bannerbanner
Unutmağa Kimse Yok
Unutmağa Kimse Yok

Полная версия

Unutmağa Kimse Yok

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 6

“Bak. Ben elli yıl sigara içtim. Benden dört veya beş yaş büyüktür Mübariz, ilk defa onunla dersten kaçtık. Aynı okuldaydık…” Behram Emminin bakışları uzaklara, “Olayların Ufkuna” takıldı.

“Behram Emmi yine Olayların Ufkuna baktın, hayrola?”

“Olayların Ufku” adını Karaağacın dal dal, yaprak yaprak bizden saklamaya çalıştığı (gerçi bazen bu dallar ve yapraklar aralanarak o ufukları görmemize imkân veriyordu) uzak tepeliklere yarı şaka yarı ciddi ben takmıştım. Elbette orası ufuk olmasına ufuktu, ne kadar istesen de oraya ulaşmak imkânsızdı, ama gözle izlenebilecek kadar da yakındı. Bu uzak ve yakın mekânın değişmeyen bir özü vardı: Hiç… Olayların Ufku ve Hiç… Bunların birleştiği noktada neyse bir şey yaşanıyor mu? Aslında Olayların Ufkunda hiçbir şey yaşanmaz. Hayır, doğrusu şöyle olacaktı; Olayların Ufkunda “Hiç” yaşanıyor. Bunun dışında… Yine de Hiç. Biz orada yalnız kendi istediklerimizi, kendi hayal edebildiklerimizi “görüyoruz”. Orada ise sadece bir “Hiç” var. Orada zaman yok, hafıza yok, sağ yok, sol yok… Aşağı yukarı da yok. Orada “Hiç” yaşanıyor ve “Hiç” ancak orada yaşanabiliyor. Olayların Ufku budur işte.

“Acep ad bulmuşsun… Olayların Ufku.” Gülümsedi ve bir an düşündükten sonra tekrar konuştu: “Evet, ben ne anlatıyordum evlat? Elli yıl sigara içtim ama bıraktığımda hemen bıraktım. Bıraktım gitti. Yavaş yavaş, azaltarak bırakmak isteyenler ancak kendilerini kandırıyorlar.”

Bu paragraf romanın bir bakıma özetidir ve onu çağdaş doğa felsefesi bağlamına oturtmaktadır. Böylece, roman “olay örgüsü”, “karakterler” gibi metinle ilgili kavramları aşarak, insanın ve fani dünyanın evrendeki yerini tartışmaya açıyor. O andan itibaren de düşünmesini bilen okuyucu (başka okuyucuların bu romanı okumasını tavsiye etmem) romanın mevcut metninden kopuyor… Bu noktadan sonra romanı okuyucu davam ettirir ve ya roman kendi kendini yazıyor. Amma nereye kadar? Bence sonsuza kadar. Aslında bu fikir de bana ait değil, “olayların ufku” adlandırılan olgunun özü budur: her şey orada biter ve hiç bir şey bitmez. Zira onun başka bir adı da “kara deliktir”… Enerjinin yutulduğu ve hiç bir şeyin geri dönemediği delik. Varlığı iç içe daireler olarak düşünürsek, bunların merkezindeki daire kara deliktir. Onun çevresinde iki başka daire daha var. En kenardaki daire sükûnet (“barış/huzur”) bölgesidir; ikinci dairede ise hareket var, burada hayat devinir ve buradan zaman zaman bir şeyler koparak kara deliğe yuvarlanır… Ve ışık hızıyla dönmeğe başlar. Oraya düştükten sonra geriye dönmek artık imkânsızdır, yani orası bir yokluk “mekân”ıdır. Teorik olarak geriye dönebilmek için ışık hızından daha büyük bir hız gerekir. Amma doğada böyle bir hız olmadığına (ve ya şimdilik bilinmediğine) göre kara delik her şeyi yutan ve yok eden bir yerdir. Neden “şimdilik bilinmediğine göre” dedim? Çünkü bazen (mecazi de görünse) düşünce hızı bu dönüşü gerçekleştirebilir. Şöyle ki bir şeyi kara delikten kurtarmak onu yoktan var etmek demektir. Bu ise yaratmak eylemidir. Yaratıcı düşünce, yaşamı ölümün pençesinden, ışığı karanlıktan vs. kurtarabilen insandır.

