
Полная версия
Unutmağa Kimse Yok
“Ona deyin, bulaşıklarını alsın hemen gitsin. Burası benim yerimdir, yoksa…”
Öteki kızın hiç umurunda olmadı bu tehdit:
“Ona deyin, bulaşıklarım ne zaman biter o zaman da giderim. Yer kimsenin değil. Yerin adı yok.”
Küs kızlar hırsla ark suyuna basıp yıkamaya başladılar bulaşıklarını. F. Q. ki dilbilimciydi, onun dikkatini bu “yerin adı yok” sözü çekti ve bu tartışmanın devamını da dinleyebilmek için adımlarını yavaşlattı. Bu kızların birbiriyle böylesine tavır koyarak konuşmalarının bir nedeni olduğu açıktı; bunlar kesinlikle ya komşu idiler ya da aynı sınıfta okuyorlardı, ama arkadaş oldukları kuşkusuzdu. “Vay, vay, bunlara bir bak” F. Q.’nin dudak uçlarında bir gülümseme göründü. Mübariz Efendi kendi içine dalmış çevreye aldırmadan gidiyordu, kızlar umurunda bile değildi. Aslında onlar da kızların umurlarında değildi, zira kızlar fena halde birbirlerine takmışlardı. Bu tartışmanın sonunu köprüden artık iyice uzaklaşmış olan F. Q. kulağının ucuyla belli belirsiz işitebildi:
“Kim ilk geldiyse yer onundur. Yerin adı yok. Ona deyin ki yer gök yıkılsa da ben Ahmet’i unutacak değilim.”
“Ona deyin ki yer gök yıkılsabile ben de Ahmet’i unutacak değilim. Bir de ona deyin ki benim işim acildir, bu akşam Cebbar öğretmen bize misafir gelecek. “Cebbar Öğretmen” adı özel bir iftihar ve gururla seslendi. “Anlaşıldı. Bunlar Ahmet her kimse onu paylaşamamışlar.”
“Ona deyin ki benim işim daha acildir. Babam bu akşam yemeğini evde bizimle beraber yiyecek.”
Ark kenarındaki kızların ve yıkanan bulaşıkların hırslı ve şakırtılı sesleri artık işitilmez oldu. Yanından geçtikleri bahçede bir ağaçta iki serçe hasretle birbirine kısılıp öylece kalmışlardı, bu defa onların ötüşü kızların sesinin yerine geçti. Serçelerin sesine neredense gelen sığır böğürtüleri karıştı. Köpekler geri kalır mı “ses verip” bir iki ağız havladılar. Artık karanlık hızla çökmeye başlamıştı. F. Q. deminki allı güllü geniş etekli kızın söylediği “yerin adı yok” sözünü beyninde çekiştire çekiştire: “Yerin adı var mı yok mu? Mekânın adı o mekânı anlamak bağlamında bize ne verir?” sorusuna dönüştürmedi mi dönüştürdü ve yanı başında ayağını çekerek yürüyen, mendilini cebine koymadan sık sık yüzünün, boynunun terini silen Mübariz Efendiyi aniden ve kesinlikle unutarak ta Behram Emminin evine kadar kafasında bu soruyla (“ne alaka?) boğuşa boğuşa gitti. Mübariz Efendi yanında Karadeniz’de gemileri batmış gibi suratını asmış yürüyen F. Q.’ye alttan alta dikkat ediyor, olası kuşkulara son vermek istiyordu, ama içine doğmuştu: “Bu okuyacak.”
* * *Behram Emminin köyün yukarı başında arkasını Venk dağına dayamış evini görünce F. Q. ona içinden“çoban kalpağı” adını taktı. Yatmış devin karnı altında bir “çoban kalpağı”. “Kızcağız haklı değilmiş, yerin adı var; en azından bir adı olmalıdır, yoksa o yer, yer değil.” Mübariz Efendi başıyla (belki de uzun burnuyla) evi gösterdi, soluklanıp durdu. F. Q.’yi dürttü. Bavulunu artık uyuşmuş olan sağ omzundan eline alan F. Q. yol arkadaşının “çoban kalpağına” gizli bir kıskançlıkla baktığını sandı.
“İşte avlu, kendisi de avludadır.”
