bannerbanner
Unutmağa Kimse Yok
Unutmağa Kimse Yok

Полная версия

Unutmağa Kimse Yok

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
5 из 6

Köye geldiği ilk gece

Behram Emminin evi

Mübariz Efendi Ufaklığın altında bir süre oturduktan sonra (sürekli oradan buradan konuştu; Enstitüden gelenler öyle, yazıyı okumak isteyenler böyle… Sonunda herksin yorgun olduğunu, misafirin gözlerinin neredeyse yumulduğunu ve onu “kibarlık olsun diye dinlediklerini anladı) açıkça görülen bir çaresizlikle ve içinden bunu hiç istemeyerek ayağa kalktı, bir büyük edasıyla yüzünü F. Q.’ye tuttu:

“De hadi, ben gideyim” dedi, “sen de dinlen artık, o kadar yol geldin. Yarın gelirsin muhtarlığa, konuşuruz, bakalım ne yapabiliriz, neyi yapamayız?”

“Bakalım ne yapabiliriz?” Ne yapacağız ki? Bu adam galiba yakamdan düşmeyecek. Bakarsın yazıyı da benimle birlikte okumak ister.”

Evden çıktılar. Avlu kapısına doğru giderken: “Arabayı merak etme. Aklına bir şey getirme. Buralar tekindir. Arabana yan gözle bakan birisini arasan da bulamazsın” dedi Mübariz Efendi.

Evden çıktılar. Avlu kapısına kadar sustu Mübariz Efendi. Kapıdan çıktığında ise kaygılı bir ses tonuyla sordu Behram Emmiye:

“Bir ihtiyacın var mı? Yarın göndereyim mi Tükez’i?”

“Herhalde benim burada kalmamla ilgili ‘bir şeyler lazım mı, para veya erzak olarak yardımım dokunabilir mi’ demek istedi” aklından geçti F. Q.’nin.“Peki bu Tükez kim?”

“Hayır, bir şey gerekmiyor, hiçbir eksiğim yok, sen merak etme” Behram Emmi de aynen onun gibi ciddi ama azacık gülümseyerek yanıtladı soruyu. “Ay gidi seni Mübariz, gidi seni.” Bir türlü gidemeyen Mübariz Efendi daha sonra F. Q.’ye dönerek:

“Bak oğlum, Behram ne derse öyle yap. Mağaraya yalnız girme!” Gözleri velfecri okuyan Mübariz Efendi tam kapıdan çıkarken dönüp de bu ciddi sözleri ona söylediğinde, F. Q.’nin yarın muhtarlığa “danışmak için” gelmeyeceğini artık biliyordu (içine doğmuştu).

Yüzünde sabırlı ve halim bir tebessümle “tamam, tamam, merak etme” diyerek Behram Emmi Mübariz’in arkasından kapıyı kapattı ve F. Q. ile beraber Ufaklığın altına geri döndü. Mübariz Efendi gittikten sonra sanki avlu genişlemişti.

Bir bardak daha bu çaydan içer misin? Bir şey de yemedin” Behram kişi teklif etti.

“İçerim, size zahmet olmasın. Yorulmuşum ama uykum yok. Yedim işte bir şeyler.”

F. Q. azacık peynir ekmek yemişti.

“Evet, buralar öyledir. Buralar insanı erken uyutmaz. Hafiften dalar gidersin.”

F. Q. gelip kanepeye oturdu, yerini rahatladı, sırtını arkaya yasladı. Muazzam bir yorgunluktan sonra lezzetli bir rahatlık gelip canına sinmeğe başladı. Bütün vücudu mest oldu. Başının neredeyse tam üzerindeymiş gibi duran yıldızlara, az ötedeki yüzü lekeli aya (dolunaya) içten gelen bir hayranlıkla baktıkça baktı, kendini yeniden bu Muhteşem Uyumun içine bırakmaya, daha doğrusu kendini bu Uyumun içinde hissetmeğe çalıştı. Aşağı yukarı şöyle geçirdi içinden: “Oralardan bakıldığında ben görünür müyüm görünmüyor muyum?”

“Mübariz hep böyledir, bildiğini okur” dedi Behram Emmi alçak sesle, eski dostunu haklı çıkarmaya çalışıyordu sanki: “Ama iyi insandır.”