“Unutmağa Kimse Yok…” romanında Olayların Ufku bizi bir anlamda kara deliğin kenarında tutarak, olmuşları ve olabilecekleri göstermektedir. Bu dünyada var olmamış, yaşanmamış şeyler eslinde onların hiç olmadığı anlamına gelmez… Sadece ufkun ötesinde, kara deliktedirler. Her an oradan kurtularak gerçekleşebilirler. Romanda paralel dünyalar anlayışı ve değişik zaman–mekân dilimleri tam da bu fiziksel-felsefi temele dayandırılmıştır. Yazar o kadar elverişli bir teknik uygulamış ki, bir nevi elini uzatarak olayların ufkunun öteki tarafından istediği (o an için lazım olan) şeyi alıp bize gösterebilmektedir. Bizim hiç yaşanmadığını, olmadığını ve olamayacağını sandığımız şeyleri “yoktan var etmekte”, yeni baştan yaratmaktadır. Bu noktadan başlayarak romanın aslında bir canlı varlık olduğunu anlıyoruz. Canlı olan her şeyin de özerk bir yaşamı var, kendini destekleyebilir. Yukarıda “bu noktadan sonra roman kendi kendini yazıyor” derken bunu durumu kastetmiştim.

***

Romanda metnin sınırları dışına çıkan, dünya kültür mirasının temel yapılarıyla ilişkisi kurulabilen durumlar çokça görülmektedir. Böylesi durumlar, bir ucu antik çağ mitlerine, bir ucu ise çağdaş doğa felsefesine dayanan “Unutmağa Kimse Yok…” dünyası ile “gerçek” (artık hangi dünyanın gerçek olduğu tartışmalı hale geldiğine göre tırnak işinde yazıyorum) dünya arasında çok yönlü bağlar kurulmasını destekliyor. Bu bağlantılar her gün gördüğümüz insanların ve yaşadığımız “sıradan” olayların aslında çok da sıradan olmadığını ortaya koyarak, gündelik yaşamımızı (başka dünyaları da içine alan) evrendeki sonsuz yaşama bağlıyor. Bu durum gündelik davranışları, kavgaları, iş yaşamındaki çekişmeleri, hatta bir köy meydanında cereyan eden hadiseleri bile çok farklı bağlamlarda anlamak ve değerlendirmek imkânı sağlıyor.

Romanda “Çiçekli Yazı”nın gizeminin çözülmesi, yeni yazının okunması etrafında yaşanan olaylar, bilim ve kültür camiasının bu çalışmalara katkısı, özellikle bir araştırma enstitüsünde yaşanan süreçler “büyük dünya”nın parçalı yansımalarıdır. Bir yandan da bu parçalar (özellikle çağdaş Azerbaycan’ın bilim ve kültür ortamını yakinen bilen okuyucu açısından) dünyanın zenginliğini ve karmaşıklığını araştırması gereken bilim dünyasının bu olgular karşısındaki aczini ve çaresizliğini de ortaya koymaktadır. Ama evrenin sırları karşısındaki bu çaresizlik yalnız bir bilim araştırma enstitüsü ile sınırlı değil, genel olarak insanlığın evreni anlamak çabasıyla ilgilidir. İnsanların kurduğu enstitülerin, laboratuarların, yaptıkları bilimsel (ve bilim dışı) tartışmaların tamamı evrenin büyük gizemleri karşısında cılız uğraşlardır. İnsanoğlu gerçeğe ulaşamaz, yani evreni sonuna kadar çözemez. İnsanoğlu için en büyük başarı ve en büyük kazanımı böylesi bir gerçeğin var olduğunu anlamak ve oraya geden yollardan birisini açmaktır.

“Unutmağa Kimse Yok…” evrenin gizemini çözmeye götüren başarılı bir yoldur aynı zamanda.

***

G. Deleuze’in ilginç bir benzetmesine göre “edebiyat yabancı dilde konuşur”… Her yazar kendi ana dilinin içinde (daha doğrusu onun sınırları içinde) yeni bir dil yaratır ve onu yazar yapan husus da yarattığı bu dildir. Kemal Abdulla’nın romanları anlam ile anlaşılmazlığın tehlikeli sınırlarlarında cesur bir seyahat ve yeni dil yaratıcılığının günümüzde nadiren görünen başarılı örneğidir.