Eve yaklaşıp dikenli çitin ortasında bulunan ama bu çitten pek de seçilmeyen kapıyı Mübariz Efendi açmak istediğinde kapı aniden ve kendiliğinden açıldı. F. Q. şaşırmaya zaman bile bulamadı, kapının öteki tarafında kafasında (tam tepesinin ortasında) alalı bir takke, üzerinde uzun kollu kare desenli gömlek olan, uzun boylu yaşlı bir adam göründü. Bir hayli munis ve halim ifadeli yüzü vardı, sesi de halim yüzüyle tam bir uyum içindeydi. Bu adam onları bekliyordu.
“Ya, siz hoş geldiniz. Buyurun. Geçin, geçin.”
Başında takke, sırtında kürk bir yelek, beyaz sakalını kaşıya kaşıya Behram Emmi bir kenara çekilip misafirleri avluya aldı. “Şehirden gelmişe benzedi.”
Mübariz Efendi zor fark edilen bir babacanlıkla F. Q.’yi bir kolu ile az kalsın zorla kucaklayarak kendinden önce avluya soktu. Behram Emmi kapıyı kapattı, sürgüsünü çekti ve o an kapı yeniden dikenli çitin bir parçası haline geldi. Avlunun ortasında büyük bir ağacın (Karaağaç’ın) altında geniş bir kanepeye benzeyen, zaten kanepe olarak kullanılan, yarı yuvarlak bir iskemle, karşısında düz kare bir tahta masa vardı. Behram Emmi konuklarını tam ağacın altına buyur etti.
“Gel evlat, geç otur. Mübariz, geç, buraya geç. Oturun, oturun. Ben şimdi…”
Behram Emminin sesindeki nevazişi akşamüzeri Venk dağının bu avluya “özel olarak” gönderdiği serin esinti gibi hissetmemek mümkün değildi. Sonralar F. Q. dikkat edip gördü, Behram Emmi ciddiyken de mavi gözlerinin dibindeki nurlu tebessüm hiç eksik olmuyordu; gözlerinin dibinde sanki çırayanıyordu.
Artık her yan karanlıktı. Evin ışığı zayıf olsa da Karaağacın altına kadar aydınlatıyordu. İki dakika oldu ya da olmadı, Behram kişi elinde servis tabağı (sini), tabağın içinde (sinide) çay bardakları evden dışarı çıktı. Terasta kaynayan semaverden (“Semaveri ne zaman ateşledi?”) demliye su aldı, “şimdi, hemen, hemen” diye mırıldanarak getirip “Ufaklık” diye ad taktığı bu kocaman (azman) ağacın altındaki düz kare biçimli masanın üzerine bıraktı tabağı (siniyi).
Tam iki yıl önce, kendisi azacık şaşırıp kalsa da köy içinde gururlanarak dolaşan Behram Emminin evi de bahçesi de Dil ve Tefekkür Enstitüsü çalışanları tarafından “istila” edilip asıl “askeri karargâh” haline gelmişti. Venk dağının tam göbeğinde, yüz yıllardan beri dağı bir kuşak gibi saran, ömür boyu üzerine basıp geçtikleri patikanın sağ tarafında (sol taraftaki kaya parçası Behram Emminin evinin üzerine uzanan o kuzgun gagası idi) bir mağara bulunmuştu. Mağaranın içinde dört duvar boyunca garip işaretler görmüş ve elbette ki bu işaretler konusunda gereken yerlere bilgiler iletilmişti. Bu bilgiler dönüp dolanıp sonunda Dil ve Tefekkür Enstitüsüne kadar ulaştı.
Önce Enstitüden birkaç kişi geldi. Mağaraya yakın olması nedeniyle (mağaraya ilk giren kişi de bir başkası değil ta kendisiydi) Behram Emminin evine yerleştiler. İşini gücünü bir günlüğüne bırakan Profesör de kalkıp şehirden buraya gelmişti. İşte o zaman görecektin Behram Emminin gururunu ve Mübariz Efendinin suratının mosmor oluşunu. Ne kadar ısrar etse de Profesör hangi stratejik (bizzat kendisinin kullandığı sözdü– stratejik) gerekçeler yüzündense Behram Emminin avlusundan dışarı çıkmamıştı (belki Behram Emminin yalnızlığı, bu kadar konuksever oluşu hoşuna gitmişti, belki başka bir sebep vardı… Kim bilir?). Profesörün bu kişiye rağbeti açıkça ortadaydı, gece yarısından sonraya kadar devam eden sohbet sırasında ona içini açarak şöyle demişti:
“Behram, bu yazının okunması çok önemlidir, bunu sana diyorum çünkü görüyorum sen beni anlıyorsun; neyin pahasına olursa olsun onu okumamız lazım… İnan bana bunun için hayatımı bile veririm.”
