
Полная версия
Özbek Edebiyatı Yazıları
Türkistan Muhtariyeti’nin yıkılmasından sonra, fevkalâde muztarip bir hâlde Mayıs ayı başlarında Semerkand’a dönen Behbûdî Efendi, “Semerkand Müsülman Şûrâsı”nın tensibi üzerine bir süre Semerkand Maarif Müdürü olarak hizmet etmiştir. Kendisi, Mehnetkeşler Tâvuşı gazetesinin 27 Ağustos 1918 tarihli nüshasında yayımlanan yazısında ifade ettiğine göre, bu görevde iken mektepler hakkında bazı lâyihalar kaleme almış, ancak kısa bir süre sonra kendi sağlık ve çiftçilik işlerini mazeret göstererek istifa etmiş; fakat istifa talebi kabul edilmediği gibi Bütün Türkistan Maarif Müdürlüğü görevine getirilmek istenmiş, bu teklifi de sağlık problemleri sebebiyle geri çevirmiştir. (s. 32)
Behbûdî Efendi, maarif müdürü olduğu sırada Semerkand’da büyük çapta yağma-talan hadiseleri vuku bulur, birçok masum insan hapse atılır. Ağır tazminatlarla karşılaşan ve dinî inançları sebebiyle hakaretlere uğrayan halk, yerini yurdunu terk ederek kaçmak zorunda kalır. Behbûdî, bu olanlara karşı bir çare bulmak ümidiyle Türkistan Sovyet Hükûmeti yetkilileriyle görüşmek üzere Taşkent’e gider. Fakat hükûmet yetkilileriyle olan görüşmelerinden hiçbir sonuç elde edemez. (s. 33) Onun maarif müdürlüğünden istifa etmesinin asıl sebebi herhâlde bu hadiseler olmalıdır.
Bolşeviklerin Türkistan’la ilgili korkunç niyetlerinin farkında olan ve bütün hayalleri yıkılan Behbûdî Efendi, 25 Mart 1919 günü, perişan bir hâlde Semerkand’dan ayrılır. Ne yapmak ve nereye gitmek istediği hiç kimse tarafından bilinmeyen Behbûdî, bunu takip eden günlerde Şehrisebz’de tutuklanır. Onun bu yolculuğundan da, tutuklanmasında da kimsenin haberi olmaz. Hakkında yazılan bütün eserlerde, onun esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolduğu kayıtlıdır. Dönemin önde gelen şair ve yazarlarından Sadriddin Aynî, 25 Mart 1922 tarihli Zerefşan gazetesindeki yazısında, Behbûdî ile olan son görüşmesini şöyle anlatır: “1919 yılı Şubat ayında Taşkent’e gidip döndü. Semerkand muallimlerini mektep programından ve Taşkent’teki ilmî vaziyetten haberdâr etmek üzere muallimler meclisini toplantıya çağırdı. Bundan sonra sokakta karşılaştığımızda, toplanmasını istediği meclise kendisinin niçin gelmediğini, günü belirlenecek ikinci toplantıya gelip gelemeyeceğini sordum, biraz hastayım, iyi olursam, vaktim olursa haber veririm, dedi.” Prof. Begali Kâsımov, prensip sahibi böyle aydın bir insanın, toplanmasını bizzat kendisinin istediği bir meclise gelmemiş olmasına ve bu durumu izah edememesine, bundan sonraki toplantı hakkında da müphem bir cevap vermesine dikkat çekerek o günlerde Behbûdî Efendi’nin etrafında bir takım esrarengiz işlerin dönmüş olabileceğini düşünmektedir. (s. 33-34)
Behbûdî’nin ortadan kaybolduğuna dair ilk haber yazısı, Semerkand’dan ayrıldıktan yaklaşık bir ay kadar sonra, 23 Nisan 1919 tarihli Mehnetkeşler Tâvuşı adlı gazetede Hacı Muin imzasıyla yayımlanır. Aynı yazı, daha sonra İştirâkiyyûn gazetesinde de neşredilir. Hacı Muin, yazısını, halk arasında anlatılan bir takım rivayetlere dayanarak kaleme aldığını bildirmektedir. Bu yazıda ifade edildiğine göre, Behbûdî Efendi, Mart ayı sonlarında Merdankul Şahmuhammedzâde, Muhammedkul Orakbayoğlı ve Türkiyeli muallim Naim Efendi’lerle birlikte Moskova veya başka bir yere gitmek maksadıyla yola çıkmışlar, Buhara toprağından atla geçerken Karşı şehrinde yakalanmışlar, bazı rivayetlere göre de vahşîce öldürülmüşlerdir. Dedikoduların giderek artması üzerine Mehnetkeşler Tâvuşı gazetesi, 30 Kasım 1919 tarihli nüshasında, İstanbul’da okumakta olan Semerkandlı Temürhan adlı bir gencin verdiği bilgileri, Hacı Muin’in açıklamalarıyla beraber neşreder:
