
Полная версия
Özbek Edebiyatı Yazıları
Pederküş piyesinin halktan büyük alâka görmesi üzerine Türkistan şehirlerinde yeni tiyatro toplulukları teşkil olunmuş, devrin kalem sahipleri tarafından kısa zaman içinde birçok tiyatro eseri yazılmıştır. Behbûdî Efendi’den sonra Abdurrauf Samedov (Şehîdî) Mahremler, Hacı Muin – Nusretullah Kudretullah Toy, Hacı Muin Bay ile Hizmetkâr, Köknarı, Mazlûme Hatın, Cüvanbazlik Kurbanı, Eski Mekteb-Yengi Mekteb, Kâzı ile Muallim, Nusretullah Kudretullah Keŋeş Meclisi, Abdullah Bedrî Cüvanmerg, Ahmak, Hamza Hekimzâde Niyazi Zeherli Hayat, İlm Hidâyeti, Mulla Narmuhammed Damleniŋ Küfr Hatâsi, Abdullah Kâdirî Bahtsız Küyav, Abdullah Avlânî Advokatlik Asanmı, Pinek, Biz ve Siz, Gulam Zaferî Bahtsız Şâgird, Abdülhamid Süleyman (Çolpan) Bay, Abdurrauf Fıtrat Begican, Mevlîd-i Şerîf, Ebâ Müslim, Hurşid Bezârı, Ârif ile Ma’rûf, Kara Hatın piyeslerini yazmışlardır. Adı bilinmeyen yazarlar tarafından da Ahmed Parina, Eski Mektebler Hâli, Eşigide Kanlı Köz Yaşlarımız gibi millî darama eserleri kaleme alınmıştır.31
Üç perde dört sahneden ibaret olan Pederküş piyesi, muhtevası itibariyle Ceditçilerin eğitim hakkındaki görüşlerini aksettirmektedir. Hayatın bütün cephelerine ilgi gösteren Ceditçilik hareketi, bilindiği gibi önce eğitimde yenilik hareketi olarak doğmuştur. Çünkü bu hareketi şuurlu bir şekilde ortaya koyan ve Türk dünyasına yayan Gaspıralı İsmail Bey’den başlayarak bütün Ceditçiler, Türk ve İslâm âleminin Hristiyan âlemi karşısındaki perişanlığını daima eğitimsizlik ve cehaletle izah etmişlerdir. İslâm âlemi, zaman içersinde kendisini yenileyemeyen eski eğitim kurumları yüzünden çağın gerisinde kalmış ve Osmanlı Türkiyesi dışında tamamı Hristiyan âleminin işgâline uğrayarak sömürge hâline gelmiştir. İşgâlden ve sömürge olmaktan kurtulmanın tek çaresi, eski eğitim kurumlarını ıslah etmek, yeni eğitim kurumları açmak ve genç nesilleri, yeni eğitim programlarına göre tanzim edilmiş okullarda, çağın gerektirdiği bilgilere sahip insanlar olarak yetiştirmektir; yani cehaletin karanlığından ilmin aydınlığına çıkmaktır. Mahmudhoca Behbûdî Efendi’nin bu maksatla Türkistan’da yeni mektepler açtığı ve yeni bilgileri ihtiva eden ders kitapları hazırladığı, gazete ve dergilerde yine aynı maksatla yazılar kaleme aldığı yukarıda arz edilmişti.
Ceditçiler, eğitimci olarak kendilerine sadece genç nesli değil, bilâkis gençlerle birlikte toplumun bütün kesimlerini hedef seçmişler, bütün herkesi dünyadan ve yeni hayat tarzından haberdar etmeye çalışmışlardır. Onların dergi ve gazetecilik faaliyetleri ve hattâ dil, muhteva ve estetik yönünden Türkiye’deki Millî edebiyat cereyanıyla hemen aynı prensipleri benimseyen yeni bir edebiyat kurma gayretleri, hep aynı maksada hizmet eden çalışmalar olarak değerlendirilmelidir.