Bunu söyleyip sustu. F. Q.’nin yumulmakta olan gözlerine baktı: “Kendinde değil. Dinleniyor.” Behram Emmi F. Q.’ye mani olmak istemedi: “Bak nasıl da yorulmuş.” F. Q. ise kendi sesini az kalsın kendisi de tanımayacaktı:

“Evet, iyi insana (Mübariz Efendi) benziyor.”

“Başından çok şey geçmiş.”

“Öyle mi? Pek benzemiyor acı çekmiş birisine.” F. Q. artık konuşmadı

Kafası ile onun dediklerini onaylayan F. Q.’nin böylesine anlamlı anlamlı susması Behram Emminin gözlerinden kaçmadı:

“Zamanı gelir, bir ara anlatırım sana bunun hikâyesini. Mibariz farklı bir Mübariz’dir (başka âlemdir).

“Nasıl Mübariz’dir?” F. Q. bu Mübariz muhabbetini fazla uzatmak istemedi:

“Elbette, bir şey demedim ki.”

F. Q.’nin hayali yine uzaklara gitti, vücudu ise yavaş yavaş toparlanmaya başladı. Canından damla damla, acı acı bir şeylerin çıktığını hissediyordu… Ve çıktıkça vücudu dinleniyordu.

Behram Emminin getirdiği çayı yudumlamaya başladı. Çayı içince biraz daha canlanıyor gibi oldu. Yorgunluğu sanki bir az daha köreldi. “Neden sormayayım ki?” diye geçirdi aklından ve sordu:

“Behram Emmi, acaba diyorum bu Venk sözünün, yani dağın adının bir anlamı var mı? Bununla ilgili bir fikir, bir kanaat yok mu? Bir rivayet, masal gibi bir şey.” Bir rivayet, masal duymadım. Ama halk arasında bir inanç var; geceleri dağdan ses geliyormuş. Rahmetli babam derdi ki, geceleri Venk dağının inlemesini duyan birisi olursa buna dayanamaz. Bir sözdü söylüyordu.”

“Allah rahmet eylesin.”

“Allah senin de ölenlerine rahmet eylesin.”

“Genç ve yetenekli” F. Q.’nin profesyonel hilesi tutmadı mı tuttu. ‘İnilti’… Bu sözcük bir anahtar olabilir. ‘İnilti’ veya ‘enilti’ pek fark etmez. ‘V’ sesi ise… Nerede isterse orada sözcük başına eklenmek gibi bir huyu var. ‘V’yi çıkarıp at, sonra ‘enilti’den ‘inilti’ye geç, başa da bir ‘V’ ekle… İşte sana ‘Venk’ adının etimolojisi. Aklından geçen bu “başıbozuk” fikirlerden keyfi yerine geldi, gülümsedi, rahatladı.

“İnilti… Çok ilginç. Venk sözcüğü iniltiden mi çıkmış? Belki… Neden olmasın? Olabilir.”

“Öyle mi?” Bu sözlere gerçekten şaşıran Behram Emmi rahmetli babasının (babası çobandı, okuma yazması yoktu ama bilge birisiydi: “Ben hayat âlimiyim, kitap âlimi değilim”) söylediği sözlerin gün gelip bu şekilde bilimsel bir gerçeğe dönüşeceğini aklından bile geçirmezdi.

Bu kadar hızlı ve etkili bir etimolojik yorumun sahibi F. Q. ise gizli bir keyifle gözaltından Behram Emmiyi kesmekteydi. Behram Emmi tabii ki bu hızlı “akıl oyununa” gereken değeri vermedi. Ama… “Ne yapacaktı yani, kalkıp alkışlayacak değildi ki?”

“Yıldızları izlemek galiba hoşuna gidiyor…” Elini havaya tutup (yağmur var mı yok mu ona bakıyordu) bir hayli mülayimce söyledi Behram Emmi.

“Evet… Şehirde bunlar bu kadar yakında olmaz. Neden acaba? Yanıp sönerler… Yanıp sönerler. Göz kırparlar. Neden böyle?”

“Tar bir kere “tıng” eder. Öyle mi?”

“Tıng mi?” F. Q. şaşırdı: “Konuyla ne ilgisi var?”

“Evet, tıng. Ama bak bu tınlamalar bir araya gelince ne mi olur, müzik yaranır… Hem tıng, hem müzik.”