***

Bu yazının başlığı metin içinde hiç açıklanmadı. Eslinde buna ihtiyaç hissetmedim, anlaşılacağını düşündüm. Çünkü Kemal Abdulla’nın metinleri metin dokumasını sürekli çözüp yeniden dokumak/örmek girişimi olarak da değerlendirilebilir. “Unutmağa Kimse Yok…”da ise F. Q. aldandığını anlıyor, yani Muhteşem Ahenk’in bir gizemini kendi kişisel yaşamı çapında çözmeği başarıyor. Bütün bu çalışmaları Karaağaç’ın gölgesinde gerçekleştiriyor. Yani başından sonuna kadar eski bir yazının çözüm çalışmalarıyla ilgili olan ve hatta kendi kendini çözmeye çalışan bir roman ve romanla çözülmeye çalışılan dünya düzeni – Muhteşem Ahenk… Her şey – düğümler de çözümler de – Karaağaç’ın çevresinde yaşanıyor, orada başlıyor ve orada bitiyor.

***

Bir de “Unutmağa Kimse Yok” romanının adını (adın mantığını) sonuna kadar ağız tadıyla tartışabilsem çözebilsem hiç derdim kalmazdı (ne yazık ki, bu yazının sınırları böyle bir tartışma için hiç müsait değil). Nasıl yani “Unutmağa Kimse Yok”? Bir şeyi ki unutmak istiyorsun demek ki daha unutmamışsın ve hatırlıyorsun… Yani unutmağa kimse var. Ama eğer kimseyi hatırlamıyorsan zaten hafıza silinmiş demektir ve bu durumda da unutmaktan bahsetmek anlamsızdır. Böylece roman (bütün gerçek romanlar gibi) adından itibaren belli bir anlambilimsel mecraya programlanmış durumdadır.

Bir zamanlar M. Proust “Kayıp Zamanın İzinde” başlığı altında yedi roman yazdı ve burada yitirilmiş zamanı aramak demek, yiten/unutulan şeyleri hatırlamak demekti. İnsan kendi yalnızlığından ve çaresizliğinden belki bu yola kurtulabilirdi; yaşamak için hatırlamak gerekirdi. Kemal Abdulla’nın romanında ise daha farklı bir durum söz konusudur; amaç hatırlamak değil unutmaktır (“Unutmağa Kimse Yok”). Amma ne acıdır ki, unutmak için de hatırlamak gerek…

“Hatırlamağa kimse yok.Unutmağa da kimse yok.”

Sözün kısası, bu roman dil sınırlarının ötesine geçebilmek yeteneğini ve alternatif yorum zorunluluğunu adından başlayarak ortaya koymuş olduğuna göre okuyucunun da bu durumu her an göz önünde bulundurması gerekecektir.

EVVEL

Oakşam gökyüzü gösterişli bir tiyatro perdesi gibiydi. Perdenin üzerinde inanılmaz bir renk cümbüşü vardı; kırmızısı yeşiline, kızılı lacivertine, sarısı siyahına karışmıştı. Az sonra yıldızlara dönüşerek bembeyaz tozlar konacaktı bu renkli perdenin üzerine… Topak topak, tane tane.

Kalın bir sise dönüşerek her tarafı yavaş yavaş sarmaktaydı karanlık. Güneş, kendi kaprislerinden usanmış utangaç kızlar gibi bir araba hızıyla karşıdan yaklaşmakta olan Venk dağının arkasına saklandı. Günün en ilginç bölümü başladı… Güneşin battığı, Ay’ın da henüz çıkmadığı zaman aralığı. Sabırsızlanan beyaz tozlar henüz ışığını tam olarak kaybetmeyen renkli perdenin üzerine zamanından bir az erken konmaya başladılar bu akşam.