Halka yeni bilgiler ve değerler kazandırma iddiasını taşıyan Ceditçiler, ideallerini gerçekleştirmek için çok yeni olmasına rağmen edebî türlerden tiyatroya daha fazla önem vermişlerdir. Çok eski ve çok zengin bir geçmişi bulunmasına rağmen şiir, bu dönemde tiyatro kadar popüler olamamıştır. Ceditçileri tiyatroya yönlendiren en önemli sebep, hiç şüphesiz bu sanat faaliyetinin sahne vasıtasıyla doğrudan etkileme gücüne sahip olmasıdır. İşte bu gücün farkında olan Behbûdî Efendi, Cedit mekteplerini ve yeni tarz eğitimin önemini halka anlatabilmek için tiyatrodan faydalanmak istemiştir. Kitap hâlinde basıldıktan sonra eserinin sahneye konulması için gayret göstermesi ve hattâ bizzat kendisinin rejisörlüğe teşebbüs etmesi, onun tiyatro faaliyetinden ne kadar çok şey beklediğini göstermektedir. Nitekim bu beklentisinde de yanılmamış, Pederküş piyesi, belki onun tahmininden de fazla bir ilgi görmüştür. Hemen arkasından pek çok tiyatro eserinin yazılıp sahneye konulması çığırını başlatan bu piyes, kazandığı başarıyı, kendi kabiliyetinden ziyade gördüğü bu olağanüstü ilgiye borçlu olmalıdır. Türkistan hayatından alınmış basit sayılabilecek bir hadiseyi, millî lisanla ve bir facia şeklinde ilk defa sahneye taşımış olması, eserin şöhretini artırmıştır.
Behbûdî Efendi, Pederküş piyesinde, seyircinin karşısına âdeta nasihat etmek üzere çıkmış bir vâiz edasıyla konuşur. Piyes, esas olarak her şeyin paradan ve para kazanmaktan ibaret olduğunu düşünen “Bay” (= Zengin) ile ona bu düşüncesinin yanlış olduğunu anlatmaya çalışan yenilikçi fikirlere sahip “Dâmulla” (= Büyük Molla) ve Rus mektebinde okumuş modern giyimli milliyetçi “Ziyalı” (= Aydın) bir Müslüman arasında cereyan eder. Behbûdî Efendi, eğitimle ilgili düşüncelerini, Dâmulla ve bilhassa Ziyalı tiplerinin ağzından açıklar. Yazar bu tavrıyla, Ceditçi-Kadimci kavgasının şiddetle devam ettiği bir zamanda, eski medreseyi temsil eden Dâmulla ile yeni mektebi temsil eden Ziyalı’yı aynı fikir etrafında buluşturarak birbirlerine zıt gibi görünen bu iki kutbu âdeta uzlaştırmaya çalışır. Kendisi de medresede eğitim gördüğü hâlde yeni mekteplerin açılıp çoğalması için gayret sarfeden Behbûdî Efendi’nin her iki aydın kesimi de kucaklamaya çalışan bu uzlaşmacı tutumu, kendi devri için çok önemli bir davranış olarak kabûl edilmelidir.
Piyesin birinci perdesinde Dâmulla, evinde ziyaret ettiği Bay’dan oğlu Taşmurad’ın Usûl-i Cedit mektebinde mi, yoksa geleneksel tarzda sadece dinî eğitim veren eski mektepte mi okuduğunu sorar. Çünkü okumak, herkese borçtur, saygı ve fazilet sebebidir. Hâlbuki Bay için saygının yegâne sebebi ise zenginliktir. Bunun için okuma yazma bilmeye de gerek yoktur. Bu sebeple oğlunu hiçbir mektebe göndermemektedir. Dâmulla’nın tespitine göre, son yirmi-otuz yıldan beri Türkistan’da ticaret, cehalet sebebiyle Yahudi ve Ermeniler başta olmak üzere yabancıların eline geçmiş, buna bağlı olarak Türkistan’ın yerli ahalisi de her gün biraz daha fakirleşmiştir. Ancak o ne söylerse söylesin, Bay bunların hiçbirine değer vermez.