Behram Emmi bunu söyleyip sustu. Sanki uzun süreden beri kafasında dolaşan bu fikirleri illa bu genç adamın toparlayıp yorumlamasını istedi. F. Q. ise zorlanıyordu:

“Tıng…”

“Hem tıng, hem tınlama… Nasıl anlatsam… “Mübariz olsaydı, çabuk anlardı ne demek istediğimi…”

Sonunda F. Q.’nin suratı aydınlandı:

“Tıng – nokta. Tınlama – noktalar topluluğu, çizgi, ezgi. Nokta ve çizgi. Işık da durur, gelir, durur, gelir.

“Evet…”

“Yıldızlar da öyle, sanki sürekli göz kırparlar. Yanıp sönerler. “Tıng” – “tınlama”. Kulağıma tar sesi geldi; F. Q. aniden cırcır böceklerinin seslerini duymaya başladı.

“Dilbilimci ben miyim o mu?” Behram Emmiye gittikçe artan bir ilgi ve saygıyla bakmaya başladı F. Q.

“Evet, ben de duydum. Tar sesi. Diyorum belki… Kalkıp geçelim eve. Bak, damlalar düşmeğe başladı.” Elini yine havaya açıp Behram Emmi sözünü kesti, başını yukarı kaldırıp gökyüzüne baktı, sonra etrafı dikkatle gözden geçirdi.

“Yani bu zaman yağmur yağabilir mi?” Şaşkınlık içinde sordu F. Q.

“Yağır, yağır. Biliyor musun şimdi yılın hangi dönemidir? Aklına ne gelirse o. Aklına yağmur geldiyse, yağmur yağabilir.

“Bu havada ne yağmuru? Bu kadar yıldız var gökyüzünde, bir tek bulut parçası bile yok. Ömür billâh yağmaz. Zor iş.”

On dakika sonra Güney Amerika yağmurlarına benzeyen bir yağmur kana kana yağmadı mı yağdı. Gökyüzündeki yıldızlar yerlerini kolaylıkla bulutlara terk ettiler, sanki hiç baştan beri yoktular.

“Kalk evlat, kalk eve gel, ıslanacaksın.”Behram Emmi semaveri alıp terasa bıraktı, içeri girdi. “Islanmadan gidim bunun yatağını açayım, geç kaldık.”

Bu defa Behram Emminin sesindeki nevaziş ile yüz ifadesi birbirine uymadı gibi geldi F. Q.’ye. Behram Emmi içeri geçerken ona, biraz garip veya çok dikkatle baktı diyelim.

Damlalar bir yerlerden gelerek F. Q.’nin yüzüne saçlarına konuyorlardı. Doğrudur, Ufaklığın kalın dal budağı, yaprakları onu giderek güçlenen yağmurdan korumalıydı ama… Yüzünden kayarak çenesinin altına kadar gelen damlaları güçsüzleşen elleriyle (yeniden başı mı dönüyordu yoksa uyku mu bastırıyordu, artık neredeyse ayakta uyuyordu, gözleri kapandı kapanacaktı) siliyor, saçlarını sıvazlıyordu. Oturduğu yerden kalkmak istedi ama kalkamadı. Aniden ürkütücü giysilerine (karanlığa) bürünen Venk dağından (dev geri dönerek yerine uzanmıştı) sanki kayarak gelen inleme sesini yarı uyku içinde beyninin tüm hücreleriyle algıladı: “Devden böyle bir ses?” diye aklından geçirse de umursamadı. Ama bu zaman yine beyninin aynı derin katmanlarından yıldırım hızıyla geçen başka bir düşünceden İYİCE irkildi; insanlar derin bir uykuda da böylesine irkilir ama uyanmazlar. Aslında F. Q. bundan irkilmemeli, korkmamalı, sadece şaşırmalıydı. “Uyuyor muyum yoksa? Ama bu gerçek olamaz, böyle olmaz.” Uyuşmuş olan bilincini toplamaya çalıştı.

Yağmur burada onun hayatı boyunca alışmış olduğu gibi yukarıdan aşağıya yağmıyordu. Burada yağmur aşağıdan yukarıya doğru yağıyordu.

II. BÖLÜM

Behram Emmi mağarayı bulduktan bir hafta sonra

Sıcak ve yorgun bir yaz günüydü. Öylene doğru Behram Emmi soluğu daralmış halde kendini yazıhaneye Mübariz’in yanına attı. Çok heyecanlıydı. Heyecanını dizginlemeğe çalışıyordu. Selam bile vermeden:

“Biliyor musun neler oldu Mübariz?” Açık pencereden dışarıya bakarak sordu.