“Temürhan Efendi’nin bildirdiğine göre, Behbûdî Efendi’nin Buhara toprağında hapsedildiği haberi, Bakû’da hemen duyulmuştur. Bakû’da ikamet eden Türkistanlı Saidnâsır Mircelâlov adlı bir zât, Buhara’dan Behbûdî hakkında bilgi almak istemiş, serbest bırakılması için teşebbüste bulunmuş, ancak bu hususta hiçbir netice elde edememiştir.” (s. 34)
Prof. Begali Kâsımov, eserinde, Behbûdî’nin bu son seyahatiyle ilgili olarak farklı kanaatlerin bulunduğunu belirtmektedir. Bunların birincisine göre Behbûdî, hacca gitmek üzere yola çıkmıştır. İkinci kanaate göre ise, Rusya’da bolşevizme karşı mücadele eden muhalif gruplarla birlikte Amerika devlet başkanı Wilson’un teklifi üzerine İstanbul önündeki Marmara adalarında toplanacak olan bir konferansa katılmak için Semerkand’dan ayrılmıştır. Plâna göre Behbûdî Efendi, Bakû’da Saidnâsır Mircelâlov ile buluşacak ve İstanbul’daki konferans mahalline gidecektir. Münevver Kaarî ise bu bahse dair 21 Aralık 1929 tarihli beyanında, 1917 yılında, Türkiye’deki İttihâd ve Terakkî Partisi’ne üye olan Behbûdî ile beraber Merdankul Şahmuhammedzâde, Ubeydullah Hocayev ve Saidnâsır Mircelâlov’un hep birlikte Türkiye’ye gitmek istediklerini yazmaktadır. Türkistan Muhtariyeti hükûmetinin vekilleri olan bu zâtlar, dünya kamuoyu önüne çıkarak Rusya’daki bolşeviklerin Müslümanları katlettiğini, tamamen imha etmeye yönelik bir siyaset izlediğini gözler önüne sermek istemektedirler. Ancak sovyet hükûmeti, Buhara emiri vasıtasıyla bu teşebbüse mani olmuş, Behbûdî Efendi’yi de katlettirmiştir. Naim Kerimov’un yazma hâlindeki Behbûdiyniŋ Soŋgi Seferi adlı eserinde bildirdiğine göre Behbûdî, “kızıl Rusiyanıŋ Buhara elçihâne hizmetçisi Ötkin vasıtasıla emir tamanıdan tutıldı, (…) emirniŋ Karşı şehrindegi valiysi Nuriddin Ağalık tamanıdan 25 Mart 1919 yılda vahşiyâne öldirildi.” (s.35-36)
Begali Kâsımov, bu durumu değerlendirirken sovyet hükûmetinin Behbûdî Efendi’nin öldürülmesi suçunu Buhara emirine yıktığını ve Türkistanlı gençlerle birlikte sahte göz yaşı döktüğünü, böylece emire karşı gençlerde nefret ve öfke hissi peyda ederek Buhara’nın sovyetleştirilmesini çabuklaştırdığını, en önemlisi de böyle bir operasyonla, Türkistanlı Ceditçileri etrafında toplayarak kendisi için önemli bir tehdit unsuru hâline gelen Behbûdî gibi itibar sahibi cesur ve akıllı bir düşmanından kurtulduğunu söylemektedir. (s. 36)