Dâmulla’dan sonra ziyaretine gelen Ziyalı da Bay’dan fakir çocuklarının okuyabilmeleri için maddî yardımda bulunmasını ister. Zira içinde bulunulan zaman, “yeni ve başka” bir zamandır. Bilgisi ve mesleği olmayan halkın zenginliği, yeri, yurdu, ahlâk ve itibarı günden güne elden gitmekte, hattâ dini de zayıflamaktadır. Bu sebeple, Müslüman çocuklarını okutmak lâzımdır. Ayrıca Müslümanlara bu devirde biri dinî ilimlerde, diğeri çağdaş ilimlerde olmak üzere iki türlü âlim gereklidir. Dinî eğitim görerek imam, hatip, müderris, muallim, kadı ve müftü olmak isteyenler, evvelâ Türkistan’da, daha sonra Mekke, Medine, Mısır veya İstanbul’da okumak sûretiyle mükemmel din âlimi olabileceklerdir. Aynı şekilde çağdaş ilimlere sahip olabilmek için de temel dinî bilgileri ve millî dili öğrendikten sonra hükûmetin açtığı düzenli mekteplere gitmek ve nihayet Petersburg, Moskova, İstanbul, Avrupa, Amerika üniversitelerinde okumak lâzımdır. Bu üniversitelerde okuyacak olanlar tıp, hukuk, mühendislik, iktisat, felsefe ve pedagoji ilimlerini öğrenecekler ve çar hükûmetinin idarî kadrolarında görev alarak vatana ve millete hizmet edeceklerdir. Fakat bu işlerin olabilmesi için Türkistanlı zenginlerin maddî yardımda bulunmaları gerekmektedir. Nitekim Kafkasya, Orenburg ve Kazan’ın Müslüman zenginleri, bu iş için çok para sarfetmekte ve fakir çocuklarını okutmaktadırlar. Bay, Ziyalı’nın bu anlattıklarını uyuklayarak dinlemektedir. Konuşmanın sonuna doğru uykuya dalan Bay, horlamaya başlar. Bu vurdumduymazlık karşısında Ziyalı, mendiliyle göz yaşlarını silerken, “İlâhî ya Rabbî! İslâm ümmetinden ve bilhassa biz Türkistanlılardan merhametini esirgeme!..” diye dua ederek Bay’ın evini terk eder. Behbûdî Efendi, bu düşüncelerini açıklarken İslâm dininin ilme ve öğrenmeye verdiği önemi ifade eden âyet ve hadisleri de delil olarak zikreder.
Türkistan’da fakir çocuklarının okuyabilmelerine imkân sağlamak üzere “cemiyet-i hayriye”lerin kurulup yaygınlaşmasında da önemli hizmetlerde bulunan Behbûdî Efendi, cehaletin, Türkistanlılar için en büyük belâ olduğunu düşünmektedir. İşte bu cehalet sebebiyle Bay, mektebe göndermemek sûretiyle kendisi gibi cahil yetiştirdiği oğlu tarafından parası için öldürülür. Zira oğlu Taşmurad, bilgisizliği yüzünden edindiği fena arkadaşlarının baştan çıkarmasıyla babasının yattığı odasındaki kasanın soyulmasına yardım eder. Ancak kasanın açılırken çıkardığı gürültüyle uyanan Bay, oğlunun da yardımıyla bıçaklanarak öldürülür. Böylece Taşmurad “pederküş”, yani baba kâtili olur. Öldürülen Bay ile baba kâtili olup Sibirya’ya sürgün edilen oğlu Taşmurad, cehaletleri sebebiyle böyle feci bir âkıbete uğramışlardır. Behbûdî Efendi, zenginliğin tek başına bir işe yaramayacağını, bilâkis cahillerin elinde felâketlere sebep olabileceğini ihtar etmektedir. Türkistanlılar, yine cehalet sebebiyledir ki, “vatansız, derbeder, esir, fakir, bîçare” durumuna düşmüşlerdir; “terakkî” bilginin, “esaret” ise cehaletin eseridir. Dolayısıyla Türkistanlıların bu fena vaziyetten kurtulabilmek için çocuklarını okutmaktan başka çareleri yoktur.
Pederküş piyesi, sergilediği olay basit gibi görünmekle birlikte Türkistan’ın kangren hâline gelen bir meselesini, yer yer pendnâme tarzında olsa bile karikatürize ederek seyircinin dikkatine sunması bakımından önemlidir. Türkistan’ın içinde çırpınarak can çekiştiği cehalet batağını, sade bir dille ve Türkistan için tamamen yeni bir teknikle, sahne vasıtasıyla gözler önüne seren bu eser, yeni bir edebî devrenin, yani Cedit edebiyatının da müjdecisi olmuştur. Behbûdî Efendi, bilhassa bu özelliği sebebiyle Türkistan edebiyatında öncü rolünü oynamış önemli bir şahsiyettir.