“Hayır, bilmiyorum. Otursana. Ne var, ne oldu?” Behrem emminin sesinde saklı korku Mibariz Efendinin dikkatini çekti.

“Mağaranın gerçekten de ruhu var.” Behram Emmi sandalyeyi çekti, bir sanık gibi onun karşısına oturdu.

“Nasıl yani?” Mübariz Efendi elbette ki bu ruh muhabbetine ilk gülenlerden birisiydi, şimdi de neyse demek istedi ama ne diyeceğini bilemedi, yutkundu ve ancak kendi sözlerini tekrarlayabildi: “Nasıl yani?” (“Ah, Behram, Behram, ne oldu sana?”)

“Gerçekten, inan bana. Ben de inanmıyordum, şimdi inanıyorum. Mağaranın ruhu var.” Behram Emmi bu son sözlerini masum bir fısıltıyla söyledi, sonra bir daha yeniledi: “Mağaranın, gerçeği söylüyorum, ruhu var.”

Mübariz Efendi ürkmedi mi ürktü… Damarında kanının donduğunu, sırtından – yaz kış giydiği ekose ceketin altından – soğuk terler aktığını hissetti.

Yaz mevsimiydi, mesele terlemekse zaten gün boyunca sürekli çay içip terlerdi ama şimdi sırtında hissettiği soğuk bir terdi. “Behram boşuna konuşmaz. Bu ne saçma bir iştir?”

“Sen de buna inandın mı?”

“Evet.”

“Ne zamandan beri?”

“Mağaraya girdiğim andan.”

“Tamam, tamam… Şakanın sırası değil, yarın buraya insanlar toplanacak, büyük büyük âlimler gelecek köyümüze. Daha neler? Mağaranın ruhu varmış? Gör aklından neler geçiyor bu yaşta?” Mübariz Efendi işi şakaya dökmek istedi “Yaşlanıyorsun.”

Mübariz Efendi dikkatle Behram’a baktı. Kafasındaki takkenin altında olup kalan saçlarının tamamı bembeyazdır, sakalı da öyle; gözleri her zamanki gibi hareketlidir, dibinde fener mi yanıyor ne… “Yoksa yine beni mi işletiyor?”

Mübariz Behram’dan beş (belki de) altı yaş büyüktü. Ama gençlik dostu Behram’a şimdi üzülerek baktı: “Bunun yaşı daha yeni yetmişe oldu ama neden bu kadar erken çöktü. Şimdi bunun hali böyleyse acaba ben nasılım? İnsan kendi yaşını hissetmez ki?”

“Sen yaşlanma da, bana bir şey olmaz.” Behram Emmi onun aklından geçenleri hissetti ama konuyu değiştirmedi. “Mübariz bak, ilk sana söylüyorum, mağaranın ruhu var. Bana mesajlar veriyor.”

Mübariz: “Bu nereden bildi benim ne düşündüğümü?” diye yerinden kalktı, köşedeki buzdolabından bir su şişesi çıkardı:

“İçiyor musun?”

“Hayır.”

İki bardak suyu bir solukta kafaya dikti: “Garip, çok garip.” İçindeki ateş yine sönmedi. Son dönemlerde Mübariz dikkat edip görmüştü; içinden geçen sözü yüksek sesle söylemese de karşısındaki anlıyordu: “İnsanın kendi kendine düşünmesi, kendi içine çekilmesi böyle engellenirmiş.”

“Yavaş yavaş, insan gibi, ayrıntılı, acele etmeden anlat bakayım ne diyeceksin?” (“Yoksa bunun kafasına bir şey mi düştü? Tahtası mı eskildi? Aynen öyle. Evet, evet. Ah Kamer dayı, şimdi ters dönüyorsun mezarında.”

Yavaş yavaş sakinleşti. Alttan alttan Behram’a baktı. Behram Emmi yine pencereden dışarıyı kesmeğindeydi ama orada bir şey göremiyordu. “Şimdi ben bu inanmazı nasıl inandırayım, nasıl anlatayım?”

“Diyorum ki…” Sonunda Behram Emmi kendine gelip konuştu: “Diyorum, belki biz bu insanları mağaraya götürmekle doğru bir şey yapmadık? O da tehdit ediyor, kim buraya girerse, aynen öyle diyor, kim mağaraya girerse, yazıya parmağının ucuyla dokunursa… Ölür.”

