başhekime de virüs bulaşmış, karantinaya alınmıştı. Onun işlerini Başhekim yardımcısı yürütüyordu.

Ertesi sabah hastaneye gitmek üzere evden ayrılırken Yonca peşimdeydi. Hüzünlü bir çehreyle bana mesafeli duruyordu. “İnşallah negatif çıkacak!” dedi. “Yine de çok dikkatli olmalısın! Ne de olsa hastane ortamı.”


(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)

ON YIL OLDU

Yeni hikayeler yazıyordum… Nihâyet son hikayemi de bitirdim.

Kahvemi içerken Alp Başkan aradı.

“Merhaba kardeşim, bu akşam dernekte Kitap sohbeti var, sohbete senin de katılmanı istiyorum… Gelirsen sevinirim.”

Tamam Başkanım, geleceğim.” diye cevap verdim.

Alp Başkan ile beraber derneklere ziyarete giderdik ve programlara katılırdık;

Sosyal ve kültür faaliyet için çalışmalar yapardık.

Akşam oldu, sohbet için Ömer Seyfettin hikayeleri kitabını aldım… Kitap dosyamı da kapattıktan sonra hazırlanıp evden çıktım.

Maria ile karşılaştım, merhabalaştık. Birbirimize hatır sorduktan sonra “Kitapların ne zaman Hollanda dilinde basılacak, artık biz de okuyalım değil mi?” diye sordu.

“Ben de isterim Maria… Ama biz de nasip derler. Bakarsın belki bugün belki yarın.”

Maria ile Hollanda vakfında beraber gönüllü çalışırdık ve arkadaş olduk… Güler yüzlü, güzel insandı.

Bir süre daha sohbet ettik ve ayrıldık. Dernekte sadece Alp Başkan ve Hüseyin ağabey vardı.

Hüseyin ağabey çay ocağına bakıyordu; Kur’an okumayı ve sohbet etmeyi seven bir ağabeyimizdi.

Yarım saat sonra gençler geldi ve sohbete başladık… bu sefer uzun sürüyordu. Selim siyaset üzerine soru soruyordu… Ama Alp Başkan “Bu aksam sohbetimiz okuduğumuz kitap üzerine. “ diye müsaade etmedi. Selim de her genç gibi siyasete meraklıydı, “Biz de zamanında böyle değil miydik? Selim de elbet siyasetten daha önemli meselelerin olduğunu anlayacaktır.” diye umut ediyordum. Konuşmaları dinlerken hikayelerimi düşünüyordum… İçimde ses eksiklik var diyordu. “Acaba nerde?” diye düşünüyordum. Alp Başkan koluma dokunarak seslendi. “Hayırdır daldın.” dedi. “Yok bir şey.”

Hüseyin ağabey çay verirken konuya katılıp fikirlerini de paylaşıyordu… Alp Başkan da okuduğu Yahya Kemal Beyatlı’nın Eğil Dağlar kitabını tavsiye ettikten sonra gençlerden okudukları kitabı getirip anlatmalarını istedi. Ben de Ömer Seyfettin’in neden hikâye yazarlığına başladığını ve Pembe incili kaftan ve Diyet gibi hikayeleri ne amaçla yazdığını anlatıyordum.

Sonra gencin biri: “Yeni kitap yazıyor musunuz?” diye sordu… Soran Oğuz’du… Kitap okumayı seven biriydi.

“Evet dördüncü kitabımı yazıyorum.”

Bir soru daha sordu: “Yeni kitabın ismi ve konusu nedir?”

“Türk yazarları… Osmanlı Devleti’nin son yıllarında yaşadıklarını hikâye olarak kaleme aldım, bu yazarlardan biri de Ömer Seyfettin’dir.”

Gece olmuştu dernekten ayrıldım. Yürürken hikayelerimi düşünüyordum, huzursuz oldum ve Ömer Seyfettin aklıma geldi. “Rahmetli de böyle oluyor muydu acaba?” diyerek adımlarımı hızlandırdım, çünkü bir an evvel eve varmak istiyordum. Çalışma masama oturmadan önce kahve aldım ve tekrar Hikayeleri gözden geçirdim… İçim rahat etmedi bir daha baktım. Güldüm kendime… Kursa başladığım zamanda ödevlerimi çalışırken böyle oluyordum. Düşünüyorum da on yıl olmuş… On yıl önce yazarlık için kursa katılmıştım. Kürşad Başkan “Kardeşim bu kursa katıl.” diye tavsiye etmişti.

На страницу:
5 из 6