2. Gazete ve Dergilerde Yayımlanan Yazıları
Yukarıda da ifade edildiği gibi Mahmudhoca Behbûdî Efendi’nin gazete ve dergilerde neşrettiği yazıları üzerinde bugüne kadar herhangi bir çalışma yapılmamıştır. Onun kaleminden çıkan yazıların çok az bir kısmı, ancak Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra çeşitli vesilelerle muhtelif eserlerde tekrar yayınlanmıştır. Bu son bölümde, Mahmudhoca Behbûdî Efendi’nin düşünce dünyası ile zihnini meşgûl eden meseleler hakkında kısmen de olsa fikir sahibi olabilmek maksadıyla, temin edebildiğimiz iki eserde yer alan yazıları hakkında bilgi verilecektir. Büyük bir yekûn teşkil ettiği tahmin edilen ona ait yazıların on iki tanesi, Prof. Dr. Begali Kâsımov’un Mahmudhoca Behbudiy (Taşkent 1997) adlı kitabında yayımlanmıştır. Bu yazılarda, muhtelif konular ele alınmıştır. Yine onun imzasını taşıyan yedi yazı, Kâmilcan Hâşimov ile Safâ Açıl’ın müştereken hazırladıkları Özbek Pedagogikası Antologiyası (Taşkent 1995) adlı eserde kısmen iktibas edilmiştir. Bu eserdeki yazılarda ise sadece eğitim kurumlarının ıslahından ve eğitimin öneminden bahsedilmektedir.
Behbûdî Efendi, Til Meselesi ( Ayna, 1915, nu. 11-12, s. 274-277, 306-311)32 adlı yazısında, evvelâ, “Türkçenin şubeleri olan Özbek-Çağatay, Tatar, Azerbaycan, Kazak ve Türkmen lehçeleri”ndeki yeni matbuatın en önemli meselelerinden saydığı imlâ bahsinden söz eder. Vaktiyle Arapça ve Farsçadan alınmış olan kelimelerin, artık Türkçenin aslî unsuru hâline geldiğini ve hattâ Osmanlı dilinin de bu şekilde oluştuğunu bildirdikten sonra, bütün şiveleri, ihtiva ettikleri Arapça ve Farsça kelimeler bakımından değerlendirmekte, Farsçanın Türkistan’daki nüfuz bölgelerini tespit etmekte, “fen ve hüner” terakkî ettiği için yeni çıkan ve yabancı isimler taşıyan eşyaya Türkçe isim verecek kurumları kurarak “Türk dilimize” hizmet edecek ilim adamlarının bulunmaması sebebiyle yabancı dillere ait isimlere mecbur kalındığını söylemektedir. Yazının devamında, Türkistan’da, Türkiye’deki Genç Kalemler’le aynı zamanda ortaya çıkan dilde sadelik taraftarlarına itidâl tavsiye ederek herkesin anlayıp kullandığı Arapça ve bilhassa Farsça kelimeleri muhafaza etmenin lüzumundan bahsetmekte ve bu kelimelere ait çokluk şekillerinin, Türkçenin kurallarına göre yapılması gerektiğini bildirmektedir. Buna dair örnek verirken “ulûm, fünûn, ulemâ, kuzât” yerine, “ilimler, fenler, âlimler, kâzılar” yazmanın daha doğru olacağını kaydetmektedir. Dili sadeleştirirken tasfiyeciliğe kalkışarak “eski Çağatayca, Moğolca, Orhunca ve bozkır dillerini” diriltmeye çalışmanın fayda getirmeyeceğini ve yabancı kelimeleri imkân nispetinde az kullanarak yazmaktan başka çarenin bulunmadığını söylemektedir.
İkki Emes, Tört Til Lâzım (Ayna, 1913, nu. 1, s. 12-14)33 adlı yazıda, Türkistanlıların Türkçe ile beraber Farsça, Arapça ve Rusçayı da bilmeleri gerektiğinden söz edilmektedir. Türkçenin yanında Arapça ve Farsçanın da yüzyıllardan beri ilim ve edebiyat dili olarak kullanıldığı hatırlatılarak bu dilleri bilmenin eski eserlerden istifade edebilmek için şart olduğu bildirilmektedir. Bu arada, Osmanlı Türkçesini öğrenmenin de ayrı bir önemi bulunduğuna dikkat çekilmektedir. Çünkü bütün dillerdeki yeni ve faydalı kitaplar Osmanlı diline tercüme edilmektedir. Bu sebeple, Osmanlı dilini bilen birisinin, “çağı” da bileceği ifade edilmektedir. Rusça ise, Rus idaresi altındaki Türkistanlıların yaşayabilmeleri için, varlıklarını devam ettirebilmeleri için öğrenmek zorunda kaldıkları bir dildir.