F. Q. yaz sıcağında kısa kollu beyaz gömleğinin yakasını arabanın açık camlarından içeri sokulan sıcak rüzgâra sonuna kadar açmıştı. Ta sabahtan beri soluğu daralıncaya kadar direksiyon salladığı alalı araba ha bire sağa sola zıplayarak yoldaki çukurlardan, tümseklerden kurtularak Venk dağına doğru ilerledikçe, renkli tiyatro perdesine benzeyen sonsuz gökyüzü böğürüyordu sanki. Gökyüzü uzaklardaki bu dağı, dağın eteğindeki köye götüren tozlu topraklı yolu (buna yol denebilirse tabii), bu yolla ‘canını dişine takıp’ zar zor ilerleyen eski püskü arabanın kendisini bile canlı bir yaratıkmış gibi içine alıyordu ağır ağır soluyarak. Her şey acayip biçimde birbirine karışmaktaydı. F. Q.’nin kullandığı araba Venk dağının böğründen hızla geçerek gelip köyün ilk evlerine, bu evlerin çitler arkasında havlayan köpeklerine varacak ya da varmayacaktı veya bu kargaşada yolunu şaşırarak haykıra haykıra Venk dağını arkada bırakacak, dağın öteki yanına giden başka bir taşlı tozlu yola dalacak, böylece yeniden dönüp geldiği şehir yoluna mı yönelecekti… Bunu kestirmek çok zordu.

Perdenin görünen tarafı daha tanıdık, daha ilginçti. Geçen yıl bir arkadaşının, “Renk mi, rengi bir âlemdir bu arabanın, âlem diyorum, dostlara kısmet olur inşallah” diye tutturarak, sonradan anlaşıldığı üzere gayetfahiş bir fiyata kakaladığı bu araba, sanki eline (aslında tekerleklerine) fırsat geçmişmiş gibi kendini kanıtlamak istiyor; yeri geldi gelmedi vahşi gibi kâh olanca sesiyle bağırıyor, kâh da zar zar ağlıyor, inim inim inliyor, yoldaki tüm çukurları teker teker “inceliyor”, bazen kenara sapıyor, gerekli gereksiz hoplayıp zıplıyordu. Dağa doğru tırmanan böylesi daracık ve taşlı bir yolda ilk defa araba kullanan F. Q. “bizde yol yok, bizde yön var – ‘buradan oraya dek’ – nasıl gidebilirsin git”; arabanın haline acırken (sanki inleyip zırlayan de kendisiydi, çukurlara takılan da) birden anımsadı, bu arabanın rengini hâlâ adam akıllı anlayamamıştı. “Renk mi, rengi âlemdir” diyen arkadaşının dudaklarındaki hafif gülümsemeyi F. Q. Sanki yeniden gördü. Bu gülümseme nerelerdense gelip arabanın ön camına yapıştı. Arabanın belirsiz rengini anımsamasına neden olan şey başının üstündeki bu gizemli renkler âlemiydi. “F. Q., F. Q. sen ne zaman uslanacaksın?” F. Q. arkadaşının arabanın ön camına yapışıp kalmış sırıtan suratından bakışlarını çekip yukarılara, gökyüzüne baktıkça şunları düşünüyordu: “Asıl oyun, asıl temaşa hangi taraftadır ve oyuncular hangi tarafta… Henüz belli değil. Teselli de burasındadır belki.”

Görüntüsüyle sol böğrü üzerine yatmış şişman bir devi anımsatan bu dağın adı Venk dağı idi. Köy onun karnının altına kısılmıştı. Gün batışına yakın can sıkıcı bir zamandı. Araba ilerledikçe Venk dağı giderek büyüyen korkunç bir gölgeye dönüşmekteydi. “Köye hava tamamen kararmadan önce varmak fena olmazdı” diye F. Q. kaşlarını çattı, gaz pedalına basıp arabayı biraz daha hızlandırdı.

Sağda solda teker teker, çifter çifter köy evleri, derme çatma çitlerle çevrilmiş avlular, bu avlularda kafalarını sakin sakin çevirip bu gürültücü arabanın çıkardığı seslere şaşkınlıkla bakan çocuklar görünmeğe başlamıştı…

I. BÖLÜM

Köye geleli iki ay altı gün sonra. Akşama yakın bir vakit

Venk dağının eteğine (uyuyan devin “ayaklarına) sırtını dayamış tek katlı evin terasına ihtiyar bir adam çıktı. Bu adam koyun postundan yapılma bir yeleği palto gibi sırtına atmıştı. Ağır tütün içen tiryakiler gibi bir iki kere yumuşak yumuşak öksürdü; belki de sadece boğazını temizliyordu, çünkü aslında Behram Emmi artık ne sigara içiyordu, ne tütün ne de pipo. On yıldan beridir ancak Venk dağından gelen temiz havayı ciğerlerine çeken bu adam terastan indi, avlunun tam orta yerindeki dallı budaklı Karaağaç’ın altında bir iskemle vardı, o iskemleye yayılmış oturan F. Q.’ye yanaştı, kendi sırtındaki yeleği alıp onun sırtına bıraktı: “Soğuk olur, evladım, akşamüzeri buraların havasına pek güven olmaz” dedi.