Müftü Mahmudhoca Behbûdî Efendi’nin yakalandıktan sonraki günleri ve öldürülmesi hakkında Hacı Muin Şükrullahoğlı’nın 29 Mart 1921 tarihli Mehnetkeşler Tâvuşı gazetesinde yayımlanan “Müfti Mahmudhoca Hazretleriniŋ Kanday Şehid Bolganlıgı ve Anıŋ Tamanıdan Yazılgan Vasiyetnâme” adlı yazısı, büyük önem arz etmektedir. Daha sonra, İnkılâb dergisinin 7 Ocak 1922 tarihli 1. sayısında da yayımlanan bu yazı, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından hemen önce, 16 Eylül 1988 tarihli haftalık Özbekistan Edebiyatı ve San’atı gazetesinde de neşredilmiş, bunlardan başka Milliy Uyganış ve Özbek Filologiyası Meseleleri (Taşkent 1993) adlı muhtelif makalelerden meydana gelen kitaba da dâhil edilmiştir. Bu konuda tek kaynak kabûl edilen yazıya göre Behbûdî Efendi’nin son günleri şu şekilde cereyan etmiştir:
Behbûdî, yol arkadaşları ile beraber 25 Mart 1919 günü Buhara toprağına geçmişler ve Emir Âlimhan’ın adamları tarafından şehit edilmişlerdir. 1921 yılı Mart ayında, Buhara’dan Taşkent’e gelen Hacımurad Hudayberdioğlı, Behbûdî ile arkadaşlarının Karşı şehri valisi Togaybek tarafından nasıl şehit edildiklerine dair bilgi getirmiştir. Bu Hacımurad adlı zât, Buhara inkılâbının başladığı günlerde, hükûmet tarafından görevli olarak Semerkand’dan Şehrisebz ve Kitab taraflarına gönderilmiş, yine görevi sebebiyle Karşı şehrine geçmiş ve bu bölgede altı-yedi ay kadar hizmet etmiş, bu süre içersinde birçok hadiseye de şahit olmuştur. Hacımurad, işte bu görevi sırasında, Karşı valisine bir süre hizmetkârlık eden Ferganalı on yedi yaşlarındaki Sâdıkcan’dan Behbûdî ve arkadaşları hakkında bilgi edinmiştir.
Sâdıkcan’ın anlattıklarına göre, Behbûdî ile arkadaşları, Şehrisebz’de yakalandıktan tahminen iki ay sonra Karşı şehrine getirilmişler ve birkaç gün zindanda yatırıldıktan sonra da Togay-bek tarafından şehit edilmişlerdir. Karşı zindanında bulundukları sırada valinin birinci hizmetkârı ve zindancıbaşısı olan Ahmet ile diğer hizmetkâr Sâdıkcan, Behbûdî ve arkadaşlarıyla sık sık görüşmek sûretiyle onların kimler olduklarını öğrenmişler ve nihayet Behbûdî’nin sohbetlerinden de etkilenerek onlara yakınlık duymaya başlamışlardır.
Bir gün, bu hizmetkârların ricası üzerine vali Togaybek, Behbûdî ile arkadaşlarını huzuruna çağırtarak, “Siz niçin tutuklandınız?” diye sormuş. Behbûdî’nin, “Biz Beytullah’ı ziyaret etmek üzere yola çıkmışken emirin adamları, siz Ceditçisiniz, kâfir ve casussunuz, diyerek bizi tutukladılar. Eğer tetkik edilecek olursa, suçsuz olduğumuz anlaşılacaktır” cevabını vermesi üzerine Togaybek, “Siz Ceditçi ve kâfirsiniz. Buhara emirine isyan edenler, sizin meslektaşlarınız değil miydi? Sizi öldürmek lâzım. Siz, kurtulmak için Beytullah’a gitmek bahanesine sığınıyorsunuz.” karşılığını vermiştir.
Zindancıbaşı Ahmet, bu ithamlara tahammül edemeyerek Behbûdî Efendi ile arkadaşlarının herhangi bir haksızlığa uğramamaları için meselenin tahkik edilmesini isteyince, öfkeye kapılan Togaybek, “Şimdi anladım ki sen de Ceditçiymişsin; çünkü onlara arka çıkıyorsun. Öldürülecek olan Ceditçi üç kişiydi, seninle dört oldu, seni de öldürmek lâzım” diyerek adamı tehdit eder. Togaybek, görüşmenin sonunda Behbûdî ve arkadaşlarıyla beraber zindancıbaşı Ahmed’in de hapsedilmesini emretmiş ve yakında Buhara emirinden gelecek fermana göre bunların öldürüleceğini bildirmiştir. Bunun üzerine Behbûdî Efendi ayağa kalkarak, “Biz ölümden korkmuyoruz, bilâkis hak yolunda ölmeyi kendimiz için şeref sayıyoruz. Doğruluk ve inkılâp yolunda sadece biz değil, daha pek çok kişi şehit olacaktır,” cevabını verdikten sonra tekrar zindana atılırlar.