Sart Sözi Mechûldür (Ayna, 1915, nu. 22,23,25,26, s. 314-315, 338-340, 386-388, 478-480)34 adlı makalede, Türkistanlıların soy itibariyle “Sart”ların torunları olduğu iddiasına cevap verilmektedir. Behbûdî Efendi, Rus müsteşrik Nikolay Petroviç Ostroumov’un “hiçbir delile dayanmayan” Sartlar adlı kitabına ve Rusların tamamen siyasî maksatlarla ileri sürdükleri bu yöndeki iddialarına cevap verirken tarihin hiçbir döneminde “Türkistan”da ve bütün “Turan”da bu adı taşıyan bir kavmin yaşamadığını kaydettikten sonra, Türkistan’da Türklerden başka sadece Tâcik ve Arapların bulunduğunu bildirmektedir. Behbûdî Efendi, Türkistan’da Sart adını taşıyan bir kavmin bulunmadığını izah ederken evvelce Semerkand’da yapılan cülûs merasimlerini hatırlatmakta ve şunları kaydetmektedir: “Türkistan’da meşhur olmuş doksan iki boyun içinde Sart yoktur. Hanlar zamanında, bu doksan iki boyun temsilci ve aksakalları, Semerkand’da toplanır ve yeni hükümdarı ‘han’lık tahtına oturtmak suretiyle ‘cülûs’ merasimini icra ederlerdi. (…) Köktaş, Emir Cihangir Timur Sâhipkıran’dan kalma taş bir tahttır ki, Türkistan’daki Türk halklarından doksan iki boyun aksakal ve diğer ileri gelenleri toplanır ve beyaz bir keçe üstüne bindirdikleri yeni hanı hepsi birden kaldırarak Köktaş tahtına oturturlardı. Bu andan itibaren han ve emir ilân edilip nakkâre ve boru çalınırdı. Emir, bu doksan iki boyun aksakallarına altın, hil’at, at ve tuğlar vererek biatlarını kabul ederdi. Hanlık tahtına oturtmadan önce doksan iki boyun aksakalları, âdetlere uyması için emirden söz alırlarmış. Bu ‘doksan iki’ sözü, halkın ağzında hâlâ mevcut olup atasözü hükmündedir: ‘Doksan ikinin içinde … dedi’, ‘burası doksan ikinin toplandığı yerdir, sözünü bilerek söyle’, ‘sen soyu bozuksun, şeceren doksan ikiye çıkmıyor.’ Timurnâme ve emsâli kitaplarda Sart adı, bu boylar arasında zikredilmemektedir. (…) Türkistan’ın herhangi bir çöl, dağ veya mâmur yerindeki altmış, yetmiş veya yüz yaşına girmiş birisinden ‘Sart’ sözü sorulacak olsa, bilmez. Fakat Alçın, Barlas, Tuyaklı, Kıpçak, Hıtay, Kavçın, Saray, Mangıt, Karakalpak, Miŋ, Yüz, Kırk, Oraklı, Aytamgalı, Koştamgalı, Nayman, Kaŋlı, Moğol ve bunlara benzer kabile ve boy isimlerinin meşhur olanları ve onların bitmez tükenmez şube ve dallarını bildikleri hâlde bu ‘meçhûl Sart’ sözünü asla telâffuz etmezler. Yaşlılar, filân kişi aslen Özbek veya Tâcik’tir, derler; asla Sart demez ve Sart’ı bilmezler, Sart denilen kabileden hiç haberleri bile yoktur. (.....) Türkistan halkından kendisini bilenlerin, mensup olduğu kabile veya boy ile o kadar sıkı münasebetleri vardır ki, bunlar arasında başka kabileye kız vermeyenler vardır. Kabilesinin ve yedi atasının adını bilmeyenlere, ‘kul, yani merkuk’35 derler.”