Avlunun her tarafı, nereye baksan göz alabildiği kadar elma ağaçlarıydı, ama avlunun tam orta yerinde ne zamandan beri burada bitmiş olduğu bilinmeyen dallı budaklı, görkemli ve heybetli bir ağaç olan “Ufaklık” lakaplı Karaağaç’ın bir eşi ve benzeri yoktu. Behram Emmi bu devasa ağaca ta çocukluğundan beri “Ufaklık” diyerek seslenir, okşar severdi.

F. Q. buralara geldiğinden beri Ufaklığın altındaki kanepeyikendine sevimli bir mekân bellemişti. Bu kanepeaslında bir iskemle gibiydi, ama yaslanmak için tahtadan bir sırtlığı da vardı. Akşamları burada yayılmış otururken gün içinde ‘taş taşımasa da’ canına sinen tüm yorgunluk F. Q.’nin canından çıkıyordu. Ağacın altında sanki yeniden doğur, kendine gelir, dinçleşirdi. Demin sertleşen hava yüzünden (dağ tarafından artık esaslı bir serinlik gelmekteydi) F. Q. azacık üşüdüyse de kalkıp içeri gitmedi, şimdi de tam yerine denk geldi, Behram Emminin getirdiği kalın yelek tam isabet oldu, canı azacık ısındı.

“Ya sen?” yeleği sırtına oturtmaya uğraşırken sordu F. Q. kibarlık olsun diye, sesine birazcık içtenlik bile kattı ama… “Yapay oldu, ayıp ettim.”

“Bana bakma, ben bunun sıcağını da bilirim, soğuğunu da, zemherisini de. Beni hiç düşünme. Sen işine bak. Akşamdır, akşam sıcağına kanmamak lazım, hiç kanmamak lazım.” Behram Emminin duru, mavi gözlerinin dipleri yine aniden aydınlandı.

Behram Emmi başına rengârenk bir takke koymuştu; başını aşağı eğip F. Q.’ye mahrem ve içten bir tebessümle baktı ve avlunun öteki ucunda ağaçlar arasına bir şekilde sıkıştırılmış olan ayakyoluna doru giderek gözden kayboldu. Yine ama bu defa avlunun ayakyolu tarafında elma ağaçlarının arasından bir iki kere o yumuşak öksürük sesleri geldi. Bu öksürük sesine bir arı vızıltısı uçup gelip karışmadı mı karıştı. Bu arı vızıltısı beyin delen cinsten bir vızıltıydı, F. Q.’nin tüm dikkatini üzerine çekti. Kuşkusuz deminki arıydı; az önce başının üzerinde birkaç can sıkıcı tur atmıştı. Sanki başının üstünde böylesine cansiperane vızıldaya vızıldaya ona neyse çok önemli şeyler anlatmak istiyor gibiydi. Zira akşamın bu saatinde arı olmaması gerekirdi. Şaşırmış mı ne? Arı birkaç tur attıktan sonra “ıh”, uçup gitti, bir daha sesi duyulmadı. “Ya… Böyle pişman olursun. Ne sanıyordun, kalkıp seni mi kovalayacaktım hoplaya zıplaya. Hayır, bir daha hayır! Ben seni kovalamayacağım, öldürmeyeceğim. Ben senin dostunum.”