Behram Profesörün bu azmine hayran kalmıştı, bu hayranlık yüzünde, gözünde, hareketlerinde, sözlerinde açıkça görülür, hissedilirdi. Behram’ın Venk dağıyla ilgili anılarını ilgiyle dinleyen Profesör “bu adam asıl sır dağarcığıdır” diye düşünmekten kendini alamıyordu. O geceden sonra Behram’a özel bir saygı göstermeğe başladı, köydeki tüm işlerini onun vasıtasıyla ve yardımlarıyla yapmaya karar verdi. Mağaraya yazıyı incelemek için gelenler Profesörün yönlendirmesiyle doğrudan Behram Emminin evine gelmeğe başladılar. İlk konuklar da Behramlarda kaldılar ve mağaradaki yazıların resimlerini çektikten sonra (bu resimler onların üzerinde başka koşullarda, masabaşında, misal şehirdeki Enstitüde çalışabilmek içindi) şehre geri dönünce Behram Emmi avludaki Bozlar adlı köpeğini gizemli bir tavırla alıp mağaranın içinde bir köşeye bağlamıştı zincirle. “Fazla giren çıkan olmasın.”
Behram Emmi gayet iyi anımsıyor; ilk defa köye gelip bu yazıların kopyasını çıkarırken evinde misafir olan yaşlı ve asık suratlı bir hoca vardı, ona (Cafer Hoca’ya) sabahleyin durup dururken dedi ki, bu desenler sanki çiçektir, çiçek leçekleridir, bu yazı aynen çiçeğe benziyor. Gerçekten de öyleydi. Görünce içinden tam da şunu söylemişti: “Aynen çiçektir bunlar, çiçekli yazıdır bu.” O zaman asık suratlı Cafer Hoca bir söz söylememiş, sanki Behram Emminin dediklerini duymamıştı. Sonradan Enstitü çalışanlarından olduğu bilinen ama kimliği kesin olarak tespit edilemeyen birisinin sözüyle herkes bu yazıyı Çiçekli Yazı olarak adlandırmaya başladı. Önce çok kişi bu yazının isim babalığı iddiasında oldu ama bir şey çıkmadı, çünkü bu ad yavaş yavaş Profesörle ilintilenmeğe başladı. Bundan memnun kalan Profesör ne “evet” ne de “hayır” dedi. Ama suskunluk zaman içinde o kadar anlamlı oldu ki, Enstitü mensupları yavaş yavaş “bu kadar güzel bir adı bu adam koymayıp da kim koyacaktı” gibisinden bir düşünceyle “biat etti” ve böylece Profesör bu yazının isim babası oldu. Aslında Behram Emmi de bunu Profesör köyden ayrıldığında bavuluna koyduğu çiçek bal gibi helallik ve açık yüreklilikle kabul etti.
Yazının adı gerçekten cuk diye oturmuştu, yazıdaki (bunu yazının kopyasını çıkaranlar söylüyordu)işaretler, gerçekten de çiçek leçeklerini anımsatıyordu; her işaret bir leçekti. (Behram Emmi bu adı nereden bulmuştu, kendisi de anlamıyordu). Leçeklerin sayı değişiyor, çiçeklerin uzunluğu kısalığı, inceliği kalınlığı değişiyordu, ama yine de her işaret bir çiçekti, başka bir şey değildi… Zaman zaman çok ağır kokular salgılayan mağaranın pürüzlü, girintili çıkıntılı taş duvarına boydan boya kazınmış renksiz birer çiçekti, uzunca bir çiçek çelengiydi.
Şehirde ise olaylar hızla gelişmekteydi.