Sâdıkcan, bu görüşmeden birkaç gün sonra Buhara emirinden vali Togaybek’e öldürme emrinin geldiğini, Behbûdî Efendi’ye haber verir. Behbûdî Efendi de bunun üzerine kendisiyle beraber arkadaşlarının da imzaladıkları meşhur vasiyetnamesini kaleme alarak Sâdıkcan’dan bunu her ne sûretle olursa olsun Semerkand’a ulaştırmasını rica eder. Behbûdî, vasiyetnamesinde şunları kaydeder:
“Ey, Türkistan’ın maarif işleriyle meşgûl olan ülküdaş ve oğullarım! Ben kendim bir mahkûm olsam da sizleri bir an olsun aklımdan çıkarmıyorum ve sizlere vasiyet ediyorum: Beni seven ülküdaşlarım! Benim sözlerime kulak veriniz! Biz iki aydan beri Buhara şehirlerinde mahkûm olarak dolaştırılıyor ve son on günden beri de bir yerde (Karşı şehrinde), bu zalimlerin elinde bulunuyoruz. Ceditçi olarak adımız kâfire çıktı. Hizmetkârlar arasında adımız casusa çıktı. Buradan kurtulmamız pek mümkün görülmüyor. Ülküdaşlarım Sıddıkî (Aczî), (Sadriddin) Aynî, (Abdurrauf) Fıtrat, (Münevver) Kaarî ve Ekâbir Mahdum ve oğullarım Vedud Mahmud, Abdülkâdir Şekûrî!
Sizlere vasiyet ediyorum: Maarif yolunda gayret gösteren muallimleri himaye ediniz! Maarife yardımcı olunuz! Ortadan nifakı kaldırınız! Türkistan’ın çocuklarını ilimsiz bırakmayınız! Her ne yaparsanız milletle birlikte yapınız! Herkese âzatlık yolunu gösteriniz! Buhara toprağına tez zamanda kılavuzluk ediniz! Âzatlığı tez zamanda gerçekleştiriniz! Bizim kanımızın hesabını zalim beylerden sorunuz! Maarifi, Buhara toprağında yaygınlaştırınız!
Bizim adımıza mektepler açınız! Biz o zaman kabrimizde rahat uyuruz. Benim oğullarıma selâm söyleyiniz. Bu arkadaşlarımın evlâdından haberdâr olunuz! İşbu vasiyetlerimi yazıp Ahmed’e verdim.”
Hacı Muin Şükrullahoğlı’nın söz konusu yazısında haber verdiğine göre, vasiyetnamenin yazılmasından üç-dört gün sonra vali Togaybek, Behbûdî Efendi ile arkadaşlarının Ahmet’le birlikte öldürülmelerini emreder. Bu emir üzerine mahkûmlar, zindanın yakınındaki bir bahçeye götürülürler. Dört mezar hazırlanır. Behbûdî ile arkadaşları abdest alıp namaz kılmak isterler. Buna müsaade etmeyen cellât, evvelâ Mahmudhoca Behbûdî Efendi’nin, sonra da diğerlerinin başını keser. Cinayetin ardından görevliler, cesetleri kazdıkları çukurlara, yerleri belli olmayacak şekilde gömerler.
Vali Togaybek’in mahremi olan Sâdıkcan, başından beri şahit olduğu bu hadiseyi, mahkûmlara karşı yakınlık hissettiği için küçük bir deftere kaydetmiş; ondan da dostu Hacımurad istinsah ederek Maarif Kurbanları adını verdiği üç perdelik bir piyes yazmıştır. Hacımurad’ın bildirdiğine göre Sâdıkcan, Şehrisebz, Kitab ve Guzâr taraflarında, Buhara emirinin başlattığı isyan sırasında 21 Aralık 1920 günü, isyancılar tarafından öldürülmüştür. Onunla birlikte, cinayeti kaydettiği defter ile vasiyetnamenin aslı da yok olmuştur.