Behram Emmiler nesillikle (babası hariç, babası çobanmış) ne zamandan beridir bilinmez, hep arıcılık yapmış, belki yüz yıllardır arı beslemişlerdi. Behram kişinin ballarını ilçe merkezinden gelip alırlardı… Özel misafirler, makam sahibi kişiler için. Temizdi, şeffaftı, lezzetliydi, gerçek çiçek balıydı. Behram Emmi arıyı başka hiçbir şeyle yemlemezdi. Avlusundaki kovanlar (on beş veya yirmi kovan vardı) cümle kapısından girince sağ tarafta satranç haneleri biçiminde dizilmişlerdi. Bunu da F. Q.’ye Behram Emmi öğretti; arıdan korkma, onu kovalama, el kolunu oynatma, “sakin ol, senin dost olduğunu anlayacak, sessizce uçup gidecek.” Denedi, haklı olduğunu gördü. Kendi kendine şakayla “arıların dostu F. Q.” diye bir lakap taktı. Gün gelir de hayatımı yazarsam kitabın adını Arıların Dostu koyarım. Ama… Ya başkaları yazarsa benim hayatımı? Neden olmasın? Olabilir. Böyle bir kitap yazılırsa adı yine de Arıların Dostu olur. F. Q. mi? O da kim? Hangi F. Q.? Sonunda o yazıyı çözen adam mı? Hangi yazı mı? Kimsenin okuyamadığı o zor metni çözüp bilime kazandıran mı? Hangi metni, Çiçekli Yazı’yı mı? Olamaz! Yani o mu açtı Çiçekli Yazı’nın sırrını? O, o, elbette F. Q.’nin ta kendisi. Arıların Dostu. Kim olabilirdi ki F. Q.’den başka.

Çiçekli Yazıyla ilgili ümitlendirici (hatta fantastik) düşünceler ara ara gelip kalbine ve ruhuna hâkim kesildikçe, öte yandan sevgilisi Afak’la iki ay önceki konuşmalarının burukluğunu bilerekten unutmamaya, konuşmalarını tüm ayrıntılarına kadar teker teker ve de yeri oldu olmadı anımsamaya çalışıyor, hayalinde canlandırmaya gayret ediyordu; gerçi özel bir gayret göstermeğe de gerek yoktu, onsuz da hiçbir şey unutulmamıştı. Unutulmaya “aday” bir sözcük, bir cümlebelirdiğinde zorla, acıyla, hırsla onu engeller, o sözü, o ani jesti geri götürüp kendi zamanının içine yerleştirir, o anın yerini beyninde yeniden pekiştirir, kendine zulüm ederek bunu yapar ve sanki bundan gizli bir güç (belki de zevk) alırdı. Bir yandan kendine işkence ederek güç kaybeder, öte yandan yine kendine işkence ederek bir yerlerden güç alırdı. Hem de… Kendine bile itiraf etmeğe cesaret bulamayıp beyninden kovalamaya çalışsa da, meşakkat ve azap dolu bu anların kendisine içten içe bir haz (zevk!) vermediğini gönül rahatlığıyla söyleyemezdi. “Ama hayır, yetti artık! Bitirmek gerek bu komediyi, yetti be, çocuk değilim ben.”

Behram Emmi demin tırmandığı o patikayla aşağıya doğru ağır ağır geri döndü, artık tek kelime bile etmeden terasa çıkıp oradan eve girdi. Pencereden avluya ılık bir aydınlık süzüldü.

“Arıların Dostu” yayılıp oturduğu yerde baştan beri kıpırdamadan oturduğu gibi, halen de derin düşüncelere dalarak öylece oturmuştu. Tam da bu zaman sağ böğrünün uyuşmağa başladığını fark etti. Yerini rahatlamağa çalıştı. Rahatladı. “İyi ki bu yeleği giydim, adam akıllı soğudu hava.”

Karanlık yavaş yavaş bastırdı, akşam oldu. Civar evlerden, köy meydanındaki postane ve kahvehane taraflarından, yakın uzak yollardan tembel tembel koyun kuzuların melemesi ineklerin mandaların böğürtüleri duyulmaya başladı. Hayvanlar otlaktan biraz geç döndü bugün. Avlu kapılarında “teşrifat” düzeninde bekleşen kadınlar ile çocuklar gelen ineklere, koyunlara şefkatle isim isim sesleniyorlardı; havada uçuşan bu isimlere bazen toz toprak karışarak yakın uzak her şeyi görünmez kılıyor, sonra yavaş yavaş çekiliyordu. Süt sağmaya hazırlanan uzun etekli, rengârenk yazmalı kadınlar ellerinde kovalarla avlularda ortaya çıkıp boy göstermeğe başladılar. Köy derinden soluklanıp sabahın köründe başlayan bu uzun ve yorucu gün ile ebediyen vedalaşmaya hazırlanıyordu; yapılması gereken ufak tefek son işleri bitirebilenler bitirir, daha sonra da parmağını ağzına sokarak uykuya dalan çocuklar gibi yuvarlanıp ağır ağır çökmekte olan akşamın derinlerine gömülüyorlardı. Allı güllü bahçeler, avlular önce gümüşü bir renge boyanıyor, ardından teker teker karanlığa bürünüyorlardı. Bu aralıkta cırcır böceklerinin tekdüze sesinden başka hiçbir şey bu müthiş sessizliği sarsmıyordu. Aslına bakılırsa F. Q. tam da bu zamanı bekliyordu. Köy yaşamından aklında kalan, unutamayacağı bir şey olacaktıysa o da bu akşam vaktinin ta kendisi olacaktı ve bu saatin gerçek tacı da gökyüzünün ve gökyüzünde peş peşe peydahlanan yıldızların zifiri karanlık içinde bu kadar yakında, az kalsın başının tam üzerinde (elini uzatsaydı dokunabilirdi) yer edinmesi olacaktı. Zifiri karanlığın ışık topakları… “Bunlar (yıldızlar) insanlara nasıl da göz kırparak duruyorlar. Sanki cırcır böceklerinin o bezdirici sesi onları çekip bu kadar yakına getirmişti.”