Gizemli Çiçekli Yazıyı okuma işine ilk başta Enstitünün bu işe heves eden tüm çalışanları aynı zamanda girişti. Bu çok sessiz, gürültüsüz, bazen gizli, sanki kendiliğinden gelişen bir süreçti; araştırmalara komşu Enstitülerin aksakallı ve karasakallı mensupları da katıldı. Tarih Enstitüsü ile Arkeoloji Enstitüleri ise özel bir gayret sarf etmekteydiler. Konuyla ilgili gelişmeler arapsaçına dönmüştü.” Her kafadan bir ses çıkıyordu. Sonunda Profesör bu gürültüden, bu dedikodulardan yorulunca bir karar aldı; Çiçekli Yazıyı ayrı ayrılıkta değil herkes bir arada ortak bir gayret ve irade sergileyerek okumalıdır. (Böyle bir kararı alma hakkı vardı, çünkü Çiçekli Yazıyla ilgili ilk bilgiler ona rapor edilmişti; buradan da Çiçekli Yazıyı öncelikle Dil ve Düşünce Enstitüsü’nün bulduğu yönünde bir sonuç çıkmaktaydı).
Başka bir çıkar yolları kalmadığı için tarihçiler bu öneriyi kabul ettiler ve bir de ek öneri getirdiler. Bu ek öneriyi ilk başta olmasa da sonunda profesör de (herhalde daha önceki iki okuma girişiminin başarısız olması onun pozisyonunu sarsmıştı) kabul etmek durumunda kaldı. Ek öneri şöyle özetlenebilirdi; Yazıyı okuma hakkını elde edebilmek için iddia sahibinin önerdiği yöntem adı geçen enstitülerin (Yazma Eserler Enstitüsü az kalsın unutulmuştu, oysa onlar da işin içindeydi) Birleşik Bilim Kurulu’na sunulacaktı. En fazla takdir alan ve kabul gören önerinin sahibi ancak böyle bir tartışma sonrasında ortak bir karar çerçevesinde yazıyı yerinde incelemek (kopya çıkarılırken bazı yanlışlar yapılmış olabileceği söz konusuydu) ve okuma çalışmalarını yapabilmek için köye gönderilecekti. Kendi geliştirdiği yöntemi konusunda Bilim Kurulunda çok kişi sunum yaptı. Birleşik Bilim Kurulu toplantıları enstitü başkanlarının katılımıyla yapıldı. Sunum ve tartışmalar gerilimli (ilgi, merak, hırs, sertlik vs.) geçti. Her iddiacı kesin kazanmak ümidi olmasa da, en azından “kendini göstermek”, bilim ideallerine “çıkar gütmeden” hizmet ettiğini bir daha sergilemek için elinden geleni yaptı. Bu tartışmalar sonrasında son söz ise hep Profesör tarafından söylendi. Profesörün özel bir sempatiyle yanaştığı, “Çiçekli Yazı tanımlamasını ilk defa Profesörden duydum” sözünün sahibi F. Q.’yi içtenlikle ve özel bir gayretle desteklemesi, Bilim Kurulu üyelerinin de uzun tartışmalar ve danışmalar sonrasında onu seçmelerine neden oldu. F. Q.’nin önerdiği yöntem aslında çok sadeydi (hatta ‘basit’ bile denebilirdi) ve şöyle özetlenebilirdi; incelemeleri bilinen tüm yazı sistemlerinden yalıtarak Çiçekli Yazının kendi kodlarını, kendine özgü iç düzenini bulmak gerekirdi. Diğer çözümleri önerenler ise günümüzde var olan ya da artık ölüp gitmiş yazı tiplerinden hareket etmeği önermekteydiler. Bu tür bir yaklaşımı kabul etmedi F. Q. Anahtar sözcüğü arayıp bulmak… F. Q.’nin önerdiği çözüm yönteminin özü bundan ibaretti. Ne Latin, ne Pehlevi, ne de eski Türk işaretlerinden yardım almadan bu kendine özgü yazı örneğini çözebilmek F. Q.’ye göre mümkündü ve hatta tek çareydi. F. Q.’nin önerdiği ve Profesörün fedakârca savunduğu yöntem birçok tartışmalar (özellikle tarihçiler ki kendi ideolojik önderleri, beyazlamış kaşlarının yukarıya doğru kalkık uçlarıyla aslanları anımsatan ve sert mizacıyla bilinen Ordinaryüs Profesör Aslanzde’nin bazen gizli bazen açık direnişine rağmen onlar oy birliğiyle Pehlevi yazısına öncelik tanımaktaydılar) sonrasında yavaş yavaş herkesin ilgisini çekmeğe başladı. Bu büyük bir başarıydı. O andan itibaren mesai arkadaşları, hatta öteki enstitülerden tanıdık ve tanımadık meslektaşlar ona gizli bir gıpta duygusu karışık sempatiyle (kimi yapay kimi gerçek) bakmaya başladılar. Geleceğin bilim adamı olarak kariyerinin temeli böyle atılıyordu. Böylece saygın enstitülerin birisinde Bilim Kurulu onun yöntemiyle ilgili kararını (Aslanzade’nin deyimiyle “çaresiz kalarak”) verdikten ve F. Q. de büyük bir coşkuyla tebrikleri kabul ettikten sonra bu genç araştırmacı büyük bir hevesle Venk dağının eteğindeki köye gitmek için hazırlıklara başladı.