“Türkistan Tarihi” Kerek (Ayna, 1914, nu. 38)36 adlı yazıda, tarihin, “bir milletin ne şekilde ve hangi yolla terakkî ettiğini okuyup ibret almak veya hangi sebeplerden dolayı gerilediğini ve nihayet yıkıldığını öğrenerek istifade etmek” için bilinmesi gereken bir ilim olduğu belirtilerek Türkistan’ın ve Türklerin macerasını bütünüyle anlatan Türkçe bir eserin henüz yazılmadığı bildirilmektedir. Behbûdî Efendi, “Millî tarihimizi kim yazacak?” sorusuna cevap verirken son derecede zor bir iş olmakla birlikte “bu hizmeti, Türkistan tarihiyle âşinâ olmaya başlayan genç tarihçimiz muhterem Ahmet Zeki Velidî Efendi’nin kaleminden ümit ediyoruz” demektedir.
Tenkid-Saralamakdur (Ayna, 1914, nu. 32, s. 621-623)37 adlı yazıda, evvelâ tenkidin mahiyetinden söz edilmekte ve bunun şahsiyetçilik olmadığı bildirilmektedir. Behbûdî Efendi, Türkistan’da tenkit geleneğinin henüz teşekkül etmemiş olmasını, geri kalmışlığın en önemli sebeplerinden biri olarak değerlendirmektedir. Yanlışlıkların ortaya konulması ve kurumların ıslahından söz edilmesi, tepkilerle karşılanmakta ve bu da kalemlerin susmasına sebep olmaktadır. Bu, Türkistan’da eskiden beri var olan “razı olmamak” ve “hatırı kalmasın” hastalığıdır. Yazıda, mahkeme ve medreselerin ıslahından söz edilecek olursa ulemânın hatırı, tekkelerin ıslahından sûfî ve şeyhlerin hatırı, mekteplerin ıslahından muallimlerin, ticaretin ıslahından zenginlerin, yanlış âdet ve eğlencelerin ıslahından bahsedilecek olursa halkın hatırı kalır, denilmektedir. Yazıda, doğruya ulaşabilmek için tenkit mesleğinin geliştirilmesi ve bunun da şahsiyete hücum veya düşmanlık olarak anlaşılmaması gerektiği bildirilmektedir.
Hemen her konuda yazılar kaleme aldığı anlaşılan Behbûdî Efendi, Bizni Kemirgüvçi İlletler (Ayna, 1915, nu. 13, s. 338-342)38 adlı yazısında, bazı yanlış âdetler yüzünden Türkistanlıların günden güne fakirleştiğini, felâkete sürüklendiğini anlatmaktadır. Bunlar, “toy ve ezâ” (= düğün ve cenaze) törenleridir. Behbûdî Efendi, Türkistanlıların bunlardan başka nevruz başta olmak üzere diğer törenler sırasında da haddi aşan miktarda para, mal ve zaman israf ettiklerini söylemektedir. Yahudiler, gündüzleri işten kalmamak için cenazelerini bazen akşam üzeri defnederken Türkistanlılar toy ve cenaze törenleri için “haftalarca, hattâ aylarca” işten kalmaktadırlar. Bazıları, “evinde azığı, öküzü ve sağılacak sığırı olmadığı hâlde toy ve nevruz-ı kâfirî törenlerinde köpkeri39 oynamak için birkaç yüz som’a at satın almakta ve ona bir Hintli gibi âdeta tapınmakta”, her gün onun için masraf etmektedir. Bu duruma üzülen Behbûdî Efendi, yazısının sonunda okuyucularına nasihat ederken şunları söyler: “Din için, mescit ve mektep için akçe, servet, devlet gerektir. Toy ve taziyeye sarf edilen akçelerimizi biz Turanîler, ilim ve din yoluna sarf edecek olursak, en kısa zamanda Avrupalılar gibi terakkî ederiz, kendimiz gibi dinimiz de itibar görür, revaç bulur. Hayır, bugünkü hâlimize devam edecek olursak, din ve dünyada zillet ve meskenetten başka nasibimiz yoktur. Ey gören göz sahipleri, ibret alın!”