Mahmudhoca Behbûdî Efendi’nin öldürüldüğü haberi, Semerkand’da tam bir yıl sonra duyulmuş ve 1920 yılı Nisan ayında bütün Türkistan matem etmiştir. (s. 36) Sadriddin Aynî, Abdurrauf Fıtrat, Süleyman Çolpan gibi şairler, Behbûdî’nin arkasından mersiyeler yazmışlardır. Sadriddin Aynî, Behbûdiy Rûhıga İthaf adlı şiirinde teessürünü şu mısralarla dile getirmiştir:
“Seni mundın buyan Turan köralurmu, köralmasmu? Seniŋ misliŋni Türkistan tapalurmu, tapalmasmu? Sen, ey üstâd-ı âlî-şân, ediŋ acîbe-i devrân,Atıŋnı tilge her insan büyük hürmetle almasmu? Seniŋ târihî devrânıŋ, seniŋ âsâr u irfânıŋ,Seniŋ nâmıŋ, seniŋ şânıŋ cehân kaldıkça kalmasmu? Seniŋ köksüŋ çökülgenmü, seniŋ beliŋ bükülgenmü? Seniŋ kanıŋ tökülgenmü? Munı heç kim soralmasmu? Başıŋnı kesdüren kâtil, u bed-tıynet, u sengîn dil, Hudâdan ger ese gâfil, halâyıkdan uyalmasmu? Vatan evlâdı yâd etdi, seni hürmetle şâd etdi,Ve lekin intikâmıŋnı alalurmu, alalmasmu?.................................Senge rahmet, senge gufrân Hudâyim yetkazalmasmu?!” (s. 219-220)Sadriddin Aynî, Behbûdiy Efendini Esge Tüşirib, Katl ve Katlgâhge Hitâben adını taşıyan şiirinde de Behbûdî’nin katledilmesinden duyduğu öfkeyi, şu öç alıcı mısralarla dile getirmektedir:
“Ey medfen-i insâniyet, ey maktel-i ahrâr!Ey merkez-i vahşâniyet, ey mehmen-i eşrâr!..................................Kan tök, yene kan tök, yene kan tök!Kan seli bilen âkıbetü’l-emr, yarıl, çök!Kan tök de, çömül kanğa! Yıkıl kanğa! Boğul, öl! Tâ kanğa bulğanmasın âzâde birar kol!..................................Ey kâtile, ey fâcire, ey fitne-i Turan!Turan eli fitneŋ ile bolsunmı perişân?!...................................Kur’ânnı, şeriatnı ayağ astıda bastıŋ,Behbûdiy kebi dâhi-yi Turannı da astıŋ!Baş kes, yene baş kes, neçe kün keyf ü sefâ sür! Lekin köziŋi aç! Kelesi künleriŋi kör!....................................Bir kün kelür elbet, kelür elbet, kelür elbet!Ey hâine! Öç almağa âcizlere nevbet!” (s. 220)....................................Abdurrauf Fıtrat ise, Behbûdiyniŋ Sağanasını İzledim şiirinde şu mısralarla göz yaşı dökmektedir:
“Çökmişdi yer üzre âlem tosuğı, Öksüzlik baykuşı kanat kakardı. Batuvda kızarıb turğan bulutdan Ezilgen köŋlümge mâtem yağardı. Haksızlik şehriniŋ kan hidli yeli Armânım güliden bir yaprak üzüb, Baharsız çöllerge savurıb koydı.......................”18Süleyman Çolpan da Mahmudhoca Behbûdiy Hâtırası adlı şiirinde, “aziz atam” diye hitap ederek onun arkasından göz yaşı döker:
“......................Aziz atam, kolımdagi güllerniŋ Mâtem güli ekenligin bilmeysen.Şâdlik güli köpden beri solgenin, Yer astıda pâk rûhıŋla sezmeysen.Ene saçdım kalbimdegi güllerni, Termak üçün çakıramen kollarnı.” 19Mahmudhoca Behbûdî Efendi’nin katledildiği Karşı şehrine, 1926-1937 yılları arasında on bir yıl müddetle Behbûdiy adı verilmiş, fakat Behbûdî’nin asıl hüviyeti unutturulmak istenmiştir. Şehre adının verildiği 1926 yılından itibaren Behbûdî’nin öncülük ettiği Ceditçilik hareketine mensup aydınların hepsi, sömürgecilik ve ruslaştırma politikalarını, her türlü zorbalığı ve sınıf kavgalarını reddettikleri için karşı ihtilâlci, vatan haini, halk düşmanı gibi çok ağır ve haksız ithamlara maruz kalmışlar, takibata uğramışlar, hapsedilmişler ve hattâ sovyet ideolojisine doğru “kette burılış” yılı olarak ilân edilen 1929 yılından itibaren öldürülmek sûretiyle “milliy uyganış” adı verilen aydınlık Cedit dönemi hafızalardan tamamen silinmek istenmiştir.