“Ne alaka? Bu Bilim Kurulu konusu da nereden geldi aklıma?” F. Q. Behram Emminin masaya koyduğu peynirden bir miktar lavaşın arasına alıp dürüm yaptı, çayını yudumlayarak onun mavi, gülüş saçan gözlerine baktı ve aslında ne söylediğini işitmeden tahmin ettiği sorusuna böyle yanıt verdi:
“Bilemiyorum. Ama hayır, çok zor.”
Kalbi neredeyse duracaktı Mübariz Efendinin, yine yerinde kıvrandı, dikkatle F. Q.’ye baktı; gerekirse buracıkta içtenlikle ant içebilirdi ki F. Q. Behram’ın sorusunu duymamıştı. Ama verdiği yanıt (az önce muhtarlıkta olduğu gibi) tam yerine denk gelmişti. Şaşkınlığını asla hissettirmemeğe çalışan Mübariz Efendi elindeki çay bardağını özel bir itinayla masaya bıraktı. Behram Emmi ise çayını keyifle yudumlayarak F. Q.’ye şunu sormuştu:
“Bu işin peşinden köye senden başka da gelen olacak mı yoksa sen yalnız mı olacaksın evladım?”
“Bilemiyorum. Ama çok zor.”
Soruyu soran ses çok uzaktan, derin bir vadinin dibinden geldi. Sorunun gerçek anlamını ise Behram Emminin gözlerinin dibindeki tebessüm açıkladı. Bu tebessümü ilk gördüğü andan beri onun “esiri” olan F. Q. önce tebessümün bu kişiye ait olmadığını düşündü, kimdense (başka birisinden) borç almış, ama buna çok da takılmadı (“nedir ne değildir, kimindir, kimin değildir – önemlisi şu ki içtendir”). F. Q. bu güzel tebessüme karışık bir tebessümle karşılık verdi; yani gülümsüyor mu sırıtıyor mu pek anlaşılamadı. Kendi suratı F. Q.’ye böyle oyunlar oynardı zaman zaman. “Genç araştırmacı” Mübariz Efendinin titremeğe başlayan ellerine bakarak (bu adamı hiç beğenmedi; “insanın yüzüne bakmıyor”) onun durumunu fark edince gizli bir keyif almadı değil: “Evet, Mübariz Efendi iyice afallamış.” Afallayan Mübariz Efendi ise tam da şu an buracıkta F. Q. ile Behram arasında bir “gönül anlaşması” yapıldığını hissetti ve Mübariz Efendi böylece F. Q.’yi “kaybetti”.
“Okuyamaz inşallah.”
“Hayır okuyacak.”