Ama ne yazık ki F. Q. Karaağaç’ın altında otururken kafasını kaldırıp bu yekpare gökyüzünü göz dolusu seyredemiyordu; ağacın sanki ayaklanıp yürüyecek gibi duran dalları buna imkân vermiyordu. “Olaylar” ileride, dal budakların, sık yaprakların uzanamadığı, ulaşamadığı yerde cereyan etmekteydi; yıldızlar ise gökyüzü ile bir arada aşağıya doğru eğilip düzelip neredeyse köyün belli belirsiz görülebilen ücra bir noktasında, uzak tepelerin üstünde toprağa yapışmışlardı. Bu yıldızlar meclisinin yerleştiği noktayı F. Q. kendi kendine “Olayların Ufku” diye adlandırmıştı. Neden mi? Nedenini kendisi de bilemiyordu. F. Q. Olayların Ufkuna doğru baktıkça baktı (yıldızlar orada – gözlerden uzak bir yerde – sanki ayaklarını yeryüzüne basarak dolaşıyorlardı), göğüs dolusu soludu, havada uçuşan ince hafif elma kokusunu lezzetle ve de olanca gücüyle ciğerlerine çekti: “Neden ve niye insanlardan kenarda ne varsa hepsi bu muazzam uyum içinde var olabilir? Ya biz neden bu uyumun dışındayız, acaba neden kavuşamıyoruz ona?” Böylesine sırlı ve sinirbozucu sorular gelip beynine doldukça kalp çarpıntıları hızlanır, kanı kaynardı; az kalsın ki ruhuyla bedeninin ayrılmaz temasını hisseder ve en şaşılacak olan da şuydu ki bu durumlarda nereden geldiği anlaşılamayan bir acıma duygusu boğazını tıkamaya başlardı. Hatta bir keresinde gözlerinin şefkatten nemlendiğini fark etmiş ve bu F. Q.’ye gerçekten de garip görünmüştü. Ama boşuna… Bunda garip bir şey yoktu. Köye geleli iki ay (aslında iki ay altı gün) olmuştu, bu süre boyunca bir gerilim içinde sürekli çalışmış, hatta eziyet ve meşakkat içinde çalışmış, elinden gelen ve gelmeyen her şeyi yapmıştı ama buna rağmen Çiçekli yazının sırrına bir adım bile yaklaşamamıştı. Elbette bu durum F. Q.’nin huzurunu bozuyor, zaten gergin sinirlerini iyice geriyor, o da yeri geldi gelmedi sinirlenmekten (ama ses semir çıkarmadan, gerçi buna dayanmak daha zordu) kendini tutamıyordu. Kendi acıklı durumuna ayrıca kenar bir gözle de bakmaya alışık olduğundan, aslında kendinden habersiz gözünden çıkıp yanağına kayan gözyaşına şaşırmamamsı gerekirdi. Çok fazla övünerek girişmişti bu işe, şimdi bu da ödülü… Gözyaşı. “Ben ha… Gözümde yaş ha, öyle mi?”