Behbûdî Efendi, görebildiğimiz yazılarının çoğunda eğitim meselesinden söz etmektedir. Muhterem Yaşlarga Mürâcaat (Ayna, 1914, nu. 41, s. 970-972)40 adlı yazısında, Türkistanlı gençleri, millî ihtiyaçlardan doğan bütün müşkül işlerde tek “merci” ve “ümit edilmeye müstehak” saymakta ve eğitim meselesine sahip çıkmalarını isteyerek muallim olmaya davet etmektedir. Çünkü Türkistan’da bu hizmeti verebilecek olanların sayısı son derecede azdır. Cedit mekteplerine gösterilen ilgi ise her gün artmaktadır. Muallim bulunduğu takdirde Türkistan’da her yıl yüzlerce yeni mektep açmak mümkün olabilecektir. Mektepler, açıkça görülmektedir ki, ilerlemenin başlangıcı, medeniyet ve saadetin eşiğidir. İlk mekteplerini zamanın şartlarına göre ıslah edip çoğaltamayan hiçbir millet, medeniyetten faydalanamaz. Çağdaş medeniyetten mahrum kalarak eğitimde reformu gerçekleştiremeyen bir millet, dünyada rahat ve huzur göremez, hayat kavgası verilen meydanda mutlaka mağlûp olur, ayaklar altında ezilir, dinî ve iktisadî işlerinde başkalarının esiri olur, milliyetini de diyanetini de kaybeder.
Tahsil Ayı (Semerkand, 1913, nu. 11)41 adlı yazıda, Türkistan şehirlerinin Ruslarla meskûn semtlerinde sabah saatlerinde iki sınıf halkın görüldüğüne dikkat çekilir. Bunlar, bembeyaz elbiseler içinde istikbâl için okullarına giden Rus, Ermeni ve Yahudi öğrencilerle kirli ve yırtık paçavralar içinde, yalınayak bir hâlde sırtlarında ağır yükler, ellerinde kazmalar, kürekler… hammallık ve amelelik edebilmek için kapı kapı dolaşan Türkistanlı gençlerdir. Yazıda, bu acıklı durumdan kurtulmak için çağdaş ilim ve mesleklere sahip olmaktan başka çare bulunmadığı ifade edilmektedir.
Ehtiyâc-ı Millet (Semerkand, 1913, nu. 26)42 adlı yazıda, başka milletlerin ayakları altında ezilmemek için Türkistan’daki mektep ve medreselerin, ticaretin ve her şeyin, zamanın şartlarına göre ıslah edilmesi zaruretinden söz edilmektedir.
Okuvçılarge Yardem Kerek (Ayna, 1914, nu. 31)43 adlı yazıda, başkalarının ekonomik ve kültürel emperyalizminden korunabilmek için çağdaş ilimlere sahip “Müslüman doktor, Müslüman mühendis, Müslüman hukukçu, ticarethanelerde Müslüman müdür, devlet dairelerinde Müslüman memur ve Müslüman bankacıların yetiştirilmesi” lüzumundan söz edilmektedir. Buna göre, Müslümanların dinî ilimlerle birlikte tıp ve siyaset ilimlerini de öğrenmeleri gerekmektedir. Zira meslek ilimlerini öğrenmek de dinî ilimler gibi farzdır. Bunun için “akçe” sahibi olanların, çocuklarını hiç tereddüt etmeden devlet mekteplerinde okutmaları, “cemiyet-i hayriyeler” kurarak topladıkları para ile zeki çocukların okuyabilmesi için yardım etmeleri lâzımdır. Şartların gerektirdiği insanları yetiştirmek için devlet mekteplerine, mekteplerin ıslahı için Orenburg, Kazan, Kırım, Kafkasya ve İstanbul mekteplerine, medreselerin ıslahı için Mekke, Medine ve Mısır’a öğrenciler göndermek gerekmektedir. Gençlerin himmet ve gayret, zenginlerin de şefkat ve merhamet göstermeleri icap etmektedir.
İbtidâiy Mekteblerniŋ Tertibsizligi yahud Terakkiyniŋ Yolı (Ayna, 1914, nu. 38)44 adlı yazıda, Buhara, Semerkand, Taşkent ve bütün Türkistan’daki ilköğrenim seviyesinde eğitim veren eski mekteplerin tertipsizliği söz konusu edilmektedir. Bu mekteplerde okuyan çocuklar, okuma-yazmanın dışında hemen hiçbir şey öğrenememektedirler. Bu durumdaki bir milletin elbette “hâli perişan, mazisi berbat, istikbâli karanlık ve ümitsiz” olacaktır. Bu sebeple eski mektep ve medreselerin mutlaka ıslah edilmesi gerekmektedir.