Mübariz Efendi Behram’ın tavırlarından onun şaka yapmadığını anladı. Şaka yapmıyorsa demek ki… “Yazık. Çok yazık.”

“Behram sakin ol. Behram kendine gel. Mağaranın ruhu da ne demek? Mağara ruhu ne gezer buralarda? Sana ne oldu, neden beni korkutuyorsun?”

“Mübariz” Behram Emmi şakaklarını ellerinin arasına alarak gözlerini ona dikti: “Ben mağaraya girdiğimde, bugün sabah yine gitmiştim oraya, aniden kulağıma boğuk, korkunç bir ses geldi. Aslında bu sesi kulaklarımla duymadım, ses kafamın içinde şakalarımda güm güm gümlüyordu. Henüz böyle bir şey görmedim. Ses kafamın içindeydi ama benimle konuşuyordu. “Ben buranın ruhuyum” dedi. “Buraya bir sen girebilirsin, bir de seninle gelenler… Çünkü aydınlık dünyayı bana tekrar sen gösterdin. Ama… başka birisi buraya yalnız başına giremez” dedi. “Hele yazıya” dedi “el sürmek hiç olmaz. Hatta sana da yasak. Söylediklerimi iyice belle, git herkese anlat.”

“Peki, sen ne dedin?” Mibariz Efendi şimdi bir yandan tebessümünü zar zor saklayabiliyordu, öte yandan ise tüm varlığını endişe sarmıştı. Neyse bir şey içini kemirmeğe başlamıştı.

Behram Emmi şaşkınlıkla “bu galiba kafayı sıyırmış” diye içinden geçirerek Mübariz’e baktı:

“Ben mi? Ben ne diyebilirdim ki? Hiçbir şey. Ürktüm.” Behram Emminin gözlerinde korku vardı.

Nu köyün altını da üstünü de çok iyi bilen Mübariz (başka kimse değil, Mübariz) kesin biliyordu ki, Behram korkak değil. Ama şimdi eğer Behram böylesine korkmuşsa…

“Peki, nasıl olur, o gün ikimiz beraber gittiğimizde bu ruh neredeymiş?”

“Bilmiyorum…”

“Behram, bak kulağına sesler gelmiş olabilir. Boş şeylerdir. Mağaranın ruhu… Git evine dinlen, uyu. İstersen Tükez’i göndereyim, bir iki gün sana baksın.” Mübariz Efendi muhtarlığın hademesi Tükez kadını arada bir (öylesine, eve barka kadın eli dokunsun diye) Behramlara gönderirdi: “Nasıl olsa yalnız insandır, aman hastalanmasın.”

“Hayır, Tükez kadınlık bir iş yok. Dersin ki git, giderim ben. Ama sen iyice belle bunu, ben söyleyeceğimi söyledim.”

“Söyledin, söyledin… Tamam, diyelim k, sen bana söyledin sözünü. Ya ben yapayım şimdi? Kalkıp şehirdekilere, büyüklerimize ‘buralara gelmeyin’ mi diyeyim? Mağara ruhundan… İzin çıkmadı mı diyelim?”

Behram Emmi nasıl baktıysa Mübariz şaşırdı, şakayla söylediği sözlerin sonunu zorlukla getirebildi.

“Bilesin” Behram Emmi yine o ürkütücü fısıltıyla söyledi: “kulağıma şimdiye kadar ses falan gelmemiş benim, şimdi de gelmedi. Duydum! Mağaranın bir köşesinde o zalim ses gelip kafamın içini doldurduğu zaman yuvarlak bir şey de vardı, yanan küre gibi ışık saçıyordu, dolunaya benziyordu. Kafamın içindeki gümleme dinince o kürenin ışığı da yavaş yavaş söndü, belki aniden söndü, hatırlamıyorum, unutmuşum.”

“Ya, yeter Allah’ı seversin, aklını başına topla. Kim inanır bu safsataya, hiç düşündün mü?” Sabrı taşan Mübariz Efendi ilk başta olduğu kadar emin konuşamadığını, sesine bir yapaylık bulaştığını fark etti. “Şeytana lanet.”