* * *Behram Emmi mağarayı bayağı özelleştirmişti; fiili durumu böyle de değerlendirmek mümkündü. Bozları alıp mağaraya zincirlemesi (Çiçekli Yazının işaretlerini mi koruyacaktı?) aslında kem gözlere yönelik sert bir mesajdı. Mesajın görünmeyen yanı ile bir işimiz yok, görünen yanı ise şu anlamı ifade ediyordu: “Mağara ben olmadan girilmez. Mağara ile şehirden gelenler arasında aracı benim. Mağara ile kimsenin işi olamaz, mağara benliktir.” Ama insaflı olmak lazım, eğri oturup doğru konuşalım, Behram Emminin böyle davranmaya hakkı vardı, zira mağarayı bulan da aslında Behram Emminin (daha doğrusu Bozlar’ın) ta kendisiydi. Önünde köpeği dolambaçlı bir patikayı takip ederek komşu Kamışlı köyüne giderken (köpek için sakatat alacaktı, Kamışlıda mal kesmişlerdi) Çoban Kalpağının tam tepe noktasına gölge salan Kuzgun Gagasına geldiklerinde köpek tuhaf bir sesle sızlanmaya başladı, bir adım bile ileri gitmek istemedi. “Acaba kurt mu var nedir?” diye Behram Emmi hep yanında taşıdığı Alman bıçağını (Eryen onu savaştan döndüğünde getirmiş ve Behram Emmiye hediye etmişti) çıkarıp açtı, ama Bozlar yerleri koklaya koklaya aniden patikanın sağ tarafına çalılıkların bastığı zar zor fark edilen bir kaya parçasının önüne doğru zıpladı. Hayvan arka ayakları üzerine kalkıp ön ayaklarıyla kayanın altındaki deliği kapamış çalılıkları inatla eşmeğe başladı. Köpeğin sakince mırıldandığını fark eden Behram Emmi meselenin kurtla bir ilgisi olmadığını anladı, bıçağını büküp cebine soktu. Yakına gelip çalılıkların arasını dikkatle inceledi ve kaşları çatıldı. Aman Allah’ım defalarca yanından (sadece kendinin değil, tüm köy halkının ve bu arada Bozlar’ın da) o taraf bu tarafa geçip gittiği bu çalılıkların arkasına saklanan bir şey ona “gel, gel” dedi. Bu sert dikenli çalılıkları elleriyle bir şekilde aralayıp birdenbire ortaya çıkan kapı büyüklüğünde, evet, küçük bir kapı büyüklüğünde boşluk (mağaranın girişini) gördü. Mağara böyle bulundu.
Mübariz Efendi ise olayın özüne, şöyle diyelim, mültefit olmadı: “Mağara da ne ki? Venk dağında belki onlarca böyle mağara var. Şimdi kalkıp da bunu korumaya alacak değiliz ki…” Koşarak yanına gelen Behram’a da kayıtsız bir tavırla şunu söyledi:
“Git Behram, git işlerine bak. İşin gücün yok mu senin?”
“Sana söylüyorum Mübariz, burası sıradan bir yer değil. Bak sonra pişman olmayasın.”
“Olmam. Ne var ya bu mağaranın içinde, seni böyle heyecanlandıran?” Ama Mübariz Efendinin deminki kayıtsızlığının yerini bir merak almaya başladı Behram’ın uyarısından sonra.
Behram Emmi başlangıçta karanlık nedeniyle (karanlık da tam bir zifiri karanlıktı) hiçbir şey fark edemedi. Çifte fener gibi titreşen ve Bozlar’ın gözlerinin dibinden fışkıran ışık dışında burada hiçbir şey görülemiyordu. Behram Emmi korkak bir insan değildi ama kalbinin sesinin sanki kulaklarını delmeğe başladığını hissedince yine eli cebine doğru uzandı, Alman bıçağının çelik gövdesi karanlıkta parladı. Behram Emmi elleriyle havaya dokunuyormuş gibi, etrafı incelemeğe başladı, mağaranın sınırlarını belirlemeye çalıştı. Aniden mağara girişinin arkasınca galiba kapandığını anımsadı. “Bunun girişi çalı çırpıyla kapandı, ah, ah, içeri girmeden çalı çırpıyı temizlemem gerekirdi. Şimdi buradan nasıl çıkarım Allah’ım?”
Gerçekten de mağaranın girişi Behram Emmi ile Bozlar’ı içeri aldıktan sonra sert mi sert çakırdikeni ve yabanenginarı çalılıklarıyla kendini yeniden kapatmıştı. “Bu ne iş? Böyle bir şey hiç görmedim.”
Köpeğe seslendi:
“Bozlar, Bozlar, gel güzelim, gel çıkar beni buradan. Nerede kaldı bizim bu viraneye girdiğimiz delik?”