Bizge Islah Kerek (Necat, 1917, nu. 18)45 adlı yazıda, “Ah, zalim hükûmet ve misyonerler bize neler ettiler!?” denilerek çar hükûmetlerinin, idareci ve misyonerler vasıtasıyla mektep ve medreselerin işleyişini bozduğu, kadılık ve müderrislik kadrolarına ehil olmayanları getirdiği, Türkistanlıları zâhiren medenîleştirmek için “Russkiy-tüzemniy” mekteplerini açarak dünya ve âhirette bedbaht, yani Hıristiyan edecek misyonerlerin eline teslim ettiği ve yine bu mekteplerdeki Müslüman çocuklarını eksik eğitim vermek suretiyle “hayvanlaşmaya” mahkûm ettiği bildirilmektedir.
Sonuç Yerine
Müftü Mahmudhoca Behbûdî Efendi, dünyanın yeniden şekillendiği pek karışık bir dönemde yaşadı. İmparatorlukların yerinde millî devletlerin kurulmaya başlandığı bu dönemde, o da sömürge hâline getirilip her şeyiyle talan edilen ülkesini istiklâline kavuşturmak istedi. Bunun için cehaleti yenerek çağın gerektirdiği şartları taşıyan yeni bir nesil yetiştirmeye çalıştı, modern usûlde eğitim veren mekteplerin açılmasına önderlik etti, yeni ders kitapları hazırladı, Türkistan dışına öğrenciler gönderilmesi için gayret sarf etti, gazete ve dergiler çıkardı, yazılar yazdı, bütün kurumların ıslah edilerek modern hâle getirilmesi düşüncesini telkin etti, Türkistan Muhtariyeti’nin kuruluşunda görev aldı, Türkistanlı aydınları etrafında toplayarak istikbâl için yeni bir heyecan yarattı, eserleriyle yeni bir edebiyatın doğuşunu gerçekleştirdi, Rus hükûmetlerinin lehçe ve şive farklılıklarını istismar ederek laboratuar milletleri yaratmayı plânladığı yıllarda Türkistan’da konuşulan bütün dillerin esas itibariyle Türkçenin şubeleri olduğunu anlatarak kabile ve boy farklılıklarına dayanan iç çekişmeleri sona erdirip millî birliği sağlamaya çalıştı. Pek çok aydın gibi o da, hayatı pahasına da olsa, Türkistan Türklerine düşünce ve hayalleriyle yeni bir ruh, yeni bir heyecan kazandırmak için çırpındı. Bütün bunları yaparken Türkiye’nin tecrübelerinden de istifade edilmesi gereğine işaret etti.
Behbûdî Efendi’nin eserlerini verdiği yıllarda Türk birliği ideolojisinin revaçta olduğu malûmdur. Aynı dönemde bu yolda Türkiye’de ve Türkiye dışında yürütülen çalışmaları, yaşanan heyecanları hatırlamak gerekir. Yapılan incelemeler göstermektedir ki, Sovyetler Birliği’nin hüküm sürdüğü dönemde Türkiye’de de daima küçümsenen, alay mevzuu edilen ve hattâ suç sayılan bu çalışmalar, bu heyecanlar, nihaî hedefe ulaşmak bakımından bugün zannedildiğinden çok daha ileri bir merhaleye ulaşmıştır. Dil ve tarih çalışmaları, gazete ve dergi yayınları, Usûl-i Cedit mektepleri, kaynağını millî heyecandan alan yeni edebiyat, Rusya’nın ve Türkiye’nin yaşadığı şartlar ve bu şartların tabiî sonucu olan siyasî faaliyetler, Türk dünyasındaki aydınların birbirlerini tanımasını ve benimsemesini kolaylaştırmış, Gaspıralı İsmail Bey’in “dilde” ve “fikirde” birlik hayalini gerçekleştirmiş, “işte” birlik idealini gerçek olmanın eşiğine getirmiştir. Türk dünyası, Rusya’da Bolşevik ihtilâlinin yaşandığı 1917 yılında, ortak bir düşünceye sahip olmak ve bu düşünceyi gerçekleştirmek bakımından bugünkünden çok daha arzulu ve kararlı bir manzara arz etmektedir. Dünyanın yeniden şekillenme sancısı çektiği günümüzde, Türkiye’nin ve bütün Türk dünyasının kendi geleceği için yüz yıl geride kalan o dönemi çok iyi incelemesi gerekmektedir.