“Dün Gulamhüseyin öğretmen geldi mağaraya. “Önce bir kendim göreyim, sonra da öğrencileri getireceğim” dedi. Eliyle nakışları incelemeğe başladı, neredeyse kazıyıp yerinden koparacaktı bir tanesini. “Öğretmen” dedim “sen ne yapıyorsun? Etme eyleme.” Ama kime diyorsun; dönüp beni azarladı bile.

Bir gün önce

Mağaranın içinde Gulamhüseyin öğretmen ile Behram Emmi

Gulamhüseyin öğretmenin mağaradaki nakışları (işaretleri) eliyle teker teker az kalsın yerinden koparırcasına incelemesi, Behram Emminin pek hoşuna gitmedi.

“Öğretmen ne yapıyorsun? Kazıyıp koparırsın, etme, eyleme.”

“Ne yaptım ki?” Gulamhüseyin öğretmen arkasına dönüp sinirle Behram Emmiye baktı. “Bir şey olmaz, merak etme çok sağlamlar.” (“Yani bunun altında gümüş de mi yok? Keşke bu (Behram Emmi) olmadan buraya girmek mümkün olsaydı.”

“Yarın öbür gün şehirden büyük büyük âlimler gelecek, gelip bakacaklar, olmaz ki…”

“Ben bir şey yapmadım. Ne yaptım ki ben? “Hele bir çocukları getireyim, buraları darmadağın etsinler de görün.”

Gulamhüseyin öğretmen özlem dolu ve aç gözleriyle etrafı bir daha dikkatlice inceledi. “Yok, neyse bir şey var bu işin içinde. Öyle tesadüf falan değil. Bu yazılar burada boşuna peydahlanmamış. Behram bir şeylerin farkında, o yüzden sürekli buralarda dolaşıyor. Nakışların altında kesinlikle bir şeyler var.”

Gulamhüseyin öğretmen Behrem emmiye anlamlı anlamlı baktı, mağaradan dışarı çıktı.

Yine muhtarlık.

Behram Emmi ile Mübariz Efendi

“Ne olmuş?” Gulamhüseyin öğretmenin başına buyruk davranışlarını çok iyi bilen Mübariz Efendi önce bir şey anlamadı.

“Şu olmuş. Nakışlara dokunan kimselerin kesinlikle öleceğini söylemişti bana.”

“Kim söylemişti?”

“Mağara ruhu.”

“Ya Behram sen ne diyorsun?” Mübariz efendi artık dayanamadı, adam akıllı sinirlendi, yerinden kalktı, pencerenin karşısına geçti. Dışarıya bakarak sinirlerini yatıştırmaya çalıştı. Okulda dersler bitmişti. Öğrenciler ellerinde okul çantaları ikişer üçer muhtarlığın önünden geçip evlerine gidiyorlardı. Yüksek sesle, birbirlerinin sözünü keserek konuşuyorlardı. Bu saatlerde muhtarlığın önündeki meydan hep kalabalık olur. Aklı bir anlığına mağara gidip gelen Mübariz Efendi yüzünü Behram’a dönmeden esip gürledi:

“Sen ne diyorsun? Kim ölecek, nasıl ölecek, neden ölecek? Bütün bu ilçede hatta belki Azerbaycan’ın tamamında Gulamhüseyin gibi azman adam yok. Manda gibidir, boğa gibidir o, bilmiyorsun, ömür hayatında bir kere bile hastalanmamış. Komşumdur, ben iyi bilirim onu. Sen bilmiyor musun?”

“Biliyorum, ben de biliyorum” dedi Behram Emmi hüzünle.

İki gün sonra

Bunun üzerinden çok geçmemişti, köye haber yayıldı; Gulamhüseyin öğretmen akşam uyumuş sabah yerinden kalkmamıştı. İnanılacak gibi değil, ama uykudayken can vermişti. Ağlaşmalar, ağıt yakmalar… Ani ölüm zor iş, nedenini ailesi hısım akrabası bildi mi, bilmedi. Mübariz efendi Behram Emminin anlattıklarını hatırladı, onlar ile bu olay arasında kolayca bağ kurdu ve bu defa gerçekten ürktü. “Doğru söylüyormuş, ateş olmayan yerden duman çıkmaz.” Havalanmış gibi dolaştı Mübariz Efendi birkaç gün. Gulamhüseyin öğretmenin yas yerinde Behram Emmiden de uzak durmaya çalıştı her nedense. Ama hüzünlü bir akşamüzeri neyse anlamadığı bir şey onu sürükleyip Behram Emminin kapısına getirdi. Çoban Kalpağı her zamanki gibi sırtını Venk dağına vermiş duruyordu. Venk dağı kendisi ortalıkta yoktu, yerinde devasa bir gölge vardı. Mübariz Efendi dağa doğru bakamadı. Ufaklığın altında mindere yaslanıp bir süre ikisi de sessiz oturdu. Birbirlerinden kaçırdılar bakışlarını.