Mahmudhoca Behbûdî Efendi’nin Eserleri
Behbûdi Efendi’den geriye eser olarak bir piyes, ders kitapları ve çeşitli dergi ve gazetelerde neşrettiği yazıları kalmıştır. Ancak yukarıda da ifade edildiği gibi onun kaleminden çıkan ve yüzlerce olduğu tahmin edilen yazıları üzerinde henüz etraflıca bir çalışma yapılmamıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra başlayan yeni dönemde, Ceditçi şair ve yazarlara bugün Özbekistan’da özel bir ilgi gösterilmesine rağmen Behbûdî’nin dergi ve gazete koleksiyonlarında unutulan yazıları, maalesef bugüne kadar toplanarak bir araya getirilmemiştir. Dolayısıyla bu bölümde, Behbûdî’nin Pederküş adlı piyesi ile temin edilebilen yazılarından söz edilecektir.
1. Pederküş Piyesi
Mahmudhoca Behbûdî Efendi’nin edebiyat tarihi bakımından en önemli özelliği, bütün Türkistan’da tiyatro yazarlığını başlatmış olmasıdır. Onun bir idealist olarak tiyatroya ve tiyatro edebiyatına alâka göstermiş olmasının eğitimcilikle doğrudan bir ilgisi bulunmaktadır. Eğitim hakkındaki düşüncelerini, sahne vasıtasıyla halka duyurmak istemesi ve yazdığı Pederküş adlı piyesinin seyirci üzerinde fevkalâde tesir uyandırması, diğer kalem sahiplerinin de dikkatini çekmiş; bunun tabiî sonucu olarak Türkistan’da ilk doğuşundan itibaren çok canlı bir tiyatro edebiyatı ortaya çıkmıştır. Tiyatro, Ceditçilerin halka yakınlaşmalarında, halkın gündelik hayatına ve fikir dünyasına nüfuz etmelerinde ve kendi fikirlerinin yayılmasında büyük kolaylıklar sağlamıştır.20 Başka bir ifadeyle, devrin şartları karşısında kendi fikirlerini yaymak için yeni bir edebiyat yaratan Ceditçiler, piyes yazarlığı ile sahne faaliyetlerini, ülkülerini gerçekleştirme yolunda çok önemli bir vasıta olarak değerlendirmişlerdir.21
Behbûdî Efendi, 1911 yılında, Pederküş yâhut Okımagen Balanıŋ Hâli (Baba Kâtili yahut Okumayan Balanın Hâli) adlı üç perde dört sahneden ibaret ilk millî piyesi yazmış, fakat eser, sansür idaresinin izin vermemesi yüzünden iki yıl boyunca yayımlanamamıştır. Bunun üzerine Behbûdî, eserini, 1812 yılında Moskova’nın 124 kilometre batısındaki Borodino sahrasında cereyan eden Rus-Fransız savaşının Rusların zaferiyle sonuçlanmasının 100. yıldönümüne ithaf edince, Pederküş piyesi, Tiflis sansür idaresinin 23 Mart 1913 tarih ve 19940 sayılı kararındaki “Tiflis sansür idaresinin izniyle Kafkas ülkesi sahnelerinde temsil edilmesi mümkündür” hükmüne istinaden 1913 yılında Semerkand’da risale hâlinde neşredilmiştir.22
Eserin yayımlanması, bütün Türkistan’da millî tiyatronun doğuşunu müjdelemesi bakımından büyük önem taşımaktadır. Aynı yıl Semerkand’da Behbûdî Efendi, Taşkent’te ise Münevver Kaarî ile Abdullah Avlânî, Pederküş piyesini sahneye koymak üzere çalışmalara başlarlar. Ayna dergisinin 1913 tarihli 10. sayısındaki “Semerkandda Tiyatru” başlıklı haber yazısında, bu eserin sahneye konulması ile ilgili olarak şu bilgiler verilmektedir: “Semerkandnıŋ Özbek ve Tatar yaş ve terakkiyperverleri bir bolıb, Özbekçe ‘Pederküş’ ve