Gözyaşı yalnızdı. Bu yalnız gözyaşı bir yandan çevrenin, kâinatınen uzak yıldızından ta Karaağaç’ın dalına takılarak yuvasına geç kalan ve sinir bozucu bir vızıltıyla başı üzerinde durmadan dönen arıya kadar tüm çevrenin muhteşem Uyum’u karşısında sözsüz ve aciz bir sitayişten doğduysa, öteki yandan da Çiçekli Yazı karşısında F. Q.’nin güçsüzlüğünü belgeliyordu. Bir damla gözyaşı– sitayiş ve acizliğin kavuştuğu nokta. “Hayır, bu sadece yazı ile ilgili değil, ben biliyorum, o cadının evladıdır bunun nedeni, odur, Afak’tır.”

Yalnız gözyaşını utangaç bir ifadeyle yanağından silerken, araba kullanarak köye ilk defa geldiği o “coşkulu” akşamı anımsadı. O zaman F. Q. Çiçekli Yazıyla ilgili öylesine bir coşku ve şevkle düşünmüştü ki… Bir ara hatta sanmıştı ki bu köyde hayatı kesinlikle baştan sona değiştirmelidir; unutulması gereken her ne varsa unutmalı, beynini, kalbini, ruhunu hep yazıyla, sadece Çiçekli Yazıyla doldurmalıdır. Düşünüyordu ki, bu gizemli yazıyı hemen şimdi şu an önüne getirseler, içine sığmayan, tüm varlığından aşıp taşan bir ilhamla okur (çözer); onu şehirden buraya gönderenlerin güvenini doğrultur. Önemli olan da budur; inam, güven. Başka hiçbir şey, hiçbir şey önemli değil. Öyle olmadı. Günler günleri kovaladı, ilhamı, coşkusu onu yavaş yavaş terk etti, yerine tereddüt, olasılık, korku gelip doldu içine, orasını kendine mesken belledi. Garip ama F. Q. zaman içinde korkunun yalnız kendisinden değil, onun ne zamansa gelebileceği düşüncesinden de korkmaya, ürküntü duymaya başladı. Afak’la parkta yaptıkları o konuşma ise hiçbir şekilde unutulmadı, unutulamadı. Neler demediler ki birbirlerine… Her sözü bir eşeye yükleseydin taşıyamazdı. “Aslında iyi oldu, canım ki ondan kurtuldu… Emip, emip kanımı içip bitirecekti beni, çok iyi oldu. Bana baksana ya, böyle de aşk mı olur; sevmem bile adam gibi değil. Hayır, yine hayır! Gitsin işine. Amaa… Bu nasıl olabilir ki? Hayatta olamaz. Doğruyu benim söylediğimi, onun (o!) ise bana yalan söylediğini kanıtlamazsam, ben daha ben olmam ki. Off… Bende akıl var mı ya? Yok, vallahi yok. Bitirdinse bitir bu meşakkati, bu işkenceyi, bitir F. Q. Bitirmezsen adam değilsin.”

Bir miktar zaman da böylesine üzücü düşünceler, can sıkıcı anılarla geçti. F. Q. havada dolaşan kokulardan başının yavaş yavaş döndüğünü hissetti. Masallarda misk amber derler ya, bu koku onun ta kendisiydi. Avluda elma kokusuna otların, dağa çıkan patika kenarında biten ufacık otların ve ne kadar yadırgasa da ancak köy ortamında özel bir “çekici” etkisi olan koyun kuzu ve sığır tezeğinin kokusu karışıyor, bunların tamamı bir arada onu mest ediyordu. Belki de sırf bu yüzden yavaş yavaş uykusu geldi. Ama şimdi burada bir şekerleme yapamaz. Hayır… Behram Emminin getirip onun sırtına bıraktığı kalın yelek galiba çevreyi saran soğuğa yenilmek niyetindedir. Bu durumda uyuyabilir. Burada uyumak demek hastalanmak demekti. Hastalanmak mı? Asla… Hastalanmak, üstelik de şimdi, kesinlikle yasaktı. Yasak! Olanca kuvvetini toparlaması gerek, olanca gücünü. Son hamleye hazırlanmalı, son olasılığı da denemelidir; ancak bundan sonra elinin arkasını yere vurabilir. “İnşallah, inşallah, böyle olmaz, inşallah olmaz.” Garip bir ruh hali içinde Karaağacı dal dal, düğüm düğüm gözden geçirdi. Çatık suratlı Karaağaç yaprak yaprak hışırdamağındaydı.

На страницу:
2 из 6