“Gördün mü?” Sessizliği ilk Behram Emmi bozdu.

“Gördüm.” Yanıt geldi Mübariz Efendiden.

F. Q.’nin köye gelişinin ilk gecesi.

Behram Emminin heyecanı

Behram Emmi arka odaya geçti, yatağına girdi. Evet, yağmur yağıyordu ama evin çatısından damlaların sesi duyulmuyordu. Behram Emmi hemen durumun farkına vardı. “Acaba bu çocuk nasıl, bir şey anladı mı? Bu yağış zaten bir işarettir, keşke bu defe sonuç alınsaydı… F. Q.’nin şansı yaver gidip okuyabilseydi yazıyı.” Behram Emmi F. Q.’yi beğendi. “Temiz, saf bir insana benziyor. Böyleleri işini yarıda bırakmaz. Okumadan gitmeyecek buralardan.” Bakü’den gelenlerin (uzmanların) onun evinde kalmaları Behram Emminin gururunu okşuyor, saygınlığını bir beş arttırıyordu. Behram Emmi mağarayı (oradaki yazıyı) bulmasından, açığa çıkarmasından öte şehirden gelen konukların onun evinde kalmalarına seviniyordu. Mübariz Efendi arada bir onun bu sevincine soğan sıksa da (bazen saygın konuklardan birisini alıp, televizyon izlemek bahanesiyle evine götürüyor ama bundan fazlasına da gücü yetmiyordu), Behram Emmi bunu umursamıyor (“kıskanıyor, kıskanıyor, kıskançlık bunun kanında canında var”) , Bakü’den gelen konuklara (Enstitü çalışanlarına, onlara eşlik eden ilçe yetkililerine ve de Mübariz’in bizzat kendisine) hizmet vermekten özel bir keyif alıyordu.

F. Q. kapıyı açtı, yavaşça içeri girdi. Dikkatli davranmaya çalışsa da ayağı bir şeylere takıldı (ışığı açmak istememişti), iskemleymiş, onu bir kenara kaldırdı, kendi odasına girdi. Önce bavulunu açmak, eşyalarını yerleştirmek istedi ama çok yorulmuştu, üşendi, üstünü zar zor çıkararak yatağa girdi. Ondan beklenmeyen bir şey… Bu kadar gözlem ve izlenimin beynine, gözüne, kalbine sokulmasına rağmen başı yastığa inince neredeyse kafasına dokunacak kadar aşağılara inmiş yıldızları da, yönü yukarıya doğru yağan yağmuru da, Venk dağını da, mağarayı da, yazıyı da, Afak’ı ve onun cadı annesini de, Mübariz Efendiyi de (F. Q.’nin dudağına hafif bir tebessüm kondu, acaba adının anıldığını Mübariz kendisi de hissetti mi?), unutmadı mı, unuttu ve deliksiz bir uykuya daldı.

Behram Emmi ise uyuyamıyor, yatağında o fır dönüyordu. “Mübariz” konusu (“Mübariz’e bakma, iyi insandır. Ben sana onun hikâyesini anlatırım”) Behram Emminin uykusunu kaçırmıştı: “Keşke öyle demeseydim. Hiç Mibariz’in yeri miydi? Hele ‘öyle anlatırım, böyle anlatırım’… Anlatmak da ne, neyi anlatacaksın be adam? Neyi?” Köhne, can sıkıcı anılar nerelerdense gelip beynine sokuldu. Sağ tarafına döndü. Yorganı başına çekti, altına saklandı. Bir ah çekti: “Mübariz’e acımak bana mı kaldı? Bırak bu genç adam Mübariz’i az biraz da kötü bilsin. Haline acınacak birisi varsa o da benim aslında; ben Behram, Mübariz değil, uzun burunlu Mübariz hiç değil. Ne olmuş ki Mübariz’e? Evi barkı, çocukları, eşi (bir zamanlar kötü diller Tükez kadınla ilgili de bir şeyler fısıldadı, günahı söyleyenlerin boynuna)… Mübariz hayatını düzeninin çoktan kurmuş. Ya ben?” Behram Emmi bu tür acıklı düşünceleri kendinden uzak tutmaya çalışmıştı hep. Bazen başarmış bazen de başaramamıştı. Şimdi de hayali onu bu gece vakti alıp uzaklarda kalmış çocukluk ve gençlik yıllarına götürmedi mi, götürdü; uykusu kaçtı, yaşadıkları bir sinema şeridi gibi başa döndü ve yorgan altındaki Behram emmi de dönüp oldu sıradan bir seyirci.