Tatarça ‘Aldaduk hem Aldanduk’ eserlerini Semerkand Kıraathâne-yi İslâmiyesi nef’iga 1914 yıl 15 Yanvar akşamında Semerkandda koymakçi boldılar ve hem uşbu gayretli Özbek ve Tatarlar birleşib Hokand ve Buhara ve özge Türkistan şeherlerinde milliy tiyatrlar körsetmakçidürler ki, niyet ve gayretleri şâyân-ı şükrânedür. İdârege kelgen mektublarge karagende Hokand ve Taşkendde hem ‘Pederküş’ fâciasını sahnede koymak üçün meşk kılmakda emişler. Egerde gayretlik yaşlar milliy tiyatrga rivâc berseler, yene başka eserler de tertib ve neşr kılınur.”23
Pederküş, ilk defa 15 Ocak 1914 günü Semerkand’da sahneye konulmuştur. 320 kişilik tiyatro salonuna, 50 kişilik yer ilâve edilmiş ve biletlerin tamamı yüksek fiyatla önceden satılmıştır. Buna rağmen birkaç yüz kişi de bilet bulamadığı için tiyatrodan geri dönmek zorunda kalmıştır. Bazıları oyunu ayakta seyretmeye bile razı olmuş, fakat bunun için de yer bulunamamış; görevlilerin yakın bir tarihte piyesin mektepler yararına tekrar edileceğini ilân etmesinden sonra dışarıda kalanlar dağılmışlardır. Oyunun rejisörlüğünü, bir rivayete göre Azerbaycanlı Aliasker Askerov, başka bir rivayete göre de Mahmudhoca Behbûdî Efendi bizzat kendisi yapmıştır. Perde aralarında, Semerkand’ın meşhur hâfız (hânende)larından Hacı Abdülaziz koşuklar okumuştur.24
Eserin Semerkand’da 7 Mayıstaki ikinci temsilinden elde edilen 235 som’un 110 som’u mektep ıslahına, 35 som Cambay’da Molla Muallim Kâmil idaresindeki mektebe, 15 som Bâğışamal mektebine, 15 som Buhariy köyündeki Molla Corabay mektebine, 25 som Rus mektebinde okuyan Müslüman öğrencilere, 35 som Molla Muallim Abdülkâdir mektebine bağışlanmıştır.25
Pederküş piyesinin temsillerinden elde edilen gelirler, daima Cedit mektepleriyle diğer eğitim kurumlarına, “hayriye cemiyetleri”ne, basın faaliyetlerine ve diğer kültür hizmetlerine tahsis edilmiştir. Nitekim Semerkandlı oyuncular, aynı eseri Hokand’da da Cedit mektepleri menfaatine sahneye koymuşlar ve toplanan 604 som’dan, kendi geçimlerini farklı meslek ve işlerden temin ettikleri için sadece yol parası almışlardır. Ancak Behbûdî Efendi’nin ve çevresindeki Ceditçilerin bu hayırlı niyetlerine mukabil, bazı tiyatro toplulukları da eserin kazandığı şöhretten istifade ederek yazarından izin almaksızın para kazanmak için veya başka maksatlarla Pederküş piyesini sahneye koymuşlardır. Bu durumdan haberdar olan Behbûdî Efendi, kendisinden izin alınmasını talep ettiği Ayna (nu. 47) dergisindeki yazısında şöyle diyor: “Bazılarının yazdıkları mektuplarda haber verdiklerine göre, tiyatro bazen mektep veya cemiyet faydasına sahneye konulduğu hâlde parası belirtilen yerlere sarf edilmemektedir. Ayrıca tiyatro akşamları edep dışı hareketler meydana gelmektedir. Bu sebeple mecbûren ilân ediyoruz ki, bundan sonra piyesi sahneye koymak isteyenler, önce sahibinden yazılı izin alarak hangi maksatla sahneye koymak istediklerini bildirsinler, ondan sonra harekete geçsinler.”26