Köpek akıllı bir köpekti, kulakları dimdik durdu, Behram kişinin ondan ne beklediğini sesinden anladı, etrafı kokladı, mağaranın girişini çabucak buldu, arka ayakları üzerine kalkıp mırıldandı. Köpeğin gözlerindeki ışığa doğru giden Behram Emmi içeri girdiği deliği görebildi. Çakırdikeni çalılıkları Behram Emminin çok yakınındaymış. Zorlanarak, ellerini dikenler sıyırarak kendine ve köpeğine yol açtı, bir şekilde dışarı çıktıktan sonra içi rahatladı. Her taraf sakin ve aydınlık doluydu. Yalnız kuşların ötüşü ara sıra bu sessizliğin içinde yankılanıyordu. Zifiri karanlık mağara ise sanki hiç yoktu, olmamıştı. Bir iki tane “tanıdık” arı vızıldadı, uçup gitti. “Allah’ım şükür, çok şükür. Bu aydınlık geniş dünya bize dar olacaktı.” Behram Emmi rahatlayıp içini çekti.
Behram Emmi ilk gün mağara konusunda kimseye bir şey söylemedi. Evinde oturdu, çok düşündü çok taşındı. İçinin derinliklerinde bir ses bunun sıradan bir mağara olmadığını, burada neyse bir iş olduğunu, asıl olayların ileride yaşanacağını ısrarla söylüyordu. Bütün geceyi içi burkularak geçirdi. Huzursuzluğu sabaha kadar sürdü. Sabah açılır açılmaz yine Bozlar’ı yanına alıp Kuzgun Gagasına çıktı. Bu defa yanına bir balta almıştı; baltayla mağaranın girişini çalılardan temizledi. Ama bunun bu denli zor olacağını hiç düşünmemişti. Venk dağında biten çakırdikeni çalılıkları (böylesine çivi gibi dikenleri olan baş belası çalılıklara başka bir yerde rastlamak imkânsızdı) balta darbelerine inatla direniyor, eğiliyor, yaralanıyor, kırılıyordu. Ama bir yerlerden, yukarıdan aşağıdan çıkan yeni kalın sürgünleri dikenli kollarıyla Behram Emminin yüzüne gözüne sarılarak (ki takkesini iki kere kayıp yere düşürdü) sanki onu kucaklamak istiyordu. Çok uğraştı, sonunda bir kişinin sığabileceği kadar bir yol açtı. Artık mağaraya cesaretle girebilirdi. İçerisi önceki (dünkü) gibi zifiri karanlık değildi. Mağaranın çalılıklardan arındırılan girişinden ışık topağı, kendini suçlu bilen hasretliler gibi içeri nasıl sokulduysa burada artık nasıl derler göz gözü görmeğe başladı.
Mağara ne büyüktü ne küçük; beş altı adım uzunluğu ondan bir kadar az genişliği vardı. Rahat edemeyen Bozlar sürekli etrafı koklamaya başladı. Zayıf bir nem kokusu dışında başka koku yoktu. “Hayır, sıradan bir mağaraya benzemiyor burası. Ama yakın zamanlarda insan ayağı değen bir yere de hiç benzemiyor. Ama yine de… Masum bir yer değil burası.”
Var böyle canlı varlıkların ayağı değmeyen mağaralar. Venk dağında da vardı onlardan. Behram Emmi zaten dağın başından eteklerine dek her nar varsa – kayalıklar, uçurumlar, mağaralar – tamamını kendi bahçesi kadar iyi biliyordu. Belki de kendisine bir yerlerden bir taş parçası getirip verseydiler, gözleri kapalı parmakları arasında inceleyip hangi kayanın hangi mağaranın taşı olduğunu şaşmadan söylerdi. Ama burası farklı bir yerdi. Burası hem tanıdığı bir yerdi, onlardan birisiydi, hem de değildi. Ana ne işse bu mağara daha önce Behram Emminin hiç hoşuna gitmedi. Kulak çınlatan korkunç bir sessizliği vardı. Aniden duvarda bir şeylere takıldı Behram Emminin bakışları; orada nakışlara benzeyen işaretler olduğunu fark etti. Dikkatini topladı, yakına geldi.