Mübariz, Behram, Gülsüm destanı çoktan beri böyle renkli görünmemişti onun gözüne. Her şey türlü renklere bürünmüştü, etraf alışıp yanan renkler içindeydi.

Mübariz, Behram, Gülsüm (yıllar önce)

Yalan olmasın, yaklaşık elli veya elli bir yıl önce (tam olarak 1954 yılında) asık suratlı bir sonbahar sabahı (ama hayır, belki de kırk yıl önceydi) Behram köyde yeni kurulan okulun 3. sınıfına gitmeğe başladı, okula hiç geç kalmadı. Rahmetli babası onu uzak bir yere (yakındaki köyün okuluna yürüyerek bir saatte gidiliyordu) göndermek istememişti. Aslında yol uzaktır, her gün gidip gelmek çocuk için zor olur vs. gibi şeyler önemli değildi; Kamer Efendi bu tür şeyleri umursamazdı. Yalnız ufak Behram ona burada gerekti; koyun sürüsünü otlağa götürdüğünde Behram da ona arkadaşlık ediyordu. Çünkü Behram’ın babası Kamer köyün çobanıydı.

Okulun yeni binası zamanında teslim edildi. İnşaatı ilçe merkezinden gönderilen bir devlet kuruluşu üstlendi ve zamanında bitirdi.

Köydeki devlet çiftliği başkanlığı ile muhtarlığın ortaklaşa düzenlediği mütevazı bir açış töreniyle hizmete açıldı. Okul binası postanenin sağ tarafına yapılmıştı. Heyecanlı, şenlikli bir gündü. Köy halkı bayramlıklarını giydi, süslendi, postanenin önündeki meydana (Radyo meydanına) toplandı; masalar, sandalyeler, semaverler, bardak tabak getirildi, çay sofrası kuruldu.

Mübariz o yıllarda henüz bıyıkları yeni yeni çıkmaya başlayan bir yeniyetmeydi. İnşaat süresince kendi yaşıtlarını bir ekip kurmuş, onun bu gayretkeşliğine bıyık altından gülen ustalara güya yardım etmeğe çalışırdı; çay verir, yemek sofralarını kurur, toplar, inşaat alanında temizlik yapardı. Yüzleri tıraşsız, asık suratlı, fazla konuşmayı sevmeyen ustaları ilçe merkezinden üstü açık bir kamyon sabahları erkenden köye getirir, akşam karanlığı çökünce de geri götürüyordu. Ustaların hiç konuşmadan yedikleri öğle yemeğini muhtarlık çıkarıyordu; her hane bir günlük (inşatta çalışanlar sekiz veya on kişiydi) öğle yemeğini üstlenmişti.

İnşaat için taşı, tuğlayı, keresteyi köyün muhtarı Allahverdi (“devlet dairelerinin kapı kapı dolaşarak”) yüz kapı çalarak temin ediyordu. Bazen malzeme geç kaldığında ustalar kısa veya uzun molalar verir, birbiri ardınca sigara içir, şantiyede köşede bucakta çaylarını yudumlayarak, ustabaşı Zerbali’nin tabiriyle “inşaat sürsatının” getirilmesini bekliyorlardı. Bu molalar sırasında Mübariz aklına gelen her şeyi bir araya getirerek ustaları (ilçe merkezindeki işleri, evleri, çoluk çocukları, akrabaları, “yakın” Moskova ve “uzak” Berlin üzerine) soru yağmuruna tutar, sonunda ustayı da yardımcılarını da bezdiriyordu. Çoğu zaman sessiz sedasız kalan Usta Zerbali böylesi durumlarda derdi ki (yalnız bu zaman suratı açılırdı): “Evimde ne var ne yok Mübariz benden daha iyi biliyor.”

На страницу:
5 из 6