Behbûdî Efendi, “ibretnâme” adını verdiği tiyatroda, “hilâf-ı edeb” hareketlere izin verilmemesi için de gayret göstermiş, Doğu ve Batı ülkelerini gezerek tiyatronun bazen gönül eğlendirme, bazen de büyük sosyal ve manevî eğitim ve tefekkür vasıtası olduğunu görmüş ve kendisi de bunlardan ikincisini tercih etmiştir. Milletin istikbâli için tiyatroyu en geniş tesirli silâhlardan birisi olarak değerlendirmiş ve diğer Ceditçilerden de bunu talep etmiştir.27 Behbûdî’nin tiyatrodan gözlediği maksadı ve genel olarak Ceditçi yazarların tiyatro anlayışı, önemli bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır: “İnsanlar, tiyatroya hoşça vakit geçirmek için gelirler; fakat buradan fikir sahibi olarak çıkmaları lâzımdır.” Onların bu tiyatro anlayışı ile onlardan yarım asır kadar önce Mukaddime-i Celâl’i kaleme alan Nâmık Kemâl’in görüşleri arasında tam bir benzerlik bulunmaktadır.
Behbûdî Efendi’nin piyesi, 27 Şubat 1914 akşamı, Taşkent’te, 2.000 kişilik Kolizey salonunda, “Taşkent Müsülman Cemiyet-i İmdâdiyesi faydasıga” sahneye konulmuştur. Temsilden önce Münevver Kaarî Abdürreşidhanov, sahneye çıkarak “Türkistan” dilinde henüz bir tiyatro oynanmadığı için bazılarının buna “oyınbazlik” veya “masharabazlik” gözüyle baktıklarına ve hâlbuki tiyatronun mânasının “ibrethâne” veya “uluğlar mektebi” olduğuna dair bir konuşma yapmıştır. Münevver Kaarî, aynı konuşmasında, tiyatro sahnesinin, her tarafı aynalarla kaplı bir eve benzediğini, orada herkesin kendi “hüsn ve kabihligini, ayb ve noksanını” görerek ibret aldığını ve aktörlerin de birer “tabîb-i hâzık” olduklarını ifade etmiştir. Pederküş piyesi, Taşkent’te de büyük alâka uyandırmış, salon tamamen dolmuş, müşterilerin önemli bir kısmı, Semerkand’da olduğu gibi kapıdan dönmek zorunda kalmıştır.28
Piyesin bu başarısı, başka şehirlerdeki gençleri de gayrete getirmiş, onlar da kendi tiyatro gruplarını kurmak üzere harekete geçmişlerdir. Ayrıca maddî imkânsızlıktan kıvranan ve hattâ yer yer kapanan Usûl-i Cedit mekteplerinin ihtiyacı olan parayı temin etmek için bu faaliyetler bir zaruret hâline gelmiştir.29
Türkistan’da Ceditçilerle Kadimciler arasındaki kavga, mekteplerden sonra tiyatro meselesinde de şiddetli bir hâl almıştır. Kadimcilerin tiyatroya karşı tavır almaları, bu sanatın gelişmesinde problemler çıkarmıştır. Daha çok din adamları ve dinî ilimlerle meşgûl olanlardan meydana gelen Kadimciler, modern tiyatro faaliyetlerini, eski temâşâ sanatı gibi “masharabazlik” olarak değerlendirmişlerdir. Bu sebeple Ceditçilere, Behbûdî Efendi’nin eserine izafeten “Pederküşler” (= Baba Kâtilleri), “Masharaçiler” gibi adlar verilmiş; halk arasında, “Pederküşler, hükûmet tarafından tutuklanıyormuş” şeklinde dedikodular yayılmıştır. Namangen’de Abdilkâdirhoca adlı bir zengin, halkı gençler aleyhine tahrik etmiş, tiyatro ile meşgûl olanlara bakkal ve diğer esnafın hiçbir şey satmaması ve hattâ berberlerin onları tıraş etmemeleri için faaliyette bulunmuştur. Buna benzer karşı hareketler, başka şehirlerde de cereyan etmiştir.30