* * *Behram’ın az kalsın zorla mağaraya sürükleyip getirdiği Mü-bariz Efendi mağaranın taş duvarı boyunca zarif nakışlar gibi yan yana dizilmiş garip işaretleri görünce, durumu anladı; mesele düşündüğü gibi değildi, bir hayli ciddiydi. Bu yeni bulunan mağara konusunda kesinlikle ilçe merkezine bilgi vermek gerekirdi. Öyle yaptılar.
Bundan sonra yaşananlar bir film şeridi gibi hızlandı. Beklenmedik bir şekilde mağara köy halkının dikkatini çekti. Herkes gelip bu işaretleri kendi gözleriyle görmek istedi. Bir hafta sonra köyü dolduran Dil ve Düşünce Enstitüsü çalışanları ise köylülerin yanında birbirileriyle konuşurken (onlara duyura duyura): “Sonunda bu halkın da tarihi bulundu, açığa çıkarıldı, şimdi bunu okuduktan (onlar ‘deşifre etmek’ tabirini kullanıyorlardı) sonra bütün dünya bilecek, biz kimiz, nereden geliyoruz ve nereye gidiyoruz.” Bu sözleri dikkatle dinleyen bazı köylülerin merakı kamçılanıyordu, ama onlar hâlâ bu garip nakışların bir yazı gibi okunabilmesine değil inanmak, hatta bir bakıma komik buluyorlardı. “İşaretler ne kadar okunmaz olursa” bunu uzmanlar söylüyordu “demek ki tarihi de bir o kadar eskidir. Biraz bekleyin, göreceksiniz Venk dağı, Venk köyü böylece dünyanın en ünlü tarihsel mekânlarından birisi olacak.” Köyde herkes mağarayla yatır mağarayla kalkıyordu. Her evde, kahvehanede, postanede, Radyo meydanında, sözün kısası her yerde herkes mağarayı tartışıyordu. “Bu ne yazısıdır, tarih bize ne diyor, ne demelidir vs. vs.” Sert çakırdikeni çalılıkları kısa süre içinde moda haline gelerek bahçelerin çitlerine eklenmeğe başladı (gidip dağdan kesip getiriyorlardı). Hatta bir ara gizemli bir söylenti de yayılmadan önce ana rahmindeyken öldü: “Mağaranın ruhu var.” Bunu bir kere birisi söyledi ama yaşlısı genci herkes buna güldü ve kimse inanmadı. Ama söz suda batan cinsten bir söz değildi ve bir süre sonra başka bir yerde yeniden ortaya çıktı.
Mağarayı az kalsın buluşma yeri yapmak isteyen köy gençleri ile öğretmenler (onlar ise sadece öğrencilerin buraya gelmelerini istiyorlardı) Dil ve Düşünce Enstitüsü çalışanlarının ısrarı üzerine bir daha mağaraya yaklaştırılmadı. Meselenin bayağı bir ciddi olduğunu herkes hissediyordu artık.
Arada bir ilçe merkezinden makam sahibi kişiler mağaranın girişine kadar gelir, orasına burasına bakır, sonra Kuzgun Gagasından aşağı köyü seyredir, ama Mübariz Efendinin ısrarlarına rağmen mağaraya girmezlerdi. Sanki yüzü taş kesilen Behram Emminin dilsiz itirazını hissediyorlardı. Ya da başka bir şeyden mi çekiniyorlardı? Bu arada köyde bir cenaze de kaldırıldı. Gulamhüseyin öğretmen ölmüştü.
“Artık beklemek doğru olmaz.” Behram Emmi sabah erkenden Bozlar’ı alıp mağaranın bir köşesine zincirledi. Bozlar henüz ufacık enikliğinden beri Behram kişideydi, onun bahçesinde büyümüştü. Bozları ona Venk dağının öteki tarafındaki köyden dostu Medet kirve getirip hediye etmişti. Behram Emmi Bozları seve seve “maralım” diye hitap ederek beslemişti, hizmet etmişti; birbirlerine çok ısınmışlardı, şimdi onu alıp mağaraya zincirledikten sonra (“Böyle gerek, maralım, böyle gerek”) geri dönmeğe ayaklarını ikna edemiyordu. Gözlerinin köpeğin par par parlayan gözlerine sataşmamasına çalıştı. Ne görebilirdi ki? Bozların ona dikilen gözlerinde sadakatten ve aydınlıktan başka hiçbir şey göremezdi.